Biri Kazanan Çoğu Kaybeden

Arkadaş! Nev’-i beşerde envaen dalalete düşen fırkaların sebeb-i dalaletleri, imamlarının kusurudur. Evet, imamları bâtından bahsetmişlerse de, meşhudatlarına itimad ve iktifa ederek esnâ-i tarîkten dönmüşlerdir. Ve [1]حَفَظْتَ شَيْئًا وَ غَابَتْ عَنْكَ اَشْيَاءُ kavline mâsadak olmuşlardır.[2]

Psikososyal mahluk olan insan fıtratına koyulan bu yazılımla toplumsal olarak hareket etmektedir. Sahiplenmek ve sahiplenilmek ise bu yazılımın gerekli olan güncellemelerindendir.

Sahiplenilmek sahiplenmekten daha büyük ve ehemmiyetli olan bir ihtiyaçtır. Küçük bir çocuk 42 aylık olana dek her şeyi bizzat canlı zanneder ki oyuncaklarını kırması ve bir çok şeyi kırmasının sebebi budur. Oyuncak arabayı çağırır araba gelmeyince sinirlenir sen beni dinlemedin yanıma gelmedin der gidip o şeyi kırar kendisince ona ceza verir ve öldürür.

Burada bu çocuğun yaptığı şeye baktığımızda söz ve arzusunu yerine getirmeyen yani bana değer vermeyen şeyi kırarım gibi düşünce bunu göstermektedir.

            Sahiplenen ve sahiplenilen insanın fıtratını bozmamak veya onarmak için bir meslek ve meşrebe tabi olması gayet fıtri olan bir haldir.

            Hemen hemen kimse ilk intibada gideceği yeri seçmemiştir. Bir vesile ile bir yere gitmiş ve inkıyat edip tabi olmuştur. Bu seçme ihtimali pek olmayan şeydir. Belki bundan mesuliyet hasıl olmamaktadır. Çünkü hiçbir yeri bilmiyor duyuyor ama nasıl irtibat kuracağını bilmemektedir.

            Bu ilk intibadan sonra insan artık bir süre devam eder ve şuurlanır. Şuurlandıktan sonra kişiye düşen çevresinde var olan meslek ve meşreplerden kendisine en uygun olanı intihap edip seçerek o meslek/meşrepte devam etmek islamiyeti anlamak ve yaşamak mevzuunda ehemmiyetlidir.

Zaten bir şuur aldıktan sonra tanıdığımız o meslek ve meşrep bize muvafıksa kalınıp orada var gücü ile hizmete devam etmek gayet müstahsendir, güzeldir.

Kendi fıtrat ve mizacımıza muvafık uygun olmadığını düşününce muvafık olana gitmek hizmette şevke medardır. Muvafık olmayan yerde kalmak ise hem şahsi hem de umumi hukuka tecavüz edecek şeylere tevessüle sebep olabilmektedir. Mesela umumi hukuka külli bir surette tecavüz var o halde orada olan şuurlu kimselere düşen elinden geliyorsa düzeltmek veya o meslek/meşrebi terketmek sadakatın gereğidir.

Sadakatsızlık gösteren aldatan ve aldanan yerde kalmak ise aynı o fiili yapmış gibi olur. Çünkü ihanet edene ihanet sadakattır. İhanet edene sadakat ise ihanettir. Çünkü umumi hukuka tecavüz var ki fertler bunu afvedemez.

Umumi hukuka tecavüz meselesi çok ehemmiyetlidir. Ve fertlerin bunu afvetmesi söz konusu değildir. Tıpkı şunun gibidir. Bir gemi var birileri bu gemiyi delip batırmaya çalışmaktadır. Bu plan gerçekleşirse umum gemidekiler can ve mal zayiatı vuku bulacaktır. Gemi batıran sonra oradan kurtulan birisine denk gelse kusura bakma böyle bir yanlışlık ettim dese o şahsın umum namına o ferdi afvetmek selahiyetine sahip değildir.

Risale-i Nurun Sa(ht)deleştilmesi mevzu da bu nevdendir. Bunu yapan kimseler umumi hukuka tecavüz etmektedir. Binaenaleyh umumi hukuka tecavüz etmesi sebebiyle umum nur talebeleri adedince haksızlıktır.

Bu hatayı yapan kimseleri savunmak onun yanında olmak ise aynı fiile sahip çıkılması veçhesiyle ve sebebiyle aynı hüküm onu müdafa eden kimseler için de caridir geçerlidir. Sözler, Lem’alar, Mektubat, Asa-yı Musa eserlerinin mana katlinden geçirilmesiyle umumi hukuka ihanet edildi. Bu iş vakt-i kıyamete dek dillerde geçecek Risale-i Nurun Neşir Tarihçesine zifiri karanlık olarak geçecektir. Bu ruhi bir hastalıktır.

Birisini savunacağım onu kaldıracağım diye çabalamak neticesine bakıyorsun. Belki birisini – kendisince- kaldırıyor müdafa ediyor; ama umumi hukuka tecavüzle biri kurtarıp binleri batırıp kaybediyor. Buna ancak hamakat denilir. Biri kazanıp bini kaybeden kimseye akıllı denilmeyeceği bir gerçektir.

Hülasa: basiretimizi ve şuurumuzu birilerinin cebine koyulmasıyla hakikatin rengi değişmektedir. Aklımızı fikrimizi her asırda istikamette tutmamız için اِنَّ اللّهَ يَبْعَثُ لِهذِهِ اْلاُمَّةِ عَلَى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا[3]yani: “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.[4]” sırrınca müceddid gelmektedir. Yani yeni tarz gelmektedir. Şimdi hicri 1400 lerdeyiz bu asrın tarzı son müceddiddedir ve bu müceddid eski tarzla hareket eden birisi olması söz konusu olamaz çünkü müceddid yenileyici manasındadır. Bir tarikat şeyhi müceddid olamaz bu haliyle var olandan farklı bir şey olacak bu vasfa liyakat kesbetsin layık olsun.

Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı ismiyle getirmiş olduğu hizmet tarzı müceddiddir bu şahs-ı manevinin tüzel kişiliğin mümessili Bediüzzaman Said Nursidir.

Bu asırda istikamet isteyen selamet isteyen Bediüzzaman Said Nursi’nin sistemize tarzına tabi olmalı ki bu istediklerine vasıl olup kavuşsun. Aksi halde netice de aksi olacaktır.

Bahtiyar odur ki: Aklını asrın müceddidine hadim kılar.

Bedbaht Odur ki: Müceddidi bilir lakin taassup sebebiyle kabul etmez tabi olmaz.

Bahtiyarlardan Olmak Duasıyla..

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

[1] Bir şeyi muhafaza ettin, ezberledin ama, bir çok şey senden kayboldu.

[2]Mesnevi-i Nuriye ( 136 )

[3]  el-Hakim, el-Müstedrek, 4:522; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 2:281, hadis no: 1845.

[4]Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 14 )

Hamd İle Şükür Arasındaki Fark Nedir?

Hamd, yapılan bütün ihsan ve ikrama karşı, ihsan sahibini tazim (saygı) etmesidir. Medih ve sena ancak Allah’a mahsustur. Şükür ise, hususi yapılan ikramların senasıdır. Yani kişi gördüğü herhangi bir nimettin karşısında minnettarlık duymasıdır.

Görüldüğü üzere Hamd, şükre karşı daha geniş kapsamlıdır. Yani Rahman büyük nimetlere, Rahîm küçük nimetlere delâlet ettikleri gibi. Dolayısıyla şükür hamdın yerini tutamaz. Her şükür aynı zamanda bir Hamd’dir, yalnız her hamd şükür değildir.

Bediüzzaman, Hamd ile ilgili şöyle buyurur: “Hamdin en meşhur manası, sıfât-ı kemaliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak insanı kâinata câmi’ bir nüsha ve on sekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esma-i Hüsna’dan her birisinin tecelligâhı olan her bir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır. Eğer insan maddî ve manevî her bir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. ” 1

Şükür, hamdin bir alt şubesi olarak gören Bediüzzaman, hamd daha şümullü olduğu için, şükrü de içine alır. Şükür insana verilen nimetlere, Hamd ise insana ulaşsın ulaşmasın Allah’ın vermiş olduğu bütün nimetlere yapılır. Mesela insan sahip olduğu rızka bakarak Allah’a şükür eder; on sekiz bin âlemin her bir ferdinin rızkını zamanında gönderen kemal sahibi Allah’ı düşünmekle de hamd etmiş olur.

“Hamd o âlemlerin rabbi.”2

“Hamd, o Allah’ındır ki göklerde ne var, yerde ne varsa hep O’nundur. Ahirette de hamd O’nundur. O hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.” 3, işte bu mükemmelliğe karşı ancak hamd ile sena etmek lazımdır.

Şükür: Allah’ın, bize ihsan ettiği maddi ve manevi bütün nimetlere karşı yapılan bir teşekkürdür. Şükür eden kişi biliyor ki, nimeti veren biri var, oda Allah’tır.

Din âlimlerimizden müellif Hamdi Yazır, şükür hakkında şöyle diyor: “Şükür, geçmiş olan bir nimete kavlen, fiilen veya kalben Mün’imini tazim ile mukabele etmektir. Sadece fiilen veya kalben yapılan şükür ne medihtir ne hamd. Lâkin lisan ile kavlen yapıldığı vakit hem hamd hem medih olur ve bu hamd şükrün başıdır. Hamd ve şükür, ikisi de bir hakk u hakikat aşk u inşirahı ve binaenaleyh ahlâkı olmakla beraber, hamd’de mânâ-yı şevk, şükür’de mânâ-yı sadakat daha barizdir. Bu suretle şükür bir mâzi-i mütehakkıkın hatıra-i tebcili olduğundan daha zor, yapanları daha azdır.” 4 diyerek, hem şükrü izah etmiş hem de şükür ve hamd arasındaki farka işaret etmiştir.

Bediüzzaman, “nimetleri doğrudan doğruya Cenab-ı Hak’tan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmektir” diyor. 5

“Şükür, verilen nimetlere karşı yapılır, “Halık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor.”6

Şükür, nimetlere karşı yapıldığı gibi musibetlere karşı da yapılır. Bu konuda Bediüzzaman şöyle diyor: Musibet zamanında yapılan şükür, musibetin her saatini bir gün ibadet hükmüne geçirir. Zira bu tür ubûdiyete riya giremez.” 7

“Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor.”8

Bediüzzaman,Şükür risalesinde: şükür, “Âlemin yaratılışının (hilkat) en önemli neticesidir”diyor. 9

Keza, “Hilkat’in en önemli neticesinin şükür olduğunu” belirten Bediüzzaman, hayat-şükür ilişkisinin varlık âlemi içindeki konumu üzerinde de durmuştur.

“Hayat, bütün kâinattan süzülmüş en safi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir İlâhî maksat ve âlemin yaratılışının en mühim bir neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir büyük sırdır.” diyor. 10

Rüstem Garzanlı

25.09.2014

www.NurNet.org

KAYNAK:

 

1-    İşartü’l-İ’caz

2-    Fatiha,1

3-    Sebbe,1

4-    Hak Dini Kur’ân Dili,I/57

5-    29. Mektub, 1. Söz

6-    19 Lem’a

7-    2. Lem’a

8-    29. Mek.

9-    28.mektup,beşinci mesele

10- 30. Lem’a, Beşinci Nükte

Kur’an’da İnsanın Yaratılışı – Ademin Çocukları

* Gerçekten insan üzerine, o uzun devirden öyle bir zaman geçti ki (o, henüz) anılan bir şey değildi.”(İnsan, 1)

Âdemin çocukları artık dünyada ilk yaratılıştan farklı bir yaratılış olayı ile yani hamilelikle, anne karnında büyüme ve gelişme yoluyla çoğalarak yeryüzüne geliyorlar. İnsanlar için anne karnında 9 ay 10 günlük uzun bir süreç gerekiyor. Sonunda doğumla bebekler dünyaya geliyor, sonra onlara isimler konuyor, büyüyorlar, adı sanı anılır oluyorlar ve sonra ölüyorlar. Ardından yenileri geliyor. Ve bu düzenin kıyamete kadar da böyle devam edeceğini gözlüyoruz.

İnsanın vücudunu oluşturan atomlar, moleküller çevrede dağılmış bir vaziyette iken özel kanunlara tabi olarak ve bir nizam ve intizam altında yediği içtiği gıdalarla insan vücuduna girerler. Dışarıdan alınan maddelere insan vücuduna uygun canlılık kazandırılır, ilgili organlar içinde erkeklerde sperm hücreleri, kadınlarda yumurta hücresi yaptırılır. Bunların yapılışında özel bir kasıt ve hikmet vardır. Sonra ana rahminde çok değişik olaylar gelişir, iki hücre birleşip tek hücre olur sonra onlardan et olur, kemik olur, zincirleme olaylar gelişir. Her bir yeni olay, bir öncekinden daha mükemmel olarak meydan getirilir. O kadar karmaşık olaylar yaşanmasına karşın hiçbir düzensizlik olmaz.

* İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, âlemin zerratı içinde câmid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki; mahsus bir kanun ile, muayyen bir nizam ile intizam altına alınarak âlem-i anâsıra gönderilir. Âlem-i anâsırda sâkit, sâkin, gizli bir vaziyette iken, birdenbire kafile kafile, muayyen bir düstur ile, yevmî bir intizam ile, bir kasd ve hikmet altında âlem-i mevalide intikal eder. Âlem-i mevalidde de, sükût içinde iken birdenbire acib, garib bir tarz ile nutfeye inkılab eder. Sonra müteselsil inkılablar ile alaka olur; sonra mudga olur, sonra et, kemik olur. Bu inkılabların herbirisi, evvelkisine nisbeten daha mükemmel ise de, lâyıkına göre mevattır, yani hayatsızdır.”(İŞARET’ÜL İCAZ , İhyâ-yı Ervah- Bakara 28. âyet)

Bu konuda Kur’an şunları söylüyor:

(O,) akıtılan bir menîden bir nutfe değil miydi?”(Kıyame, 37)

*Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şübhe içinde iseniz, artık muhakkak ki biz, sizi bir topraktan, sonra bir nutfeden, sonra bir alakadan, sonra da (ne) yaratılmış (ne de) yaratılmamış (henüz kemâle ermemiş) bir mudgadan yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim.” (Hacc, 5)

“O, sizi (önce) bir topraktan, sonra bir nutfeden (hakir bir damla sudan süzülmüş hulâsadan), sonra bir alakadan yaratandır. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyor; sonra gücünüzün kemâle ermesi için, sonra da ihtiyar olmanız için (sizi yaşatıyor). İçinizden kimi de, (kiminizden) daha önce vefât ettirilir; tâ ki belirli bir vakte erişesiniz ve olur ki akıl erdirirsiniz.” (Mümin, 67)

Bir yumurta hücresinin bir spermle birleşmesiyle ana rahminde başlayan hayat, çok çeşitli halden hale dönüşür. Bir damla sudan başlayan bu insan olma serüveni önce embriyo halini alır, sonra bir çiğnem et parçasına benzer, sonra kemikler oluşur ve ete bürünerek şekillenir sonunda da insan olur.

*İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, alemin zerratı içinde camid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki, mahsus bir kanunla, muayyen bir nizamla intizam altına alınarak alem-i anasıra gönderilir. alem-i anasırda sakit, sakin, gizli bir vaziyette iken, birden bire kafile kafile, muayyen bir düsturla, yevmi bir intizamla, bir kast ve hikmet altında alem-i mevalide intikal eder. alem-i mevalidde de, sükut içinde iken, birdenbire acip, garip bir tarzla nutfeye inkılap eder. Sonra müteselsil inkılaplarla alaka olur, sonra mudga olur, sonra et, kemik olur. Bu inkılapların herbirisi, evvelkisine nisbeten daha mükemmel ise de, layıkına göre mevattır, yani hayatsızdır. (İ.İCAZ)

*en basit bir cismin geçirmiş olduğu inkılabat ve tahavvülata dikkatle bakılırsa görülür ki, alem-i zerrattaki zerreler, alem-i anasıra intikal edince başka suretlere girerler, alem-i mevalidde, başka suretlere dönerler, nutfede başka vaziyet alırlar, sonra alaka olur, sonra mudga olur, sonra bir insan suretini giyer, ortaya çıkarlar. Bu kadar inkılabat-ı acibe esnasında, zerreler öyle muntazam harekat ve muayyen düsturlar üzerine cereyan ederler ki, sanki bir zerre, mesela alem-i zerratta iken vazifelendirilmiş ve Abdülmecid’in gözünde yer alıp vazife görmek üzere yola çıkarılmıştır. Bu hali, bu vaziyeti, bu intizamı gören bir zihin, bila-tereddüt hükmeder ki, o zerreler, bir kasıtla ve bir hikmet altında gönderilir.(İ.İCAZ)

*Vücud-u insan, tavırdan tavıra geçtikçe acîb ve muntazam inkılâblar geçiriyor. Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhmden halk-ı cedîde, yani insan sûretine inkılâbı gayet dakîk düsturlara tâbidir. O tavırların herbirisinin öyle kavânîn-i mahsusa ve öyle nizâmât-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttarıdaları vardır ki, cam gibi, altında bir kasd, bir irâde, bir ihtiyâr, bir hikmetin cilvelerini gösterir.

İşte, şu tarzda o vücudu yapan Sâni-i Hakîm, her sene bir libas gibi o vücudu değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve bekâsı için inhilâl eden eczâların yerini dolduracak, çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır. İşte o beden hüceyreleri, muntazam bir kanun-u İlâhî ile yıkıldığından, yine muntazam bir kanun-u Rabbânî ile tâmir etmek için rızık nâmiyle bir madde-i latîfeyi ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı hâcetleri nisbetinde, Rezzâk-ı Hakiki, bir kanun-u mahsus ile taksim ve tevzî ediyor. (SÖZLER, 29.Söz)

Başlangıçta 2 ayrı hücrenin birleşmesiyle başlayan olay, bölünerek ve çoğalarak devam eder, dış, iç ve orta daldaki atomlar bir plan içinde dizilerek hücreleri, hücreler aynı amaç için bir araya gelerek dokuları, dokular organları ve hepsi beraber insanı meydana getirirler.

insanin gelisim agaci

İNSANIN GELİŞİM AĞACI

İnsanın gelişimi bir gövdeye bağlı 3 ana daldan gelişmiş bir ağaç gibi gelişim gösterir. Her 3 daldan farklı organlar meydana getirilir. Dış tabakadan; Sinir sistemi, beyin ve deri, orta tabakadan; Böbrek, Kalp, Kaslar, Kemikler, kemik iliği ve kan hücreleri, iç tabakadan ise; Karaciğer, akciğer ve bağırsaklar oluşturulur. Erişkin bir insanın organlarının çoğu orta tabakadan meydana getirilir. Ve sonunda 100 trilyon farklı hücreden yaratılmış bir insan olur.

*Zâten eşyanın asıl menşe’leri, şu dört maddedir. Yeni hikmetle, müvellidü’l-mâ, müvellidü’l-humuza, karbon, azot’tur ki, bu anâsır, evvelki unsurların eczâlarıdır. (SÖZLER,22.Söz)

Vücut kütlemizin %65’i Oksijen, %18’i Karbon, %10’u Hidrojen, % 3’ü Azot, %1.5 Ca, %1 P %’tur.Vücudumuzun yapı taşları olan Proteinler, yaklaşık olarak %50 C, %23 O, %7 H, %16 N ve çok az miktarlarda olmak üzere de S, Cu, Fe, Zn, Mn’den meydana getirilmişlerdir.İnsanlarda proteinleri yapan 12 çeşit aminoasit vücutta sentezlenebilir. Geriye kalan 8 çeşit aminoasit temel aminoasittir, dışarıdan alınmak zorunluluğu vardır. 20 farklı aminoasitten insan vücudunda farklı proteinler meydana getirilir.

Karbonhidratla ve Lipitler; C,H ve O meydana getirilmiş bileşiklerdir. İlaveten lipitlerde N, P, S da bulunur.

*insanın, zerre vaziyetinden, insan-ı mü’min suretine gelinceye kadar camidiyet, nebatiyet, hayvaniyet, insaniyet gibi geçirdiği etvar ve ahvaline (M.NURİYE, Zeyl’ül Habbe)

Toprakta iken cansız, inorganik olan moleküller; bitkiler ve hayvanlar dünyasında birden hayat kazanır ve organik hale getirilirler. Bitki ve hayvanlardan insan vücuduna gelen moleküller, bu sefer de her insana özel organik bir yapılanma gösterirler. İnsan vücudu içindeki atomlar, görevli bir memur gibi işlerine hiç durmadan devam ederler. Alınan gıdalar ağızda parçalanır, midede bulamaç olur, ince bağırsaklardan emilir, kalın bağırsaktan da suyu emilir ve sonunda vücuda girer, karaciğere gelir orada yeniden kişiye özel olarak şekillenirler. Oradan damarlar vasıtasıyla kalbe gelir, dolaşıma geçer. Bütün vücudu dolaşır, hücrelere uğrarlar. Akciğere, böbreklere ve cilde gelirler. Dışarı atılacaklar buradan atılır.

1-Ağız, 2-Yemek borusu ve mide, 3-İnce ve kalın barsaklar, 4-Karaciğer gıdaların değişime uğradığı, pişirildiği 4 farklı mutfağa benzer.

1- Böbrek, 2- Akciğer, 3-Deri, 4-Fagositik sistem ise,4 farklı süzgeç görevi yapan hücreler topluluğudur.

Böbrek, akciğer ve deri; vücuttan kimyasal atıkları dışarı atarlar. Böbrekler kanda fazla miktarlarda bulunması zararlı olan maddeleri kandan süzerek vücut dışına atarlar. Akciğerler ise vücuda zararlı bazı maddeleri, mesela karbon dioksit gibi dışarı atar. Cilt de terleme yoluyla aynı görevi yapar.

Gıdalar arasında bulunan meyve, salata ve yaş sebze gibi yiyeceklere mikroplar, yabancı cisimler bulaşmış olabilir. Vücutta çeşitli yerlerde bulunan zararlı ve yabancı maddeleri yiyen fagositik hücreler(Karaciğer Kupfer hücresi, Lenf bezleri, Dalak, Mukoza altı lenfoid hücreler, Dentritik hücreler ve kandaki Monositler gibi) ise vücuttan zararlı maddeleri, yabancı cisimleri, ölü hücreleri ve mikropları yakalayıp süzerler. Bu hücreler topluluğu; insan vücudunda çok ince süzgeç görevi yaptırılan özel görevli hücrelerdir.

*Şimdi, o Rezzâk-ı Hakîmin gönderdiği o madde-i latîfenin etvârına bak; göreceksin ki, o maddenin zerrâtı bir kafile gibi küre-i havada, toprakta, suda dağılmış iken, birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdîyi işmâm eden bir keyfiyet ile toplanıyorlar. Güyâ onlardan herbir zerre bir vazife ile, bir muayyen mekâna gitmek için memurdur gibi gayet muntazam toplanıyorlar. Hem, gidişâtından görünüyor ki, bir Fâil-i Muhtarın bir kanun-u mahsusu ile sevk edilip, cemâdât âleminde mevâlide, yani zîhayat âlemine girerler. Sonra, nizâmât-ı muayyene ve harekât-ı muttarıda ile ve desâtir-i mahsusa ile rızık olarak bir bedene girip, o beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılâbât-ı acîbeyi geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra bedenin aktârına yayılarak, bütün muhtaç olan âzâların muhtelif ve ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre, Rezzâk-ı Hakikikin inâyetiyle ve muntazam kanunları ile inkısam ederler. İşte o zerrâttan hangi zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan, göreceksin ki, basîrâne, muntazamâne, semîâne, alîmâne sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbâb, hiç ona karışamaz. Çünkü, herbirisi unsur-u muhîtten tut, tâ beden hüceyresine kadar hangi tavra girmiş ise, o tavrın kavânîn-i muayyenesi ile güyâ ihtiyâren amel ediyor, muntazaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmiş ise, öyle muntazam adım atıyor ki, bilbedâhe bir Sâik-i Hakîmin emri ile gidiyor gibi görünüyor. İşte, böyle muntazam tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya, git gide hedef-i maksadından ayrılmayarak, tâ makam-ı lâyıkına, meselâ Tevfik’in gözbebeğine emr-i Rabbânî ile girer, oturur, çalışır. İşte bu halde, yani erzaktaki tecellî-i rubûbiyet gösteriyor ki, ibtidâ o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzed idiler. Güyâ herbirisinin alnında ve cephesinde “Filân hüceyrenin rızkı olacak” yazılı gibi bir intizamın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder. (SÖZLER, 29.SÖZ)

*sen mevcutsun. Ve basit bir madde ve câmid ve tagayyürsüz değilsin. Belki, daima teceddüdde olarak, gayet muntazam bir makine ve harika ve daima tahavvülde bir saray gibisin. Senin vücudunda her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücudun kâinatla, hususan rızık münasebetiyle, hususan beka-yı nevi itibarıyla alâkadar ve alışverişi vardır. Senin vücudunda çalışan zerreler, o münasebâtı bozmamak ve o alâkadarlığı kırmamak için dikkat ediyorlar, öylece ihtiyatla ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kâinata bakıyorlar, senin münasebâtını kâinatta görüp öyle vaziyet alıyorlar. Sen zâhirî ve bâtınî duygularınla, o zerrelerin o harika vaziyetine göre istifade edersin.

Eğer sen vücudundaki zerreleri, Kadîr-i Ezelînin kanunuyla hareket eden küçücük memurları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları (herbir zerre bir kalem ucu) veya kalem-i kudretin noktaları (herbir zerre bir nokta) olduğunu kabul etmezsen, o vakit senin gözünde çalışan herbir zerreye öyle bir göz lâzım ki, senin mecmu-u cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebettar olduğun bütün kâinatı dahi görecek bir gözü ve bütün senin mazi ve müstakbel ve nesil ve aslın ve anâsırının membalarını ve rızkının madenlerini bilecek, tanıyacak, yüz dâhi kadar bir akıl vermek lâzım geliyor. Senin gibi bu meselelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bin Eflâtun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece divanece bir hurafeciliktir. (LEMALAR, 3.Lema)

*İnsan, arza nisbeten bir zerredir. Arz da kainata nazaran bir zerredir. Ve keza, insanın bir ferdi, nev’ine nisbeten bir zerredir; nev’i de, sair ortakları bulunan enva içinde bir zerre gibidir. Ve keza, aklın düşünebildiği gayeler, faydalar hikmet-i ezeliye ve ilm-i İlahideki faydalara nisbeten bir zerreden daha aşağıdır. (İ.İCAZ,İ badet ve Tevhid bahsi)

*Senin vücudun bin kubbeli harika bir saraya benzer ki, her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine baş başa verip muallâkta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha aciptir. Çünkü, o saray-ı vücudun, daima, kemâl-i intizamla tazelenmektedir. Gayet harika olan ruh, kalb ve mânevî letâiften kat-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir âzâ, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemâl-i muvazene ve intizamla başbaşa verip, harika bir bina, fevkalâde bir san’at, göz ve dil gibi acip birer mucize-i kudret gösteriyorlar.

Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi birer memur olmasalar, o vakit herbir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem herbirisine misil, hem hâkimiyet noktasında zıt, hem yalnız Vâcibü’l-Vücuda mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyet, hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehadin eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vâhidi o hadsiz zerrâta isnad etmek-zerre kadar şuuru olan, bunun pek zâhir bir muhal, belki yüz muhal olduğunu derk eder. (LEMALAR, 23.Lema)

*Senin vücudunda her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücudun kâinatla, hususan rızık münasebetiyle, hususan beka-yı nevi itibarıyla alâkadar ve alışverişi vardır. Senin vücudunda çalışan zerreler, o münasebâtı bozmamak ve o alâkadarlığı kırmamak için dikkat ediyorlar, öylece ihtiyatla ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kâinata bakıyorlar, senin münasebâtını kâinatta görüp öyle vaziyet alıyorlar. Sen zâhirî ve bâtınî duygularınla, o zerrelerin o harika vaziyetine göre istifade edersin.

Eğer sen vücudundaki zerreleri, Kadîr-i Ezelînin kanunuyla hareket eden küçücük memurları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları (herbir zerre bir kalem ucu) veya kalem-i kudretin noktaları (herbir zerre bir nokta) olduğunu kabul etmezsen, o vakit senin gözünde çalışan herbir zerreye öyle bir göz lâzım ki, senin mecmu-u cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebettar olduğun bütün kâinatı dahi görecek bir gözü ve bütün senin mazi ve müstakbel ve nesil ve aslın ve anâsırının membalarını ve rızkının madenlerini bilecek, tanıyacak, yüz dâhi kadar bir akıl vermek lâzım geliyor. Senin gibi bu meselelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bin Eflâtun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece divanece bir hurafeciliktir. (A.MUSA, 2.Kısım)

*kanda her bir zerre o kadar muntazam ve çok vazifeleri görüyor ki, yıldızlardan geri kalmıyor. Ve kanda bulunan her bir küreyvât-ı hamrâ ve beyzâ, o derece şuurkârâne ceset için muhafaza ve iaşe hususunda öyle işleri görüyor ki, en mükemmel erzak memurlarından ve muhafaza askerinden daha mükemmeldir. (ŞUALAR, 2.Şua)

*herbir zerre, herbir mevcut, herbir zîhayat, bir nefer askere benzer ki, orduda muhtelif dairelerde, o neferin ayrı ayrı nisbetleri, vazifeleri olduğu gibi, herbir zerre, herbir zîhayatın dahi öyledir. Meselâ senin gözünde bir zerre, gözün hücresinde ve gözde ve âsâb-ı veçhiyede ve bedenin şerâyin tabir edilen damarlarında birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi ve o vazifeye göre birer faydası vardır. Ve hâkezâ, herşeyi ona kıyas et. (M.NURİYE, Zühre)

*zerrat kafilelerine güya hayatın yuvası olan her ceset, o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mektep, bir kışladır. Adeta Zât-ı Hayy ve Muhyî, bu makine-i hayat vasıtasıyla, bu karanlıklı ve fâni ve süflî olan âlem-i dünyayı lâtifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor. (LEMALAR, 30.Lema)

*Evet, bir zîhayatın cesedindeki zerrelerin herbir âzâya mahsus bir heyetle küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedâhe, kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı kayyûmiyetle olduğundan, herbir ceset muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak, bütün zîhayat ve mürekkebâtın zemin yüzünde ve yıldızların feza âleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyûmiyeti ilân ederler. (LEMALAR, 30.Lema)

*zihayatın bedeninde acib vazifeleri gören her bir zerreye her şeyi görecek bir göz ve her şeyi bilecek bir ilim verilmek lazımdır ki, o ince ve mükemmel vazife-i hayatiyeyi yapabilsin.(ŞUALAR, 15.Şua)

*Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelîye ve Alîm-i Külli Şeye verilmezse, o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden hususî bir mizanla toplamak lâzım gelmekle beraber; o küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler, o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemâl-i san’atını bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünkü esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. (LEMALAR, 6.Lema)

*Her bir zerre, bir nefer gibi, askerî dairelerinin her birinde, yani takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda, her birisinde bir nisbeti, o nisbete göre bir vazifesi ve o vazifeye göre dahi, senin gözünde, başında, vücudunda ve kuvve-i müvellide, nizâmı dairesinde bir hareketi olduğu gibi; hem meselâ, senin gözbebeğindeki o câmid zerrecik kuvve-i câzibe, kuvve-i dâfia, kuvve-i müsavvire gibi deverân-ı deme ve his ve harekeye hizmet eden evride ve şerâyin ve sâir âsablarda, hem senin nevinde, ilâ âhir; birer nisbeti, birer vazifesi bulunduğunu, bilbedâhe bir Kadîr-i Ezelînin eser-i sunu ve memur-u muvazzafı ve taht-ı tedbîrinde olduğunu, kör olmayan göze gösterir. (SÖZLER, 2.SÖZ)

* insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hâfızaya bakıyoruz, görüyoruz ki; öyle bir câmi’ kitap, belki kütüphâne hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın yazılıyor. Acaba şu mu’cize-i kudrete hangi sebep gösterilebilir: telâfif-i dimağiye mi, basit şuursuz hüceyrât zerreleri mi, tesadüf rüzgârları mı?(33.SÖZ,27.Pencere)

*Cisim içinde cisim, birbiri içinde cüz olup giden bütün bu terkiblerde, nasıl bir nefer, takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda mütedâhil o heyetlerden herbirisine mahsus birer vazifesi, hikmetli birer nisbeti, intizamlı birer hizmeti bulunuyor. Hem, nasıl ki senin gözbebeğinden bir hüceyre, gözünde bir nisbeti ve bir vazifesi var, senin başın heyet-i umumiyesi nisbetinde dahi hikmetli bir vazifesi ve hizmeti vardır. Zerre miktar şaşırsa, sıhhat ve idare-i beden bozulur. Kan damarlarına, his ve hareket âsablarına, hattâ bedenin heyet-i umumiyesinde birer mahsus vazifesi, hikmetli birer vaziyeti vardır. Binlerle imkânât içinde, bir Sâni-i Hakîmin hikmetiyle o muayyen vaziyet verilmiştir. (SÖZLER, 33.Söz)

*Hem hangi kanunla zerreyi Mevlevî gibi tahrik ederse, aynı kanunla küre-i arzı meczup ve semâa kalkan Mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kanunla âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor.

Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyrâtın zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker. (MEKTUBAT, 24.Mektup)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Kazan

Nasreddin Hoca bir gün bir komşusundan ödünç kazan ister. İşini gördükten sonra kazanın içine bir tencere koyarak komşusuna iade eder.

– Hoca bu ne?

– Gözün aydın komşum, senin kazan doğurdu.

Komşusu şaşırır ama sesini çıkarmaz. Kazanı ve tencereyi alır.

Bir zaman sonra Hoca yine komşusunun kapısındadır ve yine kazanı istemektedir. Geçen seferi hatırlayan komşusu seve seve kazanı verir hocaya. Fakat günler geçmesine rağmen Hoca kazanı geri getirmez. Sabrı taşan komşusu en sonunda soluğu Hoca’nın kapısında alır. Kapıyı açan Nasreddin Hoca ağlamaklıdır.

– Hoş geldin komşum.

– Hiç de hoş gelmedim Hoca. Benden kazan almıştın ama ne kadar zaman geçti, hiç getiresin yok.

– Sorma başımıza geleni komşum. Ben de sana gelip durumu anlatmak istiyordum ama nasıl anlatacağımı bilemiyordum. Senin kazan sizlere ömür.

– Nasıl sizlere ömür, Hoca? Hiç kazan ölür mü?

– A komşum, doğurduğuna inandın da öldüğüne neden inanmıyorsun?

Bu fıkra Nasreddin Hoca’nın en bilinen fıkralarındandır ve birçok sosyal mesajlar içermektedir.

Zaten şimdiye kadar tanıdığımız Nasreddin Hoca insanlara sosyal mesajlar veren komik bir adamdır.

Bu girişten sonra Nasreddin Hoca’yı yazının sonuna doğru tekrar rahatsız etmek kaydıyla biraz rahat bırakalım ve bambaşka bir konuya geçelim.

Allah’ın (C.C.) insanlık tarihi boyunca peygamberler ve kitaplar aracılığıyla gönderdiği emir ve yasaklar arasında en çok önem verdiği hiç şüphesiz tevhid inancıdır. Tekliği, her şeyi kendi yaptığı ve her varlığın vücudu ve varlığı ona bağlı bulunduğu hakkında en küçük bir istisnası yoktur. Kabul etmeyenleri çok şiddetli tehdit eder ve bunu kesinlikle affetmeyeceğini açıkça ifade eder.

Bununla birlikte insanlık tarihi boyunca şeytan ve aveneleri de şirk tohumlarını insanlar arasına saçmışlardır. Çoğu zaman başarılı da olmuşlar pek çok insanın dünyadan imansız ayrılmasına sebep olmuşlardır.

Şirk denince genellikle aklımıza putlar gelir ancak bu günkü konumuz başka bir şirk çeşidi. Bu şirk çeşidi Resûlullah’ın (S.A.V.) görevi başına geçtiği dönemde de çok yaygın olan bir şirk çeşididir. Bu şirk çeşidi, o zaman en yaygın üç inanışın mensuplarında üç farklı şekilde ortaya çıkmaktaydı.

  • Birinci grup olan Yahudiler “Üzeyir Allah’ın (C.C.) oğludur.” diyorlardı.
  • İkinci grup olan Hristiyanlar da “Mesih (A.S.) Allah’ın (C.C.) oğludur.” diyorlardı.
  • Üçüncü en yaygın grup olan putperestler ise “Melekler Allah’ın (C.C.) kızlarıdır.” diyorlardı.

Bunların hepsine Allah (C.C.) İhlâs suresinde cevap veriyor ve onları yalanlıyordu.

Görülüyor ki, tüm din ve inanışlarda Allah’a zürriyet isnat etmek şeytan ve avenesi için vazgeçilmez bir görev olmuş, bu konuda özel çaba sarf etmişlerdir. Peki, acaba şeytan ve avenesi neden bu konuyu bu kadar ciddiye almış, bu kadar önem vermiş olabilir?

Bunun cevabı için yaratılmışlara, yaratılmışlar arasından da canlılara bakmamız gerekir.

Bu âlemde yaratılmış olan her canlının üç ortak özelliği vardır. Doğar, ürer ve ölürler.

Bu üç özelliğin tüm yaratılmışlarda ortak olmasının yanında başka bir ortak yönleri de hiç birinin Allah’a (C.C.) ait bir vasıf olmamasıdır.

Allah’a (C.C.) ölümlü demek şeytan ve avenesinin insanları ikna edemeyeceği bir şeydir. Hiç kimse âlemleri yaratan yaratıcının öleceğini kabul etmez. Aynı şekilde, zamandan bağımsız olacağından âlemlerin Rabbi için bir başlangıç noktasını inananlara kabul ettirmek, şeytan ve avenesi için oldukça zor bir uğraş olacaktır.

Gel gelelim çocuk sahibi olma konusu iyi süslenirse istismarın daha kolay olabileceği bir alandır. Yukarıda saydığımız gruplarda da görüldüğü gibi işe yaradığı da sıkça görülmektedir.

İşte bu şekilde insanların zihnine Allah (C.C.) için çocuk isnadı fikrini yerleştirdiklerinde yaratılmışlara ait bir vasfı yüce yaratıcıya yapıştırmış olacak, onun da yaratılmışlar gibi düşünülmesine yol açmış olacaklardı. Bir kez bunun yolu açılırsa da o yoldan artık istediklerini yapabilecekler, evlendirecekler, savaştıracaklar ve her canlı gibi öldürebileceklerdi. Tıpkı Olympos’takiler gibi…

“Akşehir’de büyük din adamı ve değerli zat “El-Mevla Hazret Şeyh Hoca Nasreddin”‘in kabri vardır.” der Evliya Çelebi. “Büyük din adamı” tarifi bizim alıştığımız sokakta stand-up yapan Nasreddin Hoca tarifine pek uymasa da ismin sonundaki “Hoca” sıfatı Evliya Çelebi’yi doğrulamaktadır.

Şimdi kazan meselesini tekrar bir düşünelim. Belki de Nasreddin Hoca böyle bir hadiseyi hiç yaşamamış, öğrencilerine yukarıdaki konuyu anlattığı bir derste konuyu pekiştirmek için anlatmıştır kazan hikâyesini…

Belki de faiz konusunun sonunda…

Belki “göle maya çalma” hikâyesini tebliğ konusunun sonunda anlatmıştır.

Parayı veren düdüğü çalar” hikâyesini cenneti anlatırken.

Kim bilir?..

Muhiddin Yenigun

Kaynak: http://yenigun.name.tr/kazan/

Muhteşem Fırsat: “Zilhicce’nin On Günü”

Zilhicce, umumi af ve bağışlanma ayıdır.

Kamerî ayların on ikincisi olan Zilhicce ayı, İslâm’ın beş esasından biri olan hac ibadetinin yerine getirildiği umumi af ve bağışlanma ayıdır. İşte bu mübarek ayın yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, birinden onuna kadar olan zaman dilimi “leyâli-i aşere”, yani on mübarek gecedir. Onuncu gün Kurban Bayramı’nın ilk günüdür.

İşte bu günlerin kıymetini anlatan Sevgili Peygamberimiz (asm)’in muhteşem müjdesi:

“Allah’a ibadet edilecek günler içinde Zilhicce’nin ilk on gününden daha sevimli günler yoktur. O günlerde tutulan her günün orucu bir senelik oruca, her gecesinde kılınan namazlar da Kadir Gecesi’ne denktir.”(Tirmizi: Savm, 52; İbn Mace: Sıyam, 39)

Ramazanın yarısından sonra başlayan ayrılık hüznü, Kadir Gecesi’nden sonra artar ve son teravih-son oruçla birlikte zirveye çıkar. Artık rahmet ve mağfiret ayı bitmekte, bire bin verilen geceler veda etmektedir. Maneviyata duyarlı nice mü’min gözyaşı döker, hatta bayramı buruk geçirir.

Şevval ayında tutulan altı oruç acılı yüreklerimizi bir derece teskin eder. Sanki Ramazan’ın küçük bir uzantısını yaşarız. Kurban Bayramı’ndan önceki Zilhicce’nin ilk on günü ise, Ramazandaki bol sevaplı ve çok feyizli ibadetlerden ayrılan mahzun gönüllerimize âdeta bir “teselli armağanı”dır. “Keşke Ramazan biraz uzun olsaydı?” ya da “Ah, Ramazanı hakkıyla ihya edebilseydim?” diye yanan gönüllerimize muhteşem bir fırsattır bu on gece.

Kur’an-ı Kerim’de Fecr Suresi’nin başında, “On geceye yemin olsun ki?” ifadeleriyle bahsedilen bu on gecenin ne muazzam bir hazine olduğunu ne yazık ki hakkıyla bilemiyoruz. Bazı kaynaklarda bu on gecenin Ramazan’ın son on günü veya Muharrem’in onuncu gününe (Aşure Gününe) kadar olan on gün olduğu kayıtlı olsa da genel görüş ve kabul, bu mübarek on günün Zilhicce ayının ilk on günü olduğudur. Yani her senenin Kurban Bayramından önceki ilk dokuz günü ve Kurban bayramı günü olmak üzere tam “on gün”

Zilhicce, umumi af ve bağışlanma ayıdır

Kamerî ayların 12’ncisi olan Zilhicce ayı, İslâm’ın beş esasından biri olan hac ibadetinin yerine getirildiği umumi af ve bağışlanma ayıdır. İşte bu mübarek ayın yukarıda da ifade ettiğimiz birinden onuna kadar olan zaman dilimi “leyâli-i aşere”, yani on mübarek gecedir. Onuncu gün Kurban Bayramı’nın ilk günüdür.

İşte bu günlerin kıymetini anlatan Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) muhteşem müjdesi:

“Allah’a ibadet edilecek günler içinde Zilhicce’nin ilk on gününden daha sevimli günler yoktur. O günlerde tutulan her günün orucu bir senelik oruca, her gecesinde kılınan namazlar da Kadir Gecesine denktir.” (Tirmizi: Savm, 52; İbn Mace: Sıyam, 39)

Demek ki, bugünlerde tutulan bir oruç, 360 gün oruca bedel olabilir. Rabbimizin rahmet ve bereketi o kadar coşmaktadır ki, bir günlük oruca bir yıllık oruç sevabı vermektedir. Böyle güzel ve tatlı bir müjdeye ilgisiz kalmak mümkün mü? Bu gecelerin Kadir Gecesine benzetilmesi ise, ayrı bir güzelliktir. Çünkü, Kadir Gecesi bin aydan hayırlıdır ve 83 yıllık ibadete bedeldir.

Bugünlerde tesbihi, tahmidi, tehlili ve tekbiri çok söyleyin

Yine Efendimizden (s.a.v.) harika bir teşvik cümlesi:
“Allah indinde Zilhiccenin ilk on gününde yapılan amellerden daha kıymetlisi yoktur. Bugünlerde tesbihi, tahmidi, tehlili ve tekbiri çok söyleyin!” (Abd b. Humeyd, Müsned, 1/257)

Tesbih, sübhanallah; tahmid, elhamdülillah; tehlil, lâilâheillâllah; tekbir ise Allahu ekber demektir. Tesbih, tahmid ve tekbirin namazın çekirdekleri hükmünde olduğunu düşünürsek, bugünlerde nafile namazları arttırmanın ne kadar büyük sevap olduğunu anlayabiliriz.

Yukarıdaki hadisi destekleyen şöyle bir rivayet daha vardır: “Günlerden hiçbiri yoktur ki onlarda yapılan bir iş Zilhicce’nin ilk on gününde yapılan işten daha faziletli ve yüce, Allah’a daha sevimli olsun?” (Tirmizi, Savm: 52; Darimî, Savm: 52)

İbni Abbas’ın şu rivayeti ise, bugünlerdeki ibadetin cihattan bile faziletli olduğunu gösteriyor:

Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam şöyle buyurdu:
“Allah katında içinde bulunduğumuz şu günler (Zilhicce’nin ilk on günün)deki salih amelden daha sevimli (salih amelin bulunacağı) başka günler yoktur.”
Sahabeler, sordular:
“Ya Resulallah, Allah yolunda cihat da mı?”
Resulullah (s.a.v.) cevap verdi:
“Evet, Allah yolunda cihat da. Meğerki bir adam canıyla ve malıyla cihada çıkıp da kendisine ait mal ve candan hiçbir şeyi geri getiremez olursa, o başka.” (İbni Mâce, Sıyam: 39.İbni Hacer, 5:119)

Buna göre, cihada çıkıp malını feda edip kendisi de şehit olan kimsenin ameli bu on gündeki amelden daha faziletlidir.

Arefenin yeri başkadır

Bugünlerde oruç tutup, gündüzünü ve gecelerini de ibadetle geçirmek hem affa, hem de büyük sevaplar elde etmeye vesile olur.

Bu on gün içinde Arefe gününün yeri ise bambaşkadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Arefe günü tutulan oruç hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Arefe günü tutulan oruç, geçmiş bir senenin ve gelecek senenin günahlarına keffaret olur.” (Tergîb ve Terhîb Trc, 2. 457)

Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman, Arefe günü kardeşi Hz. Aişe’nin (r.a.) huzuruna girdi. Hz. Aişe oruçlu olduğu için hararetten dolayı üzerine su dökülüyordu. Abdurrahman ona:
“Orucunu boz” dedi. Hz. Aişe:
“Resulullahın (s.a.v.), ‘Arefe günü oruç tutmak, kendisinden önceki senenin günahlarına keffaret olur’ dediğini işittiğim halde iftar mı edeyim?” dedi. (Tergîb ve Terhîb Trc, 2. 458)

“Keffaret olur”, günahları örter, affettirir, demektir. Bizim gibi neredeyse bir günah denizinde yüzen ahir zaman Müslümanları için bundan daha büyük bir müjde olabilir mi? İşte af ve mağfiret fırsatı!

Başka bir rivayette ise Hz. Aişe şöyle demiştir:
“Arefe gününün orucu bin gün oruç tutmak gibidir.” (Tergîb ve Terhîb Trc, 2. 460)

Demek ki, bir günlük arefe orucu, üç yıllık normal günlerde tutulan oruç sevabına denktir.

Efendimiz, bugünün faziletini şöyle anlatır:
“Arefe günü gelince, Yüce Allah rahmetini saçar. Hiçbir gün o günde olduğu kadar insan cehennemden azat olunmaz. Kim Arefe günü gerek dünya ve gerekse âhiret ile ilgili olarak Allah’tan bir şey isterse, Allah onun dileğini karşılar.”

Yine konuyla ilgili bir hadis şöyledir:
“Arefe gününden daha faziletli bir gün yoktur. Allahü Teala o gün, yer ehli ile meleklere karşı övünür ve (Arafat’taki hacıları kast ederek) şöyle buyurur:
‘Kullarıma bir bakın. Saçları başları dağınık, toz toprak içinde her uzak ilden bana geldiler. Bu hâlleri ile onlar, rahmetimi ümit etmekteler, azabımdan dahi korkmaktalar. Şahit olunuz, onları bağışladım. Onların yerlerini cennet eyledim.’
Melekler derler ki:
‘Onların arasında biri var ki; yalancıktan bu işi yapar. Falan kadın da öyle.’
Allahü Teâla şöyle buyurur:
‘Onları da bağışladım.’

Arefe günü olduğu kadar, hiçbir gün cehennemden daha çok azat edilen olmaz.”
Bu arada şunu hatırlatalım: Hadislerde zikredilen Zilhicce’nin ilk on gününden maksat ilk dokuz günüdür. Çünkü Zilhicce’nin onuncu günü Kurban Bayramı’nın birinci günüdür, bugün oruçlu olmak caiz değildir; ancak o gün de ibadet günüdür. Müstehap olan oruç, Kurban Bayramı’ndan önceki ilk dokuz gündür. On geceye ise, Kurban Bayramı’nın gecesi dahildir. Çünkü geceler önce gelmektedir.
Ayrıca Zilhicce’nin sekizinci gününe “terviye günü” dokuzuncusuna “Arefe günü”; Kurban bayramı gününe (onuncu güne) “nahr=kurban günü”, ondan sonraki üç güne de “teşrik günleri” denilmiştir.

Bu günlerde kazası olmayanlar, beş vakit namaza ilaveten nafile ibadetlere de ağırlık vermelidirler. Kazası olanlar ise daha çok kaza namazları kılmalıdırlar.

Bu on günü hangi ibadetlerle değerlendirmeliyiz?

Her şeyden önce her zaman ve zeminde en vazgeçilmez ibadet olan beş vakit namazı asla ihmal etmemeliyiz. Çünkü, hiçbir nafile ibadet farzların yerini tutamaz. Namazlarda cemaate katılmak için gayret etmeli, daha bir dikkat ve huşu ile eda etmeliyiz. Mümkünse bugünlerde oruç tutup zamanımızı Kur’an, istiğfar, salavat, zikir ve dua ile geçirmeliyiz. Her zaman yapamayanlar bile hiç değilse bugünlerde kuşluk, evvabin, teheccüt gibi namazları kılmalı, affa nail olmak için çırpınmalıdır.

Hatta affa ve rızaya nail olmayı hedef kabul ederek, bu on günü sanki Ramazan’ın son on günüymüş gibi geçirmeliyiz. Buna güç yetiremeyenler, hiç değilse arefe gününü ve bir gün öncesini oruçla ve ibadetle geçirmelidirler. On gece içinde, bilhassa terviye, arefe ve bayram gecelerini ihya etmenin özel bir yeri vardır.

Arefe günü bin İhlâs Suresi okumak çok faziletlidir. Çünkü arefe, tevhidin, azamet ve kibriyanın tam hissedilip ilan edildiği gündür. Bunun için Arefe gününün sabah namazında başlayıp bayramın dördüncü gününün ikindi namazına kadar 23 vakit farzlardan sonra teşrik tekbirlerini getirmek vaciptir. Hatta bu tekbirleri on gün içinde müsait oldukça söylemek büyük sevaptır.

Bugünlerde milyonlarca mü’min haccetmek için mukaddes topraklara gitmiş, kimi Kâbe’yi tavaf ediyor, kimi ağlayarak dua ediyor, kimi Medine’de Ravza-yı Mutahhara’da gözyaşı döküyor, kimi zikir ve dua ile sa’y ediyor, kimi Makam-ı İbrahim’de gözyaşıyla namaz kılıyor, kimi Mültezem’de af için yalvarıyor? Hepsi kendileri ve mü’minler için af, mağfiret, rıza, tevfik ve hidayet istiyor. Arefe günü ise, hepsi Arafat’a gelmiş, “Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk” sadalarıyla asumanı inletiyor, gözyaşıyla kıldıkları namaz ve ettikleri dua ile Rabbimizin rahmetine sığınıyor.

İşte kendimizi hayalen hacda hissetmek, onları izleyerek kendimizi onların içinde saymak yoluyla manevî bir hâl kazanabiliriz. İnşallah dua ve ibadetlerimizin hacıların yaptıkları ubudiyete dahil olmasını ümit ederek ibadet edelim.

Şunu da unutmayalım ki, hadislerde verilen müjdelere nail olmak için o günleri nicelik ve nitelik olarak en üst seviyede değerlendirmemiz gerekir. Böylece bambaşka bir halete bürünür, ibadetin hazzını yaşar, inşallah Kurban Bayramı’na affedilmiş olarak girebiliriz.

-“Allah indinde Zilhiccenin ilk on gününde yapılan amellerden daha kıymetlisi yoktur. Bugünlerde tesbihi, tahmidi, tehlili ve tekbiri çok söyleyin!” (Abd b. Humeyd, Müsned, 1/257)

– Kamerî ayların 12’ncisi olan Zilhicce ayı, İslâm’ın beş esasından biri olan hac ibadetinin yerine getirildiği umumi af ve bağışlanma ayıdır. Bu mübarek ayın birinden onuna kadar olan zaman dilimi “leyâli-i aşere”, yani on mübarek gecedir. Onuncu gün Kurban Bayramı’nın ilk günüdür.

– Bu on günde beş vakit namazı asla ihmal etmemeliyiz. Namazlarda cemaate katılmak için gayret etmeli, daha bir dikkat ve huşu ile eda etmeliyiz. Mümkünse bugünlerde oruç tutup zamanımızı Kur’an, istiğfar, salavat, zikir ve dua ile geçirmeliyiz. Her zaman yapamayanlar bile hiç değilse bugünlerde kuşluk, evvabin, teheccüt gibi namazları kılmalı, affa nail olmak için çırpınmalıdır.

On Günlük İhyanın Püf Noktaları

– Birçok insan bugünlerin kıymetini bildiği halde günlük işlerin ve ilişkilerin içinde tam bir ihya programı yapamıyor. Ya unutuyor ya dünya işlerine zaman ayırıyor ya da tam istifade edemiyor. Bunun için şu basit, ama etkili tavsiyelere dikkat edin:

– Her yılın Kurban Bayramı öncesi 9 günü ile Kurban Bayramı gününü yani Zilhicce’nin ilk on gününü ajandanıza veya her gün gördüğünüz bir yere not edin.

Bu on gün içinde sizi meşgul edecek misafirlik, yolculuk ve yorucu işlerden uzak durun. Bu tür programları ya öne alın veya erteleyin.

– Seçici olmadan maç, dizi, haber izlemek gibi boş ve sizi ilgilendirmeyen işlere zaman ayırmaktan her zaman kaçının; bu on günde ise daha bir titiz olun.

– Bugünlerde sağlığınıza özel bir önem verin ki, ibadet ve zikirden geri kalmayın. Ameliyat ve uzun tedavileri bugünlere denk getirmeyin.

-Eğer ev hanımı, emekli, yaşlı gibi mesaiye bağlı bir işiniz yoksa bu on günü sanki i’tikafa girmiş gibi dolu dolu geçirin.

– Öğrenci, memur, işçi gibi belirli bir uğraşınız varsa, mümkün olduğu kadar izin ya da tatil günlerinde oruç ve ibadete ağırlık verin.

– İş, okul vs. sizi mutlaka meşgul etse bile aralardaki “ölü zamanları” değerlendirin. Bunlardan kastımız, iş ve okula gidip gelirken, teneffüs, sıra bekleme gibi durumlardaki boş zamanlardır. Bu zamanları Kur’an, salavat, dua, istiğfar ve zikirle değerlendirin.

– Yanınızda sürekli küçük ebatlı bir Kur’an veya bir evrad kitabı taşıyın. Boş zamanlarda birkaç sayfa bile okusanız kârdır.

– Kur’an okumasını bilmeseniz bile, ezberinizde olan sureleri defalarca okumanız büyük sevaptır.

– Bu on gecede daha az uykuyla idare edin ve uykunuzu kaçıracak çay, kahve gibi içecekleri daha çok tüketin.

– On günün tümünde oruçlu olamadıysanız fırsat bulduğunuz gün Cuma’ya denk gelse bile yine oruç tutun. Çünkü, başka günlerde tutmaya imkanı olduğu halde Cuma günü tutmak mekruhtur. Öyle bile olsa, mekruh sevabından biraz eksilir demektir, yoksa hiç tutmayan zaten hiç sevap kazanmamış olur.

– Zaman kazanmak için bayramlık ve kurbanlık alış verişini önceden yapmaya çalışın.

Kaynak: Moral Dünyası Dergisi

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version