Risale-i Nur’da Tesettürün Önemi

20 sene evvel binlerce adet basılarak yayınlanmış bu broşürdeki cevaplar ve ikazlar Risale-i Nurdan derlenmiştir. Bu izahlardan maksat, Risale-i Nura ve Bediüzzaman Hazretlerine hürmeti, muhabbeti, sadakati ve bağlılığı olanları ikaz etmek ve İttihad-ı İslama ve İslam Kardeşliğine uymalarını temin etmekti… Yoksa Nura yakın olup da Risale-i Nurları bağlayıcı ölçü ve  kesin düstur kabul etmeyenlere, feraset duasından başka diyecek sözümüz yoktur…

Hoca’nın Gazetelerde Çıkan Beyanatlarına ve İddialarına

RİSALE-İ NUR ÖLÇÜLERİ İLE CEVAPLAR

28.7.1995 – İstanbul

1. Hoca, Zaman Gazetesi’ndeki bir iddiasında, “Başörtüsü, tesettür füruattır. Temel mes’eleler varken füruatın kavgasını vermek, üslub bakımından yanlış…” diyor. (Zaman Gazetesi)

Hürriyet Gazetesinde ise, “Kadının başını örtme meselesi, bir iman meselesi ölçüsünde önemli değildir. Allah’a karşı kulluk, umumi manada kulluk meselesi ölçüsünde önem arzetmez bunlar. Teferruata ait meselelerdir…” (Hürriyet 27/01/2003)

Bediüzzaman Hazretleri ise tesettüre; «Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarı…» (Kastamonu Lahikası sh:262) demekle füruat değil, aksine ehemmiyetli bir esas olduğunu nazara veriyor. Evet âhirzaman fitnesi­nin açık-saçıklıkla hayasızlaşan kadınlardan çıktığına dikkat çeken Bediüz­zaman Hazretleri diyor ki:

«Ahirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisa­iye ve onların fitnesi olduğu hadîsin rivayetlerinden anlaşılıyor. … Bu zamanda zındıka dalaleti, îslâmiyete karşı muharebe­sinde, nefs-i emmarenin planıyla, Şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak hanımlardır ki, açık ba­cağıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar.» (Gençlik Rehberi sh:23)

Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Fitne-i âhirzamanın mahiyeti bana göründü ki; o fitnenin en dehşetlisi ve cazibedan, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor.» (Gençlik Rehberi sh:16)

Demek tesettür mes’elesinin füruat olması şöyle dursun, ahkâm-ı kat’iye-i Kur’aniye arasında hayatî bir ehemmiyeti haizdir. Bu sebebledir ki: «O fitneyi ateşlendiren ve talim eden irtidatkâr bir şahs-ı manevî» (Gençlik Rehberi sh:17) cereyanı, açık-saçıklığı, terk edilmez ve ettirilmez bir ifsad prensibi olarak esas alır ve din ve vicdan hürriyetlerini açıkça çiğnemek ba­hasına olarak o yolda yürür ve bütün imkânlarını kullanır.

Risale-i Nur’un mezkûr beyanı ve irşadıyla anlıyoruz ki, nass-ı âyetle farz olan tesettürün terki, haram olmakla beraber, âhirzaman fitnesine ve dolayı­sıyla âlem-i İslâm’ın mahvına vesile oluşu gibi verdiği vahim neticesi itibariyle kazandığı haramiyet vasfı, tarif edilemez derecededir.

Bu gibi sebebler iledir ki Bediüzzaman Hazretleri günah ve bilhassa açık-saçıklıkla işlenen haramlardan kaçmak demek olan takvayı esas alır ve der ki:

«Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i sâ­lih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş.  Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak ge­rektir.» (Kastamonu Lahikası sh:148)

Netice olarak deriz ki: Şeair hükmüne geçmiş olan Tesettürün fitneyi önle­yici önemini anlatmak, bir hocanın asıl vazifesidir.

2. “Atatürk idarî ve askerî bir dahiydi. Zaman Gazetesi’nde Atatürk’ün fotoğrafının silindiğini görünce hemen telefon ettim ve “Bu bir rezalettir” dedim. Bu işi yapanı işten çıkardılar.” (Hürriyet)

Atatürk’ü medih makamındaki bu ifadelerinde samimi ise, Allah korusun. Yok, takiyye yapıyorsa, bunu masonların yutması mümkün değil.

Ne garib bir anlayış ki matbuatta çıkan bazı yazılarda, malum ifsad cere­yanı ve mensublarının övülmesi ve onlara dostluk gösterilmesini meşru gös­termek için mevhum hikmetler anlatılırken, Firavun ve Ebucehil gibi kimselere güya yapılmış olan yumuşak davranışlar örnek gösterilir. Yani bizim davranış ve tutumumuz da o cinstendir demek istenir.

Peki, sizin aldatmak istediğiniz bu kimseler, kendilerini Firavun-meşreb gösteren bu yazılarınızı okumuyorlar mı? Okuyarlarsa, kim kimi aldatıyor? Yoksa millet kopkoyu cahil olup bu basitlik ve mantıksızlık veya içtimaî sah­nede oynanan ve oynattırılan dramı anlamayıp yutarlar mı zannediliyor? Heyhat!

Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«… bizi ezmek isteyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanların zarardan başka hiçbir menfaatleri yoktur. Sizi temin ederim; eğer bilseydim ki benden teberri etmekle kurtu­lacaksınız, beni tahkir ve ihanet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat, bizi ezmek isteyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor; za’fmızdan, teberrinizden cesaret alır, daha ziyade ezer.» (Tarihçe-i Hayat sh: 431)

Hoca bu sözleri ve davranışıyla, Mustafa Kemal taraftarlarına yaklaşmış ve milletin de bunlara yanaşıp dost olmaları için malûm sol cereyanın neşriyat imkânlarıyla geniş çapta telkinde bulunmuş oldu. Bediüzzaman ise hayatı boyunca her türlü meşakkatlere, hapis ve zindanlara tahammül ederek asla onlara yanaşmamıştır.

Bununla alâkalı kısımlardan birkaç kısa parçalardan bazı cüz’î numuneleri aynen şöyledir:

«Bütün mekteblerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem-i İslama ve is­tikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın hari­cinde onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüccetler gösteren ve isbat eden Risale-i Nur geçmesi, kemal-i me­rak ve dikkatle okunması öyle bir hâdisedir ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, Din-i islâm cihetiyle yine ucuzdur. Hiç olmazsa küfr-ü mutlaktan ve irtidaddan en mütemerridleri bir derece kurtarır, meşkuk bir küfre çıkarır, mağrurane ve cür’etkârane tecavüzlerini ta’dil eder. Mahkemede son söz olarak yüzlerine söylediğim bu cümle: “Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun!” ile, bizim nihayete kadar sebat edeceğimizi dava etmişiz. Bu davadan vazgeçilmez. İçinizde vazgeçecek yok ümid ediyorum.» (Şualar sh:338)

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org

Ya Rabbena! (Şiir)

Ya Rabbena! Ya Rabbena!

Sana olsun hamd-u Sena

Rahme muhtaç bir kulunum

Rahmini ihsan et bana

 

 

Ya Rabbena! Sen Rahim’sin

Sen Kerim’sin Sen Halim’sin

Günahlarımı bağışla

Sen Erhamerrahimin’sin

 

 

Ey kâinatın Sultanı

Mahlukatın Yaratanı

Gaflete dalmış bir kulum

Uyandır gafil yatanı

 

 

Açtım ellerimi Sana

Ağlıyorum yana yana

Cehennemden uzak eyle

Cenneti nasip et bana

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Adalet Nedir? Hikmet Nedir? Aralarında Ne Fark Vardır?

Adalet: Kelime olarak zulüm etmemek, herkese hakkını vermek ve layık olduğu muameleyi yapmak manalarına geliyor. Üstad Hazretleri adaleti şu şekilde tarif ediyor:

“Adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfidir. Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır. Çünkü, Üçüncü Hakikatte ispat edildiği gibi, her şeyin istidat lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ıztırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelâl’den istediği bütün matlubatını ve vücut ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adaletin şu kısmı, vücut ve hayat derecesinde kat’î vardır.”(1)

Müspet adalet her şeyin yerli yerine konulması ve her hak sahibine hakkının verilmesi anlamındadır. Mesela, kuzunun bedenine aslan ruhu, aslanın bedenine de kuzu ruhu yerleştirmek adalete uygun olmaz. Kulağın yüzdeki orantısı faraza iki metre olsa, adalet ve ölçüye sığmaz. Yüzün aritmetik alanında her azanın boyutları ince bir ölçü içinde düzenleniyor, faraza yüzdeki burun bütün yüzü kaplayacak derecede büyük olsa diğer azaların hakkına tecavüz etmiş olur ki bu da bir adaletsizlik tezahürüdür.

Dünya yüzünde unsur ve elementler adil bir şekilde dizayn edilmiştir, şayet demir bütün dünya yüzünü kaplasa idi, hem hayat olmaz hem de diğer unsur ve elementlerin varlığına haksızlık edilmiş olurdu. Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Bu açıdan bakıldığında, kainatın umumunda mükemmel bir ölçü ve adaletin gözetildiği anlaşılır. Yani kainattaki bütün ahenk ve ölçüler, intizam ve kaideler hepsi adaletin bu şıkkının tezahürüdür. Her şey mutlak adalet ve ölçü içinde yaratılmıştır. Böyle mutlak adalet ve ölçü sahibi olduğu kainat ile sabit olan bir zatın, adaletsiz olacak olan ahreti yaratmaması düşünülemez, mesajı verilmek isteniyor.

“İkinci kısım, menfidir ki, haksızları terbiye etmektir. Yani, haksızların hakkını, tazip ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise, çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatin vücudunu ihsas edecek bir surette, hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle, kavm-i Âd ve Semûd’dan tut, ta şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i tedip ve te’ziyâne-i tâzip, gayet âli bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat’î ile gösteriyor.”(2)

Hikmet: Kelime olarak insanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatına denir. Her şeye bir gaye ve maksat yerleştirmek, her şeyi manalı ve anlamlı kılmak, eşyaya güzel ve hayırlı neticeler takmak, tamamı ile hikmet kapsamında olan şeylerdir.

Mesela, gözün hikmeti görmektir, gayesi ise görülen şeyler üstünde tecelli eden Allah’ın isimlerini tefekkür etmek ve kullukta bulunmaktır.

Adalet ile hikmet ayrılmaz ikilidir; ikisi birbirilerini tamamlayan iki isim, iki sıfattır. Adaletsizlik nasıl hikmetsizlik ise, hikmetsizlik de adaletsizliktir. Bu sebeple ikisi iç içe çalışırlar. Mesela cennet ve cehennemin varlığını hem hikmet hem de adalet iktiza eder. Yokluk ise hem adalete hem de hikmete zıttır.

Sorularla Risale

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Onuncu Haikat (Haşiye)
(2) bk. age.

Okunma Sayısı : 7358

“El – Vehhab” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

El- Vehhab;  Hibe eden demektir. Hibe ise; karşılık beklenmeden yapılan bağıştır. Evet Allah Vehhab’tır; karşılıksız hibe eder, cömertçe ihsan eder ve verdiklerine mukabil bir bedel istemez. Zaten insan da kendisine verilen bu nimetlerin ücretini ödemek istese de ödeyemez.

– Biz yoktuk var olduk.

– Mevcutlar içinde taş, toprak gibi cansız bir varlık olabilirdik. Ama olmadık, hayat sahibi olduk.

– Hayat sahipleri içinde çiçek veya ağaç gibi bir bitki olabilirdik. Ama olmadık, şuur sahibi olduk.

– Şuur sahipleri içinde herhangi bir hayvan olabilirdik. Ama hayvan da olmadık, insan olduk.

– İnsanlar içinde ateşe tapan bir Mecusi, öküze tapan bir Hindu, veya puta secde eden bir putperest olabilirdik. Ama olmadık, Allah tanıdık ve O’na iman ettik.

– Allah’a iman edenler içinde O’na evlat isnat eden bir Yahudi veya Hıristiyan olarak Allah’ın gazabını celbedebilirdik. Ama yine olmadık. Elhamdülillah Müslüman olduk.

– Müslümanlar içerisinde de Sultan-ı Enbiya ve Habib-i Kibraya olan Hz. Muhammed (sav)’e ümmet olmakla şeref bulduk.

Bütün bu nimetlere karşı Allah’a ne verdik?

Hiçbir şey…

İşte karşılıksız, cömertçe ikram ve ihsan edilen bu nimetler üzerinde Allah’ın Vehhab ismi gözükmektedir. Demek bizlere bedelsiz verilen hayatımız, vücudumuz, vücudumuza takılan gözümüz, kulağımız, dilimiz ve diğer azalarımız, bu azalara takılan hissiyat ve duygularımız, sözün özü maddi ve manevi sahip olduğumuz her şey, Allah’ın bize bir hibesidir. Ve Vehhab isminin bir tecellisidir.

Demek ağaçlara takılan yapraklar, çiçekler ve meyveler, kuşlara takılan kanatlar, balıklara verilen yüzgeçler, kısacası her bir mahluka yapılan hibeler ve ona verilen hediyeler Allah’ın Vehhab isminin bir tecellisidir.

Demek her bir varlık kendisine verilen cihazların, hibe edilen duyguların, ikram edilen rızıkların ve kendisine yapılan bütün iyiliklerin lisan-ı haliyle Allah’ı Vehhab ismiyle zikreder ve O’nu tesbih eder.

İnsanın vazifesi ise; Bu mahlukların lisan-ı halleriyle “ya Vehhab, ya Vehhab” diyerek yaptıkları tesbihatı işitmek ve Vehhab isminin kendindeki tecellilerini görerek, haliyle, diliyle hatta bütün azalarıyla “ya Vehhab ya Vehhab” diyerek o halka-i zikre katılmaktır.

İnsan bu vazifeyi yaptıkça insandır. Ve bu aleme gönderiliş vazifesi budur.

Kendisine yapılan en küçük bir iyiliği unutmayan ve yıllarca o iyiliğin sahibinden övgüyle bahsedip ona minnettar olan insan, nasıl olurda, nimetleri saymakla bitmeyen Allah’ın iyiliklerini unutur? Ve O’na karşı minnettar olması gerekirken, nasıl olurda o minneti, nimetin gelmesine vasıta olan sebeplere verir?

Bir padişahın kıymettar bir hediyesini bize getiren miskin bir adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece ahmaklık ise, öylede, Allah’ın nimetlerini bize getiren sebeplere medh ve muhabbet edip, nimetlerin hakiki sahibi olan Allah’ı unutmak, ondan bin derece daha ahmaklıktır.

Evet tavuk sebeptir, yumurta Allah’ın ihsanıdır. Koyun sebeptir, süt Allah’ın ikramıdır. Arı sebeptir, bal Allah’ın nimetidir. Bulut sebeptir, yağmur Allah’ın rahmetidir. Ağaçlar sebeptir, meyveler Allah’ın hediyesidir. Bunlar gibi sebeplere takılan bütün nimetler Allah’ın hibesidir. Ve Vehhab isminin tecellisidir.

O halde şükredilmeye, övülmeye ve methedilmeye en çok layık olan; nimetlerin gerçek sahibi olan Allah’tır. Çünkü nimeti getirene değil, onu gönderene bakılır.

İnsanın bu ismi ahlak edinmesi ise şöyle olur; yaptığı iyiliklerde karşılık beklememelidir. Karşılık sadece malla, mülkle de olmaz. Beklenilen bir övgü, kazanılmak istenen bir şeref, istenilen bir hürmet ve arzu edilen bir teveccüh de manevi bir bedeldir. Eğer yaptığı iyiliklere karşı böyle manevi bir bedel beklerse, yine Vehhab ismini ahlak edinememiştir.

Hatta yaptığı ibadetleri, sadece Allah’ın rızası için yapmalı ve karşılığında cenneti beklememelidir ki, Vehhab ismine mahzar olabilsin. Zaten ibadet, geçmişte verilen nimetlerin şükrüdür. Yoksa gelecekte verilecek nimetlerin karşılığı değildir. Evet biz ücreti almışız ve ibadetle mükellefiz.

Bir Allah dostu bu makamı şu sözleriyle dile getirmiş ve Vehhab ismini ahlak edindiğini göstermiştir;

Ehl-i dünya dünyada,
Ehl-i ukba ukbada,
Her biri bir sevdada,
Bana Allah’ım gerek….

Nijer’de Nur Medresesi Açıldı

Hayrat Vakfı Sudan Temsilciliğinin girişimleriyle Nurlar Afrika kıtasına hayat vermeye devam ediyor. Hayrat Vakfı Sudan’daki Risale-i Nur çalışmalarını Nijer’e taşıdı. Risale-i Nurlar sadece kalpleri, akılları nurlandırmıyor, aynı zamanda şehirleri beldeleri de nurlandırıyor.

Bütün bir Afrika coğrafyasına Kur’an’ın tefsiri olan Risale-i Nurları taşımayı arzu ettikleri vurgulayan Hayrat Vakfı Sudan temsilcisi İsmail Kaya, Nur Medresesinin açılışında Nijerli gençlerle iman hakikatleri üzerine sohbet etti. Bu zamanda Risale-i Nur hakikatlerine insanların bilhassa gençlerin ekmek gibi su gibi ihtiyacı olduğunu dile getiren Kaya, “arzumuz Risale-i Nurların diğer Afrika ülkelerine de hayat vermesidir” dedi.

Risale Haber

nijer.hayratrisale.i.nur

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version