Cuma Duası – Cumanız Mübarek Olsun

Hz. Mevlana(K.S.)’un Duası:

Yâ Rabbi! Bizim halimize bakarak muamele etme. Kendi ikram ve ihsanına göre bize muamele eyle.

Yâ Rabbi! Kerem ve lütfunla hidayet ettiğin kalbe tekrar delalete, sapıklığa meylettirme. Belaları bizden sarf eyle, çevir ve değiştir. Ey affı çok olan günahları örten Rabbim, o günahlar dolayısı ile bizden intikam alma, bize azap etme.

Yâ Rabbi! Biz nefis ile şeytana köpek gibi tabi olduksa da sen azap arslanlarını bize saldırtma.

Ey Hayy edebi diri olan Rabbim! Talep ve dua üzerine nasıl olurda kerem etmezsin. Sen kerem sahibisin. Ey mahlukatın, yaratıkların, canlıların ihtiyacını gideren Rabbim sen varken hiçbir kimseyi hatırlamak ve ondan bir şey ummak layık değildir.

Yâ Rabbi! Ruhumda bir ilim katresi var. İlahi onu hevâ rüzgârıyla ten toprağından muhafaza eyle.

Ey ihsanı çok olan Rabbim! Cefa içinde geçip giden ömre merhamet et.

Ey affetmeyi seven Rabbim! Bizi affeyle. İsyan derdimize çare eyle.

Ey yardım isteyenlerin yardımcısı! Bizi hidayete çıkar.

Yâ Rabbi! Dua ve yakarışlarımızda sana layık olmayan sözleri bilmeyerek söyleyip hatalarda bulunmuş isek, o kelimeleri sen ıslah et ve duamızı kabul buyur. Çünkü sözlerinhakimi ve sultanı ancak sensin.

Ey Âlemin Yaratıcısı! Kasvetli, kararmış, katılaşmış adeta taş gibi olmuş olan kalbimizi mum gibi yumuşat, feryadımızı, âh u vâhımızı, hoş eyle ki rahmetini celbetsin, çeksin. Hepimizi köle gibi kullanan bu serkeş nefisten bizi satın al. O nefis bıçağı kemiğe dayandı (zulmü canımıza yetti).

Yâ Rabbi! Sana ne arz edeyim. Çünkü sen gizli ve açık her şeyi bilirsin.

Nurnet.org

Zübeyr Bin Avvam (r.a) Kısaca Hayatı

Zübeyr B. Avvam (r.a)

Zübeyr b. el-Avvam b. Huveylid b. Esed b. Abdi’l-Uzza b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Ka’b. b. Lüeyy el-Kurasî el-Esedî. Büyük oğlu Abdullah’tan dolayı “Ebû Abdillah” diye çağrılırdı. Hz. Peygamber’in dostu ve havarisi (yardımcısı), aynı zamanda halası Safiyye binti Abdulmuttalib’in oğludur.

Ömer’in vefatından sonra, halife seçimini gerçekleştirmeleri için tayin ettiği altı kişilik “Ashabu’ş şûra” (danışma kurulu) üyelerindendir. Annesi kendisini “Ebu’t-Tâhir” diye çağırırdı. Fakat Zübeyr (r.a) kendisini oğlu Abdullah ile künyelendirmiş ve bu künye ile tanınmıştır.

Ilk müslümanların dördüncüsü veya beşincisidir. Ancak ne doğum tarihi, ne de kaç yaşındayken müslüman olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Habesistan’a da hicret etmiştir.

Bütün savaşlara katıldığı gibi Mısır fethinde de önemli rol oynamıştır.

Sıffın Savaşı’na katılmış ancak sonra savaştan çekilerek geri dönmüştür. Medine yolunda Temîm kabilesine ait bir su başına vardığında orada bulunan Amr b. Cürümüz onu takibe başladı. Vâdi’s-Sibâ’ denilen mevkide bir fırsatını bularak Zübeyr’i şehid etti.

İnşaALLAH her gün kısa bir şekilde bir sahabe efendilerimizi tanıyacağız inşaALLAH…

Selam Ve Dua lar ile..

Hatice BAŞKAN

Ahde Vefa

Büyüklerimiz, “eskide söz vardı güven vardı, ahde vefa vardı. Ah ne güzeldi, o günler!” diyorlar. “Vefa asr-ı hazırın ihmal ettiği duygulardan biridir” ifade buyuran asrın müceddidi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, vefanın günümüzde ne kadar ihmal edildiği gerçeği bu sözü ile ortaya koymaktadır.

Evet, eskide fen ve felsefenin cerbeze oyunları bugünkü kadar yoktu. İnsanların çoğu avam oldukları için kimi ailesinden, kimi çevresinden aldığı İslâmi ve insani terbiyeyi sosyal ve içtimai hayatında da tatbik ederdi. Anne-baba, kardeş, akraba ve dostlarla ilgi ve alaka vardı. İyilikler kesinlikle karşılıksız bırakılmazdı, yardımlaşma ve dayanışmanın esası olan vefa böylece tesis edilirdi.

Her insanda vefanın bulunması gereken önemli bir özelliktir. Çünkü hayat-ı beşerîyenin ruhu ahde vefa ile olur; vefasızlık ise şahsi menfaat ve bencilliği öne çıkarır. Dolayısıyla sosyal hayatın temel prensipleri olan güven, itimat, samimiyet ve hürmet de ortadan kalkar.

Gerek Allah’ın (cc) yanında, gerekse insanların yanında vefa kişinin itibarını ve şerefini artırır. Vefa, insana şeref veren, baş üstünde taşıyan mücevherlerle bezenmiş bir taçtır. Allah’ın takdirine ve insanların da sevgisine ulaştıran güzel bir meziyettir. Cenab-ı Allah (cc) Kur’an’ı Kerim’de meâlen:“Allah’a verdiğiniz ahdi tutun.” 1, Ahde sadık kalmayı emretmiştir.

Mü’minler günde beş farz namaz öncesi günahlardan tövbe eder, bundan böyle kötülük etmeyeceğim diye vaatte bulunur. Her yapılan bir tövbe Allah’la kesin bir akit bir ahit ve bir sözleşmedir. “Allah’ım, bundan böyle emirlerine bağlı kalacağım” diyor. İşte bu ahde bağlı kalma ahde vefadır; ahde bağlı kalınmadığı zaman vefasızlık, sadakatsizlik ve yalancılıktır. “Allah’a verdiğiniz ahdi tutunuz,” gerek Allah’a, (cc) gerekse başkasına verilen söz mutlaka yerine getirilmelidir.

Sadakat ve ahlakta numune misal olduğu kadar, vefada da en ileri olan Peygamberimiz (asm) sözüne, ahdine ve kefaletine de son derece bağlı idi, birine söz verdiği zaman mutlaka onu yapardı, daha Peygamberlik gelmeden önce, Abdullah B. Ebi’l-Hamsa (r.a.) ile bir yerde buluşmaya karar veriyorlar.

Abdullah (r.a) verdiği sözü unutuyor, aradan üç gün geçtikten sonra hatırlıyor ve buluşacağı yere gidiyor. Bakıyor ki Hz. Muhammed (a.s.m.) orada bekliyor.

Efendimiz (asm) “Abdullah nerede kaldın? Üç gündür seni burada bekliyorum.” buyurur. İşte Peygamberimizin üç gün boyunca her gün söz verdiği saatte gelip Abdullah’ı beklemesi, söz ve ahdi bütün insanlara bir mesaj olsa gerek.

Bilinmesi gereken önemli bir vefa de, anne ve babaya karşı vefadır. Onlara itaat ve hürmet etmektir. Anne babaya itaat etmek, hürmette bulunmak ve ihtiyaçlarını temin etmek dinîn gereğidir, insaniyettir, vicdanî bir görev ve mes’uliyettir. Maişetin darlığı, onlardan uzakta bulunmak vs. Bahanelerle insan kendini aldatmasın. Evladın şartları ne olursa olsun anne ve babaya yardım etmek, hizmet edip ihtiyaçlarını gidermek ve onlara yardımcı olmak, evlat için farzdır.

Allah (cc) ayetlerinde meâlen şöyle buyurur: “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti, onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “of!” bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.” 2 Çocuklarını kendine karşı itaatkâr görmek isteyen, ebeveynlerine karşı itaatte kusur etmemelidir.

Rahman ve Rahim olan Allah, (cc) önce zatından başkasına kulluk etmemeyi ve ardında da ana babaya ihsanda bulunmayı emrediyor. “Annenin doğum sancısında çektiği acıyı, evlat annesini hayatı boyunca sırtında taşımasına mukabil gelmez.” Anne ve babadan sonra elbette akraba, komşu ve dostların hak ve hukukuna riayet etmek gelir, onları zaman zaman ziyaret etmek, hal hatırlarını sormak, hayırlı dualarını almak güzel bir kadirşinaslık ve vefadır.

Bediüzzaman, Rusya’da esarette iken, Kosturma’da tatarlardan görmüş olduğu insani yardımdan dolayı “Bütün Tatar kabilelerini beş vakit duama dâhil etmişim.” 3, İşte bu sadakat ve samimiyet, “ Neden ahde vefa?” sorusuna cevap olsa gerek.

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

21.5.2015

Dipnotlar:

1-En’am Suresi, ayet, 152.

2-İsra Suresi 17/23

3-Tarihçe-i hayat

Ömrümün Muhasebesi

20 Mayıs benim doğum günüm. Tam yirmi dört yıl önce bugün gözlerimi dünyaya açtım. Canım anam.. beni çok zahmet çekerek doğurmuş. Çıkmak istememişim anamın o şefkatli sinesinden; belki de ruhen hissetmişim dünyanın ne kadar gaddar ve zalim olduğunu da doğmak istememişim. O kadar inat etmişim ki çıkmamak için annem gibi hemşireleri de bayağı bir yormuşum. Zor da olsa beni dünyaya getiren anneme çektirdiğim o eziyeti nasıl öderim, bilmiyorum.

   Bugün benim için ehl-i dünya gibi parti tarzı kutlama yapacağım gün olmamalı. Onun yerine ömrümün muhasebesini yapacağım, ölümü daha sık zikredeceğim gün olmalı. Hem insan neden bugünü kutlar ki anlamıyorum. Evet, zaman durmuyor, öyle ya da böyle bir şekilde su gibi akıp gidiyor. Ben de bu günde düşünerek nefis ile cebelleşerek ömrümün muhasebesini yaptım.

     Peki, geçen ömrümü nasıl değerlendirdim, nerelerde harcadım? Yoksa ben de mi zamanı israf edenlerden oldum? Geriye dönüp baktığımda “oh, elhamdülillah” mı diyorum yoksa günahlardan gelen elîm elemlerden dolayı “ah, ah!” mı ediyorum? Evet, evet ba’zı günler, aylar “oh” desem de “ah” dediğim zamanlar da az değil ne yazık ki. Genç olmam, his ve heveslerime hâkim olamam ve tabii ki bende de nefs-i emmârenin olması hasebiyle günahlara giriftar olduğum zamanlar bana “ah, ah!” dedirtiyor. Ama çok şükür ki bu günahları Rabbime itiraf edebiliyor ve O’ndan af dileyebiliyorum. Ya ben de ümitsizliğe kapılanlardan olsaydım?

   Rabbim Zilzal sûresinde geçen ayetlerde şöyle buyuruyor: ”Her kim zerre kadar hayır işlese mükâfatını görecek. Her kim zerre kadar şer işlese karşılığını görecek.” Bir gün Peygamberimiz (asm) bu ayetleri sahâbelere okurken Ebu Said Hudrî(ra) Peygamberimize “Ya Resûlallah! Kendi amellerimi görecek miyim?” diye sorar. Peygamberimiz “Evet.” der. Ebu Said Hudrî “Küçük küçük günahları?” diye bir soru daha sorar. Peygamberimiz bir daha “Evet” der. Bunun üzerine Ebu Said Hudrî “Vay halime! Ben mahvoldum!” der ve üzülür. Peygamberimiz de “Memnun ol ey Ebu Said! Çünkü yaptığın her sâlih amele on sevap verilecektir.” diyerek teselli verir. Ne kadar güzel bir müjde ve bir teselli bizlere değil mi? Ben de bu hadisten kendime pay çıkartanlardanım. Çünkü benim de günahlarım, hatalarım çok. Ümitsizliğe ve atalete düşmemi engelliyor bu müjde.

Evet, Rabbime hamdolsun ki ömrümün en büyük sermâyem olduğunu bana bildiren ve ömrümü kıymetlendiren ve on beş sene yerine on beş haftada bizleri tahkîki îmana îsal eden asrın tefsiri Risâle-i Nûr’ları tanımışım. Risâle-i Nûr vasıtasıyla da imân ilmini öğrenmeye başlamışım ve öğrenmeye de devam ediyorum elhamdülillâh. Bunun için Rabbime ne kadar hamd û sena etsem azdır. Çünkü her insanın vazifesi olduğu gibi benim de en büyük vazifem taallümle tekemmül etmek ve duâ ile ubudiyettir. Yani “Kimin merhametiyle böyle hâkimane idâre olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikâne terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nâzeninâne besleniyorum ve idâre ediliyorum?” 2 bilmektir.

   Evet, “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur.”3 diyor ahir zaman müceddidi Bediüzzaman Hazretleri. Gerçekten de öyle değil mi? Ömür sermayemiz o kadar az ki daha dün gibi bu dünyaya gözünü açmış gibi hissediyorum. Böyle hisseden sadece ben değilimdir herhâlde. Ey ömrünü lüzumsuz şeylere harcayan nefsim! Çok geç olmadan, ölüm seni bulmadan evvel aklını başına topla. Ömür sermayeni ve hayatını, hayvan gibi belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu fâni hayata ve maddi lezzete sarf etme! Yoksa sermayece en a’la hayvandan elli derece yüksek olduğun hâlde, en ednasından elli derece aşağı düşersin. A’la-yı illiyyin nerede, esfel-i sâfilin nerede! Peki, sana ne oluyor da esfel-i sâfiline giden yolu tercih etmek istersin, ey nefs-i nâdân!

   Ey gafil nefsim! Senin hayatının gayesi günahlara ve haramlara giriftar olmak değildir. Hayat gayen, senin vücûduna konulan duygular terazisiyle Rabbimin ni’metlerine şükredip lisân-ı hâl ve lisân-ı kalinle dergâh-ı Rububiyyetinde ubdudiyyetini ilân etmektir. Evet, biz öyle bir bîçare mahlûkuz ki sermayemiz yalnız bir saç gibi cüz’î bir cüz’-i ihtiyarî ve iktidardan zaîf bir kesb ve hayattan çabuk söner bir şu’le ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik ve mevcudiyyetten çabuk çürür bir cisimiz. Bu hâlimizle beraber kâinatın tabakatında serilmiş hadsiz envâın hesapsız efrâdından nâzik zayıf bir fert olarak bulunuyoruz. İşte biz böyle çabuk çürür bir cisim ve nâzik zayıf bir fertken bizi halife-i arz yapan ve bizleri ayetlerinde eşref-i mahlûkat diye öven Allah’a neden yönelmiyorsun! Gel Allah’a yönelip, geçmiş ömrümüzde işlediğimiz günahları itiraf edelim, o günahlara tevbe edelim. Allah’ın dergâhına iltica edip rahmetine sığınalım. O Allah ki Tevvab’dır, tövbeleri kabul eder. Afûvv’dur, biz günah işleyen kullarını affeder. Kuddüs’dür, maddi ve ma’nevî kirlerden arındırır bizleri. Böyle bir Allah’ımız varken tövbe istiğfar etmemek, af dilememek biz mü’minlere yakışmaz. Bizler daima ümitvâr olmalıyız. Çünkü Allah’tan ümidini kesen ancak kâfirlerdir. Hem nasıl olsa günaha batmış hâldeyim deyip şeytanın oyununa da gelmemeliyiz. Unutmayalım ki Rabbim kime tevbe etmeyi nasip ederse ona affedilmeyi de nasip eder.

   Ey nefsim! Gel, bundan sonra ömür sermayemizin kıymetini bilelim. Şu an kabirde bizim yerimizde olmak isteyen, bizim sadece bir dakikamızı isteyen milyarlarca insan var. Madem gün gelecek biz de ölümü tadıp mezaristana göçeceğiz. İleride biz de kabirdekiler gibi pişman olmak istemiyorsak, onlar gibi “Keşke şu dünyadakiler bir dakikalarını bize verseler de tevbe istiğfar edip tekrar kabre girsek.” demek istemiyorsak, gel Rabbimizden affımızı dileyip tevbe istiğfar edelim.

 

Dipnotlar:

  1. Zilzâl Suresi, 7. ve 8. âyetler
  2. Sözler, Said Nursî, Shf:503, Yeni Asya Neşriyat, Mart 2013
  3. Şuâlar, Said Nursî, Shf:326, Yeni Asya Neşriyat, Temmuz 2013

Said YUKSEKDAĞ

www.NurNet.org

said_yuksekdag@hotmail.com

Twitter: @SaidYuksekdag

Bediüzzaman’ın Tecdit Köprüsünden Yükselen Hakikatler!

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir.” (1)

İşte, Said Nursi Hazretleri de, on dört asırdan beri islâm’ı temsil eden müceddidler silsilesinin asrımızdaki temsilcisidir. Asrımızın meb’usu, tecditlerin mimarı ve müceddid-i ahir-i zaman Bedîüzzamân diyor ki: “hakikat dersimi Gavs-ı Âzam (ks) ve Zeynelâbidin (ra) ve Hasan- Hüseyin (ra) vasıtasıyla “ İmam-i Ali (ra)’den almışım. Onun için, hizmet ettiğim daire onların dairesidir.”(2)

Bu münevver zatların rahle-i tedrisatlarından aldığı hakikat dersi, adeta Nil-ı Mübarek’in Mısır Sahra-i Kebirine verdiği âb-ı hayat gibi; Kur’an’ın bir manevi mucizesi olan Risale-i Nur eserleri de islâm diyarına böylece yayılarak, iman sahasında emsali görülmemiş bir tecdit yapmıştır.

Bedîüzzamân, dünyevi meşgalelerden uzak durmuş; saadet-i ebediyenin esası olan iman dâvâsına bir ömür tüketmiştir. Yüksek ilmi kabiliyetinden dolayı karşısında; hiçbir batıl ideoloji duramamıştır. Sadece içinde bulunduğu coğrafyada değil, tüm insanlık âleminin saadeti için tecdit sahasında bir nadire-ı cihân ve Bediüzzaman olmuştur.

Bediüzzaman, içimizde üç büyük düşman “cehalet, zaruret ve ihtilaf” tespit etmiş; bu düşmanlara karşı “maarif, sanat ve İttifak” silahı önererek, İslâm âlemi Cemahir-i Müteffika-i İslamiyeye dâvet ederek, bu hususta da önemli tecdit yapmıştır.

İlim ve irfan mekânları olan medreselerin yıkıp tahrip edildiği, kültür, ahlak ve hayânın kaldırılmağa çalışıldığı bir zamanda; Âli beytin bir efradı ve Hazreti Ali (ra)’nin manevi bir evlâdı olan Said Nursi hazretleri, millettin iman selameti için cihat sahalarında mücadele etmiş, “Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez mânevi bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve ispat edeceğim. (3), demiş ve ispat etmiştir. İman ve Kur’an sahasında yaptığı tecdit ile geveze akılları hayret ve sükûta mahkûm etmiştir.

Keza, “dinsiz bir dünyada hayır yoktur” (4) diyerek, dünyada imansız bir huzur olamayacağına dikkat çekmiş, bu tecdit rolü ile insanlık âlemine taze bir kan olmuştur.

Bediüzzaman, bir asır önce Şarkî Anadolu ile Garbî Anadolu arasında manevi kardeşlik köprüsü inşa etmiş, bir ayağı Van/ Erek dağı, diğer ayağı Isparta/ Barla, Çam dağı! Bu manevi köprünün çatısı altında, ayni Allah’a, ayni Kitaba, ayni kıbleye ve ayni peygambere inanmış nesl-i atinin ecdatları olan Türklere, Kürtlere, Araplara ve diğer unsurlara hamiyet elini uzatmış, muhabbet, uhuvvet, ittifak ve ittihat dersi vererek, kardeşlikte tecdit muallimi olmuştur.

İşte Bediüzzamanın, kardeşlik ve samimiyetini tey’it eden önemli bir hadise! “Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim.

Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.”

Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türk’e tercih ediyorum.”

Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur. (5), bu halkın arasında sevgi ve muhabbet köprüsü kurmuş, “ Türkler, aklımız, Kürtler de onların kuvveti” diyerek bu iki halkı hamiyet, sadakat, muhabbet ve birleşmeye davet etmiştir. İşte bugünkü çözüm projesinin reçetesi, bu olsa gerek.

“Camiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darü’l-fünûn, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Ta ki, İslâm kavimlerini, meselâ; Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müspet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile ‘İnneme’l-mü’minûne iğvetün’ (Ancak bütün Mü’minler kardeştirler) Kur’ân’ın bir kanun-i esasisinin tam inkişafına mazhar olsun.” (6), diyerek, bu meâlde medrese, mektep ve tekke mensuplarının arasındaki fikir ve meşrep farklılıkların kalkacağını tespit etmiş, kardeşlik sahasında önemli bir tecdit yapmıştır.

Sosyal ve içtima hayatın devâmı için, Ermenilerin kaymakam ve vali olmasını uygun gören Bediüzzaman,“Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir; hükümet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis olamaz. Fakat hizmetkâr olur” (7), memurlar kanunun gücüne dayanarak vatandaşlara tahakküm değil; hizmetkâr olarak çalışmalarını ön gören Bediüzzaman, bu sahada da önemli bir tecdit yapmıştır.

İstanbul’da, hamalların arasına girip meşrutiyetin önemine değinmiş. Divân-i harb-i örfîde ölüm sehpasında idamla yargılanmasına rağmen, ölüm cellatlarına önem vermeden; bir aslan gibi haykırarak savunmasını yapmış, mahkeme heyetinin beraat kararına teşekkür etmeden, dışarıda onu bekleyen büyük bir toplulukla “zalimler için yaşasın cehennem” demiştir. Meşrutiyet ve hürriyet sahasında da tecdit yapmıştır.

“Milletin selameti için canım cehennemde olsa; gönlüm gül gülistan olur” demiş. İşte, Hazreti Ebubekir-i Sıddık’tan muhabbet ve sadakat dersini alan Bediüzzaman, bu sahada da emsali görülmemiş bir tecdit yapmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri, hayatında rastladığı bütün engellere ve zulümlere rağmen, davasında muvaffak olmasının sırrı bu olsa gerek: Ne söylemiş ise önce onu hayatında tatbik etmiş, daha sonra da başkasına da kolaylıkla kabul ettirmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri, islâm’ı temsil eden müceddidler silsilesinin asrımızdaki temsilcisidir. Kaynağı Kur’an ve sünnette dayanır. İman ve Kur’an’a hizmet etmek yoluyla tecdit yaptığı gibi; sosyal ve içtimai sahada da birçok tecditler yapmıştır. Onun tecdit köprüsünden yükselen tüm hakikatler günümüzde de bir bir müşahede edilerek, asrın Bediüzzamanı olmuştur. “Ümit var olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” (8), müjdesini vermiştir.

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

17.05.2015

Dipnotlar:

1-Ebu Davud, Melahim,

2-Emirdağ Lâhikası,

3-Şahiner, Necmeddin, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s. 73

4-Bkz, Nursi, Said, Hutbe-i Şamiye, 83

5-Tarihçe-i hayat

6-Emirdağ Lahikası

7-Münazarat

8-Münazarat,

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version