Hayat Mücadelesine Girdiğinizde Sizi Neler Bekliyor?

“Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir (bineğidir). İşte, himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat (hayat mücadelesi) meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedîd (çok şiddetli ve tehlikeli düşman) olan yeis (ümitsizlik) rast gelir. Kuvve-i mâneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı “La takne tu”(“Ümidinizi kesmeyin.” Zümer Sûresi, 39:53.) kılıncını istimal ediniz.

“Sonra müzahemetsiz olan (zorluk ve sıkıntı vermeyen) hakkın hizmetinin yerini zapteden meylüttefevvuk (üstün gelme ve yüksek görünme meyli) istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz “Kunu Lillahi”(Allah için yapınız) hakikatini o düşmana gönderiniz.

“Sonra da ilel-i müteselsiledeki (sebepler dünyasında dikkat edilmesi gerekli sebepler, basamaklar) terettübü (belli bir sıra ve sistemle olma) atlamakla müşevveş eden (karıştıran) aculiyet (acelecilik) çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz, “İsbiru vesabiru verabitu”yu (“İbadette, musibette ve günahtan kaçınmakta sabırlı olun; sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın; her an cihada hazırlıklı bulunun.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:200) siper ediniz.

“Sonra da, medeni-i bittab (medenî yaratılışlı) olduğundan ebnâ-yı cinsinin (aynı türden olanların, diğer insanların) hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef olan insanın âmâlini (emellerini, ümitlerini) dağıtan fikr-i infiradî (kişisel menfaat düşüncesi) ve tasavvur-u şahsî (kendi şahsını merkez yapma tasavvuru) karşı çıkar. Siz de, “Hayrun nesi en feuhüm ninnasi” (“İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:481, no: 4044.) olan mücahid-i âlî-himmeti (yüksek himmet sahibi mücahid) mübarezesine çıkarınız.

“Sonra, başkasının tekâsülünden (tembelliğinden) görenek fırsat bulup, hücum edip belini kırar. Siz de, Vealallahi (legayrihi) felyetevekkelül mütevekkilune” “Tevekkül etmek isteyenler Allah’a güvensinler (başkalarına değil).” İbrahim Sûresi, 14:12.) olan hısn-ı hasîni (sarsılmaz kaleyi) himmete melce (sığınak) ediniz.

“Sonra da acz (acizlik, zayıflık) ve nefsin itimatsızlığından neş’et eden (ortaya çıkan) ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Siz de, “La yedirrukum mendalle izehtedeytüm” (“Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez.” Mâide Sûresi, 5:105.) olan hakikat-i şâhikayı (yüksek ve yüce hakikat) üzerine çıkarınız. Tâ, o düşmanın eli o himmetin dâmenine (eteğine) yetişmesin.

“Sonra, Allah’ın vazifesine müdahale eden dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de “Vessakim kema umirte” (“Emrolunduğun gibi dos doğru ol.” Şûrâ Sûresi, 42:15.) “Vele teteemmar ala seyyidike” (Efendine efendi olmaya çalışma.) olan kâr-âşina ve vazifeşinas olan hakikati gönderiniz. Tâ onun haddini bildirsin.

“Sonra, umum meşakkatin (zorlukların) anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat (rahatlık meyli) geliyor. Himmeti kaydeder (her tarafını bağlar), zindan-ı sefalete (sefillik zindanına) atar. Siz de, “Veenleyse lilinsani ille me sea” (“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Necm Sûresi, 53:39.) olan mücâhid-i âlicenabı (yüksek ahlaklı mücahid) o cellâd-ı sehhara (emredileni aynen yapan cellat) gönderiniz. Evet, size meşakkatte (zorluk) büyük rahat var. Zira, fıtratı müteheyyiç (heyecanlı, aktif) olan insanın rahatı yalnız sa’y ve cidaldedir (çalışma ve mücadele etmededir).

“Ey kardeşlerim, dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Her bir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın.”

Bediüzzaman – Münazarat

2. ve 3. Kelime – Hutbe-i Şamiye

 

Bu Hutbe-i Şâmiye eseri, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin otuz beş yaşında iken, Şam’da, Şam ulemasının ısrarı üzerine Câmi-i Emevîde irad ettiği bir hutbedir. Çok büyük bir ehemmiyeti haiz olması hasebiyle, o zaman Şam’da bir hafta içinde iki defa tab edilmiştir. Bilâhare müellif Bediüzzaman Said Nursî tarafından tercümesi neşredilmiştir.

İşte o risaleden 2. ve 3. kelimeler, sohbeti yapan Doç.Dr. Şadi Eren… Aşağıya ilk paragrafları aldık.

İKİNCİ KELİME: Ki, müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur:

Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i mâneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i mâneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i harika meyusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hatta bu yeisle, başkasının lâkaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip neme lâzım der, “Herkes benim gibi berbattır” diye şehamet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor…

ÜÇÜNCÜ KELİME: Ki, bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla, hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyet’in üssü’l-esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyleyse, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihyâ edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz…

Çorlu Okuma Programının Ardından

Çin’de de olsa ilmi arayınız. Çünkü ilim öğrenmek her Müslümana farzdır. Melekler, yaptıkları işten hoşlandıkları ilim talebeleri için kanatlarını yere sererler.” (Câmiü’s-Sağîr, 1/310) buyurmuş Peygamber Efendimizi (a.s.m).

İmânın rükünlerinden en mühimmi, imân-ı billâhdır, Allah’a imândır. Sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, imân ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şâhı ve padişahı, imân ilmidir.” Konferans’ta Zübeyir Gündüzalp Ağabey ifade eder.

Bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah (Allah’ı bilmek) ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten müptelâ olur. Diye buyurmuş Üstadımız 20. Mektupta. Ve ayrıca Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde “Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde Cennet olsa bile Cehennemdir.” “İnsan, ebed için yaratılmıştır. Onun hakikî lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u ebediyededir.” Gibi ifadelerle hem İnsan’ın yaratılış amacını hem de öğrenmesi gereken ilk ilmin Marifetullah ilmi yani Allah’ı bilmek ve tanımak ilmi olduğunu belirtmiştir.

İşte bu noktalar içindir ki 2-3 günlüğüne de olsa Cenab-ı Hakkı daha iyi tanımak ve bilmek, Kur’an’ı daha iyi anlayabilmek, Resul’ünün sünnetine daha bir iştiyakla sarılabilmek için zikrettiğimiz manaları bize en güzel bir şekilde ifade eden ve istifademize sunan Risale-i Nurları okuduk ve daha iyi anlayabilmek ve anlamadığımız yerleri sorabilmek ve hayatımıza birazcık disiplin getirebilmek için 2-3 günlük yoğunlaştırılmış, sabah namazından önce teheccüd namazıyla başlayıp akabinde Kur’an-ı Kerim ya da Cevşen gibi duaları okuduk ve akabinde Sabah Namazını cemaatle beraber tertemiz bir aleme açılarak dünyayı kesben değil kalben terk ederek namaza durduk. Şahsi ve sosyal hayatımıza Kur’an’ın hakikatlerini nasıl daha iyi yerleştirip düstur haline getirebiliriz gibi ince ve ulvi manaları düşündük, fıkhi ve günlük meselelerden kafamıza takılan suallere cevaplar aradık ve bu alanda uzman hocalarımıza danıştık. Ayrıca şevke medar nurani hadiselerden bahsedildi. Yaratılış amacımızı bir nebzede olsa daha iyi anlamak ve bunları sadece Allah’ın rızasını kazanmaktan başka herhangi bir amaç için yapmamak ve bu sayede aramızdaki kardeşliği, uhuvveti pekiştirmek niyetiyle programı sonlandırdık.

Bu soğuk mart ayında Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ il merkezlerinden ve ilçelerden esnafların, memurların ve azda olsa öğrencilerin katılımıyla gerçekleşen programa ayrıca İstanbul’dan Doç. Dr. Şadi Eren hocamız ve Abdülvahid Mutkan Ağabeyimizin katıldığı ve Şadi Hocamızın Hutbe-i Şamiye’den yapmış olduğu dersler ve Fıkhi sorulara verdiği cevaplarla program sonlanmış oldu. Ayrıca programın akabinde Pazar günü akşamı Edirne’de yapılan akşam dersine iştirak edildi. Hutbe-i Şamiye ve Edirne dersleri zamanla sitemize eklenecektir. Fıkhi meselelerdeki soru-cevap bölümü ise facebook (www.facebook.com/nurnet.org) sayfamıza eklenecektir.

Mutad olarak 2 ayda bir yapılan bu programların bir diğerinde yani 2 ay sonra buluşmak ümidiyle programdan ayrıldık. Cenab-ı Hak kabule karin eylesin inşallah ve bu gibi programları çoğaltsın.

NurNet.Org Ekibi

Nûr-u Aynım, Zübde-i Hayatım

Efendimiz (ASM)dan sonra..

Âhir zamanın da ahiri..

Nuru tutan az, zulmette kalmış çok, zulmetten ayılmaya çalışanın da tonla imtihanı olduğu, akşamla yatsı arası bir alaca karanlık kuşağı..

Kim bize nuru hakkıyla gösterecek, incitmeden, kırmadan, sırf yaparak, yıkmadan; kim yaralarımızı saracak, görmeyen gözümüze göz, işlemeyen aklımıza tefekkür, hissetmeyen kalbimize marifetullahın heyecanını verecek…

Elhamdülillah, Risale-i Nur ehl-i imanın imdadına gönderilmiş, manevi bir halaskardır. Nur-u Muhammedî(ASM)’ın arzdan çekilmesiyle kıyamete yaklaşan şu yaşlı arzımıza son bir nevbahar yaşatan Nur-u Âzam sahibi Risale-i Nur, hem müceddid hem mürşid-i ekmeldir.

Sen’den (ASM) sonra..” derken Hz. Bilal (RA) gibi dayanamayıp ölecekken yegâne teselli ve kurtuluş ümidimizdir.

Üstadımız ve bütün tûllab-un nurdan Allah iki cihanda razı olsun. Bizleri de o nurlu zümreye dahil eylesin. Âmin.

Nabi

Nurnet.org

Vatan Sevgisi İçimizde Yer Etmeli

Vatan sevgisi bir toplumun varlığı için çok önemlidir. “İçinde sevgi yeşeren toprağa vatan derler. Bir millet öz sevgisini yitirirse, öz vatanında bile gurbette sayılır.”

Doğduğu Polonya topraklarını vatan edinmiş bir piyanistin hikâyesini izlemiştim. Hitler’in pençesindeki Almanlar yaşadığı şehri ele geçirdiler; tanklar binaları parçaladı, buldozerler devirdi, alev topları geriye kalanları yakıp yok etti. İnsanlar görüldükleri yerde kurşuna dizildi, saklanabilenler yıkıntıların altında ezildi.

Piyanist, bir bina yıkılırken ötekine kaçtı, bazen çatılarda, bazen bodrumlarda gizlendi. Almanlar şehri terk ettiğinde, geride cesetler arasında yalnız yaşadığına pişman, yiyecek ekmeği, sığınacak kimsesi olmayan bir insan kalmıştı.

Bir millet vatanının, huzurunun, barışının, esenliğinin, özgürlüğünün değerini bilmez de, küçük sorunları bahane ederek iç çatışma yolları ararsa, kaynaşmayı, dayanışmayı terk ederse, kader o milleti böyle bir ezikliğe savurur.

Biz Anadolu halkı, Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle ve tüm unsurlarıyla tek millet olmuşuz; bu topraklarda bin yıldır kader birliği etmişiz. Dev bir aile olmuşuz ve birleşen gücümüz zaman zaman dünyaya meydan okumuşuz. Nice fakirlikler, yokluklar, zulümler çağında birbiriyle dayanışmasını bilen bu millet, şimdi zenginleşirken, özgürlüğün tadını hissetmeye başlamışken tarihsel dayanışmasını terk edebilir mi?

1995 yılının kış mevsiminde Bosna Hersek’e gittik. Başkentte kurşunlar uçuşuyordu. Ağaçlar kesilip yakılmış; otobüsler devrilip siper yapılmıştı. Binalar delik deşik olmuş veya yangınlarda kararmıştı. Yiyecek ekmeği kalmayan insanlar bir deri bir kemik görüntüsündeydi. Kalacağımız bir cephesi delik deşik olan otelin önünde, ayakları çıplak, soğuktan kıpkırmızı kesilmiş bir çocuk gördük. Dediler ki “Çocuğun anne babası şehit oldu, kimsesi yok, sokakta dolaşıyor.” İki gün sonra keskin nişancılar onu da şehit ettiler. O sokaklarda bu küçük şehit gibi, yaşananlara anlam veremeyen nice çocuklar gördüm.

Şehrinize gökten bombalar düştüğüne, sevdiklerinizin süngülenip kurşunlandığına tanıklık ettiniz mi? 300 bin şehidimize mezar olan Yemen’e yazılan ağıdı hatırlayın:

Kışlanın ardında redif sesi var

Bakın çantasına acep nesi var

Bir çift kundurası, bir al fesi var

Kışlanın ardını, duman bağladı

Analar, babalar kara bağladı

Yemen’e gidene herkes ağladı

Eli yemendir, gülü çimendir

Giden gelmiyor, acep nedendir?

Yakın bir geçmişte, Anadolu halkı Çanakkale’ye akın etmişti. Yüz binlerce genç, gövdelerinde gömlek, ayaklarında çarıkla yollara birlikte koyuldular. Kürt de, Laz da, diğerleri de orada Türklerin yönetiminde buluşmuştu. Kardeştiler, birbirlerine kibirlenmiyorlardı. Şehadet şerbetini birlikte içeceklerdi. Canları birbirlerine emanetti.

Bizi yüzyıllarca bu coğrafyada özgür yaşatan, birbirimizin hakkına gösterdiğimiz saygıydı. Birbirimizin canı, namusu, malı, dini kutsaldı.

Savaş şartlarında bile atalarımız dürüstlüğü yaşattılar: Çanakkale’nin Kocadere köyünde büyük bir yaralı tedavi noktası kuruluyor. Yaralılar sedyelerle beşer onar köye taşınıyor.

Erlerden birisi nefes nefese. Ağır yaralı ve şehit olmak üzere. Komutanına sesleniyor: “Ben Lâpseki’nin Beybaş köyünden Halil. Bir pusula yazdım. Lâpsekili İbrahim’den bir mecit borç almıştım. Kendisini göremedim ve ölüyorum. Bulursanız bu pusulayı ona verin, hakkını helal etsin.”

Birkaç gün sonra, yeni gelen şehitlerin eşyaları arasındaki pusulalardan biri aynı komutanın dikkatini çekiyor: “Ben Beybaş köyünden arkadaşım Halil’e bir mecit borç vermiştim. Birazdan taarruza kalkacağız. Belki dönemeyeceğim ve görüşemeyeceğiz. Arkadaşıma söyleyin, ben hakkımı helal ettim.” Biz ahıret için yaşayan böyle ataların çocuklarıyız.

Bu vatan Malazgirt’in, İstanbul’un, Çanakkale’nin hatırasıdır.

Avuçladığınız her toprakta şehitlerinizin gözyaşını ve çocuklarına dualarını okursunuz.

Bu yurdun en büyük değeri, bizi sonsuzluk yurduna hazırlamasından kaynaklanır.

“İçinde sevgi yeşeren toprağa vatan derler. Bir millet öz sevgisini yitirirse, öz vatanında bile gurbette sayılır.”

Dr. Muhammed Bozdağ

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version