Risale-i Nur Cemaati ile Camia Farkı Nedir?

Asrımızı ve gelecek asırları tenvir eden Bediüzzaman ve Kur’ân’ın manevî tefsiri olan Risale-i Nur eserleri, 80–90 sene önce verdiği müjdeler günümüzde bir bir ortaya çıkınca, bundan rahatsız olanlar, Bediüzzaman ve onun talebeleri üzerinde fitne fesat karıştırarak, estirdikleri kirli hava ile gündemi sıcak tutuyorlar.

Bir taraftan, Risale-i Nur eserlerini sadeleştirme hıyanetiyle uğraşanlar, diğer taraftan Risale-i Nur eserlerinde tahrifat yapılmış, asılsız sözlerle boş boğazlık yapanlar, bir diğer taraftan  Nur cemaatini siyasete ve camialarla karıştıranlar…

Risale-i nur’un müellifi Bediüzzaman diyor ki: “Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer…”1 Sadeleştirmeye güzel bir cevap olsa gerek.

Risale-i nur eserlerinde tahrifat yapılmamıştır. Ancak baskıcı ve istibdatçı rejim tarafından verilen rahatsızlıklardan dolayı, tedbir olarak, bazı kelimeler Bediüzzaman tarafından kendi eliyle değiştirmiştir.

Mesela, eski Said dönemine ait içtimaî meselelerde geçen Kürdistan yerine; şarki Anadolu- 1923’ten sonra kullandığı Kürdi imzası yerine; Said-i Nursi, 1935’te Eskişehir mahkemesinde Kürdi lakabına şiddetle karşı gelmesi vs, vs,  benzeri tasarruflarda bulunan bizzat eserlerin müellifi Üstad Bediüzzaman’dır. Bu da onun en tabiî hakkıdır.

Siyaset meselesine gelince, Risale-i Nur cemaatinin siyasetle alakadar olmadığını gösteren birçok ispatlı delillerden bir delil, şöyle ki: Emirdağ’ında Hamza Emek ağabeyin yakınları belediye başkanlığı için aday olmasını isterler.  Hamza Emek, Üstad’ın görüşünü almak ister. Sabah erkenden Üstadın kapısını çalar.

Zübeyir Ağabey, Üstad’ın mesajını Hamza ağabeye aynen iletir:

“İzin yok kardeşim. Belediye başkanı olursan siyasetin olumsuzlukları cemaate fatura edilir. Aramıza fitne sokulur. Bizim müdahalemiz buraya kadar. Biz hizmette varız, ücrette yokuz!” der. İşte Risale-i Nur cemaatinin esası siyaset ve ücret değil, hizmettir. Bu esası korumak için, Bediüzzaman, “euzu billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyase” demiş, şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınmıştır.

Bu kısadan da anlaşıldığı üzere Bediüzzaman ve talebeleri siyasetle uğraşmamışlar ve uğraşmıyorlar da. Siyasî ve gizli cemiyet kurmakla itham edilmiş veya ediliyorsa da, tamamen yalan ve iftiradan ibarettir. Cemaatten biri kendi hesabına siyasete girse, o kişi cemaati temsil edemez. Cemaat bir şahs-i manevidir. Kimsenin tekelinde değildir. Üstat bile bir talebedir. “ben bir ders kardeşinizim” demiş.  Nur cemaati bu güne kadar kimsenin vesayeti altına girmemiş, girmeye de tenezzül etmiyorlar.

Bediüzzaman hazretleri Risale-i Nur cemaati için şöyle diyor: “Evet, biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız; evvela kendimizi, sonra mil­letimizi, ebedî idamdan, daimî ve berzâhî münferit hapisten kurtarmak; vatandaş­larımızı anarşilikten ve serserilikten korumak ve iki hayatımızı imhaya sebep olan zındıkaya karşı Risale-i Nur’un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhâfaza etmektir.”2

Keza “Evet, biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon (şu anda 1.5 milyara yakın) dâhil mensupları var. Ve her gün beş defa namazla, o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemâl-i hürmetle alâkalarını ve hiz­metlerini gösteriyorlar;  kudsî programıyla birbirinin yardımına, dualarıyla ve mânevî kazançlarıyla koşuyorlar. İşte biz, bu mukaddes ve muaz­zam cemiyetin efrâdındanız ve hususî vazifemiz de, Kur’ân’ın imânî hakikatlerini tahkîkî bir sûrette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve dai­mî, berzâhî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyâsî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medâr-ı ithamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve mânâsız gizli cemiyetle hiçbir münâsebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.”3

Risale-i Nur cemaatine bütün ehl-i iman dâhildir. Yani Kâbe’ye yönelen tüm mü’minlerin akidesi birdir. Haremeyn-i Şeri­feynde birleşiyorlar. Bütün peygamberlere iman esası ile reisleri Resûlüllah’dır. Maksat ve gayeleri, Kur’an-ı Kerim’i rehber, Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve insanlara imanı dersleri vermektir. Zaten Cenab-ı Allah’ın emri de budur. Hucurat süresi, ayet 10’da şöyle buyurmuş, Mevla’mız! Mü’minler kardeştirler” Dolayısıyla Risale-i nur cemaatinin esası, gayesi mü’minler arasında uhuvveti, ihlâsı ve sadakati tesis etmektir.

Dolayısıyla, Risale-i nur cemaatinin meslek ve meşrebi tamamen imanı ve uhrevidir.  “Camia”larla karıştırmamak lazımdır. Camia her çeşit insanı bünyesinde barındıran, siyasetle meşgul olan, devlettin birçok kademelerinde memuriyet görevine talip olan bir topluluktan ibarettir.  Fethullah Gülen camiası bir örnek sayılabilir. Zaman zaman bu camiayı; Risale-i nur cemaatiyle ilişkilendirenler olsa da; meslek ve meşrep itibariyle birbirlerinden ayrıdırlar. Fethullah Gülen ve mensupları; hiçbir zaman nur cemaati ile yakın ilişkileri olmamıştır. Nur cemaati de; Gülen camiasına “müminler kardeştir.” Emriyle yaptıkları yanlışları için onlara acımış ve her zaman mesafeli durmuşlar.

Son günlerde Fethullah Gülen ve hükümet arasında meydana gelen üzücü hadiseden dolayı elbette, Nur cemaati de üzülmüştür. Üstadın dediği gibi;“beşer zulüm eder, kader adalet eder” kaidesiyle, otuz seneden beri nur cemaatini, Gülen camiasıyla karıştıranlar vardı. Vaki olan hadiseyle Nur cemaati, Gülen camiasından ayrı bir ekol olduğu ispat edilmiştir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbekir

05.02.2014

 www.NurNet.org

KAYNAK

1- 29.cu mek.5.ci.des.şeytaniye

2-Şuâlar, sh. 317–318.

3-Tarihçe-i Hayat, sh. 400–401.

Küresel ahzâbın karşısında!

Medine’nin yüz yüze geldiği en büyük saldırıydı Ahzâb savaşı. Bedir’de yenilen, Uhud’dan umduğu sonucu devşiremeyen Kureyş, bu kez Arabistan’ın bütün hizipleriyle birleşerek Medine’ye karşı ortak bir yürüyüşe geçmişti.

Bu birleşik hizipler tablosunda, Kureyş müşriklerinin yanında, Arabistan’ın büyük müşrik kabileleri, Hayber Yahudileri, ‘Medinetü’n-nebî’ (Peygamber şehri) haline geldiği için Yesrib’e küsen Ebu Âmir Fâsık ve taraftarları ve başkaları vardı. Dahası, Medine’nin yanıbaşındaki Kuba’da yaşayan Benî Kurayza Yahudileri, Peygamberle yaptıkları anlaşmaya rağmen, bu birleşik hiziplerle bu anlaşmaya ihanet hususunda sözleşmişlerdi. Yanısıra, Medine içinde münafıklar, Allah ve Resûlü hakkında türlü çeşit zanlar üreterek mü’minleri demoralize etmeyi amaçlıyorlardı.

Bütün bu hiziplerin tek hedefi vardı. Medine’yi işgal edip Hz. Peygamberi ifna ederek İslâm’ı tarih sahnesinden silmek.

Onların bir gün ansızın Medine’ye saldırmak üzere yapmış oldukları bu plandan günler önce haberdar olan Hz. Abbas, haberi bir ulak vasıtasıyla hızlıca Medine’ye ulaştırdığında Efendimiz aleyhissalâtu vesselam ve sahabilerin başvurduğu tedbir, Selman-ı Fârisî’nin kabul gören önerisiyle, şehrin surlarla çevrili olmayan açık kısmına ikibuçuk metre derinliğinde, dört metre genişliğinde ve yaklaşık dört kilometrelik bir hendek kazmak oldu. Çok kısa bir zamanda bu kadar geniş bir hendeği kazmak harikulâde bir neticeydi. Gıda bakımından kıtlığın sözkonusu olduğu bir dönemde, mucizelere de mazhar olmuştu Efendimiz aleyhissalâtu vesselam ve sahabiler. Az bir hurmanın herkesin doyacağı şekilde bereketlenmesi; Cabir radıyallahu anhın davetine Efendimizin bütün sahabileri çağırmasına karşılık en fazla on kişilik yemeğin yaklaşık dörtyüz kişiye yetmesi gibi mucizeler…

Bu mucizelerin en manidarı ise, hendek kazılırken sahabilerin karşısına çıkan ve bir türlü parçalayamadıkları; parçalanamadığı takdirde ise müşriklerin Medine’ye saldırısı için bir geçit işlevi görecek olan kocaman kaya ile ilgiliydi. Bu kayanın durumu haber verildiğinde Efendimiz âlemler Rabbine yönelip dua ederek kayaya üç balyoz vuracak; bu üç vuruşla kaya parçalanacak ve her vuruşta herkesin gördüğü bir nur parıldayacaktı. Her parıldayışta, Efendimiz aleyhissalatu vesselam, sahabilerine İslâm’ın istikbalini haber verdi: “Bana Medâyin’in sarayları gösterildi.” “Bana Busrâ’nın sarayları gösterildi.” “Bana Yemen’in sarayları gösterildi.”

Mü’minler Medine’de 28 gün boyu Arabistan’ın birleşik hiziplerinin, yani ‘ahzâb’ın kuşatması altındayken, münafıklar, Efendimizin mazhar olduğu bu mucizeyi akıllarınca alaya almaya yeltendiler. İçlerinden, “Muhammed bize şuraların şuraların saraylarının fethedileceğinin haberini veriyor, halbuki biz üç adım öteye çişimizi yapmaya gitmeye bile korkuyoruz” diyecek kadar düşkünleşenler oldu.

Ahzâb sûresinin haber verdiği üzere, münafıklar ile onlardan etkilenen ‘kalbleri hastalıklı’ kimselerin Allah ve Resûlü hakkında türlü çeşit zanlara düştüğü bu kuşatma şartları, mü’minlerin ise sadece imanını arttıracaktı. Zira âlemler Rabbi, iman etmelerine karşılık başıboş bırakılmayacaklarını; malları ve canlarıyla sınanacaklarını bildirmişti kendilerine. İşte, Allah’ın vaad ettiği ağır bir sınanmaydı yaşadıkları…

Sonuç, 28 günlük sonuçsuz bir kuşatmadan sonra müthiş bir fırtınaya maruz kalan hiziplerin kuşatmadan vazgeçip elleri boş halde evlerine dönmeleri oldu. Bu, birleşik hiziplerin Medine’ye karşı son saldırısıydı. Bundan sonra, bir daha Medine’ye saldıracak mecal bulamadılar.

Buna karşılık, Allah’ın vaad ettiği fetih de gerçekleşip Mekke İslâm’a teslim olduğunda, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, bizim ‘Hendek savaşı’ diye bildiğimiz o Ahzâb savaşı günlerine atıfla, “Allah sözünü yerine getirdi, kuluna yardım etti ve birleşik hizipleri tek başına yenilgiye uğrattı” diye hamdedecekti…

Ve sonraki yıllar içinde İslâm, tam da Peygamber aleyhissalâtu vesselamın haber verdiği şekilde Medâyin (Mezopotamya-Anadolu-İran), Busrâ (Mısır-Afrika) ve Yemen (Hint alt-kıtası, Uzakdoğu) üzerinden üç kıtaya yayıldı.

İslâm, kök saldığı bu üç istikametten, bu tarihten sonra asla sökülüp atılamadı. Ne Moğollar, ne Haçlı seferleri, ne sonraki asırlardaki Avrupa istilası İslâm’ı bu üç istikametten gerisin geriye sürüklemeye muktedir olabildi. İşgal de etseler, asla fethedemediler…

Bu yöndeki son büyük saldırı, modern dönemlerde önce, Batının birbiriyle rekabet halindeki hiziplerinin birleşik halde beraberce İslâm’a ve Müslüman topraklarına yönelik bir harekâta girişmesiyle gerçekleşti. Hollanda gibi ufacık Avrupa ülkelerinin bile Müslüman topraklarından ‘sömürge’ devşirdikleri bu dönemin ‘öldürücü darbe’ye heveslendiği safha ise, Osmanlı’yı ve İstanbul’u hedef alan Birinci Dünya Savaşı günleriydi. Bediüzzaman’ın “Devaü’l-Ye’s”ini ve “Rüyada Bir Hitabe”sini, Mehmed Akif’in “Çanakkale Şehitlerine” şiirini işte o günlerin şartları içinde düşünerek hakkıyla anlayabiliyor insan.

Sonrası, Müslümanların bilfiil Batının sömürgesi olmaktan adım adım kurtuldukları, ama bu kez Batının Müslüman isimli ‘mutemed’ adamlarının ve hiziplerinin sultasına mecbur kaldıkları dönemdi. ‘Kurtarıcı’lardan ‘kurtulma’ mücadelesine mü’minleri mecbur bırakan dönem…

Neredeyse yüzyıl süren bu dönemden sonra, mü’minlerin bu ülkede ve başka coğrafyalarda gerçek anlamda bir ‘kurtuluş’ imkânına kavuştukları; dahası, kurtuluşlarının birbirinin kurtuluşuna baktığının farkına vardıkları; bu bakımdan, Bediüzzaman’ın ümidiyle ‘uhuvvet-i İslâmiyenin mucizelerinin görüleceği’ bir zeminin ipuçlarının görüldüğü bir zeminde bu ülkede, Suriye’de, Mısır’da, İslâm coğrafyasının diğer kısımlarında yaşananlar, bana bir ‘küresel ahzâb’la yüzyüze olduğumuzu hatırlatıyor. İslâm’ın ilk döneminde nasıl Arabistan’ın birleşik hizipleri beraberce sahabilerin üzerine saldırdıysa, bugün de yerkürenin İslâm’a karşı birleşen bütün hizipleri bir ‘küresel ahzâb’ sûretinde her koldan, her imkânla Müslüman dünya üzerinde hâkimiyetini koruma mücadelesi veriyor. Küresel ahzâbın, bu uğurda her oyuna ve her ittifaka açık halde, ümmetin gerçek anlamda kurtuluşunun, küresel zulme karşı direncinin ve ittihad-ı İslâm’ın simgesi ve ümidi olmuş isimleri hedef tahtasına yerleştiren bir ‘küresel ahzâb’ karşımızdaki…

İslâm coğrafyasında epeyce zamandan ve özelde bu ülkede yakın zamandan beri olup bitenlerin benim dünyamdaki karşılığı bu…

Dolayısıyla, ümmetin ümidi ve simgesi olmuş isimleri uğradıkları her türden saldırıya karşı savunmak da, basitçe bir ‘siyaset’ meselesi değil.

Nerede ve niye durduğumu, niye bu açık ve bazılarına göre mert, başka bazılarına göre sert bir şekilde bu duruşumu ifade ettiğimi merak edenlere, cevabım kısaca budur.

Metin Karabaşoğlu

Karakalem.net

Dünyaya İmtihana Geldiğimizi Unutmayalım!

Esselamu aleyküm ve rahmetullah

Muhterem kardeşlerim! Üstadımızin dediği gibi: “Zaman gösterdi ki, cennet ucuz değil cehennem de lüzumsuz değil.”

Hiçbir zaman unutmamamız lazım ki, bu dünyaya imtihana gelmişiz. Madem öyle; çok uyanık olmalıyız ve bilmeliyiz ki: O imtihanı vermek çok zordur. Bilhassa yaşadığımız bu zamanda !  Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki! İbni Abbasın rivayetine göre  Peygamberimiz a.s.m.,Hadisi şerif ile Müslümanlara emretmiş! Bu zamanın şerrinden bu dualarla Allaha sığının: “Allahüme ecirna min’fitnetil mesihiddecali vessüfyan ve min fitneti Ahirizzaman.”  ( İbrahim Cananın Kütübi Sittesinden alındı.) Yani, Müslümanlar her namazdan sonra bu duayı okuyarak yaşadığımız zamanın şerrinden Allaha sığınmışlar.

Evet, Meleklerin de akılları var, ama onlar terakki ve tedenniden uzak yaşarlar. Şeytanında aklı var, ama kötülük, şer yapmak ve yaptırmaktan başka işe yaramaz.

İnsan ise, öyle değildir, bu insan meleklerin de üstüne çıkabilir vahşi hayvanında altına düşebilir. Bu insan hiçbir zaman unutmamalı ki her zaman üç düşmanın karşısındadır. Onların varlıklarına inanıp şerlerinden kurtulmak için daima hazır vaziyette yaşamamız lazım. Her an ve zaman onların şerlerinden Allaha sığınmamız lazım. O düşmanları şöyle sayabiliriz:

1- imtihan için içimizde konulan nefsin şerrinden kurtulabilmek için, daima hazır vaziyette bulunmalıyız. Hele gençlerde akıldan fazla nefsin ve cinni şeytanların hükmü geçtiği için.  Biz Müslümanlar, bizim ve  Müslümanların yavrularından kız ve erkekler için Allaha dua etmeliyiz ki Allah onları yaşadığımız fitnelerin şerlerinden kurtarsın.

2- Müthiş düşmanımız olan cinni şeytanlardır. Bunların reisi olan cennetten kovulan azazil isminde o mel’une, Allah c.c. kıyamete kadar insanlara şer yapmak için izin vermiş. Öbür taraf Kur’anı Kerimde çok yerde, onların şerlerinden kurtulabilmemiz için Allah’ımıza sığınmamızı Allah emrediyor. Peygamberimiz a.s.m. bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor: Nasıl ki insanın vücudunda kan deveran yapar. Ayni onun gibi şeytanın evham ve  vesveseleri de insanın vücudunda deveran ederler. hiçbir zaman unutmayalım ki: İnsan için tecrübe tahsilden daha te’sirlidir. Bu sebepten dır ki, bir köyde veya mahallede yaşı ilerlemiş zatların tecrübelerinden istifade etmek için, insanlar onlara baş vururlar. Biz şeytanın bizlere nasıl şer yaptığını öğrenmek için yukarıda bahsettiğim tecrübeden örnek alabiliriz. Evet yaşı 7000 ulaşan ve tecrübesi çok olan cennetten kovulan o büyük şeytan: Emirlerini yerine getirmeye çalışan cinni şeytanları toplar. Hacıya nasıl? Hocaya nasıl? Nurcuya nasıl? Hanıma nasıl? Erkeğe nasıl?  Onları mağlup etmek için: Hangi damarlarından girmek lazım olduğunu öğretmek için onları toplar ve onlara ders verir.

3- Bunlar insan cinsinden olan iki ayaklı şeytanlardır. Bazı Alimlere göre bu iki ayaklıların tahribatları, 70 cinni şeytandan daha te’sirlidir. Çünkü bunlar bizim gibi konuşur. Gençlere: Hayde more sen gençsin yaşlanıp emekli olduğun zaman namaz kılarsın der genci aldatır.

Bunu bilelim ki: Çevreye nam salmış, çok kimse ile tanışan kimselerin benliğini okşayıp onları daha kolay aldatır. Fakat çevreye nam  salmamış kimseler bu düşmanların şerrinden kurtulmaları daha kolay olur.

Mevzuumu ahlak kitaplarında geçen bir hadise ile bitirmeye çalışacağım: Bir zaman bir zat varmış, hasta olanlar, şifa niyeti ile okuyup üflemek için ona giden her hangi hastalıktan hasta olan kimseye Allahın izni ile okuyup üflese, hemen şifa bulup iyileşirmiş. Bir gün, birinin  bölük çağındaki kızı hastalanmış. Adam kızının şifa bulması için komşularından yaşlı olan kimselere derdini anlatmış. onlardan biri: filan yerde mübarek bir zat var. O zat: Bu güne kadar, her hangi hastaya şifa niyeti ile okuyup üfledi ise: Allahın izni ile o adam şifa bulmuştur. Sen de kızını ona götür üflesin inşaAllah şifa bulur. O adam da, o söze uyarak hemen kızını alıp yola düşmüş. O zatın evine varınca, Şeytan okuyup öfleyen o zata: Bu fırsat kaçırılmaz. O da, hasta kızı getiren adama: İnşalla iyileşir ama kız  iki hafta benim yanımda kalması lazım. Buda öyle birinden kötülük gelmeyeceğine inanarak peki der. O zat  iki hafta içerisinde kızın namusunu iyice çiğneyerek. İki hafta sonra kızı almaya giden adama haber vermek için, şeytan insan kılığına girip, adama: sen nasıl o adama güvendin? kızın namusunu çiğnedi der. Adam oraya gidip kıza sorar? şeytanın dediği doğru olduğunu öğrenir. Ve hemen şeriatla hükmeden idareye bildirir. Hükümet o zatın hemen idamına karar verir. Adamı idam etmeye alırlar. Adamı idam ederken, Şeytan adamın annesi suretine girer. Ve idam olunan adama evladım seni ben annenden başka kimse kurtaramaz. Sen bana imanını vereceğini işaret et,  ben seni kurtarırım der. Bu da kurtulmak için verir. Ve imansız gider.

Evet pek muhterem kardeşler. Biz böyle fitnelerin şerrinden kurtulmak için Risale-i Nur eserlerini çok okuyalım. İhlas risalesini de la ekal (en az) on beş günde bir defa okuyalım. Ve sokaktakı çıplak bayanların şerlerinden kurtulmak için, Üstadımızin emri özere: Allahümme ecirna min şerrinnisa,min belainnisa, min finetinnisa dualarını günde iki şer kere okumayı ihmal etmeyelim.

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

Fani Dünya (Şiir)

Makam, mevki, mal ile mülk

Hepsi geçici ve fani

Bu dünyada “Benim!” diyen

Nerededir onlar, hani?

 

Hal böyleyken ne bu hırsın?

Sana da kalmaz bilirsin

Buna rağmen çırpınırsın

Çırpınanlar nerde, hani?

 

Bağlanma dünya malına

Hiç güvenme makamına

Gülerek git mekânına

Bağlananlar nerde, hani?

 

Güvenme fani dünyaya

Ahrette kalırsın yaya

Günahları saya saya

Güvenenler nerde, hani?

 

Vazgeç sen tul-i emelden

Her şey takdirle, ezelden

Öyleyse ne gelir elden

Yaşayanlar nerde, hani?

 

Hani nerede ecdadın

Bir fayda vermez evladın

İyi ol ki kalsın adın

Gidenler nerede, hani?

 

Tövbe et, gel doğru yola

Sakın girme sağa-sola

Gir Salihlerle kol kola

Girmeyenler nerde, hani?

 

Şükür et Yüce Rabbine

İman yerleştir kalbine

Sarıl Mevlâ’nın ipine

Sarılmayan nerde, hani?

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Görülen Rüyaları Asfiya Mihengine Vurmalı!

EVLİYA’ KELİMESİ dilimize yerleşmiştir de, ‘asfiya’ ümmete mal olamamış bir kelimedir nedense. Oysa Risale-i Nur külliyatında, İslâmî düşünce ve yaşayış mirasından süzülüp gelmiş bu iki kelime de kullanıldığı gibi, ‘asfiya’lık ‘evliya’lığın üstünde bir değer olarak anlatılır. Risale-i Nur ıstılahında, bildiğimiz ‘evliya’lık ancak ‘velayet-i suğra’ (küçük velayet) olarak tarif edilir. ‘Asfiya’lar ise, ‘velayet-i kübra’nın, yani ‘büyük velayet’in mümessilleridir.

Peki ‘asfiya’ kime denir ve evliyanın ‘velayet-i suğra’sı ile asfiyanın ‘velayet-i kübra’sı arasındaki fark nedendir?

Risale-i Nur müellifi, bu iki sorunun cevabını, Risalelerin bütününde, ama özellikle “Yirmidördüncü Söz” ile “Onsekizinci Mektup”ta verir.

Hemen belirtelim: “Yirmidördüncü Söz”ün ardından gelen “Yirmibeşinci Söz”ün “Mucizat-ı Kur’âniye Risalesi” adını taşıması, “Onsekizinci Mektup”tan sonra gelen “Ondokuzuncu Mektup”un adının ise “Mucizat-ı Ahmediye Risalesi” olması, bu bağlamda ziyadesiyle manidardır. Sadece bu iki atıf dahi, ‘asfiya’nın tarifi konusunda bize yeterince açık ve güçlü ipuçları vermektedir. ‘Velayet-i suğra’ ehlinin yüzü ilhama, ‘velayet-i kübra’ ehlinin yüzü ise ilhamdan ziyade vahye dönüktür. İlk yolda bizzat tecrübe edilen‘keramet’lere ziyade dikkat varken, asfiya yüzünü peygamber ‘mucize’lerine çevirmiş haldedir. Evliya keramet görür, asfiya mucizelere bakar.

İşte, ‘asfiya’ yolunun tarifini içeren iki anahtar risaleden ilkinin (“Yirmidördüncü Söz”) ardından Kur’ân adlı en büyük mucizeyi; diğerinin ardından (“Onsekizinci Söz”) ise, bütün peygamberlerin mazhar olduğu mucizelerin kendisinde buluştuğu Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalâtu vesselamı anlatan iki risalenin gelmesi, bu sebeptendir.

Bu dört risaleden anlaşıldığı üzere, ‘asfiya’ doğrudan ve bizzat nübüvvet mirasına vâris olmaya taliptir. Asfiya mesleği, ‘veraset-i nübüvvet’ mesleğidir. Bu verasetin öncelikli şartı ise, hakikat yolculuğunda sübjektif ‘ilhamat’ ve ‘meşhudat’ını değil, herkes için eşit derecede ulaşılabilir durumdaki ‘Kitab ve sünnet’i esas almaktır. Evliya, ilhamının izini sürer; asfiya ise ‘ders-i Kur’ân’dan gelen sünuhat’a taliptir. Asfiya da ilhama mazhar olur; ama o, ilhamını dahi Kitab ve sünnetin terazisine vurur.

Ve ne zaman ki ‘velayet-i suğra’daki bir velî kendi hususî ilhamı yerine Kur’ân’dan ve sünnetten alacağı derse öncelik verir, o da ‘velayet-i kübra’ olan ‘asfiya’ mertebesine doğru adımını atmış olur.

Sözün kısası, Risale-i Nur’un tarifiyle, ‘velayet-i suğra’ yolu, Allah’a götüren bir yol olarak makbul ve muteber görülmekle birlikte, idealize edilen, imrenilesi bir yol olarak da gözükmez. Bilakis, bu yol, ulaşılması gereken nihai menzile, yani ‘asfiya yolu’na giderken bazı mü’minlerin vardığı ama ‘aşılması’ lâzım gelen bir ara durak olarak görülür. Kaldı ki, Bediüzzaman’ın tarifiyle, asfiya yoluna ulaşmak için, ille de bu ‘velayet_i suğra’ yolundan geçilmesi de gerekmez. Ama evliya yolunda olanların da, asfiya yoluna yönelmesi beklenmektedir.

Peki neden?

Bu sorunun cevabını, sözünü ettiğimiz dört risalenin yanında, “Yirmidokuzuncu Mektub”un son kısmında, yani “Telvihat-ı Tis’a” bahsinde de okuruz.

Burada kısaca özetlersek:

‘Velâyet-i suğra’ yolundan gidenlerin mazhar olduğu ‘meşhudat’ ve ‘keşfiyat,’ tıpkı rüya gibi, âlem-i misalden kalbe gelir ve tıpkı rüyalar gibi tabire muhtaçtır. Bu yorumlama ameliyesi de, Kitab ve sünnetin mizanıyla yapılır. Ancak, keramet, keşfiyat, ilhamat ve meşhudat üzere giden ‘velayet-i suğra’ yolcularının, mazhar oldukları bu meşhudat ve keşfiyatı ‘âlem-i misal’den değil, ‘âlem-i melekût’tan, hatta ‘Levh-i Mahfuz’dan zannetme yahut zannettirme gibi bir hataya düşebilmeleri gibi muhtemel ve büyük bir risk de vardır. Gördüklerinin Kur’an ve sünnetin mihengiyle tartılarak tabir, tevil ve tefsir edilmesi gerekirken, onları gördükleri haliyle ‘hakikat’ olarak görebilir veya gösterebilirler. Bu ise, “Gördükleri doğrudur; fakat âlem-i misalde sûreten âlem-i maddîye benzediği için, iki âlemi memzûç görüyorlar, öyle tâbir ediyorlar. Âlem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından, hilaf-i hakikat telâkki ediliyor.” Yani, onlar “gördüklerini doğru görmüşler; fakat ihatasız olan hâlet-i şuhudda ve rüya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi, rüyetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler.” Kim tabir eder? “Onları tabir edecek, ‘asfiya’ denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler.”

Bu gayet şefkatli ve hakkâniyetli ifadelerinden anlaşıldığı üzere, Bediüzzaman Said Nursî keşif, keramet ve şuhud ehlini, ‘görmediği şey için gördüm demekle’ itham ediyor değildir. Onlar, ‘gördüklerini doğru görmüş’ olmakla birlikte; onları yoruma ve tabire muhtaç görmeden olduğu gibi aldıkları için hata etmektedirler. Halbuki onların gördükleri, ‘misal âlemi’nden iktibas edilmiş olan, bir mânânın taşıyıcısı ve de ‘şartlara bağlı’ işaretler iken, ‘melekût âleminden’ yansıyan ayan-beyan hakikatler olarak görülünce, bu hata kaçınılmaz olmaktadır.

İşte bu hataya düşmemek için, keramet ve keşfiyat ehli, ilhamat ve meşhudatını, Kitab ve sünnetin mizanıyla tartmalı; ve onların doğru yorumuna ulaşmak için Kitab ve sünnetin terazisiyle tartan ‘asfiya’yı mihenk almalıdır.

Burada, “Yirmibeşinci Söz”ün son bölümünde, yani “üçüncü ziya”da karşımıza çıkan bir mânâ da devreye girer. ‘Kur’ân’daki muvazene, tenasüb ve cem’e dikkat çeken, Kur’ân’da bütün hakikatlerin ne kadar da mucizevî bir uyum ve denge içinde sunulduğuna dikkat çeken bu bahis, Kur’ân’dan ders almış da olsalar, mütekellimînin, hükemânın ve mutasavvıfînin eserlerinde bu uyum ve dengenin görülemeyişine işaret eder. ‘Gözü bağlı dalgıçlar’ örneğiyle anlatılan bu durumda karşımıza çıkan bir gerçek, tam da yukarıdaki ‘asfiya mihengi’ni açıklar niteliktedir. Buradaki kritik hata, hakikatin özünü ve aslını kendi gördüğünden ibaret görmek; sair mü’minlerin gördüklerini ise hakikatin ikincil ve ilave unsurları, ‘zevâid ve teferruatı’ olarak değerlendirmektir. Halbuki, bir kişi veya grubun hakikati bütün renkleri ve veçheleriyle kavraması mümkün değildir. Hakikatin hakiki rengine ve resmine kavuşmak için, herkesin kendi gördüğünü diğer mü’minlerin gördükleriyle tartması ve buluşturması gerekmektedir. Ancak kendi gördüğünü en üst noktada ‘asfiya’nın temsil ettiği ümmet aynasında yeniden değerlendirerek, hakikatin asıl kıvamına ulaşabilir bir mü’min.

Bu vâki olmadığında ise, muvazene gider, tenasüp dağılır; hatta daha da kötüsü olur. “Yirmibeşinci Söz”ün son cümleleriyle ifade edecek olursak:

“İşte hem su sırdandır ki, bâtın-ı umûra gidip, sünnet-i seniyyeye ittiba etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden fırâk-ı dâllenin bütün imamları hakâikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid’aya, dalâlete düşüp, bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevketmişler.”

Tek başına bu cümlelerin gösterdiği üzere, birtakım keşfiyata ve meşhudata, rüyalara ve rü’yetlere mazhar olmak, bir ‘imkân’ olmanın ötesinde, bir ‘imtihan’ ve hatta bir ‘ibtilâ’dır. Bu keşfiyat ve meşhudat, onları ümmetin aynasında ve asfiyanın mihenginde Kitab ve sünnetin terazisiyle tartan için belki bir ‘imkân’dır. Ama doğrudan onlara itimad eden için bir imtihan; hatta başkalarına açılmayan sır ve mânâların kendisine ifşa olunduğu ümidiyle kendisine bir makam biçenler için belâ ve ibtilâdır. ‘Kerâmet’in ‘istidrac’a dönüşmesi riskiyle ilgili olarak Bediüzzaman’ın yaptığı uyarılar da, bu açıdan ziyadesiyle manidardır.

Meselâ, velayet yolunda, makam-ı Hızır, makam-ı Mehdiyyet gibi makamlar vardır. Ve o makamın cüz’î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, tarihen ve defaatle sabit olduğu üzere, kendilerini o makamın has sahibi görme gibi bir imtihana duçar olabilmişlerdir:

“Kendini Hızır telakki eder veya Mehdi itikad eder veya kutb-u azam tahayyül eder. Eğer hubb-u câha talib enaniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları, şatahat sayılır. (…) Eğer enaniyeti perde altında hubb-u câha müteveccih ise; o zât enaniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahirden gitgide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder, veya tarîk-ı haktan sapar. (…) İşte bu hale giriftar olan, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve usulu’d-dîn ulemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbânî gibi muhakkikîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrden başka nefsin eline vermemektir.” (bkz. Yirmidokuzuncu Mektub, Dokuzuncu Kısım: Telvihat-ı Tis’a, Dördüncü Telvih)

Bediüzzaman’ın ilgili bahislerde ortaya koyduğu ölçülerden, karşımızdaki kim olursa olsun ve aktarılan şey kimden gelirse gelsin, şu kıstaslarla değerlendirmemiz gerektiği anlaşılıyor:

Merkezinde ilham mı, vahiy mi var?

Kur’ân ve sünnetin ölçülerine uyuyor mu, onlarla çelişiyor mu?

‘Rüya’lar ve ‘meşhudat’ üzerinden ve bir ‘makam’ verilerek, ümmetten peşin ve kesin kabul mü isteniyor; yoksa bir kanaat ümmetin müzakeresi ve istişaresine mi arzediliyor?

Sahabe ve selef-i sâlihîn başta olmak üzere, asfiyanın mihengiyle tartıldığında altın mı, bakır mı çıkıyor?

Ümmetin aynasında nasıl yansıyor? Kabul mü, red mi, tereddüt mü sözkonusu?

Tecrübeler gösteriyor ki, bu ölçülerledir ki, istikamet muhafaza ediliyor.

Bu ölçüler kaybolduğunda ise, sadece kişi kendisi kaybetmekle kalmıyor, başkalarına da kaybettiriyor…

Allah korusun!

Metin Karabaşoğlu

Karakalem.Net

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version