İhtilaf ve benzeri kavramlar..

İhtilaf; niza, tezâd, şikâk, iftirak ve hidâd’a dönüşmedikçe her zaman kötü olmaz demiştik.

Çünkü ihtilaf fikir inşasına, anlamaya ve hakikatin ortaya çıkmasına da vesile olabilir. ‘Ümmetimin ya da ashabımın ihtilafı bir rahmettir’ anlamında bir sözü hadis diye naklederler. Bu hadis değildir, ama özellikle sahabenin ihtilafının rahmet olabileceği konusunda sonradan söylenen bir sözdür ve bir anlamda doğrudur. Eğer onlar farklı içtihatlarda bulunmamış olsalardı hareket alanımız daralırdı.

Kuranı Kerim’e bakalım:

Eğer senin Rabbin isteseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa onlar hep ihtilaf edegelmişler. Rabbinin merhamet ettikleri ise müstesna. Onları da zaten bunun için yarattı‘ (11/119). Ayet merhamet edilenlerin ihtilaf etmeyenler olduğuna işaret eder. Ancak dolaylı ihtilafın tabii ve kaçınılmaz olduğunu da söyler.

İnsanlar tek bir ümmetti, sonradan ihtilaf ettiler. Eğer senin Rabbinin önceden verilmiş bir sözü olmasaydı ihtilaf ettikleri konuda aralarında hüküm verilmiş olurdu‘ (10/19) ayeti de bir öncekini açıklar.

Kuranı Kerim’de yerilen ihtilafın Kitap konusundaki ihtilaftır. Çünkü Allah’ın Kitabı konusunda ihtilaf etme şikâk’a götürür.

Her halükarda kötü olan ihtilaf ise, dediğimiz gibi, niza, tezâd, şikâk, iftirak ve hidâd kelimeleriyle ifade edilir.

Çünkü bunların hepsi çatışmayı ve güç kaybını anlatır.

Niza çekişme ve sürtüşmedir.

Allah’a ve resulüne itaat edin, nizalaşmayın, yoksa kaybedersiniz, gücünüz ve devletiniz gider. Sabırlı olun. Allah sabırlı olanlar beraberdir‘ (8/46).

Aslında ayet nizaın olmamasının yolunu da gösterir: ‘Allah’a ve resulüne itaat. Ve de hoşlanılmayan hususlarda sabır‘.

Tezad, zıtlaşmadır. Bu da kötüdür.

Şikâk; bölünmüşlüğü, birden çok parçaya ayrılmayı anlatır.

Hidâd; karşı tarafa sınır çizmek, sınırı geçmemesi konusunda onunla kavgalaşmak demektir. ‘Allah’a ve Resulüne hidad edenler, karşı çıkanlar… (58/5)’ ayeti de ihtilafın Kitap ve sünnet konusunda olduğunda tehlikeli olacağını gösterir.

İftirak ya da tefrika; fırkalara, gruplara ayrılma demektir. ‘Allah’ın ipine topluca sarılın fırkalara ayrılmayın‘ (3/103) ayeti kerimesi de hem tefrikayı kötüler, hem de giderilmesinin yolunu gösterir: ‘Allah’ın ipine cemaat olarak sarılmak’. O halde ‘benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Birsi hariç hepsi cehennemliktir. O birisi Cemaattir…‘ hadisi şerifindeki ‘cemaat‘, sahabe ittifakı olarak açıklanmıştır. Çünkü benzer bir hadiste Hz. Peygamber ‘cemaat‘ı ‘benim ve ashabımın yolu‘ diye tanımlar. Allah’ın ipi ise Kuranı Kerim’dir. Aslında Kuranı Kerim’e sarılmadığını söyleyen bir İslamî grup yoktur. Ama mesele, Hz. Peygamber ve sahabe gibi inanmaktır.

Sonraları bu yol ‘Ehli sünnet ve’l-cemaat‘ diye kavramlaştırılmıştır.

O halde müslümanların başka hiçbir beşeri fikir, içtihat ve yorum üzerinde toplanmaları istenemeyeceği gibi, bu fiilen mümkün de değildir. Hatta iyi bir şey de olamaz. İttifak isteniyorsa ki, bu İslam’ın emridir, o halde Allah’ın kitabı etrafında toplanılacaktır.

Buradaki mesele, Kuranı Kerim’in nasıl doğru anlaşılacağı meselesidir. İşte bunu da bize sağlayacak olan Hz. Peygamber’in sünnetidir. Bunun için olacak ki, Allah ‘eğer bir konuda nizaa düşerseniz onu Allah’a ve Peygamber’e götürün…‘ (4/59) buyurmuştur.

Sünnete değer vermeyenler ile olan nizaın hal çaresi de budur. Kuran, Kuran diyorlarsa işte Kuran bunu söylüyor. Bunu sadece Hz. Peygamber’in kendi zamanındakilere söylüyor demenin hiçbir tutar delili yoktur. Bu makul da değildir.

Bu son ayette ‘ihtilaf’ değil de ‘niza’ denmesi de anlamlıdır. Çünkü ihtilaf kaçınılmazdır, önemli olan bunun İslam ümmeti içerisinde nizaa vardırılmamasıdır. Eğer vardırılmışsa onun da çaresi işte meseleyi Allah’a ve Resulüne götürmektir.

Prof. Dr. Faruk Beşer

Herşeyi Allah yarattı, Öyleyse Allah’ı kim yarattı? (Video)

“Bu Mahlûkatı Allah Yarattı. Öyleyse Allah’ı Kim Yarattı?”

Hiçbir soru yoktur ki, bir cevabı olmasın. Hiçbir vesvese yoktur ki, onu yok edecek bir cevap bulunmasın. Hiçbir şüphe yoktur ki, aklı ikna edecek bir izahı olmasın. Hâl böyle iken maalesef sorularının cevapsız olduğunu zanneden bir kısım insanlar imandan uzaklaşmakta ve bazen de cevapsız zannettikleri soruları yüzünden imanlarını kaybetmektedirler.

Bilhassa tek gayesi imanı çalmak olan şeytan ve şeytanlaşmış insanlar cevapsız zannedilen bu sorularla genç dimağları lekelemekte ve onların imanlarını sorularla çalmaktadır. Bu eseri hazırlamaktaki amacımız, cevabı yok zannedilen böyle bir soruya cevap vermek ve bu sayede iman hırsızlarının bir vesvesesini yok ederek körpe dimağlara attıkları bir şüpheyi kökünden kazımaktır.

Bu eserimizde cevabını vereceğimiz soru şudur: Onlar diyorlar ki: “Hadi Allah var diyelim. Her şeyi Allah yarattı. Peki ama Allah’ı kim yarattı?”

Onlar bu sorularıyla -hâşâ- Allah’ı yaratan bir yaratıcı arıyorlar ve bir yaratıcı gösterilemeyince de kendilerini galip kabul ediyorlar.

Şimdi bu mantıksız sorunun cevabını vereceğiz. İnşallah bu cevap yaralanan gönüllere bir âb-ı hayat ve bozulmuş akıllara bir deva olacaktır. İnayet ve tevfik Allah’tandır.

1- Maddeyi kim yarattı?

“Allah’ı kim yarattı?” sorusuna verilecek ilk cevap bir sorudur: “Peki maddeyi kim yarattı?”

Eğer bir ateist sizi sıkıştırmak için, “Allah’ı kim yarattı?” sorusunu sorarsa siz onun bu sorusuna bir soru ile cevap verin ve deyin ki: “İlk önce sen benim soruma cevap ver. Benim sorum şu: Maddeyi kim yarattı? Bu sorumun cevabını verdikten sonra senin soruna cevap vereceğim.”

Bir ateistin sorunuza vereceği cevap şudur: “Madde yaratılmadı ki, o ezelde vardı. Yani başlangıç dediğimiz noktada madde vardı.”

O bu cevapları verdikten sonra tek yapacağınız şey onun cümlesinde özne olan “madde” kelimesini kaldırmak ve madde yerine “Allah” lafzını koyarak, “Allah yaratılmadı, o ezelde vardı. Yani başlangıç dediğimiz noktada Allah vardı.” demek.

O sizin bu cevabınıza karşı şöyle diyecek: “Nasıl yani, nasıl yaratılmadı? Her şeyin bir yaratıcısı vardır, muhakkak bir yaratıcı göstermelisin.”

Onun bu itirazına karşı şöyle söyleyin: “Ama sen biraz önce madde için, ‘Yaratılmadı, ezelde vardı. Başlangıç denen noktada madde vardı, maddenin başlangıcı yoktur.’ gibi sözler söyledin. Yani sana göre maddenin bir yaratıcısı yok ve yaratıcısız var olması mümkün. O hâlde bu imkânı niçin Allah hakkında kabul etmiyorsun? Yani maddenin yaratılmamış ve ezelî olduğunu kabul edebiliyorsun, ama iş Allah’a gelince madde hakkında kabul edebildiğin bu durumu Allah hakkında kabul edemiyorsun. Maddenin ezelî olması mümkün de Allah’ın ezelî olması mümkün değil mi? Maddenin yaratıcısız var olması mümkün de Allah’ın yaratıcısız var olması mümkün değil mi? Nasıl olur da ezeliyete bütün bütün zıt olan maddeye ezeliyet sıfatını verebiliyorsun ve bundan hiç sıkılmıyorsun da iş Allah’a gelince bu sıfatı Allah hakkında yadırgıyorsun. Yani sana göre her nasılsa madde ezelî olabiliyor, ama Allah ezelî olamıyor. O zaman sen bildiğin gibi inan, ben de bildiğim gibi. Sen maddenin ezeliyetine iman et, ben de Allah’ın ezeliyetine. Sonuçta ikimiz de ezeliyet kavramına inanıyoruz. Aramızdaki tek fark, sen ezelî olamayacak maddeye ezeliyeti veriyorsun, ben ise ezeliyet zatının vasfı olan Allah’a ezeliyeti veriyorum.”

Burada şu noktayı izah etmek istiyoruz: Acaba ateistler niçin maddeye ezelî demek zorunda? Onlarla bu konudaki münazaramızın belirttiğimiz şekilde geçeceğini nereden biliyoruz. Yani onlara, “Maddeye kim yarattı?” diyeceğiz, onlar da “Madde yaratılmadı, ilk başlangıçta madde zaten vardı. Yani madde başlangıcı olmayan bir varlıktır, ezelîdir.” diyecekler. Biz de daha sonra onların cümlesindeki özne olan “maddeyi” kaldırıp yerine “Allah’ı” koyacağız. Münazaranın bu şekilde geçeceğinden nasıl bu kadar eminiz?

Eminiz, çünkü ateistler maddenin ezeliyetine inanmak zorundadırlar. Allah’ı inkâr edebilmek için maddeye ezeliyeti vermek ve “Madde yaratılmamıştır, kendi kendine vücut sahibidir.” demek zorundadırlar. Zira bir şey ezelî değilse sonradan olmuştur. Bu iki şeyin ortası yoktur. Bir şey ya ezelîdir ya da sonradan var olmuştur. Sonradan var olan ise bir yaratıcıya muhtaçtır. O şeyin yokluğunu varlığına tercih edecek bir yaratıcıya.

Eğer maddenin ezeliyeti kabul edilmezse sonradan yaratıldığına hüküm edilecektir. Bu ise bir yaratıcıyı yani Allah’ı kabul ve tasdik ettirecektir. Bu sebeple ateistler Allah’ı inkâr edebilmek için maddeye ezeliyeti vermektedirler.

Bu meseleyi şu misalle daha iyi kavrayabiliriz: Elimize bir kalem alıp bu kâğıda A harfi yazdığımızı farz edelim. Yazdığımız bu A harfi sonradan var olmuştur. Bir kaç dakika önce yoktu, şimdi ise var. Yani ezelî değildir, sonradan olmuştur. Madem A harfi bir kaç dakika önce yoktu, şimdi var; o hâlde onu yazan bir kâtip olmalıdır. Kâtip A harfinin varlığını yokluğuna tercih etmiş ve iradesiyle A harfini var etmiştir. Kâtip olmadan A harfinin varlık âlemine çıkması mümkün değildir. A harfinin varlığı bir kâtibin varlığını zaruri kılar.

Şimdi eğer siz A harfinin kâtibini inkâr etmek istiyorsanız iki şeyden birini yapmalısınız:

1- A harfinin kendini inkâr etmelisiniz. Yani “A harfi diye bir şey yoktur.” demelisiniz. Zira harfi inkâr ettiğinizde kâtibi de inkâr edebilir ve diyebilirsiniz ki: “A harfi yok ki onu yazacak bir katibe ihtiyaç olsun.” Eseri inkâr ettiğinizde eseri yapanı da kolayca inkâr edebilirsiniz.

İşte bu misalde olduğu gibi, Allah’ı inkâr etmenin 1. yolu, misaldeki A harfi hükmünde olan şu kâinatı inkâr etmek ve her şeyin hayal ve kâinatın yok olduğuna inanmaktır. Zira misalde belirttiğimiz gibi, eser yoksa usta da yoktur. Eğer kâinat yoksa, “Bu kâinatı kim yarattı?” diye bir soru da yoktur. Olmayan bir şeyin ustası aranmaz.

“Kâinat nasıl inkâr edilebilir” diye düşünmeyin, zira felsefecilerin Sofestai denilen kısmı bunu yapmış ve A harfi hükmünde olan kâinatı inkâr ederek her şeyin hatta kendilerinin dahi hayal olduklarını kabul etmişlerdir. Kâinatı inkâr ettiklerinden dolayı da “Bu kâinatı kim yarattı?” sorusuna muhatap olmamışlardır. Zira onlara göre kâinat yoktur ki bir yaratıcıya ihtiyaç olsun. Yani onlara şu güzel dünyayı gösterip “Bu dünyayı kim yarattı?” diye sorsanız onlar derler ki, “Ne sen gerçeksin, ne ben, ne de bu dünya. Biz yokuz, biz hayaliz; hiçbir şey yok. Dolayısıyla “Kim yarattı?” diye bir şey sorulamaz. Onlar hakkında tek söyleyeceğimiz şey şudur: Herhâlde kendilerinin ve kâinatın hayal olup olmadığını son nefeste anlamışlardır.

Eğer Sofestailerin yaptığını yapamaz ve sayfadaki A harfini inkâr edemezseniz kâtibini inkâr etmek için geriye tek yol kalır. O da A harfinin yazılmamış olup ezelden beri orada olduğudur. Zira yazılmamışsa ve kendi kendine ezelden beri varsa o zaman yine kâtibe ihtiyaç duymaz. Bu durumda, “A harfini kim yazdı?” diye bir soru sorulsa şöyle cevap verilir: “A harfi bu sayfanın varlığından beri vardır. Onu kimse yazmadı, o zaten vardı.”

Bu misalde olduğu gibi, şu kâinat da bir sayfadır. Üzerindeki eşya ise bu sayfada yazılan harfler hükmündedir. Bu sayfanın kâtibi olan Cenab-ı Hakk’ı inkâr edebilmek için sayfanın ve içindeki harflerin sonradan yaratılmadığını yani ezelî olduğunu kabul etmek gerekir. Eğer maddeye ezeliyet verilmezse sonradan yaratıldığı bilmecburiye kabul edilecektir. Zira ikisinin ortası yoktur. Sonradan yaratıldığı kabul edildiğinde de “O hâlde bunu yaratan kimdir?” sorusu sorulacaktır. Zira bir şey sonradan yaratılmışsa onun muhakkak bir yaratıcısı olmalıdır.

İşte bu sebepten dolayı kâfirler maddeye ezeliyeti vermek zorunda kalmışlardır. Allah’ın ezeliyetini akıllarına sığıştıramayanlar maddenin ezeliyetini kabul etmek zorunda kalmışlardır.

İşte anlattığımız bu sebepten ötürü siz hiç korkmadan size, “Allah’ı kim yarattı?” sorusunu soran ateiste, “Peki maddeyi kim yarattı?” sorusunu sorun. Merak etmeyin, o hemen atlayacak ve “Madde yaratılmamıştır, ezelîdir, başlangıcı yoktur.” diyecektir ve demek zorundadır. Bu durumda siz de ona şöyle deyin: “Yani sen ezeliyet ve yaratılmamışlık diye bir kavrama inanıyorsun. Hatta bu kavramı ezeliyeti mümkün olmayan maddeye kolayca veriyorsun. Senin madde hakkında söylediğin her şeyi ben de Allah hakkında söylüyorum. Ezeliyeti kabul etmekte ikimizin bir farkı yok. Tek fark, sen bu sıfatı maddeye veriyorsun; ben ise yegâne sahibi olan Allah’a. Sen önce maddenin ezeliyetini izah et, sonra gel; ben sana Allah’ın ezeliyetini izah edeceğim.”

2- Örneklerle cevap verelim

Misaller derin hakikatlere ulaşmada bir basamak ve hakikatleri kavramada etkili bir yoldur. Bu sebeple “Her şeyi Allah yarattı. O hâlde Allah’ı kim yarattı?” sorusunun cevabını misaller ile verecek ve her misali sorunun cevabına bağlayacağız. Misaller anlaşıldığında cevapsız zannedilen sorunun cevabı da kolayca anlaşılacaktır.

1. MİSAL

Şimdi uzun bir tren düşünüyoruz. Soru sahibi soruyor: “Bu en arkadaki vagonu kim çekiyor?”

Biz cevap veriyoruz: “Onun önündeki vagon çekiyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki o vagonu kim çekiyor?”

Biz yine cevap veriyoruz: “Onu da önündeki vagon çekiyor.”

Soru sahibi sorusuna devam ediyor: “Peki onu kim çekiyor?”

Biz de cevaplıyoruz: “Onu da önündeki çekiyor.”

Sorular devam ede ede nihayet ilk vagona sıra geliyor. Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki bu vagonu kim çekiyor?”

Biz yine cevap veriyoruz: “Onu bu lokomotif çekiyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki bu lokomotifi kim çekiyor?”

Biz cevap veriyoruz: “Bu lokomotifi kimse çekmiyor. O kendi kendine hareket ediyor.”

Lokomotif hakkındaki bu izahımızdan sonra soru sahibi hâlâ onu çeken bir şey arıyor ve tekrar soruyor: “Dediğini anladım, ama bu lokomotifi kim çekiyor?”

Biz diyoruz ki: “Anlamamışsın, çünkü anlasaydın aynı soruyu tekrar sormazdın. Bak sana bir daha anlatayım: Lokomotif denince raylar üstündeki bir vagon dizisini çekmede kullanılan, buharla ya da bir motorla çalışan makineyi kastederiz. Sen lokomotifin ne demek olduğunu bilmiyor ve onu vagon ile karıştırıyorsun. Vagon hakkında sorabileceğin ve sorduğunda cevap alabileceğin bir soruyu lokomotif hakkında da sorabileceğini ve sorduğunda cevap alabileceğini zannediyorsun. Ama hâl böyle değildir. Vagon hakkında, ‘Onu kim çekiyor?’ diye bir soru sorabilirsin, ama lokomotif hakkında böyle bir soru soramazsın. Çünkü lokomotif çekilmez, o başkasını çeker.”

Biz bu detaylı açıklamayı yaptıktan sonra soru sahibi şöyle diyor: “Tamam tamam anladım, hem de çok iyi anladım. Ama bu lokomotifi kim çekiyor?”

Yahu sen bizi hiç anlamamışsın. Eğer bir parça anlasaydın, sorunun anlamsızlığını anlar ve tekrar sormazdın. Bak sana bir daha anlatayım: Vagon çekilen şey; lokomotif de çeken şeydir. Eğer lokomotif de vagon gibi çekilseydi, ona lokomotif değil, vagon denilirdi. Bak, isimleri bile farklı. Birisi vagon, diğeri lokomotif… Eğer ikisi de aynı kanunlara tabi olsaydı, bunlara iki farklı isim konulmaz, hepsine vagon denilirdi. Ama durum böyle değil. Sen vagon ile lokomotifi karıştırıyorsun. Şimdi bir daha söylüyorum dikkat et! Vagonu bir çeken olur, ama lokomotifi çeken olmaz. Zaten lokomotif, çekilmediği ve başkasını çektiği için bu ismi almıştır. Sen sorunda lokomotifi vagon gibi kabul ediyor ve hata yapıyorsun. Lokomotif hakkında böyle bir soru soramazsın. Bu soru lokomotifin tanımına zıt ve cevabı olmayan saçma bir sorudur.

Bu kadar açıklama yaptıktan sonra soru sahibi şöyle diyor: “Tamam hepsini anladım, hatta harfi harfine anladım. Ama bu lokomotifi kim çekiyor?”

Siz olsaydınız, bu kişiye bütün bunlardan sonra ne cevap verirdiniz?

Aynen bu misalde olduğu gibi, soru sahibi diyor ki: “-Hâşâ- Allah’ı kim yarattı?”

Biz de cevap veriyoruz: “Allah yaratılmamıştır. Allah bu yaratılanları yaratandır ve O’nun hakkında böyle bir sorulamaz.”

Bu cevabımızdan sonra soru sahibi şöyle diyor: “Tamam tamam anladım, ama Allah’ı kim yarattı?”

Biz yine cevap veriyoruz: “Bak, sen anladığını zannediyorsun, ama hiçbir şey anlamamışsın. Sana bir daha anlatayım: Allah denince her şeyi yaratan, kendisi ise yaratılmayan bir zat aklımıza gelir. Eğer O yaratılsaydı, O’na Allah demezdik. Ona Allah dememizin sebebi, yaratan olup yaratılmamış olduğu cihetledir. Sen bir hata yapıyorsun ve yaratılanlar hakkında sorabileceğin bir soruyu Allah hakkında da soruyorsun. Böyle bir soru Allah hakkında sorulamaz.”

Bu cevabımızdan sonra soru sahibi şöyle diyor: “Tamam şimdi anladım, hem de çok güzel anladım. Ama anlamadığım bir şey var, Allah’ı kim yarattı?”

Yahu sen divane olmuşsun, ben ne diyorum sen ne diyorsun! “Anladım.” diyorsun, ama hiçbir şey anlamıyorsun. Bak sana bir daha anlatacağım: “Allah o zata denilir ki, kendisi ezelîdir ve yaratılmamıştır. Ezelî olmayana ve yaratılana zaten Allah denilemez. Dolayısıyla sen Allah’ı kabul ettiğinde, O’nu isim ve sıfatlarıyla kabul etmen gerekir. Senin önce Allah kabulünde bir yanlışın var. Sen Allah’ı isim ve sıfatlarıyla kabul etmiyorsun. Allah’ı -hâşâ- O’nun yarattığı mahlûklara benzetiyor ve mahlûklar hakkında sorabileceğin ve sorduğunda cevap alabileceğin bir soruyu Allah hakkında da soruyorsun. Bu soruyu sorma sebebin Allah hakkındaki yanlış kabulündür. Senin ilk yapman gereken şey, Allah hakkındaki bu yanlış kabulünü düzeltmendir. Hem şunu bil ki, eğer Allah’ı bir yaratan olsaydı, zaten O’na Allah denmezdi. Allah yaratılmayan zata verilen addır. Sen eğer Allah’ı kabul ediyorsan, O’nu bu sıfatıyla kabul etmelisin. Bu sıfatıyla kabul etmezsen, senin kabul ettiğine Allah denmez. Sen farazi bir varlığa Allah adını koymuşsun ve O’nun hakkında bu soruyu soruyorsun. Eğer Allah dediğinde kimi kastettiğini bilseydin, böyle bir soruyu sormazdın. Senin hâlin şu soruyu soran kişinin hâline benziyor: “Ağabeyin senden kaç yaş küçüktür?” Ağabeyim benden küçük olmaz ki. Ağabey dediğimizde, yaş itibariyle diğer kardeşten büyük olan kişiyi kabul ederiz. Bu kabulden sonra da “Ağabeyin senden kaç yaş küçüktür?” diye bir soruyu soramayız. Ama kişi ağabeyin ne demek olduğunu bilmiyor ve onu küçük kardeş zannediyorsa, “Ağabeyin senden kaç yaş küçüktür?” sorusunu sorabilir. Bu durumda yapılacak şey, ona cevap vermek değil, ağabeyin tanımını ve kim olduğunu ona öğretmektir. Ağabeyin tanımını öğrendiğinde zaten sorusundan vazgeçecektir. Yok, vazgeçmiyorsa ya inadından ya da ağabeyin tanımını öğrenemediğindendir.

Senin Allah hakkındaki sorun da ya inadındandır ya da Allah’ı tanımadığındandır. Eğer Allah’ı tanımak istiyorsan, gel sana yardımcı olalım ve tanıtalım. Ama yok, inadından dolayı soruyorsan bil ki, bu sorunla, “Ağabeyin senden kaç yaş küçüktür?” diyen kişi gibi maskara oluyorsun. Karşındakini sıkıştırmıyor, kendini maskara yapıyorsun. Gel, inadından vazgeç! Allah’ı tanı ve bu maskaralıktan kurtul!

2. MİSAL

Her şeyi Allah yarattı. O hâlde Allah’ı kim yarattı sorusunu başka bir misal ile tahlil edelim.

Şimdi arka arkaya dayanmış sandalyeler zincirini düşünüyoruz. Sandalyelerin arka ayakları olmadığı için her sandalye bir arkasındaki sandalyeye dayanarak ayakta durabiliyor. Eğer dayandığı sandalye çekilse, dayanan sandalye hemen düşecek ve ayakta duramayacak. En son sandalye ise hiçbir sandalyeye dayanmıyor ve kendi ayakları üzerinde duruyor.

Şimdi soru sahibi en öndeki sandalyeyi gösterip soruyor: “Bu sandalyeyi kim tutuyor?”

Biz cevap veriyoruz: “Arkasındaki şu sandalye tutuyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki o sandalyeyi kim tutuyor?”

Biz yine cevap veriyoruz: “Onu da arkasındaki sandalye tutuyor.”

Soru sahibi her sandalye hakkında aynı soruyu soruyor, biz de aynı cevabı vere vere nihayet en arkadaki sandalyeye geliyoruz.

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki bu en arkadaki sandalyeyi kim tutuyor?”

Biz şöyle cevap veriyoruz: “Onu hiçbir sandalye tutmuyor. O hiçbir sandalyeye dayanmadan kendi kendine ayakta duruyor.”

Soru sahibi şöyle diyor: “Tamam anladım, ama bu sandalyeyi kim tutuyor; bunu anlamadım.”

Biz yine cevap veriyoruz: “Anladım.” diyorsun ama dediğimi anlamamışsın. Ben, “Bu sandalyeyi tutan başka bir sandalye yok, bu sandalye kendi ayakları üzerinde duruyor.” diyorum. Yani bu sandalye için dayandığı başka bir sandalyeyi aramana gerek yok. Çünkü bu sandalye diğer sandalyeler gibi ayaksız değil. Bunun arka ayakları var ve bu ayaklar üzerinde kendi kendine durabiliyor. Diğer sandalyelerin arka ayakları olmadığı için onlar hakkında, “Bu sandalyeyi kim tutuyor?” diyerek soru sorabilir ve sorumuza bir cevap bulabiliriz. Ama bu soruyu bu en arkadaki sandalye için soramayız. Çünkü onun kendi ayakları var ve ayakta durabilmek için harici bir sebebe muhtaç değil…

Soru sahibi bizim bu izahımızdan sonra şöyle diyor: Vallahi çok güzel anlattın! Ben her dediğini anladım, sadece bir şeyi anlayamadım. O da şudur: “Bu arkadaki sandalyeyi kim tutuyor?”

Şimdi biz bu soru sahibine ne diyelim! Ne dersek diyelim hepsi boştur. Çünkü o mantığını değiştiremedikçe bizler ona en arkadaki sandalyenin ayaklarını istediğimiz kadar gösterelim. İstediğimiz kadar ona, “Bu sandalyenin ayakları var, ayakta durabilmek için başka bir sebebe muhtaç değil.” diyelim ve bunlar gibi onlarca söz söyleyelim. Hatta bu konuda bir kitap yazalım. O yine diyecektir ki, “Tamam tamam anladım, ama bu sandalyeyi kim tutuyor; bunu anlayamadım.”

İşte aynen bu misalde olduğu gibi, soru sahibi diyor ki: “-Hâşâ- Allah’ı kim yarattı?”

Biz de cevap veriyoruz: “Allah yaratılmamıştır. Her varlık Allah’a dayanır ve Allah’ın kendisini ayakta tutması ile varlık âleminde kalabilir. Ancak Allah hiçbir şeye dayanmaz, varlığı hiçbir şeye bağlı değildir; bizatihi kendi kendine vardır.”

Bu cevabı dinleyen soru sahibi şöyle diyor: “Tamam anladım, hem de çok güzel anladım. Ama anlayamadığım bir şey var. O da şudur: Allah’ı kim yarattı?”

Biz yine cevap veriyoruz: “Bak, sen benim dediğimi hiç anlayamıyorsun; ama anladığını zannediyorsun. Anlayamadığının ispatı da sorunun cevabını verdiğim hâlde aynı soruyu tekrar sormandır. Eğer verdiğim cevabı anlasaydın, aynı soruyu bir daha sormazdın. Şimdi sana bir daha anlatayım: “Allah ile yaratılan şu varlıklar arasındaki fark şudur: Varlıklar yaratılmaları ve yaşamaları için Allah’a muhtaçtırlar. Hepsi Allah’a dayanır. Ama Allah hiçbir şeye muhtaç değildir ve hiçbir sebebe dayanmaz. Zaten dayansaydı ona “Allah” demez, başka bir şey derdik. Allah dediğimizde kabul ettiğimiz zat her şeyi yaratan, kendisi ise yaratılmayan zattır. Yaratılana Allah denmez. Senin sorunun yaratan ile yaratılanı karıştırıyorsun ve yaratılana ait olan sıfatla yaratanı vasfetmeye çalışıyorsun. Bu yaptığın büyük bir hatadır.

Bu kadar izah yaptıktan sonra soru sahibi şöyle dese: “Vallahi anlattığının hepsini anladım! Hem de çok güzel anladım. Bi de bana, “Allah’ı kim yaratmıştır?” sorusunun cevabını anlatsan çok güzel olacak.

Şimdi biz bu divaneye ne diyelim. Ne dersek diyelim hepsi boştur. Çünkü o, Allah’ı O’nun yarattığı varlıklara kıyas ediyor ve varlıklara ait bir sıfatla Allah’ı vasfediyor. O bu yanlışından dönmediği ve Allah’ı varlıklara kıyas etme hatasından vazgeçmediği müddetçe anlattıklarımızın hepsi boştur. Onun yapması gereken şey, yanlış çalışan mantığını bir kenara koymak ve Allah’ı ona ait isim ve sıfatlarla kabul etmektir.

3. MİSAL

Şimdi imama uyarak namaz kılan bir cemaat düşünüyor ve üzerinde tahliller yapıyoruz:

Soru sahibi, cemaati göstererek soruyor: “Bu cemaat kime uymuş?”

Biz cevap veriyoruz: “İmama uymuş.”

Soru sahibi tekrar soruyor: Peki imam kime uymuş?

Biz cevap veriyoruz: “İmam kimseye uymuyor. Zaten kimseye uymadığı ve cemaat kendisine uyduğu için imam ismini almış. Eğer o da birisine uysaydı, ona “imam” değil, “cemaat” derdik.”

İzahımızı dinleyen soru sahibi tekrar soruyor: “Tamam dediğini anladım, ama imam kime uyuyor bunu hâlâ anlamadım.”

Biz yine cevap veriyoruz: “Anladım diyorsun ama yine dediğimi anlamıyorsun. Dur sana bir daha anlatıyım: İki tane kavram var. Biri cemaat, diğeri imam… Cemaat, namazda imama uyan topluluktur. Cemaat ismini imama uydukları için alırlar. İmam ise cemaatin kendisine uyduğu ve cemaate namazı kıldıran kişidir. O da “imam” unvanını kimseye uymadığı bilakis cemaatin kendisine uyması sebebiyle alır. Yani biz iki farklı kavramdan bahsediyoruz. Biri imam, diğeri cemaat… İmam, kimseye uymayan ve cemaatin kendisine uyduğu kişidir. Cemaat ise imama uyan topluluktur. Sen bir hata yapıyor ve imamla cemaati karıştırıyorsun. Cemaat için sorulabilecek bir soruyu imam hakkında soruyor, bu sorunla da büyük bir hata yapıyorsun. Sen ilk önce imam olan zatın vasıflarını öğrenmeli ve imamla cemaati karıştırma hatandan vazgeçmelisin. Bunu yaptığında sorunun ne kadar mantıksız olduğunu anlayacaksın.”

Aynen bu misalde olduğu gibi, soru sahibi soruyor: “-Hâşâ- Allah’ı kim yarattı?”

Biz cevap veriyoruz: “Allah yaratılmamıştır. Allah’ı mahlûklarla karıştırma. Mahlûklar Allah’a tâbidir ve O’nun kudretiyle vücut bulurlar. O’na bağlıdırlar. Allah ise hiçbir varlığa tâbi ve bağlı değildir. Zaten bağlı olmadığı için Allah ismini almıştır. Eğer varlığı başka bir varlığa muhtaç olsaydı ona Allah demez, başka bir şey derdik. Sen şunu yapmalısın: Allah dediğinde kimi kastediyorsun, kastettiğin zatın isim ve sıfatları nelerdir; önce bunu öğrenmelisin. Ondan sonra Allah hakkında soru sormalısın. Zaten O’nu tanıdığında sorduğun sorunun ne kadar mantıksız olduğunu anlayacak ve bu hâline acıyacaksın.

Şimdi, biz bu kadar izah yaptıktan sonra soru sahibi şöyle dese: Ama ben illaki, “O’nu kim yarattı?” sorumun cevabını istiyorum. Bana birisini göstermelisin.

Bizim ona cevabımız şöyle olur: Nasıl ki, “İmam kime uyuyor?” sorusunun cevabı, imamın kimseye uymadığıdır. Cevap olarak, imamın uyduğu bir kişiyi göstermiyor ve imamın kimseye uymadığını söylüyorsak, burada da aynı şeyi yapıyoruz: Yani Allah’ın yaratılmadığını söylüyor ve sorunun mantıksızlığına vurgu yapıyoruz. Ama sen hâlâ, -misalden yola çıkarsak- “İmam kime uyuyor?” diyorsun. Sen imamın uyduğu birisini bize gösterebilir misin? Elbette gösteremezsin, çünkü yoktur. Biz de sana Allah’ı yaratan bir zatı gösteremeyiz, çünkü yoktur. Bu yoku kabul etmekten başka çaren de yoktur, vesselam…

4. MİSAL

Şimdi bir onbaşı düşünüyoruz. Soru sahibi soruyor: “Bu onbaşı kimden emir alıyor?”

Biz cevap veriyoruz: “Yüzbaşıdan emir alıyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki yüzbaşı kimden emir alıyor?”

Biz cevap veriyoruz: “O da binbaşıdan emir alıyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki binbaşı kimden emir alıyor?”

Biz cevap veriyoruz: “O da albaydan emir alıyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki albay kimden emir alıyor?”

Biz cevap veriyoruz: “O da generalden emir alıyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki general kimden emir alıyor?”

Biz yine cevap veriyoruz: “O da padişahtan emir alıyor.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki padişah kimden emir alıyor?”

Biz şöyle cevap veriyoruz: “Padişah kimseden emir almıyor. Padişah deyince halkına emir verebilen ancak kimseden emir almayan zatı kabul ederiz. Emir alana padişah denmez. Belki onbaşı, belki yüzbaşı, belki de başka bir şey denir; ama padişah denmez. Padişah o zattır ki, dilediğine emir verir; ama kimse ona emir veremez. Sen padişahı bu vasfıyla kabul edip “Padişah kimden emir alıyor?” sorundan vazgeçmelisin. Eğer vazgeçmiyorsan bil ki, sen “padişah” dediğinde bir padişahtan bahsetmiyor ve bir padişahı kabul etmiyorsun. Sen belki bir onbaşıya “padişah” ismini takmış ve padişahı ona benzetmişsin, sorunu da bu yanlış benzetme ile soruyorsun. Bu sebeple de “Padişaha emir veren yoktur.” cevabını kabul etmiyorsun. Buradaki sorun, senin yanlış padişah kabulünde ve padişahı tanımamandadır. Çözüm de padişahı tanımanda ve “padişah” denildiğinde kimden bahsedildiğini öğrenmendedir. İş bu kadar basittir.

Aynen bu misalde olduğu gibi, soru sahibi soruyor: “-Hâşâ- Allah’ı kim yarattı?”

Biz de cevap veriyoruz: “Ezelin ve ebedin sultanı olan Allah’ı kimse yaratmamıştır. Bilakis her şeyi yaratan O’dur. Zaten Allah, yaratılmayan zata verilen addır. Ve sen “Allah” demekle o zatı kabul ediyorsun. Şunu bilmelisin ki, bir şeyi kabul ettiğinde onu bütün hakikatleriyle kabul edersin. Mesela geceyi kabul ettiğinde karanlığını da kabul edersin. Yok, geceyi aydın olarak kabul ediyorsan; bil ki senin kabul ettiğin gece değil, gündüzdür. Ya da balığı kabul ettiğinde yüzmesiyle birlikte kabul edersin. Yok, balığı uçuyor kabul ediyorsan; bil ki senin kabul ettiğin balık değil, kuştur. Aynen bunun gibi, Allah’ı kabul ettiğinde de yaratılmayan bir zatı kabul edersin. Yok, Allah’ı yaratılmış olarak kabul eder ve ona bir yaratıcı ararsan; bil ki senin kabul ettiğin Allah değil, başka bir şeydir. Belki kafandaki farazi Allah’tır. Biz seni kafandaki farazi Allah’ı bırakıp İslam’ın ve Kur’an’ın öğrettiği Allah’a davet ediyoruz.

5. MİSAL

Soru sahibi bir kelimeyi göstererek soruyor: “Akılsızlık kelimesi hangi kelimeden türemiştir?”

Biz cevap veriyoruz: “Akılsız kelimesinden türemiştir.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Peki akılsız kelimesi hangi kelimeden türemiştir?”

Biz cevap veriyoruz: “Akıl kelimesinden türemiştir.”

Soru sahibi yine soruyor: “Peki akıl kelimesi hangi kelimeden türemiştir?”

Biz şöyle cevap veriyoruz: “Akıl kelimesi hiçbir kelimeden türememiştir. Bu kelime köktür.”

Soru sahibi tekrar soruyor: “Ama nasıl türememiş, o da türemeli; onun da türediği bir kelime olmalı.”

Biz şöyle cevap veriyoruz: “Bak, anlayabilmen için biraz daha detaylı anlatıyım. Kelimeler, basit ve türemiş olarak iki kısımdır. Kök hâlinde olan kelimelere basit kelime denir. Bu kelimeler hiçbir kelimeden türememiştir. Bu kelimeler köktür. Kök veya gövde hâlindeki kelimelere yapım ekleri eklenerek meydana gelen yeni kelimelere ise “türemiş kelimeler” denir. Mesela sorduğun kelimeyi ele alalım: “Akılsızlık” kelimesi türemiş bir kelimedir ve “akılsız” kelimesinden türemiştir. “Akılsız” kelimesi de türemiş bir kelimedir ve “akıl” kelimesinden türemiştir. Ama “akıl” kelimesi türemiş değildir, köktür. Kök olduğu için de ona başka bir kök aranmaz. Zaten o da başka bir kökten gelseydi ona “kök kelime” demez, “türemiş kelime” derdik. Aradaki bu farklı isimlendirme bile iki kelime türünün de aynı olmadığını gösterirken sen kök kelimeyi türemiş kelime gibi kabul ediyor ve türemiş kelimeler hakkında sorabileceğin bir soruyu kök kelime hakkında da soruyorsun. Yani sen kök olan bir kelimeye kök arayarak büyük bir hata yapıyorsun. Senin bu hatanın sebebi, dil bilimine karşı cehaletindir. Biraz dil bilimiyle ilgilenseydin sorduğun sorunun ne kadar saçma olduğunu hemen anlar ve maskara olmaktan kurtulurdun.

Aynen bu misal gibi, şu kâinattaki her bir varlık da bir kelimedir. Kuştan tutun balıklara, sivrisinekten tutun gezegenlere kadar her bir mahlûk şu kâinat kitabında yazılmış kelimeler hükmündedir. Bu kelimelerin hepsi türemiştir. Allah-u Teâlâ’nın kudreti ile türemişler ve vücut bulmuşlardır. Türemiş kelimeler hükmündeki bu varlıklar hakkında, “Bu neden türedi? Şu neden türedi?” gibi sorular sorabiliriz. Ancak bütün bu kelimelerin yaratıcısı olan Allah hakkında, -hâşâ- “Allah neden türedi?” diyemeyiz. Eğer dersek türemiş kelimelerle kök kelimeleri karıştırdığımız gibi, yaratılan varlıklarla onların yaratıcısını karıştırmış ve yaratıcıyı yaratılana benzeterek büyük bir hata yapmış oluruz.

Hem şunu da sormak istiyoruz: Kâinattaki hangi eşyayı, “Bu bundan, bu bundan, bu bundan…” diyerek izah edebiliriz? Mesela sorulsa, “Biz neyin üzerinde duruyoruz?” Cevabı şudur: “Ayaklarımız üzerinde duruyoruz.” Yine sorulsa, “Peki ayaklarımız neyin üzerinde duruyor?” Cevap şudur: “Zeminin üzerinde duruyor.” Artık zemin gibi bir dayanak bulduktan sonra bir daha aynı soruyu sormaya gerek var mıdır? Ve eğer sorulsa ve denilse, “Peki zemin neyin üzerinde duruyor?” Buna ne cevap verilecek? Hadi bir cevap verildi diyelim, “O neyin üzerinde, o neyin üzerinde…” diyerek kaç basamak daha ilerlenir. Bu saçmalamaktan başka nedir!

Ya da başka bir varlığı ele alalım ve mesela yağmura bakalım: Şöyle sorulsa, “Yağmur neden oluyor?” Cevap versek, “Bulutlardan oluyor.” Sonra tekrar sorulsa, “Peki bulutlar neden oluyor?” Cevap olarak anlatsak, “İşte denizlerin dalgalarında şunlar açığa çıkar… Havada şöyle birleşir… Şöyle olur, böyle olur…” diye anlatsak, sonra soru sahibi tekrar sorsa, “Peki o denizlerden yükselen ve havada bulunan şeyler neden oluyor?” Artık bu sorunun bir mantığı var mıdır? Elbette yoktur. Zira bulutun oluşumu izah edildikten sonra mesele bitmiştir. Hadi faraza soruldu kabul edelim ve buna da bir cevap verildi. Peki, “Bu bundan, bu bundan, bu bundan…” diyerek kaç basamak daha ilerlenir?

Sözümüzün özü şudur: Daha şu gözümüz önündeki eşyanın varlığını bile, “Bu bundan, bu bundan…” diyerek izah edemezken, nasıl oluyor da milyonlarca senelik bir âlemi, “Bu bundan, bu bundan…” diyerek izah ediyor ve ta Allah’a kadar gelerek O’na bir yaratıcı arıyoruz? Bu nasıl bir akıldır ya da daha doğrusu akılsızlıktır! Aklı olan herkes buna şaşar.

Eserimizin burada sonuna geldik. Kim bu eseri insafla seyretse sorusunun cevabını iki kere iki dört eder katiyetinde bulur. İnsafı elden bırakana ise ne kadar dense yine azdır. Öyle ya, hidayet Allah’tandır. Kul isteyecek ki Allah ona hidayet versin. Kul istemezse, Allah da hidayetini murad etmezse, biz ne kadar anlatırsak anlatalım yine iman gerçekleşmez. Cenab-ı Hakk’tan, gönülleri vesveselerle yaralanmış olanlar için hidayet istiyor ve bu eseri hidayetlerine vesile yapmasını niyaz ediyoruz.

Cenab-ı Hakk bu eseri günahlarımıza kefaret yapsın. Bizi kendine kul ve Habibine ümmet eylesin. Bu eserin dağılması hususunda gayret gösteren bütün kardeşlerimizin amel defterlerine kıyamete kadar bu eserin seyredilmesinden hâsıl olacak sevabı bitamamiha yazsın. Âmin!

Dostoyevski ve Bediüzzaman

Dünyanın büyük muzdarip yazarları vardır, onlar takatı beşerin fevkinde büyük zulümlere uğramışlar ama tavırlarında , tefekkürlerinde bir değişme olmamış, doğru bildikleri yolda taviz vermeden gitmişlerdir. Bunlardan biri Bediüzzaman ve bir diğeri Dostoyevski’dir.

Her ikisi de ölüm ile burun buruna yaşamışlar ve büyük ve demode olmayan klasik eserler vermişlerdir. Bu kadar büyük baskıların içinde yazmaktan geri durmamış insanlığın temel sorunlarına bakış açılarına göre çare aramışlardır. Büyük yazarların eserlerinde insanlar kendilerini bulurlar.

Andre Gide Dostoyevski’nin eserlerini kendini anamaya veya kendi düşüncelerini anlatmaya vesile bulur. Onunla karşılaşmayı hayatının mutlu karşılaşmalarını sınıfına dahil eder. Kendimizi tanımamızda büyük yazarların büyük tesirleri vardır. Bediüzzaman insana tanımadığı dünyasını anlatır. Doğduğumuzda bir yeryüzünde yaşamak diye ölü bir imajımız vardır. Bediüzzaman Kur’an sayesinde arzı bize tanıtır, o arz ve sema ki Allah’ın en estetik yarattığı ülkedir, “bediüssemamavatı vel ard”ı bize izah eder. “Arzı ve semayı güzel yarattım ta ki siz de güzel şeyler yapasınız” kelamı bedinin sahibi zülcelali. Kur’an bize arz ve semayı ki Allah’ın güzel sanatlar müzesi olan kainatın en dikkat çeken iki eseridir. Bize kitabında onları anlatır. Bediüzzaman da onları bize çok yönlü anlatır.

Bediüzzaman ve Dostoyevski ikisi de Rus coğrafyasında ölüm ile burun buruna gelirler. İkisine de çarın ülkesinde ölüm uğrar, Bediüzzaman sürgünde Rus kumandanına ayağı kalkmaz, ölüme mahkum edilir, rus devlerinin olmayan şevketi ile alay etmiştir, ama o aslında Allah için kıyam ve eğilmeye alışmış kişi bir çarın şevketi önünde duramaz. Menfaat kelimesini telaffuz etmemiş Bediüzzaman en büyük menfaat olan hayatı bize istihkar etmiştir. Onunu samimiyeti kumandanın paslı ruhunu harekete geçirmiş kakarından vazgeçmiştir.

Dostoyevski hapse atılır, ölüm cezasına çarptırılır, Çarın aleyhine mektup okumuştur. Dosto acıların içinde kendini keşfetmiştir. ”insanda büyük bir acıya katlanma ve yaşama gücü var ve inanın bunun bu derece olduğunu hiç sanmıyordum. Şimdi hayatıma devam ederek bunu öğrendim.”(Temmuz 1948) Günahtır umutsuzluğa düşmek, aşkla yapılmış ölesiye bir çalışma, işte gerçek mutluluk.” “ Çok daha kötüsünü bekliyordum şimdi anlıyorum ki bende tüketilmesi pek zor bir yaşama gücü var.”
1849 un Aralık ayında hayatının en acı hatırasını anlatır. “Bugün 22 aralık Semionovski meydanına götürdüler bizi . Orada hepimize ölüm fermanımız okundu, haçı öptürdüler, başlarımız üstünde kılç kırdılar ve son süsümüz yapıldı, beyaz ölüm elbiselerimiz giydirildi. İçimizden üç kişiyi idam sehpasına çıkardılar. Ben altıncıydım, üçer üçer çağırıyorlardı, bu duruma göre ikinci grupta ben çıkacaktım. Birkaç dakikalık ömrüm kalmıştı. En sonunda d uuur borusu çalındı , boynuna ip geçirilmiş olanları geri getirdiler ve bize Haşmepmeaplarının hayatımızı bağışladıkları okundu

Bediüzzaman hayatında ölümle müteaddid defalar yüzyüze gelmiş, ama hiçbirinde azrailin vakitsiz gelmesi gerçekleşmemiş, o büyük adam yine eceli ile hayatı arkasında bırakıp gerçek hayata azmi rah etmiş.”Hak bildiğim yerde korku elimi tutamadı” demiş. En büyük ceberutlara karşı Allah’ın şevketini gösteren namazın hukukunu savunmuş.

Bediüzzaman ve Dostoyevski insanları, eşyaları, hayvanları, olayları sever ve sevdirirler. Gelenek Allahın dışındaki şeylere sevgiyi zaman zaman zaman yersiz telakki etmiştir. Bediüzzaman eşya ve nesneleri ilahi şahitler olarak görür. Özellikle Katsamonu’da yazdığı Ayet ül Kübra ve Münaccat da önceki eserlerinde olmadık şekilde eşya ve nesneler görülür. Onun sanatı burada farklı öğeler ile zenginleşmiştir. Münacaat da dünyanın belli başkı nesne ve olayları ilahi şahitliklerini yapar ve onun elinde dua metinlerine dönüşürler. Tabiatçıların Allahtan kopardığı şeyleri o onların elinden alır. “Camid şuursuz bulut abı hayat olan yağmuru , muhtaç olan zihayatların imdadına göndermesi ancak senin rahmetin ve hikmetin iledir. “ Toprak insan hayatında önemli bir öğedir. Günde defalarca secdeye kapanmak aynı zamanda rahmetin kapısı olan toprak kapısını çalmaktır. Başımı her yere koyduğumuzda İlahi rahmete muhtaç olan ruhumuzun rahmet kapısını çalışını gösteririz. Çalmadığın kapı açılmaz, kapıyı her secdede döven çalan baş ilahi rahmetin kapısını cennetin kapısını açar. Ne kadar çalarsan o kadar çabuk açılır.Çünkü insanın sadık yâri topraktır. “ Hadsiz bütün zihayatın ayrı ayrı rızıkları , vakti vaktine kuru ve basit bir T o p r a k t a n , rahimane , kerimane verilmesiyle o hadsiz efradın kemal-i musahhariyetle evamir-i rabbaniyeye itaatleri , rahmetinin her şeye şumülünü ve hakimiyetinin her şeye ihatasını gösteriyor.” Bütün nimetleri hazinesinden bize veren toprağa konulan baş o rahmet kapısının sahibine teşekkürdür ve sana çiçeği, meyveyi, her şeyi uzatan toprağa başını yere koyarak teşekkür ediyorsun, onun arkasındandaki rahmetin ilkesine. Allah’a secde ederken onun rahmetinin kapısına baş koymak , ne kadar uygun birbirini destekleyen bir mana. Toprağın insan düşüncesine yaptığı fikri ve dini yorumlar kitaplara sığmaz. Veysel;

Yüzün cırdım tırnak ilen el ilen
Başın yardım kazma ilen bel ilen
Gene karşıladın beni gonca gül ilen
Benim sadık yârim kara topraktır.

demesi hakikatı ne güzel ifade eder. Bediüzzaman da “ Tam toprak gibi mahviyet ve terki enaniyet” diyerek toprağa benzemeyi salık verir.

Dostoyevski Alllah’ı anlatır. ”Tüm otlar, böcekler , karıncalar, arılar, akılları olmadığı halde kişiyi şaşırtacar derecede yollarını biliyorlardı. Tanrı sırrının bir yüce delili buydu.”( K K 383) Şaşırmayan varlıklar ve şaşırtmayan yollar.

Ata bak soylu bir hayvandır. İnsanoğluna yakın bir hayvan , ya da onu besleyen onun için çalışan boynu bükük düşünceli duran öküze. Gözlerinin içine bak. Ne cana yakın ne içten , güven dolu, onu her fırsatta kamçılayan kişioğlunu besleyen ne yüce bir sevgi vardır bakışında.. “(K K 383)

Allah’ın sözlerinden habersiz bir ulus yok olmaktan kurtulamaz. Çünkü ruhu bu sözlerin her türlü kutsal dersin özlemiyle kıvranır”(382) Batı romanı kendi dinleri doğrultusunda karakterler meydana çıkarmıştır. Hugo’nun ünlü Sefiller romanında Janvaljan. Karamazof Kardeşler’de Zosima Baba böyle karakterdirler. Dinlerine bağlı, insanlara dinin kutsallığını ve bütün kapalı kapıları olan toplumda tek açık kapı olarak gösterirler. Bizim romanımızda ne yazık ki böyle kişiler yok. Bediüzzaman klasik din telakkisinin dar dairesi içine itilmiş.Onun batının büyük yazarlarını aşan boyutu var. Ama bizimkiler sanat ve edebiyat okumazlar, Bediüzzzaman bütün sanat kelimeleri ile dini anlatır, eserleri ilahi sanatın sanat felsefesi ve şerhleridir. Bediüzzaman karşılaştırarak bakılırsa sistematik bir düşünürdü Her eserinin şaşmaz bir planı ve programı vardır, Mesela Münacaat’ın planı büyük, malikanelere ve saraylara benzer. Semavattan yeryüzüne bütün büyük ilahi sanat örneklerini anlatır, Allah’a bağlar.Her epizot birbirine çok güzel bağlanmıştır. Dosto ise onun kadar sistematik değildir. Taşkın ilhamının sularında dolaşır, ama Karamazof’u büyük bir eserdir, onda ne yok ki .

O da Bediüzzaman gibi bakmayı öğretir. “Allah’ın bize bağışladığı şeylere bakın bir. Gözyüzü pırıl pırıl, hava mis gibi , otlar körpecik, kuşlar cıvıldaşıyor. Doğa huzur içinde mutlu. “(389) Bazan ahlak dersi verir” Eğrilikte dünyanın öbür ucuna gidilir, ama geri dönülemez”(399) İdeal din adamı çizer” Dini baş eğme , perhiz, ibadet , gerçek özgürlüğe götüren yol budur. Gereksiz aşırı ihtiyaçlardan uzak durma. Böylece kendimin bencil , gururlu iradesini yatıştırırım. Dini baş eğmelerle kırbaçlarım onu . Böyle Allah’ın yardımı ile irademi özgürlüğüne kavuştururum.”(404)

Bediüzzaman büyük sanat eserlerini anlatır. “Bahirler, nehirler, çeşmeler ve ırmaklar, senin vücub-ı vücuduna ve vahdetine bedahet derecesinde şehadet ederler. Evet bu dünyamızın menba-i acaib buhar kazanları hükmünde olan denizlerde hiçbir mevcut , hatta hiçbir katre su yoktur ki vücudiyle intizamıyla, menfaatiyle ve vaziyetiyle Halıkını bildirmesin.. “ Dört farklı noktadan bakmış, vücudu, sonra intizamı, arkasından menfaati ve bir de durumu, duruşu, vaziyeti, ne kadar dikkatli bir perspektifle bakıyor eşyaya” ve basit bir kumda ve basit bir suda rızıkları mükemmel surette verilen garip mahluklardan ve hilkatleri gayet muntazam hayvanat-ı bahriyeden hususan bir tanesi bir milyon yumurtacıkları ile denizleri şenlendiren balıklardan hiçbirisi yoktur ki hilkatiyle ve vazifesiyle idare ve iaşesiyle ve tedbir ve terbiyesiyle yaratanına işaret ve Rezzakına şehadet etmesin. Hem denizde kıymettar, hasiyetli, zinetli cevherlerden hiçbirisi yoktur ki güzel hilkatiyle ve cazibedar fıtratıyla ve menfaatli hasiyetiyle Seni tanımasın, bildirmesin”(L 363) Garip mahluklar, deniz esini denizde kalmış.

Dosto ne diyor ” Allah’ın varlığını içimizde hissederiz, paha biçilmez bir elmas gibi bütün yeryüzünü aydınlatacaktır.”(408)

Duayı anlatır. “Delikanlı duayı unutma. Yürekten ettiğin her duada yeni bir duygu parıltısı vardır. Bu duygu parıltısında o zamana kadar tanımadığın seni yeniden güçlendirecek bir düşünce saklıdır. Duanın kişiyi eğittiğini göreceksin o zaman. Şunu da unutma hergün her fırsatta şunu söyle .Tanrım bugün sana kavuşan kullarına merhamet eyle. Bir insan Allah katına çıktığı zaman dünyada onun arkasından da dua eden onu seven birisinin bulunması ruhunu sevinçle doldurur. O zaman Allah ikinize de sevgi ve şefkatle bakar.Senin hatırın için onu bağışlar.”(411)

Bazen sevgiyi anlatır. ” Onun bütün yaratıklarını her şeyi , kum tanesini sevin. Onun en küçük yaprakçığını , ışığını, hayvanlarını , bitkileri herşeyi sevin . Bunları seversen O’nunsırrına erersin.Bu sırra bir kez erdikten sonra her gün biraz daha iyi anlarsın onu. Sonunda bütün dünyayı sevmeye başlarsın. Hayvanları sevin, düşüncenin başlangıcını, sessiz mutluluğu Tanrı vermiştir onlara. Mutluluklarını bozmayın hırpalamayın onları. Günahsızdır onlar, onlar, çocukları da sevin günahsızdır melekten farksızdır onlar. Bizleri duygulandırmak, yüreklerimizi günahlardan arındırmak için gelmişlerdir yer yüzüne. Bir çocuğu üzmek büyük günahtır.”(412)

Bazan sırlı konulara girer. “ Tanrı başka dünyalardan aldığı tohumları dünyamıza ekmiş, bahçesini yetiştirmiştir. Filiz verebilen tohumlar filizlenmiştir. “Bediüzzaman insan dünyasında bütün alemlere açılan kapılan olduğunu söyler, bazı büyük insanlar o kapılardan başka alemlere gider gelirler.

Ölçülü almaya alıştır kendini, her şeyi zamanında yap. Yalnız başına kaldığında dua et. Yere kapanarak toprağı öpmekten zevk duy. Her zaman toprağı öp, doymak bilmez bir sevgi ile sev onu.”(420)

Dosto, Karamazof ‘da kafasını kurcalayan Allah inancını anlatır, bu başka bir konu. İki büyük adam da farklı coğrafyalarda insanlara güzel fikirler aşılamışlar. Görmeyi, duymayı , hisssetmeyi, duayı, Allah’a sığınmayı, eşya ve nesneleri , insanları , hayvanları sevmeyi , her şeyin ötesinde Allah’ı sevmeyi, tapınmayı..

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Cuma Duası (Cumanız Mübarek Olsun..)

Fahr-i kainat, Ekmel-i mahlukat, Hâtem-i Enbiya, Muhammed Mustafa Efendimiz(ASM)’in duâlarından bazıları:

“Yâ Rabb! Kalbimi nurlandır, gözümü nurlandır, ku­lağımı nurlandır, sağımı nurlandır, solumu nurlandır, üs­tümü nurlandır, altımı nurlandır, önümü nurlandır, arkamı nurlandır ve beni nûr eyle (bir başka rivayette) benim damarlarımı nurlandır, etimi nurlandır, kanımı nurlandır, saçımı nurlandır, yüzümü nurlandır.” (1)

“Ey Rabbimiz, bize dünyâda da iyilik, güzellik ver, âhirette de iyilik, güzellik ver. Bizi ateş azâbından koru,” (2)

“Yâ Rabb, benim hatâlarımı, bilmeden yapdıklarımı, işimde aşırı gitmemi, ve Senin benden çok iyi bildiğin hallerimi mağfiret eyle. Allah’ım, benim latifeleşmelerimi, ciddiyet hallerimi, hatâen ve kasden yaptıklarımı ve bende olan her şeyimi mağfiret eyle!” (3)

“Ey, Rabbim! Gayb ilminle ve halk üzerine kudretinle, hayatı benim için hayırlı gördükçe beni yaşat, ölü­mü benim için hayırlı gördüğün zaman da beni vefât ettir. Ey Rabbim! Gizlide ve açıkda senden haşyetini istiyorum. Rızâ hâlinde de, gadab hâlinde de ihlâs sözünden ayırmamanı istiyorum, fakirlikte de zenginlikte de i’tidâlden ayırmamanı istiyorum. Senden tükenmez bir ni’met, kesilmez bir göz ferahlığı (yüzde açıkça görülen neş’e ve huzûr) istiyorum. Senden beni kazâna râzı kılmanı, ölümden sonra yaşamanın serinliğini istiyorum. Senden yüzüne bakmanın lezzetini; sana kavuşmanın şevkini istiyorum. Bütün bunları zarar vericinin zararından, sapdırıcı bir fitneden uzak olarak vermeni istiyorum. Ey Rabbim! Bizi îmân zîynetiyle süsle, bizi doğru yolda olan hidâyet rehberleri kıl.” (4)

“Ey Rabbim! Senden bildiğim ve bilmediğim hayrın hem çabuk, hem geç olanını istiyorum. Ey Rabbim Re­sûlünün senden istediğini istiyorum, Resûlünün sana sı­ğındığı şeyden ben de sana sığınıyorum. Allah’ım benim için kaza ettiğin şeyin âkibetini doğru yola ulaştır.” (5)

“Ey Rabbim! Ben zayıfım, rızân yolunda benim zaa­fımı kuvvetlendir. Beni nâsiyemden tutup hayra sevk et. İslâm’ı rızâmın en son noktası kıl. Ey Rabbim, ben zayıfım, beni kuvvetlendir. Ben zelîlim beni azîz kıl. Ben sana muhtacım, beni rızıklandır.” (6)

“Ey Rabbim! Acizlikten, tenbellikten, korkaklıktan cimrilikten, eli kolu dökülür derecede takatsızlıktan kasvetten, gafletten, zilletten, azlıktan, meskenetten sana sığınırım. Fakirlikten, küfürden, fısktan, şekavetten, nifaktan, yapdığını insanların duyması ve medh etmeleri için yapmaktan, riyâdan, sana sığınırım. Sağırlıktan, dilsizlikten, delilikten, cüzzamdan, abraslıktan ve kötü hastalıklardan sana sığınırım.” (7)

Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- duâasında: “Ey Rabbim! Beni, iyilik ettiği zaman sevinen, kötülük ettiği zaman istiğfar edenlerden kıl.” (8)

“Ey kalbleri çekip çeviren Rabbim! Kalbimi dînin üzere sâbit kıl.”  (9) 

www.NurNet.Org


(1) Buhârî, Deavât, 9; Müslim, Müsâfirîn, 181;
(2)Bakara Sûresi, 201.
(3)Buhârî, Deavât, 60; Müslim, 70.
(4) el-Camiu’s Sağir.
(5) İbn Mâce, Duâ, 4.
(6) Râmüzü’l-ehâdis.
(7) Benzeri hadisler Buhârî, Deavât, 39, vd.
(8) Camiu’s-Sağir.
(9) Tirmizî, Deavât, 85.

 

İstiyorsan (Şiir)

Firdevs cennetini istiyorsan Allah’tan,
Uzak durmalısın tüm haramlardan,

Kılmalısın beş vakit namazı vaktinde,
Tutmalısın orucu Ramazan geldiğinde,

Unutmayasın malındaki fakirin hakkını,
Vermelisin senede bir malından zekatını.

İnsanlıktan nasibini almış bir evlat isen eğer,
Verme ana ve babana bir damla sıkıntı ve keder,

Bir zerre merhamet varsa yüreğinde,
Zarar verme bir karıncaya bile yürüdüğünde.

Tertemiz bir eş istiyorsan Allah’tan,
Yüzünü, gözünü çevireceksin sokaktan,

Emin olarak bakmak istiyorsan ilerde helalinin gül cemaline,
Bakmamalısın o zaman sana haram olanların yüzüne, gözüne,

Helal dairesi geniştir, harama girmeye lüzum yok demiş Bediüzaman,
Ne diye yakarsın ebediyetini, dünyadakiler ahirete nispeten sap, saman.

Halil İbrahim DEDE
16/06/2014-Çorlu

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version