Bu cami secde ediyor

Sakarya’da inşaatı devam eden cami, görenleri şaşırtıyor. “Secde eden insan” şeklinde inşa edilen caminin duvarlarının büyük kısmı camdan. Bu yüzden avize yok. Alışılmışın aksine kubbesiz olan camideki cemaatin yüzde 80’i imamı görebiliyor.

Sakarya’da 17 Ağustos 1999 depreminde yıkılan Tozlu Cami’nin yerine yeni bir cami yapılıyor. İnşaatı devam eden caminin, şekil ve mimari özellikleriyle dünyada benzeri yok. Klasik anlayışın dışına çıkılarak projelendirilen camide kubbe bulunmuyor. Özel siyah mermerle kaplanan mihrabı, Kâbe’yi ve uzay boşluğunu hatırlatıyor. Alışılmışın aksine bu camide avizeler de yok. Aydınlatma büyük cam duvarlarla ve duvarlara yerleştirilen led ışıkların tavana yansıtılmasıyla sağlanıyor. Özel açıyla tasarlanmış tavandaki boşluk ise sürekli hava sirkülasyonuyla havalandırma ihtiyacını karşılıyor. Bu camide sütunlardan ve köşelerden dolayı imamın görülememesi sorunu da çözülmüş. Cemaatin yüzde 80’i imamı görebiliyor. Akustiği çok iyi tasarlandığı için içeride yankı oluşmuyor, mikrofon kullanmaya da gerek kalmıyor.

Cami mimari olarak hem eski hem de yeni camilerden oldukça farklı. Dışarıdan bakıldığında ‘secde eden insan‘ şeklinde. Bu sıradışı caminin inşaatı henüz tamamlanmamış. Minarelere asansörle çıkılıyor. Minareler müezzinin 360 derece dönebilmesine imkan veriyor.

Bu ilginç caminin mimarı Muhammet Dayal, yapının hikayesini şöyle anlatıyor: “Tozlu Camii, Marmara depreminde yıkılmıştı. Bunun üzerine yeni bir cami çalışmalarına başladık. Mimarlığını ben üstlendim. Bir gün sahilde oturmuş projeyi düşünüyordum. Başımı kaldırdığımda güneşin ufukta battığını gördüm. Bu bana çağrışım oldu. Rabb’imin yarattığı her şey lisan-ı hal ile bir nevi secdeye gidiyor. Caminin secde eden insanı hatırlatan mimarisi olsun istedim.

Cemaatin çoğu imamı görebiliyor

İnşaata beş yıl önce başlanmış ve büyük kısmı tamamlanmış. Dayal’a göre mimarisi ve özellikleriyle caminin dünyada bir benzeri yok. Klasik mimarinin dışına çıkılmasının yenilik olduğunu anlatan mimar Dayal, “Cami içeriden üç katlı olarak görülüyor. Ancak katlar arasında yumuşak geçişle caminin içi bir bütünmüş gibi algılanıyor. Kadınlara ayrılan bölümden de imam görülüyor. Erkek egemen bir cami havası yok. Klasik camilerde bir ana mekan namazgah tanzim edilmişti. Burada kul mantığı var. Kadınların namaz kıldığı alan camiyle bir bütün gibi görünüyor. Odak noktası olan mihraptan kopmuyor.

Bu caminin kubbesi yok

Cami duvarlarının büyük bir bölümü camdan. Bu sebeple gündüz aydınlatmaya gerek kalmıyor. En çok dikkat çeken yön de kubbesinin bulunmaması. Mimar Muhammet Dayal, bunun yadırganmaması gerektiğini düşünüyor: “Kubbe o günün teknolojisiydi. Kubbesiz cami içindeki geniş alanı meydana getirmek mümkün olmuyordu. Ancak bugün demir, çelik ve beton teknolojisiyle kubbesiz de geniş alanlar meydana getirilebiliyor. Yeni tavan ve duvar uygulamasıyla yankıyı sıfıra indirdik. İç duvarlara traverten taşlar kullandık ve aralarını doldurmadık. Bu da sesi emiyor ve yansıtmıyor. Böylelikle de camide imamın sesi daha net duyuluyor. Ses boğulması ve dağılma olmuyor.

17 Ağustos depreminde yıkılan Tozlu Camii’nin yerine yapılan yeni cami, şiddetli depremlere karşı da dayanıklı. Çünkü taşıyıcı sistemi çok güçlü inşa edilmiş. Mimar Dayal, bu mekandaki kapalı alanların 2 bin 500 kişiye hizmet verebilecek kapasitede olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Teraslarla birlikte ibadet edebilecek insan sayısı 3 bini geçiyor. Mihrabı siyah mermerle kapladık ve özel olarak tasarladık. Mihrap, Kâbe’yi ve uzay boşluğunu hatırlatıyor. Camide hiç avize kullanmadık. İbadet edenler herhangi bir lamba görmüyor. Duvara yerleştirdiğimiz ledlerle ışığı tavana yansıtarak aydınlatma sağlıyoruz. Böylelikle ışık sistemi gözleri hiç yormuyor.

Minare şerefesiz ve 360 derece dönüyor

360 derece dönen bir kule şeklinde tasarlanan ve asansörle çıkılacak minarenin inşaatı da devam ediyor. Minarede şerefe bulunmuyor. Şerefenin mantığının müezzinin ezanı her tarafa dönerek okumak olduğunu anlatan Dayal, “Şerefe noktasından âleme kadar olan kısmı şeffaf döner kule olarak yapacağız. Müezzin ezanı okurken kule 360 derece kule dönecek. Ayrıca, müezzinleri de merdiven çıkma zahmetinden kurtaracağız. Minare asansörlü olacak. İbadethanelerde de kolaylaştırıcı anlayışlar sergilemek lazım.” diyor.

İnşaata şimdiye kadar camii derneğinin katkılarıyla yaklaşık 3 milyon TL harcanmış. İç tefrişatı için de 1 milyon TL’ye ihtiyaç duyuluyor.

***

ŞEHİR DIŞINDAN GÖRMEYE GELENLER BİLE VAR

Caminin imamı İlhan Çakır, bir yıldan beri camide görev yapıyor. Çakır, camiye ilk geldiğinde şaşırdığını, ancak kısa sürede alıştığını söylüyor. Caminin kendisini etkileyen en önemli yönünün ferahlığı olduğunu dile getiren Çakır, çok iyi akustiğe sahip camide severek görev yaptığını anlatıyor. Başka şehirlerden gelip de burada namaz kılanlarında olumlu tepki verdiğini dile getiren Çakır, “Cemaat çok beğeniyor. Özellikle cemaatin yoğun olduğu bayram namazları ve cuma namazları çok rahat kılınması sebebiyle cemaatten tebrikler geliyor.” diyor.

Cami cemaatinden Ahmet Yolcu ise camide severek ve huzur içinde ibadet ettiğini söylüyor. Bu arada camiyi şehir dışından da görmeye gelenler oluyor. Gölcük Sanayi Sitesi 2. Başkanı Hilmi Yıldırım, caminin mimarisini çok beğendiğini, bir benzerinin sanayi sitesinde de yapılmasını istediklerini dile getiriyor.

Duran Savaş / Zaman Gazetesi

3. Uluslararası Genç Girişimcilik Kongresi Yapıldı

Müsiad tarafından üçüncüsü bu yıl 9-10 Aralık 2011 tarihlerinde İstanbul Grand Cevahir Otel Kongre Merkezinde düzenlenen Uluslararası Genç Girişimcilik Kongresine, Ruba Vakfı Yurtdışı Hizmet Ekibi olarak, Şemsettin Türkan’ın öncülüğünde iştirak ettik. Çok sayıda ülkeden 1500 civarında yabancı katılımcının iştirak ettiği kongrede kabineden de konuklar vardı.

Kongreye katlış amacımız doğrultusunda, birçok yabancı katılımcıyla dialoglara girdik. Kendileriyle yaptığımız ikili sohbetlerde mümkün olduğunca Risale-i Nurlar’ı, Bediüzzaman’ı, yapılan imani hizmetleri tanıtmaya, sevdirmeye, düşüncelerindeki olumsuz imajlar varsa onları düzeltmeye gayret gösterdik.

Muhataplara çok sayıda Arapça, İngilizce Risale-i Nur hediye ettik. Yabancı dilde yayın yapan İman ve Kuran hizmetleriyle alakalı internet sitelerinin adreslerini kendilerine verdik.

Kongreye onur konuğu olarak iştirak eden Filistin Gençlik ve Spor Bakanı Dr. Muhammed El-Medhun ile de tanışma fırsatımız oldu. Kendisi ile konuşmak için yanına gidip, arapça Risale-i Nur takdim ettiğimizde kitabı eline aldı ve Bediüzzaman ismini gördüğünde gülümseyerek çok sevindiğini belli etti. Ardından, bizleri ziyaret etmek istediğini, Üstadı tanıdığını, ülkesinin gençliği ile Türkiye gençliği arasında dostluk köprülerinin kurulması hususunda ortak çalışmalar yapma niyetinde olduğunu belirtti. Ertesi akşam da Risale-i Nur dersine iştirak etti. Sayın Bakanın katıldığı bu dersle ilgili yazımızı en kısa zamanda sitemizde yayınlayacağız.

Ruba Vakfı Yurtdışı Hizmet Ekibi (rubavakfi.org)

www.NurNet.org

   

Yolculukta Cem ve Tehir Namazı Nedir Ve Nasıl Kılınır?

Seferi namazları ile ilgili Kur’an, sünnet ve İslam âlimlerimizin de içtihatları ile açıkça belirtilmiş olmasına rağmen gene tekrarında fayda mülahaza edilerek İslam âlimlerimizin beyan ve açıklamaları ışığında konu okuyucuların nazarına arz edilmiştir.

Şöyle ki: Sefere çıkan bir yolcu öğlen ve ikindi namazını veya akşam ile yatsı namazını ikişer rekât olarak kısaltarak kılınmasına Cem, bir önceki namazı öne alınmasına Takdim veya bir sonraki namazla birlikte kılınmasına da Te´hir denilir.

Başka bir ifade ile, öğlen namazı ile birlikte ikindi namazını öne alınarak kılınan namaza cem’i takdim, öğle namazını ikindiye bırakıp her iki namazı ikindi vaktinde kılmasına da cem’i tehir denilir. Akşam ve yatsı namazları içinde aynı durum söz konusudur. Yalnız sabah namazı cem edilemez.

Kasr, dört rekâtlı farz namazları iki rekât olarak kılmaktır. Yolcular için tanınan bu ruhsat ayet ve hadislerle sabittir.  Allah, (cc) Kuran-ı Kerim´de şöyle buyurur:

“Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, eğer kâfirlerin size zarar vere­ceklerinden korkarsanız namazı kısaltmanızda üzerinize bir günah yok­tur.” (Nisa: 4/101)

Enes (r.a) şöyle rivayet eder:
“Rasulullah (a.s.v.)öğlen namazını Medine ´de dört rekât olarak kıldırdı. İkindi namazını da Zulhuleyfe´de iki rekât kıldırdı.” Müslim, 690

Seferîliğin Mahiyeti

Kişinin herhangi bir nedenle ikamet ettiği yerden kalkıp başka bir yere gitmesi veya gitmek için yola koyulması, Arapçada sefer veya müsaferet olarak adlandırılmakta olup, bu şekilde yola çıkmış kişiye de seferî veya misafir denilir.

İmam-ı Hanefî’ye göre yolculuk, orta bir yürüyüşle üç günlük bir mesafeden ibarettir. Buna “üç konak” veya “üç merhale” de denir. Bir kişinin günde ancak altı saat yolculuk yapabileceği kabul edilince üç günlük yolculuk on sekiz saatlik bir zamana tekabül etmiş olmakta ve buna göre karada böyle bir yürüyüş ile denizde ise mutedil bir havada yelkenli bir gemi ile on sekiz saat sürecek bir mesafe “sefer süresi” sayılmıştır. Seferîlik belirlenirken yolun yalnız gidiş mesafesi esas alınır, dönüş mesafesi hesaba dâhil edilmez. ” (Müslim, “Tahâret”, 85

Namazların kısaltılması hükmünün Allah’tan bir bağış olduğu yönündeki rivayeti esas aldıkları için, kısaltmanın bir ruhsat değil bir azîmet hükmü olduğunu ileri sürerek bu konuda yolcuya tercih hakkı tanımamış ve kısaltmanın vacip olduğunu söylemişlerdir. Namazı Peygamberimizin dili ile hazarda dört rek`at, seferde iki rek`at olarak farz kılmıştır” demiştir (Buhârî, “Salât”, 1.

İmam-ı Maliki’ye göre, seferde namazı kısaltarak kılmak müekked sünnettir. Şafii ve Hanbelîlere göre ise yolculukta namazları kısaltarak kılmak bir ruhsat olup, kullanıp kullanmamak kişinin tercihine bırakılmıştır.

Seferî kimse bir beldede on beş gün ve daha fazla kalmaya niyet edince mukim olur ve artık namazlarını tam kılar. Eğer on beş günden az kalmaya niyet ederse seferîliği devam eder. Şafii ve Mâlikîler’e göre ise, yolcu bir yerde dört gün kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar. Hanbelîlere göre dört günden fazla veya yirmi vakitten fazla kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar.(Müslim, taharat, 85- Buhari, salât 1)

Zamanımızda hızlı ulaşımdan dolayı üç günlük yol süre ölçütü yok denecek kadar azalmıştır. Bu süreye alternatif olarak İslam âlimleri tarafından 85-90 km.lik mesafe kabul edilmiştir. Yayan da olsa vasıtalarla da olsa yolculuk durumu, genel olarak meşakkat ve sıkıntı içerdiğinden bu durumdaki kişi için bazı kolaylıklar getirilmiştir.

Bediüzzaman da seferi namazla ilgili şu açıklığı getirmiştir: “Sordukları mesele-i şer’iye ise, şimdiki mesleğimiz ve halimiz o meselelerde meşgul olmaya müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar var ki:

Ruhsat-ı şer’iye olan kasr-ı namaz ve takdim- tehir, vesait-i nakliye bir kararda olmadığı için, onlara bina edilmez. Belki, kaide-i şer’iye olan kasr-ı namaz, sabit olan mesafeye bina edilebilir.

Eğer denilse ki: Teyyareyle ve şimendiferle bir saatte giden zahmet çekmiyor ki, ruhsata müstahak olsun.

Elcevap: Teyyare ve şimendiferde abdest alıp vaktinde namazını kılmak, yayan serbest gidenlerden daha ziyade müşkülat bulunduğu için, ruhsata sebebiyet verir.” Diyor.(Barla lahk. Say.603

Rüstem Garzanlı / Kamu Yöneticisi

14.12.2011

www.NurNet.org

İran’da Bediüzzaman Sempozyumu

İslâmî Mezhepler Üniversitesinin ev sahipliğinde ve İstanbul İlim ve Kültür Vakfının katkılarıyla Tahran’da düzenlenen “Bediüzzaman Sempozyumu”nda konuşan İslâmî Mezhepler Üniversitesi Rektörü Abdülkerim Biazar Şirazî, “Bediüzzaman Said Nursî, sadece Türkiye’ye değil, tüm İslâm dünyasına ait büyük bir şahsiyettir” dedi. Bediüzzaman’ın mezhepler ve milletler üstü bir anlayışta olduğunu belirten Rektör Şirazî, onun İslâm dünyasının birlik ve beraberliği için çalıştığını, farklılıklar yerine ortak noktalara dikkat çektiğini bildirdi.

BEDİÜZZAMAN, EHL-İ BEYTE ÖZEL BİR MUHABBET BESLEDİ

İran Meclisi eski Başkanı Gulamali Haddad Adil ise, “İranlıların Türkiye’den Türkiyelilerin de İran’dan pek de haberdar olmadığını, birbirlerini yeteri kadar tanıyamadıklarını, bunun da bir eksiklik olduğunu” söyledi. Adil, “Bediüzzaman gibi şahsiyetlerin tanınmasıyla birçok konunun aydınlığa kavuşacağını, birçok soruya cevap bulunacağını” ifade etti. İslâmî Mezhepleri Yakınlaştırma Kurumu Genel Sekreteri Ayetullah Muhammed Ali Tezhirî de, Bediüzzaman’ın Ehl-i Beyt’e özel bir sevgi ve muhabbet beslediğini söyledi.

BEDİÜZZAMAN, İSLAM İÇİN MODEL BİR ŞAHSİYET

İslam âlimi ve Risale-i Nur adıyla anılan Kur’ân tefsirlerinin müellifi Bediüzzaman Said Nursî, İran’da ilk kez düzenlenen uluslararası sempozyumda tüm yönleriyle ele alındı. İslâmî Mezhepler Üniversitesi’nin evsahipliğinde ve İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın katkılarıyla Tahran’da düzenlenen “Bediüzzaman’ın Düşüncelerini İnceleme Sempozyumu” Kur’ân-ı Kerim okunmasıyla başladı.

Sempozyumun ilk oturumunda konuşan İslâmî Mezhepler Üniversitesi Rektörü Abdulkerim Biazar Şirazi, “Bediüzzaman Said Nursî, sadece Türkiye’ye değil, tüm İslâm dünyasına ait büyük bir şahsiyettir” dedi. Said Nursî’nin mezhepler ve milletler üstü bir anlayışta olduğunu ve bu yönde faaliyette bulunduğunu belirten Şirazi, onun İslâm dünyasının birlik ve beraberliği için çalıştığını, farklılıklar yerine ortak noktalara dikkat çektiğini bildirdi.

Bediüzzaman, Türkiye’nin içinde bulunduğu zor dönemde halkı özellikle de gençleri Kur’ân-ı Kerim ile buluşturdu, barıştırdı” ifadesini kullanan Şirazî, Nursî’nin ahlâkî konulara özel önem verdiğini, bunun eserlerinde de görüldüğünü söyledi.

MÜSLÜMANLAR BİRBİRİNİ, ÖZELLİKLE DE BÜYÜK ŞAHSİYETLERİ TANIMALI

İran Meclisi Kültür Komisyonu Başkanı ve Eski Meclis Başkanı Gulamali Haddad Adil de konuşmasına böyle bir sempozyumun düzenlenmesinden duyduğu memnuniyeti belirterek başladı. Adil, Bediüzzaman’ın İran’da pek tanınıp bilinmemesiyle ilgili olarak, “İranlıların Türkiye’den Türkiyelilerin de İran’dan pek de haberdar olmadığını, birbirlerini yeteri kadar tanıyamadıklarını, bunun da bir eksiklik olduğunu” söyledi.

Müslümanlar birbirlerinin özellikle de büyük şahsiyetleri tanımalı” diyen Adil, Said Nursî’nin, İslâm ve Batı medeniyetinin karşı karşıya olduğu en hassas dönemlerden birinde yaşadığını hatırlattı. Bediüzzaman’ın, İslâmî düşüncenin ekseni olarak Kur’ân-ı Kerim’i gördüğünü belirten Adil, onun eserlerinde ayetlere ve bunların tefsirlerine sıkça yer verildiğini anlattı. Said Nursî’nin eğitim ve ilme özel önem verdiğini, Müslümanların bu alanlarda yapacakları çok şey olduğuna inandığını ifade eden Adil, “Bediüzzaman gibi şahsiyetlerin tanınmasıyla birçok konunun aydınlığa kavuşacağını, birçok soruya cevap bulunacağını” söyledi. “Bediüzzaman, din karşıtlığı ve materyalist Batı düşüncesine karşı mücadele etti” diyen Adil, onun ömrünü sürgün ve zindanlarda geçiren güçlü iradeli, doğrularda ısrarcı büyük bir düşünce adamı olduğunu belirtti.

RİSALE-İ NUR’U İRANLILAR ANLAR

Celal Bayar Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bünyamin Duran, sempozyumun ikinci oturumunda yaptığı konuşmada dünyanın kendilerinden çok şey beklediği Müslümanların birbirini yeteri kadar tanıyamadığını söyledi. İranlı düşünürleri tanıdığını, birçoğunun eserlerini okuduğunu belirten Duran, İranlıların kültürel birikimleri ve geçmişlerinden dolayı “Risale-i Nur’u, İranlılar anlar” diye düşündüğünü söyledi. Sempozyumda sunulan tebliğlerde bu gerçeği gördüğünü belirten Duran, “Ne kadar şükretsem az, bugün onu gördüm, burada her bir İranlı kardeşimin sunduğu tebliğ, gerçekten ümit tohumları ekti. Biz sizi bilmiyoruz, siz bizi bilmiyorsunuz” diye konuştu.

EHL-İ BEYTE ÖZEL SEVGİ BESLİYORDU

İslâmî Mezhepleri Yakınlaştırma Kurumu Genel Sekreteri Ayetullah Muhammed Ali Tezhiri de konuşmasında, Bediüzzaman’ın, Türkiye ve bölgede sevilen, takipçileri olan bir şahsiyet olduğunu söyledi. Bediüzzaman’ın aşırıcılığa karşı olduğunu belirten Ayetullah Tezhiri, “O, Şam hutbesinde ve eserlerinde Müslümanları birliğe, orta yola ve itidale davet ediyor, aşırıcıları da eleştiriyor” ifadesini kullandı. Ayetullah Tezhiri, İslâmın şiarlarının ihyası için adımlar atan Said Nursî’nin, Müslümanların birliği yönünde hac ibadetine dikkat çektiğini söyledi. Bediüzzaman’ın Ehl-i Beyt’e özel bir sevgi ve muhabbet beslediğini belirten Ayetullah Tezhiri, “İran’da onun düşünceleri hakkında yeteri kadar araştırma ve inceleme yapılmadığını” söyledi. İslâmî Kültür ve İlişkiler Organizasyonu Başkanı Muhammed Bakır Hürremşad ise konuşmasında Bediüzzaman’ın İslâm dünyasının karşı karşıya kaldığı sorunlara çareler arayan çözüm önerileri sunan büyük bir düşünce ve din adamı olduğunu söyledi.

“SÖZLER” YA DA “TERCÜME-İ KELİMAT”

İstanbul İlim ve Kültür Vakfı Başkanı Prof. Dr. Faris Kaya da konuşmasına sempozyumun düzenlenmesinde emeği geçen ev sahibi ülke yetkililerine teşekkür ederek başladı. Üstad’ın, “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” hadisi üzerinde çok durduğunu hatırlatan Prof. Dr. Kaya, “Diyebiliriz ki hayatını o hadis-i şerifin ihyası için harcamıştır” ifadesini kullandı. Türkiye dışında 40’ı aşkın ülkede 70 kadar uluslararası sempozyumun düzenlenmesine katkı sağlandığına dikkati çeken Kaya, dünyevileşmenin bizimle Allah arasına girmesine engel olmak için Kur’ân ve sünnete dayalı bir hizmet tarzıyla hareket ettiklerini anlattı. Sempozyumun ilk oturumunda Risale-i Nur Külliyatı’ndan “Sözler”in Abdurrahman Yakubi tarafından Farsça’ya tercümesinin tanıtımı yapıldı. “Tercüme-i Kelimat” adıyla çevrilen eserin tanıtımında İran Meclisi Kültür Komisyonu Başkanı ve Eski Meclis Başkanı Gulamali Haddad Adil ve öteki yetkililer de hazır bulundu. Kapanışta tekrar söz alan İstanbul İlim ve Kültür Vakfı Başkanı Faris Kaya, sempozyumla beklenenin de ötesinde bir ilgi gördüklerini söyledi. Kaya, “İliklerimize kadar hissettik kardeşliğimizi, birliğimizi, beraberliğimizi, aramızda hiçbir farkın olmadığını” dedi. Türkiye’nin Tahran Büyükelçisi Ümit Yardım’ın da hazır bulunduğu sempozyuma Azerbaycan’dan da dinleyici olarak katılanlar oldu. Sempozyumun ardından konuşmacılar ve diğer davetliler toplu olarak hatıra fotoğrafı çektirdi.

Kaynak: iikv

Sadece Hak vardır, Ne Güzel!

BAZEN HİKMETLİ olduğu zannıyla söylenmiş, insanı ümitsizliğe sevk eden sözler okuyorum. “Alemde vefa yoktur” gibi. İlk anda tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. İçini acıtıyor. Önceleri bu silleyi tedip sillesi sanırdım, nefsimize vuruluyor addederdim, ancak şimdi anlıyorum ki insanın asıl içini sızlatan şey söylenen sözün içindeki esma-i ilahiye zıt oluşu. Bu zıtlık cehennem azabı gibi bir acı doğuruyor. Söylenene inandıkça daha da bedbaht oluyorsunuz.

Neler söylüyorlar? “Aşk diye bir şey yoktur”. “Bu dünyada adalet yoktur” ila ahir. Söyleyenlerin niyetini anlamakla birlikte bu sözleri maksadını aşmış buluyorum. Öncelikle bir şeyi yerli yerine koyalım. İnsan tümüyle var olmayan bir şeye varlık kisvesi giydirmez, yoku var etmez. Yahut tümüyle batıl bir şeye tutunmaz. İnsanın tutunduğu herşeyde bir dane-i hakikat bulunur. İnsanın sezgileri latifeleri tümüyle yanılmaz. Bu yüzden hiçbir söz tümüyle yanlış değildir, hiçbir insanın inancı tümüyle batıl değildir.

Sufiler Hak ismini izah ederken şöyle derler. Hak Allah’ın alemdeki zuhurudur. Hangi isimle nereden zuhur ederse etsin, zuhur eden Hak’tır. Bu yüzden biz Allah’ın Zât’ını değil Hakkı bilebiliriz. Çünkü zuhur edendir Hak. “Her şeyi Hak üzere yarattık” demenin anlamlarından biri de budur.

Varlıkta ortaya çıkan herşey Hak’tan zuhur edince. Aslında batıl yoktur. Hakkın zuhurunu algılayamadığımızda verdiğimiz bir isimdir batıl. Yukarıda sözünü ettiğimiz anlamda görebilen göze herşey Hak’tır. Bu isim açıklaması bile sufilerin herşey Allah’tır demek istemediklerini aşikar eder.

Bu zaviyeden bakarsak, en batıl sandığımız putperestlik dahi esma-i ilahinin yanlış anlaşılmasından zuhur etmiştir. Yoksa insanlar salt tahta ve taş diye bir şeylere tapmamışlar, onlarda bazı esma-i ilahinin zuhurunu sezmişler, sezgilerini akla dökerken hatalı tevil yapmışlardır. O hata düzeltilirse sırf inat olmamak kaydıyla putperestlik bile düzeltilebilecek, doğruya yöneltilebilecek bir hatadır.

İşin en kötüsünü zikredersek onun üstündekiler ona kıyasla daha iyi anlaşılır. Alemde saf batıl yoktur, hakaik-i nisbiye vardır. Hakikat bazen hayal ve vehim perdesi altına girer, bazen aklın kimi bağları onu sınırlar ve böylece perdelenir, hak batılmış gibi görünür. Oysa var olan tek şey Hak’tır.

“Hak birdir ama tadad eder” der Bediüzzaman. Cüz-i aklımla bu külli cümleden bu yaşım itibariyle anladığım şudur. Allah’ın varlık tecellisinin zuhuru birdir. Üstad bunu anlatmak için güneş ışığı örneğini verir. Dünyaya düşen ışık birdir, fakat düştüğü cismin mahiyetine göre renklenir, çeşitlenir. Hakikatte ışığın içinde renkler vardır, ancak zuhuru için bir cisme çarpması lazımdır. Cisme çarpınca cismin kabiliyetine göre bir ya da birkaç dalga boyunu yansıtır, böylece ana renklere veya ara renklere dönüşür. Bazen de ışık tümüyle geri yansıtılır ki o vakit beyaz olur. İnsan-ı kamil’in rengi beyazdır. O güneşten aldığını kırmadan tümüyle yansıtır. İnsan da Allah’tan gelen tüm isimleri geldiği biçimde yansıtırsa ona hakiki manada halifetullah denir. Ancak vakıa odur ki biz genellikle bir veya birkaç ismi yansıtırız, ya da diğer isimler o birkaç ismin gölgesi altında silik ve sönük kalır.

Hakk’ı yansıtmak sanıldığı gibi sadece merhametli olmak, adil olmak, güzel olmak gibi insana ilk bakışta sevimli gelen sıfatlarla ilgili değildir. Bir katil Allah’ın Mumit ismini yansıtır. Bir asker, bir cellat, bir kasap, bir böcek ilaçlayıcısı hep Mumit isminin zuhurlarıdır. Bunlardan kimi Adl ismi ile beraber zuhur eder ki ona “Adam görevini yapıyor” deriz. Yahut Adl ismi olmadan zuhur eder “Adam katildir, zulmetti” deriz. Ancak her halde adam bir ismin zuhurunun dışına çıkmamıştır. Yani O da Hakk’ın bir tecellisidir.

Tuzak kuran bir insanı düşünün, bunu avcılık için, savaş taktiği için, yahut başka bir doğru amaç için kullanmış olabilir, yahut tuzak kurma yanlış yerde kullanılmıştır. Her hal-ü kârda Allah “Tuzak kuran” ismi ile onda zuhur etmiştir.

Kıskanç birini düşünün, bu onu hayırda yarışmaya, daha güzelini yapmaya, yahut ona emanet edileni korumaya da yöneltebilir, ki bu durumda Gayret ismi Adl ismi ile beraber zuhur etmiştir. Yahut başkasına emanet edileni cebren elde etmek şeklinde zuhur edebilir, bu durumda Cebbar ismi ile birlikte zuhur etmiştir ancak içinde Adl ismi yoktur. Görünen hoşunuza gitsin ya da gitmesin Hakk’ın zuhurudur. Allah’ın sıfatlarını tek tek bilebilmemizin yegane yolu da bu zuhurlardır.

Hak bir iken önce isimlere göre çok olur, sonra üzerinde yansıdığı aynalara göre zuhuru az ya da çok olur. Böylece biz Bir’i çok görürüz.

İnsan ilişkilerine bakarsak, hiç kimse bir diğerine karşı bütünüyle haklı değildir, diğeri de ona göre bütünüyle haksız değildir. Belki biri Hak ışığından biraz daha gölgede kalmıştır, Ancak gölge bile ışıkla var olan bir şeydir. Işığın zıttı değildir. Bunu düşünerek insanlar arası insaf düstur edinilebilir. Düşüncede insaf, sözde insaf, ilişkide insaf. İnsaf nısftan gelir ve bir şeyi yarı yarıya paylaşmak demektir. Bu birinde yok diğerinde var olan bir dengesizliğe değil, her iki tarafta da var olan bir dengeye işaret eder. İlişkiler de bu şekilde bir diğerini yok etmeden var olabilir.

Yukarıdaki örneğe gelirsek, “Alemde vefa yoktur” diyebilir miyiz? Kanaatimce hayır. Bu cümle de tümüyle yanlış değildir, görenin gözü Vefa’nın aslına dikilmiş, ve ona nispetle alemde olan her tür vefa tecellisi yok addedilmiştir. Buradan bakarsanız doğrudur. Ama insanın vefa diye bir şeyden söz edebilmesi dahi onun varlığına delildir. Tümüyle yok olan bir şeyden bahs edemezsiniz. Zira kelam ve düşncede varlık bile bir varlık kategorisidir. Ne ki adı söylenir, o vardır.

İnsan ilişkilerinde vefanın yahut adaletin aslına hakikatine yani ism-i Vefi’ye gire perdeli zuhuru vardır denilebilir. Perde, tecelli edenin mazharın aynasındaki kimi lekelere, pürüzlere denk gelmesinden, yahut mazharın eksikliğinden aslını iyi yansıtamayışından kaynaklanır. Ancak madem ki bir görüntü oluşmuştur, o isim alemde de vardır.

Hiç Allah’ın bir ismi alemde tecelli etmiyor denilebilir mi? Alemde hiç kamil insan da kalmamış mıdır? O zaman kıyamet zamanı gelmiştir de alem lüzumsuz yere mi devam etmektedir? Biz bir şeyi göremediğimizde o yok mu olur? Kanaatimce vefa örneğinde insan ne kadar vefa gösterirse o kadar “Vefa vardır.” Der, ne kadar vefa beklerse o kadar “Vefa yoktur” der. İnsanın bir isme tecelligah olmaktan daha şerefli bir hali olabilir mi? Vefa yokluğundan müştekiler o halde siz vefa gösterin, vefa alemde var olsun.

Siz bunu yokluğundan şikayet ettiğiniz diğer isimlere teşmil edin. Ne bütünüyle dünya kötüdür. Ne burada kemal hiç mümkün değil denilebilir. Ne adalet tecellisi tümüyle ahirete bırakılmıştır. Ne Vefi ve Rahim isimleri sadece ahirette mütecellidir. Kuşkusuz ahiret alemi dünyaya göre tecellinin çok daha yüksek olduğu zuhurun ayan beyan olduğu alemlerdir. Ancak isimleri burada göremeyen orada görmeyi beklemesin diyen bilegelere bakılırsa, burada yansımayı görmek ahirette aslı görmek için şarttır denilebilir. Bu yüzden burada görmek isteyene, vefa da vardır adalet de, aşk da, kemal de. Burada bütün isimler bütün hakikatler vardır, ancak hakaik-i nisbiyedir. Her şey hakaik-i nisbiyenin zuhurudur. Bizim iyi kötü güzel çirkin ayrımımız, hep iyinin mertebeleri güzelin mertebeleridir. Bu yüzden bölmekten vazgeçip hakikatleri tevhid etmek lazımdır. Bu bizi her tür ötekileştirmeden, ayırmadan ve peşi sıra gelen enfüsi ve afaki cehennem azabından koruyacaktır.

Ben öyle demeye gayret ediyorum. Her şey Hak’tandır. Her şey bir hakikatin zuhurudur. Hak Güzel’dir. Böylece her şey güzeldir. Çünkü her şey Onun değişik isimlerle, değişik aynalarda tecellilerinden ibarettir.

Ona buna yoktur, kötüdür, çirkindir demekten vazgeçelim.

Mona İslam

Karakalem.net

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version