Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Rabita-i Mevt İhlası Kazandırmaya Ana Vesiledir

İhlâsı kazandıktan sonra, ayrıca muhâfaza edebilmek için de gayret sarfetmek gerekiyor. Bu tesbitlerimizi sırayla arzedeceğiz.

        “İnsanlar helâk oldu, âlimler müstesnâ. Âlimler de helâk oldu, ilmiyle amel edenler müstesnâ. Amel edenler de helâk oldu, ihlâs sâhibleri müstesnâ. İhlâs sâhiblerine gelince onlar da,  pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.”

Gördüğünüz gibi ve ma`lûmumuzdur ki,  yukarıdaki Hadis-i Şerifte (nâs) ile (alîm) arasında (Helâk)  olduğu gibi, (alîm) ile (âmil) arasında da yine (Helâk)   vardır. Hem (âmil) ile (muhlis) arasinda dahi (Helâk)   vardır. Fakat bu üç (Helâk)’tan ve  âdetâ elekten kurtulduktan sonra  da, hatarin azîm yâni, büyük tehlike uçurum var. Şimdi, ilk tehlike veya helâk ma’nasındakin‘den kurtulmak için ne yapmamız lâzım geldiğini arzetmeye çalışacağız. İster istemez bu dört elekten geçeceğiz.

Bir kısmımızın maalesef hiç okumadığı,  bir kısmımızın ayda iki def’a okuduğu, az bir kısmımızın da ayda altı def’a okuduğu 21. İhlâs Lem’asında Aziz,  Müşfik Üstâdımız şöyle emir ve tavsiye ile irşâd ediyor ve diyor ki:

“Ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım! İhlâsı kazanmanın ve muhâfaza etmenin en müessir bir sebebi, râbıta-i mevttir. Evet ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevkeden, tûl-i emel olduğu gibi; riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yâni: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır.” diyor. Evet, evvelâ kendi ölümünü düşünerek râbıta-i mevt yapmalıdır.

O halde 21. İhlâs Lem’asını okudukları halde, ardından tezâhür eden ihlâssız hareketler neden olsun diye düşünüyoruz? Büyük ihtimalle râbıta-i mevti yaparak ihlâsı gereği gibi muhâfaza edememekten meydana geldiğini bazı müşâhede ve duyuşlarımızla tesbit etmiş oluyoruz.

O zaman hatırımıza şu suâl geliyor: Emredilen râbıta-i mevti sevgili kardeşlerimiz neden ihmâl ediyorlar, neden râbıta-i mevti yapamıyorlar acaba?

Tesbitlerimizin doğurduğu düşüncelerimize göre, bunun bulabildiğimiz birkaç sebebini arzetmeye ve beraber düşünmeye çalışacağız. Evvelâ,  Üstâdımız 21. Lem’ada râbıta-i mevti ne şekilde  tavsiye buyuruyor? Aynen şunları okuyoruz:

“Hadîste -ev kemâ kâl- yâni, “Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye bu râbıtayı ders veriyor.” diyor. Demek ki, “Ölümü çok zikrediniz!” diyen Peygamberimiz Hazret-i.Muhammed’dir. (A.S.M.) Fakat ölümün bir zâhiri var, bir de hakikatı var.

İrşâd ise ekseriyete göre yapılır; Ekseriyet,  a’vâmdır. Onlar yâni, a’vâm (ölümün haki-katını) bilemedikleri ve ruhun mazhâr olacağı hârika Cennet âlemlerini  birden düşünemiyecekleri için, mevtin zâhirinde cereyan eden acı ve dehşet verici ceseddeki inhilâl, dağılma, çürüme ile âşikâre görünen tahribkâr hâli görerek şöyle bir ihtâr alıyor, “Ey insan! İşte sonun budur!” Böylece görerek, insanın, hayattan aldığı ve alacağı lezzetler tahrib olup acılaşıyor ve ancak bundan sonra uzun emellerinden vazgeçebiliyor.

Eğer bizler de a’vâm gibi, mevtin zâhirine bakarsak ve ölümü yalnız cesedi yok eden korkunç, dehşetli vaziyetine göre mütâlaa edersek,  fâsık ve fâcir ehl-i îmân,  ehl-i dünya ve ehl-i dalâletin ölümden ürküp, korkup kaçmaları gibi, evet aynen onlara benzer bir tarzda, inanç olarak değilse de, şekil i’tibâriyle, tıpkı onlar gibi, ölümün yalnız zâhirine bakarak ve dehşete düşerek böyle tezâhür eden ölümü maalesef hatırlamak bile istemeyeceğimiz muhakkaktır. Hatırlamadığımız için düşünmeyecek ve emredilen râbıta-i mevti yapamıyacak ve neticede maalesef ihlâsımızı muhâfaza edemiyeceğiz. Hattâ çok şâyân-ı dikkat sözlerle bu haller şu gibi lâflarla maskelenecek. Meselâ: “Şimdi ölümden bahsetme! Hizmet edeceğiz! Hizmet zamanıdır.” diyenleri dinleyeceğiz. Hattâ maalesef büyük bir ekseriyet, bazı imâm, ülemâ-üs su’ (kötü)hocaların yanlış telkinâtıyla “Ölüm istenilmez!” bile diyebiliyorlar. Yâni, ölümü düşünme, ölümü isteme! Yaşamana bak!

Demek ihlâsı muhâfaza için evvelâ (ölümün hakikatı nedir?) mes’elesini halletmek lâzım imiş ki, râbıta-i mevti kolayca yapabilelim.  Her hususta olduğu gibi bu hususta da Aziz Üstâdımızın sarih beyânlarına te’vilsiz inanmak, almak ve tatbik etmek gerekmektedir.

Şimdi neyi bilirsek, neyi anlarsak râbıta-i mevti kolayca yapabileceğimizi,  tesbit edebildiğimiz üç maddede izâha çalışacağız:

1- RÂBITA-İ MEVTİ, ÖLÜMÜN HAKİKATINI VE MÂHİYETİNİ BİLEN KÂMİL İNSAN OLMAKLA DÂİMİ YAPABİLİRİZ. 

Üstâdımız hepimizin çok okuduğu,  iyi bildiği Yedinci Söz’de 31. Sayfada bu hususta ne diyorsa,  tekrar bir daha dikkatle okuyalım:     

“Ölüm” diyor Üstâdımız,  “insan-ı mü’mini, zindân-ı dünyadan bostân-ı cinâna, huzûr-u Rahmân’a götüren bir müsahhar at ve burak sûretini alır. Onun içindir ki: Ölümün hakikatını gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler. Daha ölüm gelmeden ölmek istemişler!” diyor.

 “İnsan-ı mü’mini” diyor.  Öyleyse biz ehl-i îmân olarak şöyle diyebiliriz:

“Ölüm, ehl-i îmân için bir terhistir; ecel, terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır. Zindân-ı dünyadan çıkmak ve bağistân-ı cinâna bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzûr-u Rahmân’a girmeğe bir nöbettir ve dâr-ı saâdete gitmeğe bir dâvettir diye kat’î anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeğe başladım.” 2. Ş: 16

Dünya sevgisi çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır. B Ms:  391, Ruh,  bizâtihî kâimdir. Cesed harâb olursa daha ziyâde serbest olur, melek gibi göğe uçar.  B Ms: 258, Ruh,  zîvücûd ve zîhakîkat-ı hâriciyedir..Daha kavîdir. Çünki, zîşuûrdur. Daha dâimidir, çünki hayydır, zîhayattır. İnsan  kaç sene yaşamış ise o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedâhe aynen bâki kalmıştır. 28 S: 516, 517”

2- HAZRET-İ YÛSUF’UN (A.S.) ÖLÜMÜ NEDEN İSTEDİĞİNİ BİLMEKLE, RÂBITA-İ MEVTİ KOLAYCA YAPABİLİRİZ: 

İşte Hazret-i Üstâd bu husûsta 23. Mektûb: 283’de şöyle diyor:

“Şu ferâhlı ve saâdetli vaziyetten daha saâdetli, daha parlak bir vaziyete mazhâr olmak için, Hazret-i Yûsuf (A.S.) kendisi Cenâb-ı Hak’tan vefâtını istedi ve vefât etti; o saâdete mazhâr oldu. Demek o dünyevî lezzetli saâdetten daha câzibedâr bir saâdet ve ferâhlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki; Hazret-i Yûsuf (A.S.)  gibi hakikat-bîn bir zât, o gâyet lezzetli dünyevî vaziyet içinde gâyet acı olan mevti istedi, tâ öteki saâdete mazhâr olsun.”

Öyle bir saâdet ki, dünyanın bin sene hayat-ı mes’udanesi, bir saatine değmeyen Cennet hayatı ve Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat Zât-ı zül Celal’in müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh mekân ve saâdettir o.

3- ÜSTÂDIN MEYYİT NÂMINI ALMASININ SEBEBİNİ ANLAMAKLA, RÂBITA-İ MEVTİ KOLAYCA YAPABİLİRİZ:

 “Said-ün Nursî dahi meyyit hükmünde idi. Risalet-ün Nur ile ihya edildi, onunla hayat buldu.” Said Umûmî Harbde maddî ve dehşetli bir mevtten dahi hârika bir tarzda kurtulması ve felsefe ve gafletten gelen ma’nevî ve şiddetli bir ölümden necât bulması ve Kur’ânın âb-ı hayatıyla tâze bir hayata girmesi tarihidir.” 1.Ş:694, “Kat’î bir kanaat verdi ki, kelimesine tam münâsib Said’dir. Bu âyet Risâle-i Nûr tercümânı olan Said’i “meyyit” ünvânıyla göstermesinin bir hikmeti budur ki:        Mevtin muammasını ve tılsımını Risale-i Nur ile o açmış, o dehşetli yüzün altında ehl-i îmâna çok ünsiyetli, sürûrlu, nurlu bir hakikat keşfedip isbât etmiş. Ve mevt-âlûd hayat-ı fâniyede boğulan ehl-i ilhâda karşı, bâkiyâne hayat-âlûd muvakkat bir mevt-i zâhirî ile gâlibâne mukâbele eder. Ehl-i ilhâd, gayr-ı meşrû müştehiyâtının ibâhesiyle süslendirmesine mukâbil, Risâle-i Nûr, mevti o aldatıcı, fâni hayata karşı çıkarıp lezzet ve zînetini zîr ü zeber eder. Ve der ve isbât eder ki: “Mevt ehl-i dalâlet için i’dam-ı ebedîdir ve o dehşetli darağacından kurtaran ve mevti, mübârek bir terhis tezkeresine çeviren yalnız Kur’ân ve îmândır. 1.Ş: 695

Bu hakikatleri siz kardeşlerimle paylaşan: Abdülkadir. HAKTANIR

Terbiye-i Muhammediye

        DÜNYANIN  ZEVKİ,  SAADETİ  VE  RAHATI  MEŞRU  DAİREDEDİR.

        “Ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine mübtela ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz; meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O, keyfinize kâfidir.” (13.Söz:144)

Biz Müslümanlar: TERBİYE-İ  MUHAMMEDİYEYİ  (A.S.M.)  REHBER  ETMEK  GEREKTİR.

        ” Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hâdisatını, sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi; istikbaldeki ahval dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefahet (günahlara boğulanlar) şimdiki güldüklerine yüzbinlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar. Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) kendine rehber etmek gerektir.” (13.Söz:144)

ÇOCUĞUN  ÂHİRETTE  ŞEFAATÇI  OLMASI  LÂZIM  GELİRKEN,  DÂVÂCI  OLMASI  NE  ACIDIR …

        ” O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor, Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçı olmak lâzım gelirken davacı ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin hârika şefkatının hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder. Eğer hakikî şefkat sû’-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem’den ve îdam-ı ebedî olan dalalet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, validesinin defter-i a’maline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil davacı olmak, bütün ruh u canı ile şefaatçı olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlâd olur.” (24.Lem’a:200)

TERBİYE-İ DİNİYE  İLE  TERBİYE-İ  MEDENİYENİN  BİR  MÜVAZENESİ

        “Benimle görüşen ekseri dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvalar işittim. “Eyvah!” dedim. İnsanın hususan müslümanın tahassüngâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmağa başlamış dedim. Sebebini aradım. Bildim ki: Nasıl, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesine ve dolayısıyla din-i İslâma zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla sefahete sevketmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de; bîçare nisa taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki: Bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor. Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan manevî evlâdlarıma kat’iyen beyan ediyorum ki: Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur!.. Rusya’da o bîçare taifenin ne hale girdiğini işitiyorsunuz. Risale-i Nur’un bir parçasında denilmiş ki: Aklı başında olan bir adam; refikasına muhabbetini ve sevgisini, beş on senelik fâni ve zâhirî hüsn-ü cemaline bina etmez. Belki kadınların hüsn-ü cemalinin en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü sîretine sevgisini bina etmeli. Tâ ki, o bîçare ihtiyarladıkça, kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünki onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika değil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan, ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhamet ile birbirine muhabbet etmek lâzım geliyor. Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakattan sonra ebedî bir müfarakata maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.” (24.Lem’a:201)

        “Veyl o zevc ve zevceye ki; birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yani; medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder.” (24.Lem’a:202)

ÇOCUKLARLA  MÂSÛMANE  SOHBET,  YÜZER  SİNEMADAN  ZEVKLİDİR.

        “Daire-i meşruadaki keyfe iktifa ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki masum evlâdlarınızla masumane sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir. Hem kat’iyen biliniz ki; bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet, iman dairesindedir ve imandadır. Ve a’mal-i sâlihanın her birisinde bir manevî lezzet var. Ve dalalet ve sefahette, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kat’î delillerle isbat etmiştir. Âdeta imanda bir Cennet çekirdeği ve dalalette ve sefahette bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hâdiselerle aynelyakîn görmüşüm ve Risale-i Nur’da bu hakikat tekrar ile yazılmış.” (24.Lem’a:203)

ÜSTADIN  KADINLARA  TAVSİYESİ

        ” Eğer siz benim bedelime Risale-i Nur’u kısmen elde edip okusanız veya dinleseniz, o vakit kaidemiz mucibince; bütün kardeşleriniz olan Nur şakirdlerinin manevî kazançlarına ve dualarına da hissedar oluyorsunuz.” (24.Lem’a:204)

ÇOCUKLARIN  ŞEFAATCI  OLACAĞINA  ŞEKVACI  OLMALARI  NE  ACIDIR…

        “Hem peder hem valide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil; yalnız veledin dünyada kemal-i hürmet ve itaatla şefkatlerine ve hizmetlerine bedel hâlis bir hürmet ve sadıkane bir itaat ve vefatlarından sonra salahatıyla ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a’maline hasenat yazdırmak ve onbeş seneden evvel masumen ölmüş ise onlara kıyamette şefaatçı olmak ve Cennet’te onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır. Şimdi ise terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden, ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk, ancak peder ve validesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendaneyi gösterir. Mütebâkisi endişelerle şefkatlerini daima rencide ederek, o hakikî ve sadık dostlar olan peder ve validesine vicdan azabı çektirir ve âhirette de davacı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvacı olur.” (Kastamonu:252)

ÇOCUK  KÜÇÜKLÜĞÜNDE  İMANΠ DERS  ALMAZSA ; İSLÂMI  YAŞAMASI,  GAYR-I  MÜSLİMİN 

 İSLÂMİYETİ  KABUL  ETMESİ  KADAR  ZOR  OLUR.

        ” Risale-i Nur’un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta masum çocuklardır. Çünki bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur. Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız? İşte bu hakikata binaen en bahtiyar çocuklar onlardır ki; Risale-i Nur dairesine girip dünyada peder ve validesine hürmet ve hizmet ve hasenatı ile onların defter-i a’maline vefatlarından sonra hasenatı yazdırmakla ve âhirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlâd olurlar.” (Emir-1:41)

          ÇOCUK LAR  SÜNNET-İ  SENİYYENİN  MEYVESİDİR.

        “Risale-i Nur onlara der ki: Haneniz bir küçük Medrese-i Nuriye, bir mekteb-i irfan olsun ki; bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklar âhirette size şefaatçı olsunlar. Dünyada da iman dersini alıp size hakikî evlâd olsunlar. Yoksa bu otuz senede kısmen olduğu gibi, o çocuklara yalnız terbiye-i medeniye verilse, bir cihette o çocuklar dünyada faidesiz ve âhirette davacı olarak “Ne için imanımı kurtarmadınız?”diyeceklerinden peder ve validelerini mahzun etmek, sünnet-i seniyenin hikmetine münafî (ters) olur.” ( Hanımlar Rehberi:29)

Bu mühim hakikatı sizlerle paylaşan: Abdülkadir HAKTANIR

Yalan Söylemek

İşarat-ül i’cazdaki ifadeler yalanın ne kadar dehşetli birşey olduğunu anlamak ve anlatmak için herhalde yeterli…lakin uygulamada cevazı var denilen kinaye kelimesi sanki bazen bazıları tarafından yanlış yorumlanıyor gibi geldi bana. Bu meseleyi sizlerin müzakeresine havale ediyorum…

Mesela birisi işyerinde veya evde cevap vermek istemediği birisi telefonla aradığında odadan çıkıverip kendisi hakkında “O dışarı çıktı” veya “Şu an burda değil” gibi bir söz söylettirip “Kinaye caizdir, kizbden sayılmaz” fetvasıyla amel ettiğimizi sanıyoruz. Bu davranışta bir kizb olduğunu vicdanen hissediyor ama ifade edemiyordum. Dün akşam muhakematı okurken baş taraflarında kinaiyat izah edilirken dikkatimi çekti ki: sıdk ve kizb maani-i ulaya değil maani-i saneviye raci’dir. Yani kelamın zahiri değil anlaşılan mana sıdk ve kizb terazisinden geçmesi gerekiyor. Eğer “O dışarı çıktı” sözü kinaye olarak kullanıldığı söyleniyorsa, suret-i mana yani kelamın zahiri olan odadan çıkmış olmanın doğru olması bizi kurtarmıyor. Çünki kinaiyatta maani-i ula maksad değil. Tıpkı “Kayışının bendi uzundur”dan uzun boylu olmak anlaşıldığı gibi o kelamla örfen kasdedilen ve muhatabın da anladığı evden veya işyerinden çıkmak olduğuna göre biz kizbe giriyoruz diye düşünüyorum.

Yok eğer bu tutum kinaiyatla savunulmuyorsa “Yalan mı kardeşim çıktığım” gibi daha basit bir müdafaaysa bu durumda da en azından karşımızdakini aldatma niyetinde olduğumuzu unutmamalıyız. Aldatma da kizbin temel ruhunu teşkil eder herhalde.

Maalesef Müslümanların hususan aldığı tefekkür dersleriyle tevil kabiliyeti güçlü olan Nur talebelerinin çok az bir kısmında bu hata gözlemlenebiliyor. Cenab-ı Hakk cümlemizi muhafaza buyursun,amin.

Selam ve muhabbetle

KİZB BAHSİ

Yedinci cümleyi teşkil eden  nin veçh-i irtibatı:

Münâfıkların  mezkûr  cinayetleri arasında yalnız kizb ile vasıflandırılması, kizbin şiddet-i kubh ve çirkinliğine işarettir. Bu işaret dahi, kizbin ne kadar tesirli bir zehir olduğuna bir şahid-i sadıktır. Zira kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifâkın birinci alâmetidir. Kizb, kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrip eden, kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren, ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvâlini fesada veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemalâttan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini âlemde rezil ve rüsvây eden, kizbdir.

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde tel’ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir.

Bu âyet, insanları, bilhassa Müslümanları dikkate dâvet eder.

Sual: Bir maslahata binaen kizbin caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir?

Cevap: Evet, kat’î ve zarurî bir maslahat için mesağ-ı şer’î vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür. Zira usûl-i şeriatta takarrur ettiği veçhile, mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü, miktarı bir had altına alınmadığından suistimale uğrar. Maahaza, bir şeyin zararı menfaatine galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur.

Evet, âlemde görünen bu kadar inkılâplar ve karışıklıklar, zararın, özür telâkki edilen maslahata galebe etmesine bir şahittir.

Fakat kinaye veya târiz suretiyle, yani gayr-ı sarih bir kelimeyle söylenilen yalan, kizbden sayılmaz.

Hülâsa, yol ikidir: Ya sükût etmektir; çünkü söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır. Veya sıdktır; çünkü İslâmiyetin esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemalâta îsal edici, sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâmın nizamı, sıdktır. Nev-i beşeri kâbe-i kemalâta îsal eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren, sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâmı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.

İşaratül i’caz

Paylaşan: Abdülkadir HAKTANIR

 

Canımsın Ya Habiballah

Allahın rahmet elisin, ya Resülallah,

Getirdiğin din ile, bizi nurlattın vallah,

Seni bize gönderdi, Rahim olan Allah,

Cennette Sana car, oluruz inşallah.

 

Sen olmasaydın, biz boğulurduk günahlarda,

Eğer gelmeseydin, bizler kalırdık zından da,

Hayatımız geçerdi, isyankarlarla solda,

Varlığınla,  imanlılarla birleştik sağda.

 

Getirdiğin Nur bütün kainatı nurlattı,

Zifiri sıyah olmaktan, herşeyi  kurtardı,

Getirdiğin Kur’an bizi, Nurun ile sardı,

Mü’minlerin hayatlarına, şeref kattı.

 

Varlığın bizi kurtardı, Ya Resülallah, (a.s.m.)

Seni tüm Nebiler üstüne, çıkardı Allah,

Kur’anla Seni met hu sena, eyledi vallah,

Şefaatından dur bırakmazsın inşallah.

 

Sana ümmet olduk, o büyük bir şeref bize,

Her zaman bu fakir, salatu selam eyler Sise,

Sen olmasaydın biz nasıl, çıkardık düze,

Ondan çok minnettarız, Nurlu Habibimize.

 

Allah bizi çok acıdı ki, gönderdi Habibini,

Şerefini ispat için, serdi Mucizesini,

İnşaallah kurtarır, Resulünü seveni,

Cehennemde yakar, Seni inkar edeni.

 

Ya Rabbi Habibine, bizi ümmet eyle,

Şerlerden kurtuluruz,  Senin rahmetin ile,

Isyandan kurtulmak için, bize bul vesile,

Bizler necat buluruz, ancak Rahmetinle.

 

Ya Rabbi! Kur’an yolundan bizi ayırma,

Cadde-i kübradan, ayağımızı kaydırma,

Şefaati Resülullahı, bizilere dur koma,

O Rahmanu Rahimın, dışında bırakma.

 

Abdülkadir Haktanır

Bizi Nereden Nereye Getirdi Allah (C.C)!

Türkiye, ecdadın  şerefli unvanını taşır.

Meşhur atasözüdür : Meyveli ağaç  taşlanır,

 

Şanlı Ecdad, her yere  adalet götüre bilmiş,

Zalimin da kalbinden, düşmanlığı silebilmiş.

 

Onlardır ki, çok düşmanın benlik putunu kırmış,

Azılı düşmanların bile, kalplerini yumuşatmış,

 

Ne yazık ki, son asırda çok hainler türedi,

Halkı çökertmek için, iç ve dış düşman birleşti.

 

Halkı dinsiz bırakmak ti, onların ana derdi,

Onların o kanunları, çoğunu dinsiz etti,

 

Yahudinin serpuşunu, başımıza koydular,

Reddeden zavallılar, idamla cezalandılar .

 

Müslüman hanımın başı, örtüsüz bırakıldı,

Zavallı hanım kardeşler, kȃfirin rengini aldı.

 

Uzun zaman halkımız,  maddeten pür sefil kaldı,

Tüm mahsulatımzı, ecnebi düşmanları aldı.

 

Fakat halkın dualarıyla, yurdumuz değişti,

Yani halk, imanlı lideri reyi ile seçti.

 

Kȃfirlerden değil, Allahtan korkan Erdoğan,

Çok  cesur, dindar ve frenklere karşı tavrı yaman.

Dünyadaki dargın Müslümanları, barıştırdı,

Onları kardeş gibi, geçinmeye alıştırdı.

 

Vatandaşların çoğunun, kalbini memnun etti,

Aramızdan, fakirlik sıkıntısını def etti.

 

Düşmanın boyunduruğunu, başımızdan çekti,

Helal rızık kazanmak için, imkȃnlar ortaya serdi.

 

Kendine, Peygamber Sünnetini rehber edindi,

Başımıza, Kur’an okuyabilen bir lider geldi.

 

Namazlı ve Hacı lidere, Türkiye sahip çıktı,

Dinsiz olanların seslerini, tamamen kıstı.

 

Bize saldıran düşmanın, cevabını veriyor,

Düşman kabul etmese de, mantıklı buluyor.

 

İşleri tüm Müslümanların, içini güldürüyor,

Onun varlığı ile, müminler çok seviniyor.

 

Büyük Allah’ımız, bu Senin ihsanındır bize,

Biz Mü’minler,  çok fazla şükür etmeliyiz Size.

 

Sonuna dek şerlerden bizleri, Sen koru Rabbim,

Bu hal ile sevinsin benim mahzun olan kalbim.

 

Abdülkadir HAKTANIR