Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Evliya Kime Derler Gör!

Mevlane kuddise sırruhu bir meclise gelecekmiş orada bulunan sahte bir hoca ben onun kusurunu bulurum demiş. Mevlana gelince biri o sahte hocaya hayde kusurunu bul ters cevap ver bakalım demiş. Evet o hoca, “Bugün Mevlana, tertip edilen bu mecliste ne söylerse, karşı gelip, ters cevap vereceğim” dedi. O sırada Hazret-i Mevlana kapıdan içeri girip buyurdu ki: Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resulullah diyorum. Haydi, ters cevap ver bakalım.

Bu hâli gören o kibirli âlim, tevbe edip üstadın elini öperek sadık talebelerinden oldu.

Ona layık ibadeti kim yapabilir
Hoca görünen hanımı anlatır:
Bir gün namaza durdu. Kur’an-ı kerim okuyor, bir taraftan da gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Evdekilerle birlikte onun bu hâline hayretle bakıyorduk. Namazdan sonra her zamanki gibi tesbihini çekip duasını yaptı. Onun bu hâli bana çok tesir etti, ağlamaya başladım. Sonra; “Ey efendi, biz günahkârların ümîdi sensin. Bu kadar çok ibadetinle, böyle korkar, ağlar, yalvarırsan, biz bu tembel hâlimizle kıyâmette ne yaparız” dedim.

Mevlana:Yemîn ederek şöyle söyledi:
Allahü teâlânın bana verdiği nîmetlerin, ihsânların yanında benim yaptığım ibadet, yalvarışlar ve bütün hareketlerim, ziyâde kusûr ve nihâyetsiz eksiklikten başka bir şey değildir. Bütün bu korku ve yakarışlarımla; Ey Kerîm olan Allah’ım! Benim gibi bir âcizin, bir çâresizin kuvveti ve tâkatı ancak bu kadardır, mâzur buyur yâ Rabbî demek istiyorum. Yoksa Ona lâyık bir ibadeti kim yapabilir?

Sen kurt oluyorsun
Bir gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykâvus, onu ziyarete gelmişti. Hazret-i Mevlana ona sultanlara gösterilen iltifatı göstermedi. Sultan bu hâle şaştı ve tevâzu ile; “Efendim, bana nasihat edin” dedi.

Sultana şunları söyledi:
Sen nasihatten anlar mısın? Sana, kuzulara çoban ol denmiş, sen kurt oluyorsun. Sana, insanlara bekçi ol denmiş, sen hırsız oluyorsun. Seni sultan yapan Allahü teâlânın değil de, şeytanın sözü ile hareket ediyorsun demiş Mevlana…

Sultan ağlayarak dışarı çıktı. Medresenin kapısında başını açıp tevbe etti; Yâ Rabbî, Mevlana bana senin adına söyledi. Ben zavallı kul da sana yalvarıyorum. Bana acı ve beni doğru yolda bulundur diyerek pişmanlık içinde oradan ayrıldı.

Bu altınları çamura atın
Selçuklu Sultânı Rükneddîn, Hazret-i Mevlana’ya beş kese altın gönderdi. Talebelerinden Mecdüddîn, altınları arz edince; Hazret-i Mevlana, “Beni seviyorsan, bu altınları dışarıdaki çamurun içine at” buyurdu. Emir hemen yerine getirildi.

Dünyâya düşkün olan kimseler bunu duyup, çamurun içinde altınları aramaya başladılar. Fakat üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi.

Hazret-i Mevlana, talebelerine onların bu durumlarını göstererek buyurdu ki:
Bu altınlar, şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, ahiret ehli olanların da kalbini kirletir. Çeşitli günahlara sevk edip, ibadetlerden alıkoyar. Dünya için çalışmayın demek istemiyorum. Dünya malının sevgisini kalbinize koymayın diyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışmak lazım gelir. Burada dikkat edilecek nokta; hırsa kapılmadan kanâat üzere bulunmaktır. Dünyada, ahiret saadeti için çalışmalı, kazanmalı, niyeti düzeltmelidir. Çünkü İslamiyet, insanlara faydalı olmayı emreder. En büyük saadet, en büyük sermaye, helâlinden kazanıp, hayır ve hasenât yaparak ahirete göndermektir. Buna rağmen asıl sermaye, mal, mülk, para sahibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlak sahibi olmaktır.

Altın yapma ilmi
Bedreddîn Tirmizi isimli bir zat, simyâ ilmi ile uğraşırdı. Hazret-i Mevlana’nın ismini duyarak Konya’ya ziyaretine geldi. Önce oğlu Sultan Veled’e uğrayarak, yapacağı altınlardan her gün bir miktar Mevlana’nın talebelerine vereceğini vaat etti. Bu haberi Mevlana’ya ulaştırdılar, fakat o hiç cevap vermedi. Birkaç gün sonra Bedreddîn’in çalıştığı yere gitti. Bedreddîn simyâ ilmiyle altın yapmaya çalışıyordu. Mevlana’nın geldiğini görünce, ayağa kalktı. Mevlana, oradaki demirden, bakırdan ve diğer madenlerden yapılmış eşyaları teker teker alıp Bedreddîn’e vermeye başladı. Bedreddîn, her eline gelen eşyanın som altından yapılmış olduğunu hayretle gördü.

Bedreddîn’in şaşkın bir hâlde kendisine baktığını görünce Hazret-i Mevlana ona buyurdu ki:
Kardeşim, simyâ ile uğraşmayı bırak. Çünkü sen ahirete gidince, simyâ dünyâda kalacaktır. Sen öyle bir simyâ ile uğraş ki, seninle beraber ahirete gitsin. İşte o da din ilmidir. Bu, kalbden mâsivâyı, yani Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisini çıkarıp, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri kalbe doldurmakla olur.

Mevlana (ksa)’ya havale olundu
Sultan Mahmud’un saray nazırlarından Halet efendi, mevlevi idi. Mevlana Halid-i Bağdadinin şöhret ve itibarını çekemeyerek kendisini halifeye çekiştirdi ve (Onbinlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lazımdır) dedi. Sultan Mahmud da (Gerçek din adamlarından devlete zarar gelmez) diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri bunu işitince, halifeye hayır ve selametle dua edip (Halet efendinin işi, piri Celaleddin-i Rumi hazretlerine havale olundu. Onu huzuruna çekip, cezasını verecektir) buyurdu. Az zaman sonra sultan Mahmud han, Mora isyanına sebep olduğu için, onu Konya’ya sürdü. Orada idam olundu.

Mevlana (Kds) Nasıl bir evliya olduğunu sizinle paylaşan Abdülkadir Haktanır

Gaflet Hissi İptal Eder

“Deha-yı felsefînin ve hüda-yı Kur’anînin verdikleri derslerin derecelerine bak. Evet iki tarafın hakikat-ı hali sâbıkan beyan edilen tarz ile gidiyor. Fakat hidayet ve dalalette insanların dereceleri mütefavittir. Gafletin mertebeleri muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikatı tamamıyla hissedemez. Çünki gaflet, hissi ibtal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede ibtal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuzbin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tagutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalalete gidenlere ve onları körükörüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!

            Ey bu vatan gençleri! Firenkleri taklide çalışmayınız! Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz!.. Çünki şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!..” (Lem’alar:120)

DÜNYANIN GAFLETKÂRANE GÜLMALERİ , AĞLANACAK  ACI HALLERİN PERDESİDİR

“Madem dünyanın gafletkârane gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur; elbette bîçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkârane, gafletsiz, masumane eğlencelerdir ve sevab cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir. Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip, gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki; bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünki şükür, nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır.” (Lem’alar :275)

EYGAFLET İHATASINDAESBABAB TAPAN BEDBAHT

“Bil ey gaflet kendini ihata edip ve tabiat gecesi ona âlemi karartıp, tâ kör ve sağır kalarak mevhum tabiat zulümatı içinde esbaba tapan bedbaht! Bak sana kâinatın mürekkebat ve zerratının herbirisi Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’un (C.C.) uluhiyet ve rububiyeti içindeki vücub-u vücud ve vahdetine dair ellibeş lisanla konuşarak şehadet ettiklerinin bir tek lisanını tercüme edeceğim. Şöyle ki:

            Ruh ve akılların dalaletlerinden neş’et eden ızdırablar; eşyanın icadını eşyaya veyahut imkânî sebeblere isnad etmekten gelen istib’ad, istiğrab ve hayretten neş’et eden istinkârlarından ileri geliyor. İşte bu ızdırablar ise, ervah ve ukûlü; ancak onun kudretiyle bütün müşkiller hallolabilen ve ancak onun iradesiyle bütün muğlak düğümler açılabilen ve ancak onun zikriyle kalbler mutmain olan Cenab-ı Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad’e firar etmek üzere iltica ettiriyor.

            Eğer bu mes’elenin tahkikini istersen, şu gelecek müvazeneye bak! Şöyle ki: Mevcudatı icad eden fâil, ya kesret ve imkân canibi olacak veya vücub ve vahdet canibidir.

            Evet kasr-ı nazardan dolayı bütün eşyanın Vâcib-ül Vücud’a isnad edilmesinde tevehhüm edilen külfetler, istib’ad ve istiğrab, kesrete isnad edildiği zaman, o tevehhüm hakikata inkılab eder. Çünki vahdete isnad edilmeksizin kesret canibindeki hangi sebeb olursa olsun, herhangi bir müsebbebi kendi başıyla yüklenmesinden kasır ve zaîftir. Demek orada tevehhüm edilen şey, burada mütehakkıktır. Ve sonra bunun arkasında da kâinatın eczaları adedince o külfet, istib’ad ve istiğrab ziyadeleşiyor. Halbuki eşyayı Cenab-ı Hakk’a isnad etmekte gayr-ı mahdud kesîr olan eşyayı; mahiyetçe onlara mübayin (yani eşyanın cinsinden olmayan) bir zât-ı vâhide isnad etmek vardır. Fakat kesret canibine isnad ise, mahiyetleri birbirine mümasil, gayr-ı mahdud şeylere bir şey-i vâhidi isnad etmek vardır.

            Çünki meselâ bir arı, Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’a isnad edilmezse, o arı bütün âlemin erkânlarıyla alâkadarlığı hasebiyle onun icadında yer ve göklerin iştiraki lâzım gelir. Halbuki eşya-yı kesîrenin bir vâhidden sudûru; bir tek şeyin kör ve sağır ve birbirine zıd olan ve birbiriyle ihtilat ettikçe körlük ve sağırlıkları ziyadeleşen o eşya-yı kesîreden sudûr etmesinden kat kat daha kolaydır. Bununla beraber eşya-yı kesîreyi birtek zâta isnad etmekte şayet bir zerre kadar külfet varsa, bir tek şeyi eşya-yı kesîreye havale etmekte külfetler ve meşakkatler dağlar kadar büyür ve çoğalır. Çünki bir vâhid, birtek fiil ile kesrete bir vaziyet verip, bir netice istihsal eder ki, eğer kesrete havale edilse, o vaziyeti bulmak ve o neticeyi istihsal etmek mümkün olamaz. Ancak pek çok fiiller ve büyük tekellüflerden sonra belki taklidî bir sureti mümkün olabilir.

            Meselâ, bir zabit kendi neferatının başında olduğu zaman ile; o iş neferata bırakıldığı vakitki gibi.. veya su damlalarından müteşekkil bir fevvare (yani suyu fışkırtan âlet) ile; aynı vaziyet başıboş su damlalarına havale edildiği zamanki gibi.. veyahut da nokta-i merkeziyede bulunan bir lâmbanın; dairenin etrafındaki noktalara sühuletle in’ikas ettiği vaziyetle; aynı bu vaziyet nikat-ı daireye havale edildiği zamanki gibidir. Bununla beraber birinci vaziyette tevehhüm olunan istib’ad ve istiğrab ikincisine havale edildiği zaman, pekçok müteselsil muhalâta inkılab ederler. O muhallerden birkaçı şunlardır:

            1 – Her bir zerrede Vâcib-ül Vücud’un sıfatlarını farzetmek lâzım gelecektir. Çünki san’atın kemali ve ondaki nakışlar, hem o san’atın ittikan üzere yapılışı elbette bir ilm-i muhiti ve mutlak bir basarı ve tam bir kudreti ve şamil bir iradeyi iktiza ediyor.

            2 – Uluhiyet ve vücub ki, aslâ ve kat’â bir tek şeriki ve şirketi kabul etmezler. Öyle bir uluhiyette ve vücubî bir vücudda hadsiz, gayr-ı mütenahî şürekayı farzetmek lâzım gelecek. Çünki eşya Vâhid-i Vâcib’e isnad edilmediği zaman, her bir şey için; o şeyin içinde bir ilahın bulunması îcab edecektir.

            3 – Her bir zerrenin bütün zerrata hem hâkim, hem hepsine hem de herbirisine mahkûm farzetmek lâzım gelecek. Nasılki kemerli kubbelerdeki taşların bânisi yoktur denildiği vakit, o zaman her bir taş, bir usta kadar meharetli, hâkim ve mühendis olması iktiza eder. Çünki eşyadaki nizam, intizam, ittikan ve hikmetler, bunu iktiza ediyorlar. Zira onlarda tesadüfe mahal yoktur.

            4 – Her bir zerre ve sebebde muhit bir şuurun ve tam bir ilmin ve mutlak bir basarın bulunduğunu farzetmek lâzım gelecektir. Zira onlardaki müvazene, tenazür, tesanüd ve teavün; muhit bir şuuru, mutlak bir basarı ve hakeza sıfat-ı muhitaları iktiza ediyorlar.

            İşte eğer eşya kendi kendilerine isnad edilirse, o zaman onların zâtlarında bu mezkûr sıfatları tasavvur etmek lâzım gelir. Ve eğer esbaba isnad edilse, o vakit aynı bu mezkûr sıfatları onların sebeblerinde tasavvur etmek îcab eder. Belki onların zerrelerinin herbirisinde bu sıfât-ı muhitayı tasavvur ve farzetmek iktiza eder. İşte müteselsil muhalât ve aklî mümteniât ve ebâtıl ki, vehimler dahi bundan kaçıyorlar. Amma eğer mertebe-i vücub ve vahdet sahibi olan sahib-i hakikîlerine isnad edilse, hiçbirşey lâzım gelmez. Yalnız zerreler ve mürekkebleri; in’ikas sırrıyla güneşin timsalciklerini yüklenen yağmur taneleri gibi ezelî ve gayr-ı mütenahî bir ilim ve iradeye istinad eden, belki tazammun eden gayr-ı mütenahî mutlak ve muhit olan lemaat-ı kudretin nuranî tecelliyatına bir mazhar olmaları vardır ki, mahlukattaki bütün mu’cizeler öyle bir kudrete şehadet ediyorlar. İşte böyle bir kudretin en küçük bir parıltısı, imkân ve kesretin bir güneşinden dahi ecell ve a’lâdır. Çünki imkân ve kesret canibinde tecezzi, tevzi’ ve inkısam vardır. Vahdet ve vücub canibinde ise aslâ…

            Hem de o kudret-i mutlakanın bir zerresi, esbabın dağlarından dahi büyüktür. Çünki bir cüz’-i nuranînin tecellisi, küllün hasiyetine mâliktir. Velevki imkân canibinde de olsa… Âdeta onun küllü, küllî hükmünü alıyor. Hattâ mümkin olan şu güneş, tamam-ı azametiyle beraber; bir zerrecik cam parçasında nuraniyet sırrıyla girip saklandığını görmektesin. Acaba Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad canibinden tezahür edip parlıyan bir nur-ul envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!

            Şimdi eşyayı, Vâcib-ül Vücud’a isnad etmek ile imkânî sebeblere veya kendi nefislerine isnad etmenin arasındaki fark böyledir ki: Bir katrede belki bir zerrede şemsin tecelli edip hasiyetiyle beraber bulunması ile; o katrede şemsin bil’asale vücudunun bulunmasını dava etmek gibidir. İşte ikinci şıkkın muhaliyeti, elbetteki bedihî ve pek aşikârdır. Maahaza o kudret-i meçhule-i ezeliyenin tasarrufunda külfet ve mualecet ve taammül yoktur. Belki o kudrete nisbetle zerrat ile nücum, cüz’ ile küll, ferd ile nev’, az ile çok, büyük ile küçük veyahut sen veya âlem, çekirdek ile ağaç mütesavidirler.Bunun sırrı ise, o kudretin yanında mezkûr külfet ve meşakkatin olmamasıdır. Çünki o kudret, bir Zât-ı Ezelî’nin lâzime-i zâtiye-i zaruriye-i nâşiesidir. Onun içine zıddı olan aczin müdahale etmesi muhaldir. Madem ki o

kudrette acz yoktur. Öyle ise onda meratib bulunamaz. Madem meratib yoktur, elbette ona nisbeten eşyanın en küçüğüyle en büyüğü müsavidir.

            Eğer daire-i imkân ve kesrette şu hakikatın temsilat ile fehme takribini istersen dinle: Meselâ  şeffafiyet sırrıyla şemsin tecellisinin timsallerini tutmakta, cam parçacıklarının zerrecikleriyle yeryüzündeki denizler ve semavî seyyaraler birdirler.

            Hem nokta-i merkeziyede bulunan bir lâmba, muhitteki aynalara verdiği aksi; en dar dairenin bir aynasıyla en geniş dairenin mecmu-u merayası müsavidir.

            Hem nuraniyet sırrıyla nur ve nuranî şeylerin mukabilinde ziyalanmak ve feyiz almakta bir ve binler eşya müzahametsiz bir şekilde müsavi oluyorlar. Nasılki kelimenin letafetindeki bir nevi nuraniyetle istima’da bir kulak ile binler kulak birdir..” (B.Mesnevi:183)

Sizinle paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Hakiki Nur Talebesi

«Risale-i Nur’un hakiki şakirdleri hizmet-i imaniyeyi herşeyin fevkinde görür, kutbiyet de verilse ihlas için hizmetkârlığı tercih eder» beni o davada bilfiil tasdik etmesi cihetinden, bütün kuvvetimizle bu gibi kardeşlerimizi tebrik ediyoruz.    Kastamonu L. Sh: 251

“Hemşehrimizsin.» Ben de dedim: «Maaliftihar, her cihetle Ispartalıyım. Isparta, taşıyla toprağıyla benim nazarımda mübarektir, benim vatanımdır. Ve herbiri yüze mukabil, yüzer ve binler hakiki kardeşlerimin meskat-ı re’sleridir.»

“Evet bu havaliye gelen Isparta’lılar asker olsun başkalar olsun, ekseriyet-i mutlaka ile beni hemşehri biliyorlar. Hangisi benimle görüşüyor, «Sen Isparta’lı mısın?» Ben de diyorum: Maaliftihar, ben Isparta’lıyım. “Isparta’da o kadar hakiki kardeşlerim ve akariblerim var ki, meskat-ı re’sim olan Nurs Karyesine pek çok cihetlerle tercih ediyorum.”      Kastamonu L. Sh: 254

“İkinci neticesi: Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur ve tahakkuk eden şirket-i maneviye-i uhreviye cihetiyle herbir hakiki sâdık şakirdi; binler diller ile, kalbler ile dua etmek, istiğfar etmek, ibadet etmek ve bazı melaike gibi kırk bin lisan ile tesbih etmektir.” Kas.L. Sh: 263

“Demek Al-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i Seniyesidir. Sünnet-i Seniyeye ittibaı terkeden, hakiki   Al-i Beytten olmadığı gibi, Al-i Beyte hakiki dost da olamaz.”   Lemalar Sh:. 21

Hem zaiftir fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaif-i kavidir ki, Kur’an hakiki bir şakirdine cennet-i ebediyeyi dahi gaye-i maksad yaptırmadığı halde; bu zâil fâni dünyayı ona gaye-i maksad hiç yapar mı?”                                         Lemalar Sh: 118

         “Gayet mühim ve ciddi ve hakiki bir talebem olan bir zât-ı muhterem, mütemadiyen Sözler’i yazar, neşrederdi. Müşevveş büyük bir memurun gelmesiyle ve bir hâdisenin vukuu ile; yazdığı Sözler’i sakladı, muvakkaten istinsahı da terketti.  Mektubat Sh: 339 

         “İşte ey firenk-meşrebler ve propagandanızla hakiki kardeşlerimi benden soğutmaya çalışan mülhidler! Bu millete menfaatiniz nedir?    Mektubat Sh: 423

         “DÖRDÜNCÜ DESİSELERİ: Asabiyet-i milliyeyi tahrik etmek suretinde, hakiki din kardeşlerinin ve hizmet-i Kur’aniyede samimi arkadaşlarının içine yabanilik ve ihtilâf atmak ve üstadlarından soğutmalarına mukabil, gayet mühim ve kat’î öyle bir cevabdır ki; şeytan-ı insîyi tamamıyla susturduğu gibi, sahtekâr milliyetçilerin maskelerini yırtarak, öyleler milletin düşmanları olduklarını ve hakiki milliyetperverler kimler olduğunu gösterir.    Mektubat Sh: 514

        “Size kat’î haber veriyorum ki: Buradaki zatların, bizimle ve Risale-i Nur’la münasebeti olmayan veya az bulunanlardan başka, istediğiniz kadar hakiki kardeşlerim ve hakikat yolunda hakikatlı arkadaşlarım var.                                                                                              Şualar Sh: 278

                 “Evet, ben üç cihetle Isparta’lıyım. Gerçi tarihçe isbat edemiyorum, fakat kanaatim var ki; İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı, buradan gitmiş. Hem Isparta Vilayeti öyle hakiki kardeşleri bana vermiş ki; değil Abdülmecid ve Abdurrahman, belki Said’i onların herbirisine maalmemnuniye feda eylerim.                                                                  Şualar Sh: 298

                 “Madem âhiret için, hayır için, ibadet ve sevab için, iman ve âhiret için Risale-i Nur ile bağlanmışsınız; elbette bu ağır şerait altında herbir saati yirmi saat ibadet hükmünde ve o yirmi saat ise Kur’an ve iman hizmetindeki mücahede-i maneviye haysiyetiyle yüz saat kadar kıymetdar ve yüz saat ise böyle herbiri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakiki mücahid kardeşler ile görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve teselli etmek ve müteselli olmak ve hakiki bir tesanüdle kudsî hizmete sebatkârane devam etmek ve güzel seciyelerinden istifade etmek ve Medreset-üz Zehra’nın şakirdliğine liyakat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu Medrese-i Yusufiyede tayinini ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder rızkını yemek ve o yemekte sevab kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lâzımdır. Bütün sıkıntılara karşı mezkûr faideleri düşünüp, sabır ve tahammülle mukabele etmek gerektir.” Şualar Sh:  311

                 “Râbian: Bu işsiz ve muzaaf maddî ve manevî kışta, Medreset-üz Zehra’nın bir dershanesi olan bu Medrese-i Yusufiyede, öz kardeşten daha müşfik çok hakiki dostlarını ve mürşid gibi uhrevî kardeşleri gayet ucuz ve az masrafla görmek, ziyaret etmek ve onların hususî meziyetlerinden istifade etmek ve şeffaf şeylerde sirayet eden nur ve nuranî gibi hasenelerinden, manevî yardımlarından, ferahlarından, tesellilerinden kuvvet almak cihetinde bu musibet şeklini değiştirir, bir nevi inayet perdesi hükmüne geçer.”      Şualar Sh: 313

                 Onun için ehl-i hakikat, -hattâ meşru bir tarzda dahi olsa- enaniyetten, hodfuruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risale-i Nur’un hakiki şakirdleri, buz parçası olan enaniyetlerini şahs-ı manevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşâallah bu fırtınada sarsılmayacaklar.” Şualar Sh: 318                                                                         

         “Kanaat ve kuvvetimle ehl-i imana bir hizmet-i imaniye yapmak için, değil yalnız dünya hayatımı ve fâni makamatımı, belki -lüzum olsa- âhiret hayatımı ve herkesin aradığı uhrevî bâki mertebeleri feda etmeyi; hattâ Cehennem’den bazı biçareleri kurtarmağa vesile olmak için -lüzum olsa- Cennet’i bırakıp Cehennem’e girmeyi kabul ettiğimi hakiki kardeşlerim bildikleri gibi, mahkemelerde dahi bir cihette isbat ettiğim halde, beni bu ittihamla Nur ve iman hizmetime bir ihlassızlık isnad etmekle ve Nurların kıymetlerini tenzil etmekle milleti onun büyük hakikatlarından mahrum etmektir. Şualar Sh: 387

                                                                                                    

         “İddiacı, bin dereden su toplamak gibi, Nur şakirdlerinin birbirlerine karşı muhabbetkârane ve hususî hissiyatlarını ve Nurlardan istifadelerini, samimane ve bazan müfritane gösteren mektublarını bir esas yaparak cerbezesiyle onlardan medar-ı ittiham çıkarıp bizi irtica ile ittiham etmeğe çalışması, öyle bir hatadır ki; kabrinde onun çok azabını çekecek. Meselâ: Uzak bir köyde muallim Mustafa Sungur’un bir mektubunu hem ona, hem bize medar-ı irtica yapıyor. Acaba o genç muallim, Nurlarla hakiki ve imanlı bir muallim ve masum çocuklara hüsn-ü ahlâk sahibi bir terbiye edici vaziyetine girmesine şükür ve hamd manasında, «Ben eski sefahet ve dalâletimden kurtuldum» demesiyle bir irtica olur mu?”   Şualar Sh: 427

                                                           

         “Hakiki şahsiyetim yani Eski Said’in bozması bir şahsiyetim var. Onda Eski Said’den irsiyet kalma bazı damarlar var ki, bazan riya ve hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem asîl bir hanedandan olmadığımdan, hisset derecesinde iktisada düşkün ve pest ahlâklar görünüyor.” Şualar Sh: 433

                                                                                                                                       

         “Nur’un mahrem ve gayr-ı mahrem bütün nüshaları kaldığı ve bir küçük cezayı icab edecek birtek maddeyi göstermedikleri, hem bu derece za’fiyetim ve mazlumiyetim ve mağlubiyetim ve ağır şerait ile beraber ikiyüz bin hakiki ve fedakâr şakirdlere vatan ve millet ve asayiş menfaatinde en kuvvetli ve sağlam ve hakikatlı bir rehber … “     Şualar Sh: 447

         “Sizi bütün bütün kaçırmamak için üçüncü hakiki şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve sû’-i hallerini söylemeyeceğim.”    Şualar Sh: 452                                           

         “Bu dünyada hususan bu zamanda, hususan musibete düşenlere ve bilhassa Nur şakirdlerindeki dehşetli sıkıntılara ve me’yusiyetlere karşı en te’sirli çare, birbirine teselli ve ferah vermek ve kuvve-i maneviyesini takviye etmek ve fedakâr hakiki kardeş gibi birbirinin gam ve hüzün ve sıkıntılarına merhem sürmek ve tam Şefkatle kederli kalbini okşamaktır.”  Şualar Sh: 498

          “Ruhumuzu feda etmeğe, hizmet-i Kur’aniye ve imaniyemiz iktiza ettiği halde, sıkıntıdan veya başka şeylerden gelen titizlikle hakiki fedakârlar birbirine karşı küsmeğe değil, belki kemal-i mahviyet ve tevazu ve teslimiyetle kusuru kendine alır.”  Şualar Sh: 501

           «Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir hakikata başımız dahi feda olsun» diye onlar namına söylemiş, mahkemeyi hayret ve takdirle susturmuş. Demek Nurcularda hakiki, hâlis, sırf rıza-yı İlahî için ve müsbet ve uhrevî fedailer var ki; mason ve komünist ve ifsad ve zendeka ve ilhad ve Taşnak gibi dehşetli komiteler o Nurculara çare bulamayıp hükûmeti, adliyeyi aldatarak lastikli kanunlar ile onları kırmak ve dağıtmak istiyorlar.    Şualar Sh: 521

«Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir hakikata başımız dahi feda olsun» diye acib cümleyi söyletmeye vesile olan talebelerinizde gördüğünüz hakiki, hâlis, sırf rıza-yı İlâhî ve müsbet ve uhrevî fedakârlığın karşısında, menfî cemaat ve komitelerin mağlub oldukları, hem Nurcuları dağıtmak isteyenlerin inşâallah muvaffak olamayacakları ve hem Nur’un ve imanın fedailerini çoğaltmaya sebebiyet verecekleri izah edilmekle cevab verilmiştir.   Şualar Sh: 527

          “Onun içindir ki,  bizi insanlık seviye ve seciyesinde en yüksek mertebelere çıkaran ve her sahadaki terakkiyatımızı sağlayan ve biz gençlere din, vatan ve millet aşkını aşılayarak uğrunda bütün mevcudiyetimizi feda ettirecek hakiki bir dinperver olarak bizleri yetiştiren Risale-i Nur eserlerini okuyoruz ve okuyacağız.”                                                                     Şualar Sh: 546

                  

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Tesanüdün Faydaları

TESÂNÜD, karşılıklı yardımlaşma; birbirine istinad etme, biri diğerine dayanmakdır. Yâni, maddî ve manevî dayanışma hâli. Üstadımız bunu, L:318’de birbirine muavenet, birbirinin vazifesini tekmil, biribirinin sualine cevab verme, birbirinin imdadına koşma, birbirine sarılma, hattâ birbirinin içine geçme şeklinde; L:434’te de teavün, tecavüb, teanuk şeklinde ifade etmektedir. Yine L:399’da, hakikî Tesânüd, rekabetsiz, tahakkümsüz, gıbtasız ve ataletsiz olarak beyan etmektedir. Ş:310’da da, Tesânüdü en esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız olduğunu söylemektedir. En önemlisi de, (O Zât) dediği Hazret-i Mehdi-yi A’zam’ın en önemli olan birinci, iman kurtarma hizmetindeki bir kısım şakirdlerinin vasıflarında da, Em-1:266’da üçüncü olarak Tesânüdü zikrederek  şöyle ifade buyurmaktadır:

“Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız İhlas ve Sadakat ve Tesânüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir.” diyor.

TESÂNÜD’ÜN  NEŞR-İ ENVAR-I KUR’ANİYE’DE TE’MİN ETTİĞİ FAİDELER:

 

         1- Tesânüd’ün hakikatı kerametiyle bütün müşkilât ve manialara galebe edilir.

         2- Tesânüd ve ittihad kerametiyle nurları muhtaçlara yetiştirmeye muvaffakiyet ihsan edilir.

                       3- Tesânüd ve meşveret-i şeriyye, düşmanların hücumundan telâş etmemeye vesile olur.

         4- Tesânüd ile birbirinin faziletleriyle iftihar ederek, birbirinin aynı olmak derecesinde  bir tefani ile hareket edilse, 4 adam, 400 adam kuvvetinin kıymetinde ve 6 adam,  600 belki 6000 kıymet-i      ma’neviye hükmünde olur.

                       5- Tesânüd, mahviyet ve ittihadı muhafaza eden, bir veliden ziyade kıymet alıyor.

                       6- Tesânüd, sırr-ı ihlâs ve iştirak-i a’mal, 83 sene bir ömr-ü ma’nevî elde ettirir.

                       7- Tesânüd, sahabenin meşreb-i hillet ve meslek-i uhuvvetini kazandırır.

                       8- Tesânüd, sirayet eder ve şevk ile Risale-i Nur’a çalıştıran ehemmiyetli bir sebeb  olur.

                       9- Tesânüd, ihlâs ve ihtiyat, Nur Şakirdlerinin mahfuz kalmalarına vesile oluyor.

                       10- Tesânüd, ihlâs ve ittihad, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper oluyor.

                       11- Tesânüd, ihlâs, sadakat ve metanet, muzır manilere hükmedip, galebe çalar.

                       12- Tesânüd, kuvvet-üz zahr (kuvvetli bir dayanak) oluyor, ağır defineye omuzları dayandırıyor.

                       13- Tesânüd’den süzülen bir şahs-ı manevî, bize mürşid ve üstad olur.

                       14- Tesânüd, bütün rahatını ve hayatını feda edebilir bir fedakârlık kazandırıyor.

                       15- Tesânüde sahib Nur Cemaati, avam-ı ehl-i iman için, yılmaz, aldatmaz bir merci’, mürşid, hüccet olur; imanı kuvvet bulur ve ehl-i dünya ve sefahate iltihaktan kurtulur.

“Gayet dikkatle ve şeytancasına, şakirdlerin hakikî kuvvetleri olan Tesânüdü bozmağa çalışıyorlar” K: 152

“Evet sırr-ı ihlas ile samimî Tesânüd ve ittihad, hadsiz menfaate medar olduğu gibi; korkulara hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. L: 161

“Kâinatın heyet-i mecmuasındaki teavün, Tesânüd, teanuk, tecavübden tezahür.

“Şu kâinattaki mevcudatın birbirine teavünü, tecavübü, Tesânüdü gösterir ki; umum mahlukat, birtek Mürebbi’nin terbiyesindedirler. S: 661

“Kâinatta serbeser sırr-ı Tesânüd müstetir, hem münteşir. S: 698

“Zira ki şu musibet; hayatımızın mâyesi olan şefkat, uhuvvet, Tesânüd-ü İslâmı hârikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet” S: 712

“Hayattaki düsturu, cidal kıtal yerine, düstur-u teavündür. O düsturun şe’nidir ittihad ve Tesânüd; hayatlanır cemaat.” S: 712

“Risale-i Nur nifak ve şikakı, tefrikayı, fitne ve fesadı kaldırıp; kardeşliği, uhuvvet-i diniyeyi, insanda yerleştirir. Risale-i Nur mesleğinin bir esası da budur. S: 765

“Kâinatın heyet-i mecmuasındaki teavün, Tesânüd, teanuk, tecavübden tezahür eden sikke-i kübra-i uluhiyettir ki, “Bismillah” ona bakıyor. L: 96

“Birinci Sikke: Kâinatın mevcudatında ve enva’larında görünen ve bir sikke-i kübra-yı ehadiyet olan “teavün, Tesânüd, tecavüb, teanuk” sikkesidir.” L: 434

“Mecmu-u kâinatın yüzüne, enva’ın birbirine karşı gösterdikleri teavün, Tesânüd, teşabüh, tedahülden mürekkeb geniş bir sikke-i vahdet konulduğu…” Ş: 32

Sizin de daha ziyade itidal-i dem ve ihtiyat ve sabır ve tahammül ve şiddetle Tesânüdünüzü muhafaza için bir halimi beyan ediyorum. Ş: 311

“Evvel âhir tavsiyemiz: Tesânüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.” Ş: 312

 “Âhiret hakikatına inandığımız için, manevî olan bu sevgi ve Tesânüdümüzü elbette hiçbir kuvvet sökemeyecektir. Ş: 547

“Mü’minlerin beraber yaptıkları ibadetlerinde ve cemaatla ettikleri dualarındaki Tesânüd sırrının çok büyük bir sırrı ve cesîm bir emri olup ulu bir şana sahibdir. Zira o Tesânüd ve cemaat sırrıyla her bir ferd-i mü’min, gayet muhkem yapılmış binalarda betonlaşmış birer taş vaziyetini alırlar. BMs: 535

“Açık, zâhir, bâhir ve kat’î bir himaye ve sıyanet-i maneviye neticesi ve Risale-i Nur şakirdleri arasındaki hakikî ihlas ve Tesânüdün parlak bir tecellisidir.” B: 305

“Tesânüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.” K: 89

“Ayrı bir cephede, mütemerrid münafıklar tarafından bir hücum var. Çok ihtiyat ve dikkat ve sebat ve Tesânüd lâzımdır ki, tâ onların bu plânı da akîm kalsın”K: 235

“Tesânüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.” E: 73

“Yalnız Nurcular sebat ve Tesânüdlerini muhafaza edip telaş etmesinler, şevkleri kırılmasın.” E: 234

“Demek âmî adamların ihlasla Tesânüdleri, bir velayet hassasını veriyor. Em: 90

Evet bizim:“En esaslı kuvvetimiz ve nokta-i istinadımız, Tesânüddür. Ş: 310

Derleyip kardeşlerle paylaşan: Abdülkadir HAKTANIR

Dini Yenileyecek Müceddid Kimdir

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

“Ümmetimin âlimleri benî İsrail’in Peygamberleri gibidir.”

“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüz yıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)

Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’inde buyururlar ki:

“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buharî)

Hadis-i kudsî’de geçen “Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir, gerçek kahramanlar onlardır.” beyanını bu üç Hadis-i şerif ile izah etmiş olduk.

Nübüvvetin üstünde hiç bir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.

Hiç bir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed’e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.

Bunlar öyle kimseler ki bütün işleri Allah içindir. Hiç bir kimseden hiç bir ücret, hiç bir menfaat beklemezler. Her şeyleri liveçhillahtır, Hazret-i Allah’a dayanır.

 

Vâris-i enbiyâ kimdir?

Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, kimi kendisine çekmişse, emanetini kime vermişse, Resulullah Aleyhisselâm’ın nûrunu kime takmışsa, işte onlar Peygamber vârisidirler.

Onların muallimi bizzat Hazret-i Allah’tır.

Âyet-i kerime’de:

“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur” buyuruluyor. (Bakara: 282)

Muallimleri Hazret-i Allah olduğu için ilimleri kesbî değildir, yani herhangi bir hocadan medreseden tahsil etmezler. Onların ilimleri vehbîdir, doğrudan doğruya Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir. Yani halka muhtaç değildirler.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu ilmi tarif ediyor ve Hadis-i şerif’lerinde buyuruyor ki:

“Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimseler anlamazlar.

Binâenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbaîn)

Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulduğuna göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz için de müşrikler böyle söylediler.“Peygamberlik filân filân kimselere verilseydi?” dediler. (Bakınız, Zuhruf: 31)

Yani Allah-u Teâlâ’nın takdir ve taksimine rızâ göstermediler. Neden? Çünkü nefis putu “Ben!” diyor, başka kimseyi dinlemiyor, o bir puttur.

Onların vâris-i nebi oldukları nasıl bilinir?

Hiç kimseden hiç bir tahsil görmediği halde en doğrusunu bilirler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl-i zikirden sual ediniz.” (Nahl: 43)

Ehl-i zikirden murad evliyaullah hazeratıdır.

Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:

“İnsana bilmediklerini O talim eyledi.” (Alâk: 5)

Hiç kimseden çekinmeden hakikatı söyler. Neden? Vazifedar olduğu için. Mühim olan emr-i ilâhîdir, mahlûkun hiç hükmü yoktur.

Âyet-i kerime’de:

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir marifet bir nûr verir.”buyuruluyor. (Enfâl: 29)

Kendilerine ihsan ve ikram edilen o lütuf ve o nur sebebiyledir ki, Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği kadar bütün hakikatları bilirler, hiç kimseden çekinmeden hakikatı söylerler.

Ve Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onları şöyle tarif eder:

“Hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar.” (Mâide: 54)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)

Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.

Hele bu zamanda, her gün bir bölücü, her gün bir fitne türüyor.

Bu gönderilme hususunu size şöyle arzedelim. İsâ Aleyhisselâm Antakya halkını Tevhid’e davet etmek için Havari’lerinden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havarî daha gönderdi.

Hazret-i Allah bu hadiseyi Kuran-ı kerim’inde şöyle haber veriyor:

“O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları ***yalanlamışlardı.”

“Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik.”

“Gerçekten biz size gönderildik demişlerdi.” (Yâsin: 14)

Dikkat edilirse onları görünüşte İsâ Aleyhisselâm gönderdi, fakat Hazret-i Allah “Biz gönderdik.” buyuruyor. “Biz gönderdik.” buyurulması, İsâ Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ’nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.

Binaenaleyh bu gönderilenler Hazret-i Allah’ın emrini tebliğ ediyorsa, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor. Gönderilmiş olduğu için.

Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Ahirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği şüphesizdir. “Ey kulum! Benim ahkâmım sana duyurulmadı mı? Benim ahkâmıma mı iman ettin, yoksa imamına mı iman ettin?”

İmama iman edenler, iman ettikleri imamın orada peşinde olup cehennemi boylayacaklar. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın hükmünü hiçe saydılar.

Âyet-i kerime’de:

“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız.” buyuruluyor. (İsrâ: 71)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Bedir’de Cebrail Aleyhisselâm’ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine attı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu.

Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ buyuruyor ki:

“Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Resulüm! Sen atmadın Allah attı.” (Enfâl: 17)

Görünüşte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz attı, fakat Hazret-i Allah “Ben attım” buyuruyor.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“De ki: Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin. Kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.” (Âl-i imran: 26)

Fâil-i mutlak olan Hazret-i Allah fiillerini icra eder, sahnede başkası görünür.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin “Sehm-i nübüvvet” ve “Sehm-i velâyet”inden nasip alanlar Hakk iledirler ve Hakk’tan bahsederler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onları şöyle tarif ediyor:

“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (Araf: 181)

Onların ilmi vehbîdir, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir. Nasibdar olanlara nasiplerini vererek; şeriat, tarikat, hakikat ve marifet yolları ile Hazret-i Allah ve Resulü’ne ulaştırmaya çalışırlar.

Kendilerinin değersiz olduklarını bilirler, zira bütün değerler Allah-u Teâlâ’ya aittir.

Hükümsüz olduklarını görürler, zira hüküm de Allah-u Teâlâ’ya aittir.

Bunu onlardan başka kimse bilmez. Herkes varlık satmaya çalışır. Fakat O Hazret-i Allah’ta fâni olduğu için, Hazret-i Allah’ı görür, kendisinde hiç bir şey görmez.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez.” (En’am: 59)

Hazret-i Allah öyle bir Allah’tır ki bütün mahlûkat bir araya gelse bir tek yaprağı yaratamazlar.

Eğer Hazret-i Allah’ı bulamıyorsan, iyice düşün, burada bul! Zira bütün kâinat bir tek yaprağın karşısında âciz kalıyor. O ise öyle bir Allah! Hazret-i Allah’ı güzel düşünürseniz, varlığını her zerrede hissedebilirsiniz.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Allah’ın izni olmadan hiç bir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.” (Yunus: 100)

Hazret-i Allah dilemezse hiç kimsenin kalbine imanı düşürmez. O, hidayeti bulan kimseleri hidayete erdirmekte, dalâlete düşürdüğü kimseleri de dalâlette bırakmakta âdil olandır.

“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmıştır.” (Mücadele: 22)

Âyet-i kerime’sinde beyan buyurduğu üzere kimin kalbine imanı yazarsa, o iman sebebiyle, o nûr sayesinde hakikatı onlara bildirmiş oluyor.

“Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı ise çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.”(Hucurat: 7)

Âyet-i kerime’si mucibince kime imanı sevdirir ve o imanı kalbinde süslerse onu tutuyor demektir. Bu böyledir, esas budur. Kurtulan böyle kurtuluyor, kurtardığı için kurtuluyor. Biz buna “Hıfz-u himaye, tasarruf-u ilâhiye.” diyoruz.

Onlar Hakk’ı bilir, kendisini bilmez. Hakk’ı görür kendisini görmez.

Bir sivrisinek kanadı kadar varlığı olsa, yahut kendisinde varlık görse, Allah-u Teâlâ’ya karşı o da bir varlıktır.

Bu mahviyet onlara mahsustur. Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir.” (Nisâ: 79)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:

“Kendinde varlık görmen, diğer günahlarla kıyaslanmayacak kadar büyük bir günahtır.”

Çünkü var olan ancak Hazret-i Allah’tır. Vücud O, mevcud O…

Hakikat ehlinde Hakk’tan gayrı hiç bir şey bulunmaz. Varlığını ata ata Var’a ulaşırlar.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“ -Müferridler yarışı kazandılar;

–Müferridler kimlerdir yâ Resulellah?

–Onlar o kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ’nın zikrine bütün benlikleriyle dalmışlardır, başka şeylerle uğraşmazlar.

Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyamete hafif olarak gelirler.” (Müslim)

Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:

“Kulum beni zikrettiği zaman ben onunla beraberim.” (Buharî)

Âlem-i billâh olanlarda Allah-u Teâlâ nasıl tecelli etmişse öyledir.

O Rabbül-âlemindir. Kuluna tecelli edince O’nun tecelliyâtı ile âlem olur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)

Dikkat ederseniz Hazret-i Allah ruh ile bizi ayakta tutuyor, ruhu çektiği zaman bir şey olmuyor. Ruhu halkeden Hazret-i Allah, ruhâniyeti de halketmiştir. Bu bilinmeyen bir ilimdir. Allah-u Teâlâ dilediği kulunu bu ruhâniyetle destekler, bu ruhâniyetten lâtifeler husule gelir. Allah-u Teâlâ bu lâtifeleri dilediği şekilde çalıştırır. Bir kişi olur, on kişi olur, kırk kişi olur, bu sizin ilminizin dahilinde değildir.

Herkeste bir ruh var, onlarda iki tane var. Gayemiz size yavaş yavaş marifetullah ehlini ve ilmini bu şekilde duyurmaya çalışmak.

Bu kudsî ruh, onlardan başka kimsede bulunmaz.

Ayrıca onlar Resulullah Aleyhisselâm tarafından “Fırka-i Nâciye” yani “Kurtulmuş Fırka” lâkabıyla müşerref kılınmışlardır. Bu kalpleri diri hakikat erleri Resulullah Aleyhisselâm’ın yolundan, Ashab-ı kiram’ın, selef-i salihinin yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bu güne kadar da bu âli himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bidatçıların, ehl-i dalâletin iğva ve saptırmalarından korumuşlardır.

Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler feyz almışlardır.

Ve bu kullar Allah-u Teâlâ’ya nasıl yaklaştılar?

Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:

“Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben de koşarak gelirim.” (Buharî ve Müslim)

Allah-u Teâlâ bu kulları kendisi için seçmiştir. Allah-u Teâlâ’ya yaklaşan bu kullar sevgi ile yaklaşmışlardır. Allah-u Teâlâ bunlara âşık olmuş; onları sevdiği gibi, bu kullar da Allah-u Teâlâ’ya âşıktır. Allah’tan başka hiç bir arzuları yaşamaz.

“Allah kimi dilerse onu rahmetiyle mümtaz kılar.” (Bakara: 105)

İşte Allah-u Teâlâ bu sevgili kullarını bu lütfa mazhar etmiştir.

“Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz.” (Yusuf: 56)

Gerçekten bu sevgili kullarını daire-i saadetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar almış ve en büyük saâdetine eriştirmiştir.

“Onlar sıdk makamında kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)

Bir düşünün! Allah-u Teâlâ onları huzuruna aldı. O kehribarın tozu olduğu için sıddıkiyet makamına kadar çıkardı.

Derleyen: Abdülkadir Haktanır