Müslümanı Mahv Eden: “Kibir ve gururdur”

…Şüphesiz Allah, kîbirlenen ve övünen kimseyi sevmez.Nisa / 36.

Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! İsra / 37.

Kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın, Allah’ın âyetleri hakkında mücadele edenlerin göğüslerinde ancak yetişemeyecekleri bir  kibir vardır. Sen hemen Allah’a sığın. Çünkü her şeyi işiten ve gören O’ Mü’min / 56.

Peygamberimiz a.s.m. buyurmuşlardır: Kibirden sakının! Çünkü kibir, fakirliğinden dolayı değersiz elbise giyen kişide dahi bulunabilir (Hz. İbni Ömer. Camiüssagir (2928)

Resulullah a.s.m. buyurdu ki: Kibirlenmekten sakınınız. Çünkü kul kibirlenmeye devam ettikçe Allah onun hakkında şöyle buyurur: “Kulumu zorbalar listesine yazın.” (Hz. Ebû Umame (r.a) Camiüssagir (174)

KİBİR, büyüklük, ululuk manasına gelir. Dinî bir tabir olarak, kişinin kulluk edebine uymayacak şekilde kendisini diğer insanlara karşı büyütmesi, onları hakir görmesidir. Aslında insanın Allah’ın bir mahluku olarak, diğer mahlukata karşı da büyüklenmeye hakkı yoktur. Kul ve mahluk olma cihetiyle bir eşitlik mevcuttur. Ancak Allah Teala hazretleri, insana, hilafet ve emanet gibi bazı ziyade mesuliyetler vererek, bunun gereği olarak diğer mahlukata karşı bir kısım  imtiyazlar vermiştir; akıl ve irade sahibidir, diğer mahluklar üzerinde tasarruf yetkisi vardır. Bu imtiyazları onu hayvanata karşı kibre değil, Cenab-ı Hakk’a karşı şükre ve hamde sevketmelidir. Tıpkı meyveli bir ağacın yerlere eğilmesi gibi, insanî  imtiyazlara sahip beşeriyetin, Allah’ın huzurunda kibirlenmesi değil, rükû-u tevazuya eğilmesi, secde-i şükr ve hamde kapanması gerekir.

İmam Gazâlî’ye  göre, “kibr, “batınî ve “zahirî” olmak üzere ikiye ayrılır: Batınî KİBİR nefsin derinliklerinde ruhî bir ahlaktır. Zahirî bir KİBİR ise dışa akseden, azalarda görülen kibirdir. Esasen en doğrusu, içteki ahlaka KİBİR demektir. Zahirdeki hareketler kaynağını içtekinden alır. Dıştaki hareketleri meydana getiren zaten bu iç ahlaktır. Bu sebeple, hastalık  azalarında kendini gösterince, kibirlendi denir. Görünmediği zaman “o kibirlidir” denir. Şu halde kibrin aslı insan tabiatındaki ahlaktır. Bu da kendisini başkasına üstün gösterme arzusudur.”

Dinimiz, her  hayrın, her  fazilet ve üstünlüğün Allah’tan geldiğini tedris eder. Bu sebeple kişinin mazhar olduğu bazı faziletler sebebiyle hemcinsine karşı büyüklenmesini, bu nimetlere nankörlük kabul eder, onu asıl veren Allah’tan gaflet alâmeti bilir.  Bu sebeple (kibir) , şiddetle  reddedilen, kınanan huylardan biridir. Meseleye Kur’an-ı Kerim’in müteaddit ayetlerle yer  vermesi de kibrin din nazarında ne kadar kötü olduğunu anlamaya yeterlidir. Birkaç ayetin mealini kaydediyoruz:

Yine bazı ayetlerden örnekler veriyoruz “Yeryüzünde haksızlıkla  kibirlenenleri ayetlerimden çevireceğim” (A’raf 146).

“Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler” (Mü’min 35).

“(Peygamberler hep) futuhat istediler. (Buna kavuştular.) Hakka karşı alabildiğine inad eden her mütekebbir zorba ise  nihayet   hüsrana uğradı” (İbrahim 15).

“(Allah) o büyüklük taslayanları sevmez” (Nahl 23).

“Andolsun ki (kâfirler), kendi kendilerine büyüklenmişler, azgınlıkta pek ileri gitmişlerdi” (Furkan 21).

“Bana kulluk etmeyi kibirlerine yedirmeyenler  alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir” (Mü’min 60)

“Yeryüzünde büyüklük taslayarak yürüme. Sen ne yeri yarabilir, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin. Bütün bunlar, Rabbinin katında çirkin sayılan günahlardır” (İsra 37-38).

“İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Allah kendini beğenip övünen hiçbir kimseyi şüphesiz ki sevmez” (Lokman 18).

Kur’an-ı Kerim’de kibre bu kadar yer verilmesinin sebebi, bunun küfrü tazammun etmesindendir. Çünkü büyüklük, izzet, azamet ve üstünlük sadece Allah’a yaraşır. Hiçbir şeye gücü yetmeyen, herşeyini Allah’a borçlu olan biçare insanın (Kibir) ne haddine! Kul kibirlendiği vakit, sırf Allah’a yaraşan bir sıfatta Allah’a karşı münazaaya, yarışa girmiş olmaktadır. Gazâlî bu davranışı, bir hizmetçinin padişahın tacını giyerek onun tahtına oturup hükmetmeye kalkmasına benzetir. “Bir uşak için, bundan daha büyük bir cür’et, bundan daha vahim bir cinayet olur mu?” der ve: “Şüphesiz bu uşak, padişahın en ağır cezasını hak eder” diye hükmeder.  Nitekim kaydedeceğimiz ilk hadiste, Rab Teala hazretleri: “Azamet benim gömleğim, ululuk benim cübbemdir. Kim benimle bu hususta ortaklığa kalkışırsa, ben onun belini kırarım” buyurmuştur.

Kibirin zıddı tevazudur. Tevazuyu alçak gönüllülük olarak ifade eder isek de,  esas itibariyle mazhar olunan nimetleri Allah’tan bilmeyi ifade eder. İslam büyükleri, tevazunun insanları yücelteceğini, kibrin de alçaltacağını kabul eder. Hz. Ömer şöyle buyurmuştur: “Alçak gönüllü, mütevazi ol ki, Allah seni yüceltsin. Kul kibirlenip böbürlendiği zaman Allah Teala hazretleri onu alçaltır ve bir melek: “Uzak ol! Allah seni uzaklaştırsın!” der. Kibirli insan kendi kendini büyük görürse de herkesin nazarında düşük, hatta domuzdan daha adidir” demiştir. Bu manayı, Ka’b (radıyallahu anh) bir başka üslubla ifade etmiştir: “Allah kime dünyalıktan bir nimet verdi de, adam bu nimetin şükrünü ödedi ve tevazuunu gösterdi ise, Allah Teala o nimetin menfaatini dünyada ona gösterdiği  gibi, ahirette de derecesini yükseltir. Fakat verdiği nimete şükretmez ve tevazu göstermezse, Allah Teala, dünyada o nimetten ona bir  kâr sağlamadığı gibi ahirette de ona cehennemden bir kapı açar; dilerse affeder, dilerse azab eder.”

(Kibir), Gazâlî’ye göre, Allah’a, peygamberlere ve diğer insanlara karşı yapılır. Her üçü de mezmun ise de, en kötüsü Allah’a karşı olandır.

Bediüzzaman, insanların  diğer mahlukata karşı da  kibre düşebileceğini ifade eder: “Ey insan! Kur’an’ın desatirindendir (düsturlarındandır) ki, Cenab-ı Hakk’ın masivasından (mahlukatından)  hiçbir şeyi, O’na taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden, tekebbür edecek derecede büyük  tutma. Çünkü mahlukat, mabudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler.”

KİBİRve tevazu meselelerine zaman zaman temas eden Bediüzzaman, kibirin asıl kaynağının insandaki küçüklük olduğunu ifade eder. Ona göre: “…Sığar-ı nefs, tekebbürün menbaıdır. Zaaf, gururun  madenidir…” Bu temel düşünceden hareketle: “Büyük görünme küçülürsün” der ve devam eder:

“Ey  enesi (benliği) çifteli, kafası da kibirli,

Şu mizanı bilmeli: “Her  adam için elbet,

Cemiyet-i beşerde, içtimâî binada,

Görmek görünmek için şu mertebe denilen,

Bir penceresi var. Ger pencere,

Kamet-i  kıymetinden (boyundan) yüksekse,

Tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak.

Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa,

Tevazula tekavvüs edecek ( bükülüp) eğilecek.

Kamillerde, büyüklük mikyasıdır, küçüklük,

Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklür (tekebbür).”

Tekebbür kötü, tevazu iyi olmakla birlikte, Bediüzzaman bunların kullanılacağı yerin iyi tayin edilmesine dikkat çeker: “Zaifin kavîye karşı izzet-i nefsi, kavide tekebbür olur; kavînin zaife karşı tevazuu, zaifte tezellül olur. Bir  ulü’l-emrin (amirin) makamında ciddiyeti  vardır; mahviyeti, zillettir,  hanesindeki ciddiyeti, kibirdir, mahviyeti tevazudur…”

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Yanık Buğdaylar

Hayır, o vakit hayır olur ki Allah için ola…Eğer Allah için olsa, o vakit kat’î onun izniyledir. Tevfik onundur. Minnet onadır. Senin hakkın şükürdür, fahr değildir. Çünkü fahr, irae yani gösteriş ve riya iledir. Riya ise, hayrı şer eder. Şer ile iftihar edersen et.[1]

Buğday, tek yıllık bir bitki olup, her türlü iklim ve toprak koşullarında yetişebilecek çok sayıda çok sayıda çeşitlere sahip bitki olup nebatiler içerisinde küre-i arzın aktarına inbisat etmiş ve Dünyanın temel besin kaynağıdır. Toprak mineral bakımından zengin ise verimli buğdaylar, mineral mevzuunda fakir topraklar ise verimsiz buğdayları üretilmesine sebep olmaktadır. Sulama ve zirai mücadele de ürün kalitesini atkilemektedir.

Bu teknik bilginin yazımın manasına mukaddime olarak arz etmek istedim. Gayem “Dünya âhiret mezrasıdır.[2]” hakikatını hatırlatmaktır. Madem Dünya Mezraadır[3], Tarladır[4], Bostandır[5] o halde bizler de beyder’de mahsulatımızın kaliteli olması için azami hassasiyet göstermeliyiz.

Rasulüekrem (asm) “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu.

Ashab:– Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir, dediler.

Rasülullah(a.s.m.): “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekat sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnad ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir.[6]” buyurdular.

insanlarda farklı haller vuku bulmaktadır. Güzel kelamlar havada uçurtulmaya zeminler hazırlanmaktadır. Bunun neticesinde israf, hırs, hased, kin, garaz, intikam, iğbirar, öfke, havf ve evham gibi nice kötü amellere zemin ihzar ediyor. Bizler de amellerimizde defolu olmamak ve amellerimizin içerisine kurt girip güvelendirmemek için amalimizi sünnet-i seniyyenin terazisiyle tartmalıyız. “Amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evlâdır.[7]” ucb’dan bu surette kurtula biliriz.

Mahşer bir beyderdirkaidesince harman ve hasat zamanında buğdaylarımızın yanık olduğunu fark etmemiz neticesinde hasattan da söz etmek mümkün olmayacaktır. Yanık Buğdaylar mahşerde bize kazanç sağlamayacağı hadiste beyan edilmiştir. Allah Yanık Buğdaylardan hepimizi muhafaza etsin.

Muhammed Numan Özel

www.NurNet.org

[1]Nur’un İlk Kapısı 46

[2]Sözler 86

[3]Sözler 83

[4]Sözler 353

[5]Mesnevi-i Nuriye 241

[6]Müslim, Birr 59. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyamet

[7]Sözler 277

NET Nesil 1. Geleneksel Yaz Etkinliği Yapıldı

Screenshot_2014-06-19-22-37-03-1

Net Nesil Platformu Muhabbet Fedaileri Kitab-ı Kainatı okumak için Küre-i Arz mescidinde toplandılar.

Bu sene 1. düzenlenen etkinliğe Almanyanın Köln, Mannheim, Duisburg ve Mainz ve Wittlich Risale-i Nur dersanelerinin genç ekipleri katıldı.

Wittlich Nur Talebelerinin organizesi altında gerçekleştirilen program Futbol Turnuvası,ikramlar ve bol bol Hakikat dersleri ile devam etti.Bu etkinlik vesilesiyle Almanyadaki gençlerin Risale i Nur hizmetini ne kadar benimsediklerini gözlemleme fırsatı bulundu. Net Nesil Eğitmenleri ise bu ilgiyi fark ederken ilerleyen zamanda gençleri okumaya ve Avrupa Hizmetlerinde daha aktif hale getirebilmenin projelerini istişare ettiler.

Eğitimci Adem Azak” Bu etkinlik aramızdaki Muhabbet ve Uhuvveti ziyadeleştirdi ve şevkimizi arttırdı.Insallah her sene bu etkinlik Wittlich bölgemizde devam edecek” dedi.

Net Nesil Platformu nun Avrupada yükselen hizmet grafiği her geçen gün yükselirken yeni projelerlede Iman Hakikatlerinin inkişafına vesile olmaya devam ediyor.

www.NurNet.org

Sebeplerin bittiği nokta!

Birinci Lem’a’da geçen “esbap bilkülliye sukut etti.” ifadesini günlük hayatımızda ararken hayatımızın her anını sarmış da haberimiz yokmuş.

Gençliğimizde sıktığımız taştan su akıyordu, arkamızdan methiyeler, pra ganimet, mal mülk sürüsüyle idi. Bir gün ansızın hastalanıp, yataklara düşüyoruz ki ilacın biri bin para ama fayda vermiyor. İşimizi kuruyor, yuvamızı oluşturuyoruz, derken evlatlara isteklerimiz istikametinde olmalarını istiyoruz. Dizimizin dibine çekiyoruz, dün bize yapılanlar gibi. Nasihatlerimizi damarına dokundurmadan anlatıyoruz, geniş zamanlı cümleler kurarak. Başına gelen olumsuzlukları da şahit ve delil getirerek. Ama o bildiğini okumaya, nefsinin arzularına devama, çizdiği ve çıkamadığı dairenin içinde dönmeye devam ediyor, biz ise duaya. İşimizi yoluna koyduk, başına da sağlam personel. Arada yaptığımız kontrollerimiz muhkem. Aklımızın erdiği ve yeterli gördüğümüz sebeplere teşebbüs yerinde. Sağlığımıza dikkat ediyoruz, şifaya davet eden sebeplere teşebbüs ediyoruz ama hastalanıncaya kadar.

Sıralanabilecek hayati meşgalelerimizi uzatmadan sebep namına neler varsa yerine getiriyoruz, dahası varsa onu da. Ama bir noktaya geldiğimiz de görüyoruz ki artık sebeplerin de bittiğini; elimizde zannettiğimiz her şeyin yetersiz kaldığını alnımızdaki ter, sırtımızdaki yük gibi anlıyoruz. Gelen ibretli bir musibet alnımıza çarpan taş gibi uyanmamıza sebep olduğunda ayvanın sarı, narın kırmızı, mevsimin sonbahar olduğunu fark ediyoruz.

En güçlü olduğumuz anda en aciz, en zengin olduğumuz konumda en fakir olduğumuzu idrak ediyoruz. Böylece Birinci Lem’a’nın tadını zevkini şimdi daha iyi anlıyoruz. Artık başka türlü okuyor ve dinliyoruz. İnsan, kendinde var zannettiği güç ve kudreti ile ayakta durabiliyor, bu doğrudur ki günlük hayatının devamında lazımdır, bu da doğru. Ancak bu duygunun cüz’i ama kaynağının külli olduğunu bilmek gerekir.

Sırrı keşfedilmeyen sebepler, tevekkülde ayak bağı, imanın kemale ermesine mani oluyor. Yunus’un (as) fırtınalı denizinden, bizim dağdağalı dünya hayatımızdan; O’nun zifiri karanlık gecesinden, bizim ise gaflet nazarı aydınlattığımızı zannettiğimiz karanlık istikbalimizden ve nihayet O’nun müthiş bir balığın karnından; bizim de nefsimizin emrinden kurtuluşumuzu sağlayacağını zannettiğimiz sebepler sukut etmiş durumda iken selametimiz nasıl olacak?

İnsan mahiyetinin muhteşem kuşatıcılığı ve masiva ile alakalı oluşu sebebi zaviyesinden uzak yakın, büyük küçük her şeyden etkilenir. Huzur verenlere kavuşmak, keder verenlerden uzaklaşmak arzu eder. Cenneti istediği gibi, cehennemden dahi sakınmak ister. İşte böyle bir insanın arzularını sağlayacak bütünüyle sebepleri izzet ve azametine perde yaratan Allah’tır, (cc). Sebepleri ve sonuçlarını yaratan Allah’a iman ise teslimi şart kılar.

Bize düşen, sebeplerin bittiği noktada aczimizi ve fakrımızı yeniden hissedip, yaşayıp, mağfiret dua ve duyguları ile Mevla’mıza sığınmak, “iyyake nâ’büdü ve iyyake nestaîn”i samimi ifade etmektir.

Mehmet Çetin

www.MehmetCetin.de

18.11.2013.Çiftehavuzlar-Çiğli-İzmir

Bera Bin Mâlik (R.A.) Kimdir?

Enes bin Mâlik’in(ra) kardeşi olan Berâ bin Mâlik(ra), Re­sû­lul­lah(sav)’ın himaye ve tedrisi altında ilmî hizmetlerde olduğu kadar, kendisine mümtazlık vasfı kazandıran maddi ve manevi fetihlerde de bulunmuş bir sahabidir. Her iki kardeş de, nübüvvet nurunun zengin parıltılarına mazhar olarak, hayatları bo­yunca İslam hizmetinde bulunmuşlardır.

Berâ bin Mâlik(ra), harp meydanlarında düşman saldırılarını püskürten bir İslam kahramanıdır. Onun şecaat ve cesaret istidadını gören Re­sû­lul­lah Efendimiz(sav), o sahada daha fazla gelişmesini temin etmiştir. Onun mümtaz hayatını tedkik etti­ğimizde, hemen bütün savaşlara, Re­sû­lul­lah(sav) ile beraber katılmış olduğunu görürüz. Berâ, Re­sû­lul­lah(sav)’ın vefatından sonra da kahramanlığını büyüterek sürdürür. Re­sû­lul­lah(sav)’a bir an önce kavuşmak emeliyle gözünü kırpmadan ölüme koşar.

Hz. Ömer(ra) onun cesaret ve gözüpekliğini bildiği hâlde, ordu kumandan­lığına getirilmemesini tembih etmiştir. Çünkü heyecanı yüzünden gözünü kırp­madan düşman çemberine atılıp Müslümanları zor durumda bırakabileceğin­den endişe duymuştur.

Gerçekten Berâ, savaşların çoğunda böyle yapmıştır. “Yalancı peygamber” hadiseleri yüzünden çıkan savaşlarda büyük kahramanlıklar göstermiştir. Bil­hassa Yemâ­me’de Müseylime’yle çarpışırken, onun ordusunu çok sıkıştırır. Müseylime ve askeri, bir kaleye sığınır. Berâ bin Mâlik(ra), tek başına kalenin du­varlarından atlayarak içeri girer. Müseylime’nin askerleriyle kahramanca çar­pışır ve kale kapısını içerden açmayı ba­şarır. Açılan kapıdan içeri giren İslam ordusu, Müseylime’yi mağlup ederek öldürür.Bu savaşta Berâ bin Mâlik(ra)’in gösterdiği kahramanlığın hangi duygudan kaynaklan­dığını, Medine ahalisine hitaben söylediklerinden çıkarabiliriz:

Ey Medine ahalisi! Bugün artık Medine’nizi yok farz edin. Malınızı mülkünüzü yok farz edin. Bugün, sizin için sadece ve sadece Allah rızası vardır, cennet vardır.”

Bu coşkun iman duygusundan aldığı hız ve ilhamla, cesaret ve şecaatle savaşa katılan Berâ bin Mâlik(ra)’in bu harpte 80 küsûr yara aldığı rivayet edilmektedir. Yaralarının tedavisiyle bir ay müddetle, bizzat Hâlid bin Velid(ra) ilgilenmiştir.

Irak savaşlarından birinde İranlılar çarpışmalarında yapabildikleri en alçakça vahşetlere baş vurdular…

Ateşle kızdırılmış zincirlere bağlı kapanlar kullandılar. Bunları kalelerinden aşağı sarkıtıyorlardı ve içine düşüp kurtulamayan müslümanları alıp götürüyorlardı.

Berâ(ra) ve kardeşi Enes b. Mâlik(ra)’e müslümanlardan bir grupla birlikte o kalelerden birini ele geçirme görevi verilmişti.

Fakat bu kapanlardan biri aniden yere düşerek Enes(ra)’i askıya aldı ve Enes(ra) kurtulabilmek için zincire dokunamıyordu Çünkü alev alev yanıyordu…

Berâ(ra) bu durumu gördü ve kızgın zincirle kale duvarından yukarıya doğru çekilen kardeşinin yanına koştu. Zinciri eliyle yakalayıp, onu koparıncaya kadar büyük bir acıyla mücadele verdi. Enes(ra) kurtuldu. Berâ(ra) ve yanındakiler ellerine baktıklarında yerlerinde göremediler..!!

Üzerlerinde bulunan bütün etler gitmiş, sadece yanık iskeletleri kalmıştı.! iyileşinceye kadar bir müddet ağır bir tedaviden geçti.

Hz. Berâ(ra), sürekli Allah’a yalvarır, dua ederdi:

Yâ Rabbi, ölüm beni yatağımda yakalamasın. Allah’tan ümit ederim ki, beni yatağımda ölüme teslim etmesin.”

Sesi çok güzel olduğu ve zaman zaman şiirler söylediği için kardeşi Enes’in “Ne zamana kadar böyle devam edeceksin?” deyişine çok kızar,

-“Sen benim yatakta öleceğimi mi sanıyorsun?!” diye çıkışırdı. Şehadetin derin ve coşkun manası ruhuna öyle karışmıştır ki, yatakta ölmeyi kendisi için büyük bir musibet saymaktadır.

Hz. Berâ’(ra)nın ruhu, kahramanlığının kuvvetli sevkiyle şehadet arayıp rahat ölümü kabul etmediği için, Allah ona o yüce mertebeyi nasip etti. Tuster’in fethine katıldı. Tuster Harbi’nde üstün kahramanlıklar gösterdi. Savaş başlangıçta Müslümanların mağlubiyetiyle sonuçlanacak gibiydi. Mücahitler zor durumdaydılar. Sahabiler birbirleriyle istişare ediyor, zafer için yeni savaş stratejileri bulmaya çalışıyorlardı. Bu arada gizliden gizliye gözler Berâ(ra)’ya yöneliyordu. Bakışlar, kahramanlığını çok güzel anlatan gözlerine kayıyordu. Zaferi getirecek, fethi yaklaştıracak, sanki onun cesaret işaretiydi. O, Re­sû­lul­lah(sav)’ın senasına mazhardı. Suffe Medresesi’nin kahraman bir talebesiydi.

Birçok dağınık ve tozlu saçlı kimseler vardır ki, Allah adına yemin ettiği zaman Allah onu yalancı çıkarmaz. İşte, Berâ bin Mâlik de bu kimselerdendir” buyuran Resûl-i Ekrem(sav), Berâ(ra)’nın yüksek faziletini beyan etmişlerdi. Bunu iyi bilen sahabiler, Peygamber(sav) iltifatına mazhariyetin ispatını istiyor gibiydiler.

Bu sırada Hz. Berâ bin Mâlik(ra), yüce şehitlik makamının sessiz işaretlerini görüyor gibiydi. Ve Berâ(ra), sahabilerle birlikte hücuma geçti. İran ordusu için bozgun görünmüştü. Düşman kumandanı öldürüldü, Tuster’in fethi göründü.

Re­sû­lul­lah(sav)’a kavuşma aşkıyla yaşayan Hz. Berâ bin Mâlik(ra), 100 kişiyi öldür­dükten sonra “Hürmüzan” isimli bir İranlının kılıcıyla şehadet şerbetini içti, yüzünde şafak aydınlığı gibi yumuşak bir gülümseme ve sağ eli pak kanıyla bulanmış bir avuç toprak tutuyordu.

Kılıcı kırılmamış ve eğilmemiş olarak yanında duruyordu. Şehid kardeşleriyle birlikte yüce ve muhteşem bir ömrün yolculuğunu tamamladı. Ger­çek dost ve sevdiklerinin yanlarına kanatlandı.

Suffe Medresesi’nin yetiştirdiği bu kahramanlık timsali mücahit, son nefesine kadar varlığını, İslam’ın yayılması için sarf etmişti. Cenâb-ı Hak, şehitlik merte­besiyle onu şe­reflendirmiş, mükâfatını vermişti.

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynak;

  • sahabeler ansiklopedisi
  • islamtr

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version