Odundan Meyve – Ahmet Altan

Önce Fırıncı Abi geldi.

Sonra Çantacı Abi.

Yetmiş yaşını aşmış iki iyi insan, iki iyi dindar.

“Nurcular” diye tanınan cemaatin “öğrenci” kalmayı tercih eden bilgeleri onlar, bilgilerini tevazuun değirmeninde öğütmüş, hoşgörünün fırınında pişirmişler.

Benim gibi “ham ervahların” yüzüne gerçeği vurmuyorlar.

“İnançsızlığım” onları kızdırmıyor, şefkat ve üzüntü uyandırıyor yalnızca.

Kendilerine açılmış ışıklı pencereden bakamamanın büyük bir eksiklik olduğunu düşünseler de bunu söylemiyor, yalnızca dostluklarıyla sezdiriyorlar.

Büyük bir “gani gönüllülükle” benimle din konuşmaya razı oluyorlar.

Bilgileriyle ezmiyorlar beni.

Dindarlıklarını, inançlarını öyle gösterişli bir madalya gibi boyunlarına takmıyorlar, benim eksikliğimden kendilerine bir paye çıkartmıyorlar.

İyi dindarları seviyorum, onlarla konuşmayı seviyorum.

İyi bir dindar, dürüst ve güvenilir bir insan demek benim için.

Allah’ın cezalandırmasından değil, Allah’ı gocundurmaktan, kendilerini“yaratanı” yaptıklarıyla üzmekten korkuyorlar.

“İbadetlerini” yerine getiriyorlar elbet ama asıl ibadetin hayatın her ânını, kulun her “amelini” kapsadığını, her sözün, her davranışın, her ilişkinin ibadetin bir parçası olduğunu biliyorlar.

Dürüstlüğün, cesaretin, hoşgörünün, tevazuun, hakperestliğin dindarın vazgeçilmez özellikleri olduğunun farkındalar.

Allah’ı ve dini anlatışlarında bir neşe ve sevinç var.

Çantacı Abi diyor ki, “Allah odunla besliyor bizi.”

Yüzüne anlamadan şöyle bir bakıyorum.

Şaşıracağımı, anlamayacağımı bildiği için benim tepkimi muzip bir gülücükle karşılıyor.

“Allah” diyor, “odundan elma yapıyor, odundan üzüm yapıyor, odundan meyve yapıyor, bakıyorsun dallı budaklı bir odun duruyor toprağın üstünde, bir bakıyorsun o odunun ucunda kırmızı elmalar var.”

Ben her meyvenin bir mucize olduğunu biliyorum ama bunu “odundan meyve” diye tarif edince mucize gözümde daha iyi canlanıyor.

Allah’ın yarattığı her derdin “devasını” tabiatın bir köşesine sakladığından, kullarının bunu bulmasını beklediğinden konuşuyoruz.

Yaşamak, bulmak demek.

İnsanoğlu ağır ağır buluyor.

Hazır verilmiyor hiçbir şey.

Bunun bir amacı, bir nedeni var elbet.

Bir “dert” veriliyor, bir “derman” bulunması isteniyor.

Bilmiyorum ama sanırım tanrının en büyük emri tek kelime: “Ara.”

Aramamızı, bulmamızı istiyor.

Çünkü “tekâmül” etmek, gelişmek, olgunlaşmak, ilerlemek ancak aramakla mümkün, aradıkça yürüyoruz.

Bütün hayvanları mükemmel yaratan Allah, bir tek insanı bu mükemmellikten uzak tutuyor.

Verebileceklerinin hepsini vermiyor.

Onun yerine, insanın “arayabileceği” geniş bir arazi bağışlıyor ona, istiyor ki bu arazide tek başına yürüsün, arasın, bulsun, ilerlesin ve “yaratıcısını”bu ilerleme yeteneğiyle sevindirsin.

Bilmiyorum bunu söylemek günah mı, haddini aşmak mı ama bana tanrı hep büyük bir sanatçı gibi gelir, yarattığının “mükemmel” olmasıyla yetinmeyecek kadar büyük bir yaratıcı, yarattığının mükemmelliği kendi başına bulabilecek kadar mükemmel olmasını isteyen, kendi görkeminin, yarattığının bu mükemmelliği bulabilecek yeteneğinde billurlaşmasını arzulayan bir sanatçı.

Onun için insanın her arayışını, her buluşunu, Allah’ın aslında kendisine gösterilen bir saygı, yaratıcılığının rakipsizliğine bir alkış olarak değerlendirdiğini hayal ediyorum.

Körü körüne bir inancın, sığ bir cehennem korkusunun, bencil bir cennet talebinin, şekilci bir ibadetin onun gibi eşsiz bir yaratıcıya yetmeyeceğine, her büyük sanatçı gibi sadece kendisine değil, “yarattığına” da saygı ve hayranlık beklediğini düşünüyorum.

Bu saygıyı gösterenler, kendilerini sadece bir “kul” olarak değil aynı zamanda bir “eser” olarak da görüp, bu eseri hayatlarının her ânında mükemmelleştirmeye çalışanlar benim için iyi dindarlar.

Onun için seviyorum onları.

Onun için onlara güveniyorum.

Eksik olduğumu biliyorum, bu eksikliği tamamlamaya gücümün yetmeyeceğini de…

Ama iyi dindarlarla konuştuğumda, onlar, “mükemmele” yürüyen bir bütünün parçası olduğumu bana hatırlatan armağanlar oluyorlar.

Ahmet Altan 18.12.2011 Taraf

Kışın soğuğunda, baharın tebessümü saklıdır

Bir zamanlar, camı kırık, penceresi açık, kışın soğuk günlerinde hücresinde ölüme terk edilen pîr-i fâni bir İslâm mütefekkirinin, bir peygamber vârisinin arkasında saf tutmuş, dâvâsına gönül bağlamış milyonları, o günün şartları ve ortamı dahilinde, “ben acele ettim kışta geldim, siz cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz” hakikatına vâkıf O bahtiyar insandan başka kim tahmin edebilirdi?

Evet, bir zorluğun arkasında iki kolaylığı müjdeleyen Zât-ı Akdes’in va’di elbette gerçekleşecekti.

Rahmet-i İlâhiyyenin izi, tozu ve yüzü görülecekti.

Kışın şiddetli soğuğu altında, bahar ve yaz mevsiminin bitki ve çiçeklerinin tebessümü saklıdır.

Atmacanın serçe kuşuna musallat edilmesi, o küçük ve zayıf kuşun kabiliyet ve reflekslerinin gelişmesi adına pek çok maslahata ve güzel sonuçlara vesiledir.

Bedîüzzaman Hazretleri “savletli bid’alar” dan bahsetmiş.

İslâm toplumu arasında yaygınlaştırılmak istenen ve ecnebî gizli zındıka komitesi tarafından ortaya atılan ve bir takım ulemâi’s-sû’ tarafından destek gören mânevî marazlar, hastalıklar, bid’at ve hurâfeler, bünyede derin yaralar açmış, ta’mir ve islâhına çalışan İslâm âlimleri ve hassetsen asrın müceddidi Bedîüzzaman Said Nursî (r.a) büyük sıkıntı, sürgün, hapis, baskı ve işkencelere ma’rûz bırakılmıştır.

Kahhâr-ı Zülcelâl, âlemi çalkalandırırken, imân ehlinin sıkıntılara/eza ve cefalara mârûz kalması da imtihan sırrının bir gereği olsa gerek. Bu cüz’î arızalarla birlikte hıfz-ı İlâhî, istikamet dairesinde dîn-i mübîn-i İslâm’a hizmet eden ehl-i imân hakkında devam eder.

Kur’ânı indiren Allah Teâlâ olduğu gibi, O’nu ve O’nun talebelerini muhâfaza edecek olan da O’dur.

Hiçbir güç Kur’ân hizmetine mâni olamaz. Geçici bir kısım arızalar olabilir, ama İlâhî nûr asla sönmez ve söndürülemez.

Üstad Nursî şöyle bir müjde vermektedir: “Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhâdın dalkavukları, sizi korkutmak ile kudsî cihâd-ı ma’nevînizden vaz geçirmek için size hücûm etseler; onlara deyiniz: ‘Biz hizbü’l-Kur’ânız. (İnnâ nahnu nezzelnezzikre ve innâ lehû lehâfizûn= Kur’ânı biz indirdik, Onu koruyacak olan da biziz-Hicr sûresi, 9) sırrıyla Kur’ânın kal’asındayız…”(Mektûbât, 29. Mektup, 6. Kısım, 2. Desise)

Bu müjdeye layık ve mazhar olabilmek için; Kitap ve Sünnete sarılmak, Sünnet-i Nebeviyyeyi ihyâ edip bid’alardan uzak durmak gerek.
Hak ve hakîkatı kabul edip ona göre davranalım. Hak ve hakîkatın ölçüsü, edile-i şer’iyyedir. O da; Kur’ân, Hadîs, icmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâdır.

İçi bid’atla doldurulmuş, hevâ ve hevesi kamçılayan, şirk ve sanemperestlik üzerine müzikal enstürümanlarla bezenmiş papaların uydurdukları muharref bir dinin kokuşmuş görüntüsüne insanımızı feda etmeden, müçtehid imamların/asfiyânın/evliyanın istikametli yolundan tâviz vermeden yolumuza devam edelim.

Bid’atlardan, günahlardan, şerirlerin şerrinden, Kur’ân, Hadîs ve onların mânevî tefsiri olan Risale-i Nurları tahrif etmek isteyen, hevâ ve hevesine göre değerlendiren/yorumlayan/anlayan/anlatan/gösteren/tanıtan bir takım gafil ve art niyetli odakların şerrinden rahmet-i İlâhiyyeye sığınalım.

İstikametimizi ve siperimizi terk etmeyelim. Celâl ve kahhâr bir el, bütün âlemi ve özellikle İslâm coğrafyasını çalkalandırırken, en fazla tokatı, istikametsiz, değerlerini koruyamamış, dinin aslına ve özüne sahip çıkamamış, Kur’ân ve Hadîs haricinde bir kısım arayışlara girmesi konusunda aldatılmış olan ehl-i imâna vuruyor. Sezilen bu celalli ele karşı tevbe/istiğfar/istikametle yeniden Kur’ân etrafında birleşerek tefrikaya düşmeden/düşürmeden/düşürülmeden özürle mukabele edelim.

Mülkün sahibi Allah’dır (c.c). O Mâlikü’l-Mülk, Ebû Hanifeyi, Seyyid Kutub’u, Bedîüzzaman’ı, İskilipli Atıf’ı ve daha nice iman erlerini/mücahidlerini hapse ve zindana atar, zâlimleri tahta oturtur. Bu işlerin/hikmetlerin aklen açıklanması mümkün mü?
Ehl-i imânın imtihanı zorlu ve meşakkatlidir. Ehl-i dalâletin ehl-i hidâyete üstün gelmesi geçici/muvakkattır. Eninde sonunda galebe/başarı/zafer ehl-i hidâyetin olacaktır.(bkz. A’râf, 182-183; Kalem, 44,45)

Gerçi son asırda yaşanan kırılmalar, yozlaşma ve dejenarasyonlar, hiçbir devirde yaşanmadı.

Müslümanların kafası karıştırıldı. Dinin tamamen tağyîr ve tahrîbe mârûz kalması adına yapılan sinsi çalışmalar, alınan sonuçlar, İslâm toplumlarını tereddüt ve şüpheye düşürdü. Kafalar karıştı. Melek’le şeytan birbirine karıştırıldı. Süfyanizmin dehşetli eli her tarafa, her yaştan ve meslekten zihinlere kadar ulaştı. İlmî, amelî, edebî sâhâlar bu kara propagandanın tesiri altına girdi. İmân ve Kur’ân nuruyla bakamayanlar kör oldu, sağır oldu, dilsiz oldu.

Ama şükürler olsun ki, sisler dağılmaya başlamış, kara bulutlar semâmızı terk etmeye yüz tutmuş, akıllar ferâseti yakalamış, iz’an ve idraklar yeniden rotasına oturmaya başlamıştır biiznillah…

Suskunluğun, sinmişliğin/sindirilmişliğin, baskının hâkim olduğu İslâm coğrafyasının her karesinde, sayıca az da olsa Kur’ânî sadâ ile ses verenler, izzetle ölümü zilletle mevte tercih edenler çıkmış, âlem-i İslâm’ın umudu, sesi, soluğu ve tercümanı olmuşlar. Kur’âna dellallık yapmış, Hak ve hakîkatı haykırmaktan asla geri durmamışlar.

Kırılan ümitler yeniden yeşermiş, eğilen başlar vakarla doğrulmuş, gönüller ümit, şevk ve cesâretle yoğrulmuştur.

Allah’ım! Va’dettiğin fütûhât-ı İslâmiyyeyi, neşr-i envârı Kur’âniyeyi ve şeâir-i İslâmiyyenin dalga dalga ihyâsını tez zamanda müşâhedâtla bizlere müjdeni müyesser kıl ve göster. Âmîn…

İsmail Aksoy

Bu cami secde ediyor

Sakarya’da inşaatı devam eden cami, görenleri şaşırtıyor. “Secde eden insan” şeklinde inşa edilen caminin duvarlarının büyük kısmı camdan. Bu yüzden avize yok. Alışılmışın aksine kubbesiz olan camideki cemaatin yüzde 80’i imamı görebiliyor.

Sakarya’da 17 Ağustos 1999 depreminde yıkılan Tozlu Cami’nin yerine yeni bir cami yapılıyor. İnşaatı devam eden caminin, şekil ve mimari özellikleriyle dünyada benzeri yok. Klasik anlayışın dışına çıkılarak projelendirilen camide kubbe bulunmuyor. Özel siyah mermerle kaplanan mihrabı, Kâbe’yi ve uzay boşluğunu hatırlatıyor. Alışılmışın aksine bu camide avizeler de yok. Aydınlatma büyük cam duvarlarla ve duvarlara yerleştirilen led ışıkların tavana yansıtılmasıyla sağlanıyor. Özel açıyla tasarlanmış tavandaki boşluk ise sürekli hava sirkülasyonuyla havalandırma ihtiyacını karşılıyor. Bu camide sütunlardan ve köşelerden dolayı imamın görülememesi sorunu da çözülmüş. Cemaatin yüzde 80’i imamı görebiliyor. Akustiği çok iyi tasarlandığı için içeride yankı oluşmuyor, mikrofon kullanmaya da gerek kalmıyor.

Cami mimari olarak hem eski hem de yeni camilerden oldukça farklı. Dışarıdan bakıldığında ‘secde eden insan‘ şeklinde. Bu sıradışı caminin inşaatı henüz tamamlanmamış. Minarelere asansörle çıkılıyor. Minareler müezzinin 360 derece dönebilmesine imkan veriyor.

Bu ilginç caminin mimarı Muhammet Dayal, yapının hikayesini şöyle anlatıyor: “Tozlu Camii, Marmara depreminde yıkılmıştı. Bunun üzerine yeni bir cami çalışmalarına başladık. Mimarlığını ben üstlendim. Bir gün sahilde oturmuş projeyi düşünüyordum. Başımı kaldırdığımda güneşin ufukta battığını gördüm. Bu bana çağrışım oldu. Rabb’imin yarattığı her şey lisan-ı hal ile bir nevi secdeye gidiyor. Caminin secde eden insanı hatırlatan mimarisi olsun istedim.

Cemaatin çoğu imamı görebiliyor

İnşaata beş yıl önce başlanmış ve büyük kısmı tamamlanmış. Dayal’a göre mimarisi ve özellikleriyle caminin dünyada bir benzeri yok. Klasik mimarinin dışına çıkılmasının yenilik olduğunu anlatan mimar Dayal, “Cami içeriden üç katlı olarak görülüyor. Ancak katlar arasında yumuşak geçişle caminin içi bir bütünmüş gibi algılanıyor. Kadınlara ayrılan bölümden de imam görülüyor. Erkek egemen bir cami havası yok. Klasik camilerde bir ana mekan namazgah tanzim edilmişti. Burada kul mantığı var. Kadınların namaz kıldığı alan camiyle bir bütün gibi görünüyor. Odak noktası olan mihraptan kopmuyor.

Bu caminin kubbesi yok

Cami duvarlarının büyük bir bölümü camdan. Bu sebeple gündüz aydınlatmaya gerek kalmıyor. En çok dikkat çeken yön de kubbesinin bulunmaması. Mimar Muhammet Dayal, bunun yadırganmaması gerektiğini düşünüyor: “Kubbe o günün teknolojisiydi. Kubbesiz cami içindeki geniş alanı meydana getirmek mümkün olmuyordu. Ancak bugün demir, çelik ve beton teknolojisiyle kubbesiz de geniş alanlar meydana getirilebiliyor. Yeni tavan ve duvar uygulamasıyla yankıyı sıfıra indirdik. İç duvarlara traverten taşlar kullandık ve aralarını doldurmadık. Bu da sesi emiyor ve yansıtmıyor. Böylelikle de camide imamın sesi daha net duyuluyor. Ses boğulması ve dağılma olmuyor.

17 Ağustos depreminde yıkılan Tozlu Camii’nin yerine yapılan yeni cami, şiddetli depremlere karşı da dayanıklı. Çünkü taşıyıcı sistemi çok güçlü inşa edilmiş. Mimar Dayal, bu mekandaki kapalı alanların 2 bin 500 kişiye hizmet verebilecek kapasitede olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Teraslarla birlikte ibadet edebilecek insan sayısı 3 bini geçiyor. Mihrabı siyah mermerle kapladık ve özel olarak tasarladık. Mihrap, Kâbe’yi ve uzay boşluğunu hatırlatıyor. Camide hiç avize kullanmadık. İbadet edenler herhangi bir lamba görmüyor. Duvara yerleştirdiğimiz ledlerle ışığı tavana yansıtarak aydınlatma sağlıyoruz. Böylelikle ışık sistemi gözleri hiç yormuyor.

Minare şerefesiz ve 360 derece dönüyor

360 derece dönen bir kule şeklinde tasarlanan ve asansörle çıkılacak minarenin inşaatı da devam ediyor. Minarede şerefe bulunmuyor. Şerefenin mantığının müezzinin ezanı her tarafa dönerek okumak olduğunu anlatan Dayal, “Şerefe noktasından âleme kadar olan kısmı şeffaf döner kule olarak yapacağız. Müezzin ezanı okurken kule 360 derece kule dönecek. Ayrıca, müezzinleri de merdiven çıkma zahmetinden kurtaracağız. Minare asansörlü olacak. İbadethanelerde de kolaylaştırıcı anlayışlar sergilemek lazım.” diyor.

İnşaata şimdiye kadar camii derneğinin katkılarıyla yaklaşık 3 milyon TL harcanmış. İç tefrişatı için de 1 milyon TL’ye ihtiyaç duyuluyor.

***

ŞEHİR DIŞINDAN GÖRMEYE GELENLER BİLE VAR

Caminin imamı İlhan Çakır, bir yıldan beri camide görev yapıyor. Çakır, camiye ilk geldiğinde şaşırdığını, ancak kısa sürede alıştığını söylüyor. Caminin kendisini etkileyen en önemli yönünün ferahlığı olduğunu dile getiren Çakır, çok iyi akustiğe sahip camide severek görev yaptığını anlatıyor. Başka şehirlerden gelip de burada namaz kılanlarında olumlu tepki verdiğini dile getiren Çakır, “Cemaat çok beğeniyor. Özellikle cemaatin yoğun olduğu bayram namazları ve cuma namazları çok rahat kılınması sebebiyle cemaatten tebrikler geliyor.” diyor.

Cami cemaatinden Ahmet Yolcu ise camide severek ve huzur içinde ibadet ettiğini söylüyor. Bu arada camiyi şehir dışından da görmeye gelenler oluyor. Gölcük Sanayi Sitesi 2. Başkanı Hilmi Yıldırım, caminin mimarisini çok beğendiğini, bir benzerinin sanayi sitesinde de yapılmasını istediklerini dile getiriyor.

Duran Savaş / Zaman Gazetesi

3. Uluslararası Genç Girişimcilik Kongresi Yapıldı

Müsiad tarafından üçüncüsü bu yıl 9-10 Aralık 2011 tarihlerinde İstanbul Grand Cevahir Otel Kongre Merkezinde düzenlenen Uluslararası Genç Girişimcilik Kongresine, Ruba Vakfı Yurtdışı Hizmet Ekibi olarak, Şemsettin Türkan’ın öncülüğünde iştirak ettik. Çok sayıda ülkeden 1500 civarında yabancı katılımcının iştirak ettiği kongrede kabineden de konuklar vardı.

Kongreye katlış amacımız doğrultusunda, birçok yabancı katılımcıyla dialoglara girdik. Kendileriyle yaptığımız ikili sohbetlerde mümkün olduğunca Risale-i Nurlar’ı, Bediüzzaman’ı, yapılan imani hizmetleri tanıtmaya, sevdirmeye, düşüncelerindeki olumsuz imajlar varsa onları düzeltmeye gayret gösterdik.

Muhataplara çok sayıda Arapça, İngilizce Risale-i Nur hediye ettik. Yabancı dilde yayın yapan İman ve Kuran hizmetleriyle alakalı internet sitelerinin adreslerini kendilerine verdik.

Kongreye onur konuğu olarak iştirak eden Filistin Gençlik ve Spor Bakanı Dr. Muhammed El-Medhun ile de tanışma fırsatımız oldu. Kendisi ile konuşmak için yanına gidip, arapça Risale-i Nur takdim ettiğimizde kitabı eline aldı ve Bediüzzaman ismini gördüğünde gülümseyerek çok sevindiğini belli etti. Ardından, bizleri ziyaret etmek istediğini, Üstadı tanıdığını, ülkesinin gençliği ile Türkiye gençliği arasında dostluk köprülerinin kurulması hususunda ortak çalışmalar yapma niyetinde olduğunu belirtti. Ertesi akşam da Risale-i Nur dersine iştirak etti. Sayın Bakanın katıldığı bu dersle ilgili yazımızı en kısa zamanda sitemizde yayınlayacağız.

Ruba Vakfı Yurtdışı Hizmet Ekibi (rubavakfi.org)

www.NurNet.org

   

Yolculukta Cem ve Tehir Namazı Nedir Ve Nasıl Kılınır?

Seferi namazları ile ilgili Kur’an, sünnet ve İslam âlimlerimizin de içtihatları ile açıkça belirtilmiş olmasına rağmen gene tekrarında fayda mülahaza edilerek İslam âlimlerimizin beyan ve açıklamaları ışığında konu okuyucuların nazarına arz edilmiştir.

Şöyle ki: Sefere çıkan bir yolcu öğlen ve ikindi namazını veya akşam ile yatsı namazını ikişer rekât olarak kısaltarak kılınmasına Cem, bir önceki namazı öne alınmasına Takdim veya bir sonraki namazla birlikte kılınmasına da Te´hir denilir.

Başka bir ifade ile, öğlen namazı ile birlikte ikindi namazını öne alınarak kılınan namaza cem’i takdim, öğle namazını ikindiye bırakıp her iki namazı ikindi vaktinde kılmasına da cem’i tehir denilir. Akşam ve yatsı namazları içinde aynı durum söz konusudur. Yalnız sabah namazı cem edilemez.

Kasr, dört rekâtlı farz namazları iki rekât olarak kılmaktır. Yolcular için tanınan bu ruhsat ayet ve hadislerle sabittir.  Allah, (cc) Kuran-ı Kerim´de şöyle buyurur:

“Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, eğer kâfirlerin size zarar vere­ceklerinden korkarsanız namazı kısaltmanızda üzerinize bir günah yok­tur.” (Nisa: 4/101)

Enes (r.a) şöyle rivayet eder:
“Rasulullah (a.s.v.)öğlen namazını Medine ´de dört rekât olarak kıldırdı. İkindi namazını da Zulhuleyfe´de iki rekât kıldırdı.” Müslim, 690

Seferîliğin Mahiyeti

Kişinin herhangi bir nedenle ikamet ettiği yerden kalkıp başka bir yere gitmesi veya gitmek için yola koyulması, Arapçada sefer veya müsaferet olarak adlandırılmakta olup, bu şekilde yola çıkmış kişiye de seferî veya misafir denilir.

İmam-ı Hanefî’ye göre yolculuk, orta bir yürüyüşle üç günlük bir mesafeden ibarettir. Buna “üç konak” veya “üç merhale” de denir. Bir kişinin günde ancak altı saat yolculuk yapabileceği kabul edilince üç günlük yolculuk on sekiz saatlik bir zamana tekabül etmiş olmakta ve buna göre karada böyle bir yürüyüş ile denizde ise mutedil bir havada yelkenli bir gemi ile on sekiz saat sürecek bir mesafe “sefer süresi” sayılmıştır. Seferîlik belirlenirken yolun yalnız gidiş mesafesi esas alınır, dönüş mesafesi hesaba dâhil edilmez. ” (Müslim, “Tahâret”, 85

Namazların kısaltılması hükmünün Allah’tan bir bağış olduğu yönündeki rivayeti esas aldıkları için, kısaltmanın bir ruhsat değil bir azîmet hükmü olduğunu ileri sürerek bu konuda yolcuya tercih hakkı tanımamış ve kısaltmanın vacip olduğunu söylemişlerdir. Namazı Peygamberimizin dili ile hazarda dört rek`at, seferde iki rek`at olarak farz kılmıştır” demiştir (Buhârî, “Salât”, 1.

İmam-ı Maliki’ye göre, seferde namazı kısaltarak kılmak müekked sünnettir. Şafii ve Hanbelîlere göre ise yolculukta namazları kısaltarak kılmak bir ruhsat olup, kullanıp kullanmamak kişinin tercihine bırakılmıştır.

Seferî kimse bir beldede on beş gün ve daha fazla kalmaya niyet edince mukim olur ve artık namazlarını tam kılar. Eğer on beş günden az kalmaya niyet ederse seferîliği devam eder. Şafii ve Mâlikîler’e göre ise, yolcu bir yerde dört gün kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar. Hanbelîlere göre dört günden fazla veya yirmi vakitten fazla kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar.(Müslim, taharat, 85- Buhari, salât 1)

Zamanımızda hızlı ulaşımdan dolayı üç günlük yol süre ölçütü yok denecek kadar azalmıştır. Bu süreye alternatif olarak İslam âlimleri tarafından 85-90 km.lik mesafe kabul edilmiştir. Yayan da olsa vasıtalarla da olsa yolculuk durumu, genel olarak meşakkat ve sıkıntı içerdiğinden bu durumdaki kişi için bazı kolaylıklar getirilmiştir.

Bediüzzaman da seferi namazla ilgili şu açıklığı getirmiştir: “Sordukları mesele-i şer’iye ise, şimdiki mesleğimiz ve halimiz o meselelerde meşgul olmaya müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar var ki:

Ruhsat-ı şer’iye olan kasr-ı namaz ve takdim- tehir, vesait-i nakliye bir kararda olmadığı için, onlara bina edilmez. Belki, kaide-i şer’iye olan kasr-ı namaz, sabit olan mesafeye bina edilebilir.

Eğer denilse ki: Teyyareyle ve şimendiferle bir saatte giden zahmet çekmiyor ki, ruhsata müstahak olsun.

Elcevap: Teyyare ve şimendiferde abdest alıp vaktinde namazını kılmak, yayan serbest gidenlerden daha ziyade müşkülat bulunduğu için, ruhsata sebebiyet verir.” Diyor.(Barla lahk. Say.603

Rüstem Garzanlı / Kamu Yöneticisi

14.12.2011

www.NurNet.org

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version