Size koyun olmadığınızı bir anlatabilsek…

İstanbul’a seyahatlerimin birinde, Beyazıt’ta Fakülte Apartmanında ki sohbette Arap alimlerinden üç tane mühim Alim misafir olarak bulunuyordu. Derste ise üstadımızın 26. Mektup üçüncü mebhasta ki milliyetçilik mevzuu işleniyordu. Muazzez Üstadımız orada “Allah bir kavim gönderir. Allah onları sever, onlarda Allah’ı sever. Müminlere karşı şefkatli ve merhametli, kafirlere karşı izzetli ve şiddetlidirler” mealindeki ayete bu necip kavmin masadak olduğunu ve sahabeden sonra dini mubini İslam’a kemaliyle yine bu milletin hizmet ettiğini ifade ediyordu. Hatta bu necip kavmin altıyüz yıldan beri değil, Abbasilerden beri cehd ve gayretle mücahede ettiğini söylüyordu. Ders bu mevzu mihverinde bir saat kadar devam etti. Arap misafirlerimiz; çay sohbetinde yanıma gelerek okunan dersten çok istifade ettiklerini, risalelerdeki hakikatlerin harika ve orijinal olduğunu ve kendilerini mest ettiğini ifadeden sonra; Üstadımızın bu asrın bir müceddidi olduğunu söylediler. Daha sonra konu ile ilgili olarak şöyle bir hatıra naklettiler.

Hocam bizim ilkokul kitaplarında şöyle bir hikaye vardır. Hikâye ise şudur;

Aslan yavrusunu yaptıktan sonra ölmüş. Bu yavru, koyunları emerek onların içerisinde büyüyor.

Koyunlardan biri, “sen bizim cinsimizden değilsin. Sen esasında aslansın. Dağların, ormanların kralısın. Gel bir kükre de ayıların, tilkilerin ve çakalların seslerinden ve tehlikelerinden kurtulalım” der.

Aslan ise; “hayır ben sizin cinsinizdenim, koyunum” diye ısrar eder.

Koyun ise; aslanı ikna etmek için bir su kuyusunun başına götürür ve orada arslana sudaki görünen şeklini gösterir.

Orada kendini dikkatlice seyreden Arslana “bir de dön bana bak” der. “Biz sana benziyor muyuz? İstersen gel bir de beraber kükreyelim” der.

Koyun meler, Aslan da kükreyince, o sesi duyan haşarat ve hayvanlar her biri bir tarafa kaçarlar.

Arap misafirler, hikayeyi anlattıktan sonra; “Hocam; size koyun olmadığınızı bir anlatabilsek var ya… Bu, sizin ve alemi İslam’ın hatta insaniyetin kurtuluşuna vesile olacaksınız.” diye bu hikayeyi bize anlattılar.

Bir gün Suffa Vakfı’nda Cumartesi dersinde Ahmet AKGÜNDÜZ onuncu sözün on birinci hakikatini okuyordu. Karşımda yarım sakallı olan bir zat, dersi dikkatle dinliyordu. O zat dersten sonra, kalkıp hemen yanımıza geldi. Ahmet AKGÜNDÜZ, bu zatın kendisinin Felsefe hocası Niyazi ÖKTEM Bey olduğunu söyledi.

Bana hitaben, “Hocam; dersi dikkatle dinledim. İzahlarınızdan da çok müstefit oldum. Anladığıma göre Haşir cismani olacak değil mi?” diye sordu. “Gerçi ben haşre inanıyorum. Fakat bu dirilmenin cismani değil de ruhani olacağını düşünüyordum”.

Ben de cevaben: “Cenab-ı Hakkın Adl ismi ve Rahmeti iktiza ediyor ki, dünyada olduğu gibi Ahirette de insanlar ruhen ve cismen beraber haşredileceklerdir.” “Çünkü; dünyada mademki ibadetler, imtihanlar, lezzetler ve keyifler, cihatlar hem ruhani, hem de cismani olduğuna göre, ahirette de aynen öyle olması icab eder. Çünkü ahirette sadece ruhen dirilme Allah’ın adalet ve şefkatine muvafık olmaz.” “Zira, ibadet yaparken yorulan beden, oruç tutarken acıkan beden, cihatta yara alan, kanı akan ve şehit olan beden olsun da; cennete yalnız ruh gitsin, ceset gitmesin hiç adalet ve merhamete muvafık olur mu?.” “Ayrıca Cenab-ı Hakkın nurani olan güzel isimleri, dünyada kesafetli olan bedende daha fazla tecelli ve tezahür ettiğine göre; azami tecellinin yeri olan Ahirette de, haşirin hem cismani, hem de ruhani olması iktiza eder.”

Daha sonra bana “Eflatunu, Aristo’yu, Farabi ve İbn-i Sinayı nasıl bilirsiniz Hocam?” diye sordu. Ben de cevaben; bunların büyük fikir adamları olduğunu, hatta İbn-i Sina ve İbn-i Rüştün eserlerinin Avrupa’da asırlarca ders kitabı olarak okutulduğunu söyledim. Niyazi Öktem bey ise tebessüm ederek; “Hocam bu insanlar, haşrin cismani değil de ruhani olacağını itikat ediyorlar buna ne dersiniz dedi.”

Ben de cevaben; Allah’ın lütfu ve ihsanıyla birden aklıma geleni söyledim ve dedim; “Niyazi bey; acaba İbn-i Sina ve Farabi gibi zatlar, kayısı yemişler midir?.” O da “Elbette yemişlerdir” dedi. Ben de “kayısı yiyen bir mütefekkir, nasıl olur da haşri cismaniyi kabul etmez?. Bu aklen tezat değil midir?. Zira her insan her sahada mütehassıs olamaz. Felsefe sahasında büyük olan o insanlar, iman ve itikat sahasında mübtedi kalabilirler ve kalmışlardır. Çünkü onlar meseleye sadece akıl gözleri ile baktıklarından akılları gözlerindedir. Bunlar, her şeyi maddede ararlar. Her şeyi maddede arayanların ise akılları, maneviyatta kördür.” “Malumdur ki elbette böyle bir akıl mahluk ve maduttur, her şeyi idrak edemez. Bu hikmete binaen, Cenab-ı Hak akla yardımcı olarak; semavi dinleri, kitapları ve peygamberleri göndermiştir. Ta ki akıl ve nakil ittifak ederek insanları dünya ve ahiret saadetine kavuştursun.”

Niyazi Bey, son derece memnun ve mesrur olarak bizimle vedalaşıp, “Hocam çok teşekkür ederim. İtikada dair mühim bir müşkilimi hallettiniz. Allah selamet versin…”

Mehmed Kırkıncı/ Hayatım Hatıralarım

2011 Takvimlerimiz Hazır

2011 yılı takvimlerimiz hazır, bu sene ayrıca özel hazırlattığımız takvimler de mevcut olacaktır. Bu gün itibari ile takvimlerimiz Trakya genelinde ve İstanbul’da dağıtıma yollanacaktır.

Hayırlara vesile olması temennisiyle.

İşte özel hazırlanan takvimimiz.

İletişim :

Ruba Vakfı

Hasan Halife mah. Halıcılar cad. No: 36/1 Fatih/İstanbul

Tel: +(90) 212 534 74 83

http://www.rubavakfi.org/

Hicri Yeni Yılınız Mübarek Olsun (1432)

7 Aralık itibari ile Hicri 1432 yılına giriyoruz. NurNet.Org ailesi olarak tüm kardeşlerimizin hicri yeni yılını tebrik eder, hayırlara vesile olmasını temenni ederiz. Bu münasetle Hicri yılla ilgili bir yazı aktarmak isteriz.

Hicri tarih, Hz. Muhammed (a.s.m.)’in Mekke’den Medine’ye hicretiyle başlar. Ancak takvim başlangıcı olarak bu tarih, Hz. Ömer devrinde kabul olunmuştur. Ondan önce arapların belli bir tarihi yoktu. Bazı önemli hadiseleri (Hz. İbrahim’in ateşe atılışı, Fil vakası vb.) tarihe başlangıç olarak gösteriyorlardı.

Hicretten on altı yıl sonra (638), dönemin halifesi Hz. Ömer’in emriyle Medine’de bir meclis toplanarak, tarih meselesine bir çözüm bulunması istendi. Hz. Ali’nin teklifi ve mecliste bulunanların kabulü ile Hz. Muhammed (a.s.m.)’in hicreti, İslâm tarihi başlangıcı ve Muharremin de bu yılın ilk ayı olması kararlaştırıldı. Böyle bir uygulamanın konulmasına sebep olarak şu iki husus gösterilmektedir. Hz. Ömer devrinde ibraz edilen bir borç senedinde ödeme için vâde tarihi olarak gösterilen Şaban ayının, geçen yılın mı yoksa gelecek yılın mı olduğu kestirilememişti. Ayrıca aynı dönemde Basra valisi olan Ebu Musa el-Eş’arî’den gelen bir yazıda; Hilâfet makamından gönderilen kâğıtların hangisi önce hangisi sonra olduğu ve hangisinin hükmüyle hareket edilmesi gerektiğinin bilinmediği cihetle, bu sorunun acilen halledilmesi isteniyordu. Bu nedenlerle Hicret İslam tarihine başlangıç teşkil etmişti.

Hicrî-Kamerî yıl, on iki aydır. İlk ayı olan Muharrem ile birlikte Receb, Zilkade ve Zilhicceye Araplar “eşhur’i hurum” adı verir ve bu aylarda savaştan ve her türlü şiddetten uzak dururlardı.

Hz. Muhammed (a.s.m.), bu ayın dokuz, on ve on birinci günleri oruç tutmayı ashabına tavsiye etmişti. Peygamber Efendimiz buyurur ki: “Ramazan orucundan sonra, tutulan oruçların en faziletlisi Allah’a izafet ile şereflendirilen Muharrem ayındaki oruçtur” (Riyazü’s-Sâlihin, II, 504). Diğer hadislerde, Muharrem ayının onuncu gününe rastlayan ve pek çok önemli olayın cereyan ettiği “Aşûra günü’nde tutulan orucun, bir yıl önce işlenen hata ve günahların bağışlanmasına vesile olacağı müjdelenmiştir” (Riyâzü’s-Salihin, II, 509).

Emevilerin ikinci hükümdarı Yezid zamanında ve hicri 61/milâdi 680 yılı Muharrem ayının onuncu cuma gününde vuku bulan Hz. Hüseyin’in şehadeti meselesinden dolayı Şiilerce o gün matem günü sayılmış ve bu matem daha sonraları geniş çapta ve resmi bir hüviyete bürünmüştür.

Aşura günü denilen Muharrem ayının onuncu gününde, tarihte pek çok önemli olayın meydana geldiği rivayet edilmektedir. Bunlar arasında şu olayları saymak mümkündür:
– Nuh (a.s)’un gemisinin tufandan kurtulup Cudi dağının tepesine oturması bu güne rastlar. Bilindiği gibi bu olay, Hz. Nuh’a inananların bir gemi vasıtasıyla kurtulduğu ve inkarcıların da bütünüyle yok olup gittiği bir olay olmuştu.
– Bunun yanında, Hz. Adem’in tevbesi,
– Hz. İbrahim’in ateşten kurtulması ve
– Hz. Yakub’un oğlu Hz. Yusuf’a kavuşması bu güne rastlar.
– Öte yandan Muharrem ayının onaltıncı günü Kudüs’ün kıble tayin edildiği ve
– on yedinci günde Fil ashabının geldiği gün olduğu nakledilenler arasındadır.

Muharrem ayının Osmanlılar devrinde de ayrı bir yeri vardı. Bu ay dolayısıyla şairlerin yazdığı ve “Muharremiye” adı verilen manzum şiirlerin sayısı oldukça kabarıktır. Ayrıca yeni sene başı olması hasebiyle bu ayda, devlet erkanı, padişahın huzuruna çıkarak yeni yılı tebrik eder ve padişahın “Muharremiye” denilen hediyelerini alırlardı.

Muharrem ayı Osmanlı arşivlerinde “Muharremü’l-Haram” şekliyle geçmekte ve kısaca “mim” rumuzuyla gösterilmektedir. (Mefail HIZLI – Şamil İslam Ansiklopedisinden)

Ayrınca ayrıntılı bilgi için tıklayın

Kaynak: Sorularla İslamiyet

Çalışmalarınızın ücretini ancak ne zaman tam alacaksınız?

Günün Ayet-i Kerime meali…  

Bismillahirrahmanirrahim  

Her canlı ölümü tadacaktır. Siz ey insanlar, çalışmalarınızın ücretini ancak kıyamet günü tam bir şekilde alacaksınız!   

O vakit, kim ateşten uzaklaştırılıp cennete yerleştirilirse, işte o muradına ermiştir. Yoksa bu dünya hayatı, aldatıcı ve geçici bir zevkten başka bir şey değildir.  

[Al-i İmran Suresi 3,185]  

……..  

Günün Hadis-i Şerif’i…  

Bismillahirrahmanirrahim  

Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem buyurdular ki:  

Sürekli salih amel işleyen bir kimseyi geçmek isteyen, günahlardan sakınsın.  

(Ebu Nuaym, Hılye)   

Not : Takva adı verilen, Allah cc. korkusu ya da diğer bir ifadeyle günahlardan sakınmak da Allah’ın cc. bir emri olması sebebiyle o da salih amel yerine geçmektedir.
Hatta günahların sel gibi her yandan aktığı bir dönemde günahlardan sakınarak elde edilecek sevap, diğer salih amel işleyen kimseleri çok büyük bir rahatlıkla geçebilir.

…….  

Risale-i Nur’dan;  

Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil(denk) sevabı var.   

Takvâ, böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde (hücumunda) bir tek içtinab (sakınmak), az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor.   

Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli âmâl-i salihadır.  

(Kastamonu Lahikası’ndan)  

.…….   

Cevşen’den;  

92.
Ey her şeyden taraf yeterli olan,
Ey her şeyi ayakta tutan, ye kendisine hiç bir şey benzemeyen,
Ey hiç bir şey mülkünü artırmayan,
Ey hiç bir şey kendisine saklı kalmayan
Ey hazinelerinden hiç bir şey eksilmeyen,
Ey hiç bir şey kendisi gibi olmayan,
Ey hiç bir şey bilgisi dışında kalmayan,
Ey her şeyden haberdar olan,
Ey rahmeti her şeyi kaplayan!
Münezzehsin sen,
Ey kendisinden başka bir ilah olmayan…
Kurtar bizi ateşten ey Rabb’im!

  

  

 

  

Kainatın En Kıymettar Meyvesi

Normalde insan vücuduna giren bütün yabancı maddelere karşı lökositler ve lenfositler vasıtası ile , bağışıklık (savunma, immünite) cevabı oluşur. Daha sonra bu cevap bellek hücreleri vasıtasıyla bir sonraki karşılaşmada hazırlıklı olmak için saklanır (aşılar bu mekanizma ile koruyuculuk oluşturur).

Cenin, genlerinin yarısını anneden diğer yarısını babadan aldığından, annenin bağışıklık sistemine göre yabancı bir organizmadır.  Nitekim yapılan araştırmalarda ceninin anneye tutunduğu yüzeyin (plasenta) anne tarafındaki kısmında savunma hücrelerinin bu yabancı organizmaya karşı antikor (yabancı proteinlere bağlanan ve savunma hücreleri tarafından bağlandıkları organizmaların öldürülmesini sağlayan protein) geliştirdiği gösterilmiştir. Buna göre cenin annenin bağışıklık sistemi tarafından saldırıya uğrayacak ve annenin vücudundan atılacaktır. Tam burada hangi mekanizma ile oluştuğu bilinmeyen “nötralizan (durduran, inaktive eden) antikor”  olarak isimlendirilen antikorlar ortaya çıkar ve anne tarafında cenine karşı oluşmuş olan antikorları nötralize ederek ceninin düşmesini engellerler.

Bir cihette bu antikorlar insan neslinin devamına vesile oluyorlar denebilir. Peki annenin savunma hücrelerine adetlerinin dışında olarak bu yabancı organizmaya karşı savaşmamalarını kim öğretmiş olabilir? Organ nakillerinde vücudun yeni gelen organa karşı savaşmasını engellemek için bir sürü bağışıklık baskılayıcı ilaç verilmesine rağmen  bir çoğu başarısız oluyorken nasıl oluyorda hiç bir ilaç kullanılmadığı halde cenin anne tarafından atılmıyor? İnsanın oluşumunun başlangıcı ve bütün aşamaları kainatın en kıymettar meyvesi  olduğunun kanıtıdır.

“O, sizi bir tek candan yarattı. Ayrıca ondan da eşini meydana getirdi. Size etlerini yemeniz için deve, sığır, koyun ve keçiden erkekli ve dişili olmak üzere sekiz çift hayvanın helâl olduğunu vahiyle bildirdi. O sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde, peş peşe yaratır. İşte gerçek İlah olan Allah, bunları yapan Rabbinizdir. Bütün mülk ve hakimiyet O’nundur. O’ndan başka tanrı yoktur. Hâla nasıl oluyor da hak yoldan vazgeçiriliyorsunuz?” (Zümer Suresi 6. Ayet)

“Evet, sırr-ı vahdetle insan, bütün mahlûkat içinde büyük bir kemâl sahibi ve kâinatın en kıymettar meyvesi ve mahlûkatın en nazenini ve en mükemmeli ve zîhayatın en bahtiyarı ve en mes’udu ve Hâlik-ı Âlemin muhatabı ve dostu olabilir ( 2. Şua )”.


Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version