Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Allaha Yalvarıp Dua Etmenin Faydaları

“Ey insanlar! Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var!”  “Dua bir sırr-ı azîm-i ubudiyettir. Belki ubudiyetin ruhu hükmündedir.” 24.M:299

          “Duanın tesiri azîmdir. Hususan dua külliyet kesbederek devam etse; netice vermesi galibdir, belki daimîdir. Hattâ denilebilir ki: Sebeb-i hilkat-ı âlemin birisi de duadır. Yani, kâinatın hilkatinden sonra, başta nev’-i beşer ve onun başında âlem-i İslâm ve onun başında Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın muazzam olan duası, bir sebeb-i hilkat-ı âlemdir. Yani: Hâlık-ı Âlem istikbalde o zâtı, nev-i beşer namına belki mevcudat hesabına bir saadet-i ebediye, bir mazhariyet-i esma-i İlahiye isteyecek bilmiş; o gelecek duayı kabul etmiş, kâinatı halketmiş. Madem duanın bu derece azîm ehemmiyeti ve vüs’ati vardır; hiç mümkün müdür ki: Bin üçyüz elli senede, her vakitte, nev-i beşerden üçyüz milyon, cinn ve ins ve melek ve ruhaniyattan hadd ü hesaba gelmez mübarek zâtlar bil’ittifak Zât-ı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında, rahmet-i uzma-yı İlahiye ve saadet-i ebediye ve husul-ü maksud için duaları nasıl kabul olmasın? Hiçbir cihetle mümkün müdür ki, o duaları reddedilsin? Madem bu kadar külliyet ve vüs’at ve devam kesbedip lisan-ı istidad ve ihtiyac-ı fıtrî derecesine gelmiş. Elbette o Zât-ı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, dua neticesi olarak öyle bir makam ve mertebededir ki, bütün ukûl toplansa bir akıl olsalar, o makamın hakikatını tamamıyla ihata edemezler. İşte ey müslüman! Senin rûz-i mahşerde böyle bir şefiin var. Bu şefiin şefaatini kendine celbetmek için, sünnetine ittiba’ et!” 24.M: 300-301

 Duanın en güzel, en latif, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki; onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşey’e yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerim zât var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def’edebilir bir zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah, bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp  der. 24.M: 302

 “Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünki dua eden adam, duası ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki; en küçük işlerime ıttıla’ı var ve bilir, en uzak maksadlarımı yapabilir, benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise; bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki, en küçük işlerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum. İşte duanın verdiği hâlis tevhidin genişliğine ve gösterdiği nur-u imanın halâvet ve safîliğine bak denildiği gibi: Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.”  24.M: 302

                        RESUL-İ EKREM (A.S.M.), ÖYLE BİR DUA EDİYOR Kİ:

Şu zât (A.S.M.), şu mevcudat Hâlıkının vahdaniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğu gibi; haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı katıı, bir delil-i satııdır. Belki nasılki o zât; hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Öyle de; duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır. Haşir mes’elesinde geçen şu sırrı, makam münasebetiyle tekrar ederiz: İşte bak: O zât öyle bir salât-ı kübrada dua ediyor ki: Güya şu cezire, belki Arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Bak, hem öyle bir cemaat-ı uzmada niyaz ediyor ki: Güya benî-Âdemin zaman-ı Âdem’den asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî kâmil insanlar, ona ittiba ile iktida edip duasına âmîn diyorlar. Hem bak, öyle bir hacet-i âmme için dua ediyor ki: Değil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat, niyazına “Evet yâ Rabbena ver, biz dahi istiyoruz” deyip iştirak ediyorlar. Hem öyle fakirane, öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukârane niyaz ediyor ki; bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor. Bak! Hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için dua ediyor ki: İnsanı ve âlemi, belki bütün mahlukatı esfel-i sâfilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan a’lâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekaya, ulvî vazifeye çıkarıyor. Bak! Hem öyle yüksek bir fizar-ı istimdadkârane ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile istiyor, yalvarıyor ki: Güya bütün mevcudata ve semavata ve arşa işittirip, vecde getirip duasına “Âmîn Allahümme âmîn” dedirtiyor. Bak! Hem öyle Semi’, Kerim bir Kadîr’den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm’den hacetini istiyor ki: Bilmüşahede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hacetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünki istediğini, -velev lisan-ı hal ile olsun- verir ve öyle bir suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ki, şübhe bırakmaz bu terbiye ve tedbir öyle bir Semi’ ve Basîr ve öyle bir Kerim ve Rahîm’e hastır. 19.S: 239-240

                        BAK, DİNLE!  FAHR-İ KÂİNAT (A.S.M.) NE İSTİYOR ?

“Acaba bütün benî-Âdemi arkasına alıp şu Arz üstünde durup, arş-ı azama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-i ubudiyetini câmi’ hakikat-ı ubudiyet-i Ahmediye (A.S.M.) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat (A.S.M.) ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, Cennet istiyor. Hem mevcudat âyinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. O esmadan şefaat taleb ediyor, görüyorsun. Eğer âhiretin hesabsız esbab-ı mûcibesi, delail-i vücudu olmasa idi; yalnız şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîm’in kudretine hafif gelen şu Cennet’in binasına sebebiyet verecekti. Evet baharımızda yer yüzünü bir mahşer eden, yüzbin haşir nümunelerini icad eden Kadîr-i Mutlak’a, Cennet’in icadı nasıl ağır olabilir? Demek nasılki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi,  sırrına mazhar oldu. Onun gibi, ubudiyeti dahi öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi. Acaba hiç mümkün müdür ki, bütün akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem ve geniş rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at, misilsiz cemal-i rububiyet; o duaya icabet etmemekle böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul etsin? Yani en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfa etsin, yerine getirsin. En ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüzbin defa hâşâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul edip çirkin olamaz.” 19.Söz: 72

SUAL: MÜ’MİNİN MÜ’MİNE KARŞI EN İYİ DUASI NASIL OLMALIDIR?

 “Elcevab: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünki bazı şerait dâhilinde dua makbul olur. Şerait-i kabulün içtimaı nisbetinde makbuliyeti ziyadeleşir. Ezcümle: Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevî temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salavat-ı şerifeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine salavat getirmeli. Çünki iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur. Hem … yani “gıyaben ona dua etmek”; hem hadîste ve Kur’anda gelen me’sur dualarla dua etmek. Meselâ:

namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra; hem mevaki-i mübarekede, hususan mescidlerde; hem Cum’ada, hususan saat-ı icabede; hem şuhur-u selâsede, hususan leyali-i meşhurede; hem ramazanda, hususan leyle-i kadirde dua etmek kabule karin olması rahmet-i İlahiyeden kaviyyen me’muldür. O makbul duanın ya aynen dünyada eseri görünür veyahut dua olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, dua kabul olmadı denilmez; belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir.” 23.Mektub:

Kardeşlerle dua bilgilerini paylaşmak ümidi ile: Abdülkadir HAKTANIR

İmanlı ile imansızın kar ve zararları

İmanlının kârı ile imansız kimsenin zararını aşağıda anlatmaya çalışacağız.

İmansızlar inanmayabilirler. Ama kesin olarak, insan sonsuz bir hayata namzettir. Ölümden sonraki hayatta, İmanla ameli birleştirenin yeri, sonsuz bir cennet olduğu gibi, imansızın ve inanıp da amel ile Müslümanlığını ispat etmeyen, ibadetlere yanaşmayanın da yeri, ebedi bir hayatta cehennem azabını çekmektir. Örnek vererek bunun ispatına çalışacağız:

Ağırlık kilo ile uzunluğu metre ile sıvı maddeler litre ile deniz yüzeyini mil ile uzayda ki boşluk ise ışık yılı ile ölçülür. Güneşin ışığı bize 8 dakikada gelir. Dünyamızın güneşten uzaklığı ise: 148.000.000 KM’dir.

Şimdi 8 dakikalık mesafe bu kadar olursa, onun saati, günü, ayı, acaba ışık yılı kaç kilometre olur. Yani bir ışık yılının mesafesi rakam ile tarifi mümkün değildir! Fezada milyarlarca galaksi mevcuttur.

Şimdi! Bütün bu feza boşluğunu buğday taneleri ile doldursak, bu buğday tanelerinden bir tavuk her gün değil, senede bir tane alsa Bu buğdaylar mı biter, yoksa ebedi hayat mı biter?!!! Evet, kardeşler çok fazla uzar, fakat gün gelir buğday taneleri biter, ama ebedi hayat hiç bir zaman bitmez. Yani insanlar için hazırlanan cennet hayatı de, Allah korusun cehennem hayatı de hiçbir zaman bitmez.

Evet, toprağı şehit kanıyla yoğrulan bu memlekette yaşayıp, Allaha ve ahret gününe inanmayanlar bulunuyor ve bir kısmı İbadete hiç yanaşmayıp Müslüman geçinen benim erkek ve hanımların hallerine çok acıyorum. Onlara acıdığım için, 75 yaşında olduğum bu yaşta belki onlardan hangisinin kurtulmasına sebep olurum diye, onlara ara sıra e-mail ve slaytlar gönderiyorum. Gönderdiklerimden biri çok mühim olan bu yazımdır:

Allah’ın rahmet ve lütfu ile cennete girebilenler iki kazanç temin ederle ki:

1- Cehennem gibi şiddetli bir azaptan kurtulabilirler. Ki cehennemin en hafif azabı, ayağın altına bir kor ateş konulur, şiddetinden beynin lok lok diye ses çıkararak kaynar.

2- Allah’ın lütfu ile onlara ihsan edilen cennet hayatıdır ki: Faydasının derecesini ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, orada lezzetlerin çeşitleri ile lezzetlenip mutlu bir vaziyette olacaklar. Orada yokluk yok, hastalık yok, huri kızları ve hizmetkârlar çok. Uzakta bir meyveli ağaç görsen onun meyvesini yemeye arzu ettiğin zaman meyve ağacı sana meyveyi getirir, buyurun der. Sen meyveyi dalından koparır koparmaz, hemen onun yerine başka meyve olur, senin bu meyveler biterse ondan mahrum kalırım endişeni kafandan silmek için Allahın Rahmeti orada öyle tecelli eder. Oradaki hareket ise “ruh hiffetinde ve kuvvetinde hayal sur’atında” olacaktır.

Cehennemlikler de iki büyük zarar görmüş olurlar, zararlarının şiddet dereceleri tarif edilmez:

1- Cennet gibi mutluluğunun tarifi mümkün olmayan bir zenginliği kaybederler.

2- Cehennem gibi acısının sonu olmayan bir azabı hak etmiş olurlar.

Şimdi bu zararları hak eden imansızlar, ve imanını ibadeti ile ispat etmeyen erkek ve hanım kardeşlerim. Yukarıda saydığım acıları erkekler kendileri düşünsünler.

Ben Laik devletlerin fazla istismarına uğrayan hanımlarla konuşacağım: Ah benim hanım kardeşlerim kökü batıda olan Laik sistem sizleri çok kötü kullanıyor, sizleri ticaret ve reklam malı yapmış! Benim kız kardeşim! Bu azabı nazara almadan, Namazını kılmaz, arkadaşları gülmesin diye vücudunu ve başını örtemez. Hay gidi ahret hayatını veresiye gören akıllı geçinen akılsızlar. Hiç kimse sizden 10 lira yerine 100 lira alamıyor demek aptal değilsiniz, demek kafanız çalışıyor. Kafanız çalıştığı halde nasıl kıyafetinizle Bulgar gavurunun hanımına benzemeye tenezzül ediyorsunuz. Deneyin bakalım bir Bulgar gavurun hanımına İslam tesettürünü giydirebilir misiniz? Asla. Sizin açık saçıklığınızın günahı şahsi günah değil, 1 k.m lik yolda kaç erkek size şehvet nazari ile baktı ise günah kazandılar. Hepsinin günahı kadar siz günah kazandınız. Çünkü sebep sizsiniz.

Aman kardeşlerim! Ne olur bir an önce yaptıklarınıza pişman olup Allah’ın emirlerini yerine getirmeye çalışın. Yoksa inanın ki ahret pişmanlığı çok acıdır. Sizi çok seven, bazen halinize ağlayan kardeşiniz.

Abdülkadir Haktanır

Elde Kur’an Gibi Bir Mu’cize-i Baki Varken

Başka burhan aramak aklıma zaid görünür. Elde Kur’an gibi bir burhan-ı hakikat varken, Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir

 “Bir mu’cize-i Kur’aniye daha şudur ki: Nasıl bütün mu’cizat-ı enbiya, Kur’anın bir nakş-ı i’cazını göstermiştir; öyle de Kur’an bütün mu’cizatıyla bir mu’cize-i Ahmediye (A.S.M.) olur ve bütün mu’cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) dahi, Kur’anın bir mu’cizesidir ki, Kur’anın Cenab-ı Hakk’a karşı nisbetini gösterir ve o nisbetin zuhuruyla herbir kelimesi bir mu’cize olur. Çünki o vakit birtek kelime bir çekirdek gibi bir şecere-i hakaikı manen tazammun edebilir. Hem merkez-i kalb gibi hakikat-ı uzmanın bütün âzasına münasebetdar olabilir. Hem bir ilm-i muhite ve nihayetsiz bir iradeye istinad ettiği için, hurufuyla, heyetiyle, vaziyetiyle, mevkiiyle hadsiz eşyaya bakabilir. İşte şu sırdandır ki; ülema-i ilm-i huruf, Kur’anın bir harfinden bir sahife kadar esrar bulduklarını iddia ederler ve davalarını o fennin ehline isbat ediyorlar.” S: 443

“Yirminci Söz – İkinci Makamı: Mu’cizat-ı Enbiya (Aleyhimüsselâm) yüzünde parlayan bir mu’cize-i Kur’aniyeyi göstermekle beraber, mu’cizat-ı Enbiyaya dair âyât-ı Kur’aniyenin ne kadar manidar ve hikmettar olduklarını gösterir. Ve Kur’anda kapalı kalmış çok defineler bulunduğunu ihtar eder. S: 784

        

“Aynı fıkra ile, âlî bir tefekkürname ve tevhide dair yüksek bir marifetname namında olan Yirmidokuzuncu Arabî Lem’aya dahi işaret eder. İkinci fıkrasıyla İsm-i Azam ve Sekine denilen Esma-i Sitte-i Meşhurenin hakikatlarını gayet âlî bir tarzda beyan ve isbat eden ve Yirmidokuzuncu Lem’ayı takib eyleyen Otuzuncu Lem’a namında Altı Nükte-i Esma Risalesine cümlesiyle işaret ettiğinden; sonra akabinde, Risale-i Esma’yı takib eden Otuzbirinci Lem’anın Birinci Şuaı olarak, otuzüç âyet-i Kur’aniyenin Risale-i Nur’a işaratını kaydedip, hesab-ı cifrî münasebetiyle, baştan başa İlm-i Huruf Risalesi gibi görünen ve bir mu’cize-i Kur’aniye hükmünde bulunan risaleye kelimesiyle işaret edip, der’aka kelâmıyla dahi, Risale-i Hurufiyeyi takib eden ve El-Âyet-ül Kübra’dan ve başka Resail-i Nuriyeden terekküb eden ve Asâ-yı Musa namını alan ve Asâ-yı Musa gibi, dalaletin ve şirkin sihirlerini ibtal eden Risale-i Nur’un şimdilik en son ve âhir risalesine Asâ-yı Musa namını vererek işaretle beraber, manevî karanlıkları dağıtacağını müjde ediyor.” M:462

 “Âlem-i İslâm’ın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzımgelmiş diye kalbime ihtar edildi. Ben dünyanın halini bilmiyorum, fakat Avrupa’da istilâkârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal’a olduğu gibi, âlem-i İslâm’ın ve Asya Kıt’asının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeğe vesile olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek resmen neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsun.” M:482

“Kur’an-ı Hakîm bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. Eğer el’iyazübillah, Kur’an küre-i arzın başından çıksa, arz divane olacak, akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpması, bir kıyamet kopmasına sebeb olması akıldan uzak değildir. Evet Kur’an arşı ferş ile bağlamış bir zincir, bir hablullahtır. Cazibe-i umumiyeden ziyade, zemini muhafaza ediyor. İşte bu Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hakikî ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur; bu asırda bu vatanda bu millete, yirmi seneden beri tesirini göstermiş büyük bir nimet-i İlahiye ve sönmez bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Hükûmet ona ilişmek ve talebelerini ondan ürkütüp vazgeçirmek değil, belki himaye etmek ve okunmasına teşvik etmek gerektir.” Şualar:376

          “Hem Said:”Nurlar bir sadaka-i makbule gibi belaların def’ine bir vesiledir” deyip muhtaçları Nurlara teşvik için bazı fevkalâde ihsanat-ı İlahiyeyi bir nevi keramet-i Nuriye ve bir lem’a-i mu’cize-i Kur’aniyeyi, hakikatlarının bir tefsiri olan Nurlara in’ikas etmiş demesinin ve izhar etmesinin sebebi ise: Bu millet ve vatana tam bir hizmet-i imaniye yapmak için, o ikramat-ı İlahiyeyi bazan yazar, tâ Nurlara itimad ve hüccetlerine kanaat gelsin.” Ş:424-425

 “Elbette ben onların hüsn-ü zanlarını ve samimane medihlerini bütün bütün reddetmek ve hatırlarını tekdir ile kırmak, o hazine-i Kur’aniyeden alınan Nurlara bir ihanet ve adavet hükmüne geçer. ve o elmas kalemli ve kahraman kalbli muavinleri kaçıracak diye onların âdi, müflis şahsıma karşı medh ü senalarını, asıl mal sahibi ve bir manevî mu’cize-i Kur’aniye olan Risale-i Nur’a ve has şakirdlerinin şahsiyet-i maneviyesine çeviriyordum. “Benim haddimden yüz derece ziyade hisse veriyorsunuz” diye, bir cihette hatırlarını kırıyordum.” Ş:452

“Talebeliği, hakkımda bir suç sayılan Risale-i Nur ise, bana dinî ve imanî vazifelerimi öğreten ve İslâmiyetin en yüce ve en mukaddes bir din ve beşerin yegâne medar-ı saadeti olduğunu ve Kur’an ise bütün varlıkların sahibi, her yerde hazır, nâzır, zerrelerden yıldızlara, güneşlere kadar bütün mevcudat idare-i ezeliyesinde bulunan Zât-ı Zülcelal’in bir emr-i İlahîsi, ezel ve ebed ve bütün hâdisat ihata-i nazarında bir eser-i mu’cizanesi ve Kur’an bütün kitabların fevkinde kırk vecihle mu’cize ve saadet-i ebediyeyi nev’-i beşere müjdelemesiyle müştakları ebediyen kendine minnetdar kılan bir Şems-i Sermedî’nin bir mükâleme-i ezeliyesi ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Hâlık-ı Kâinat tarafından gönderilmiş, bütün hal ü ahvaliyle bütün insanların en ekmeli, en sadık ve en yücesi ve kemalâtça en yükseği ve getirdiği İslâmiyet nuruyla insanlara en büyük müjdeyi ve en kudsî teselliyi bahşeden ve ondört asrı ve beşerin beşten birisini (Şimdi dörtten biri) saltanat-ı maneviyesinde idare eden ve binüçyüz yıldan beri gelen bütün ümmetin kazandığı sevabın bir misli onun defter-i hasenatına geçen ve kâinatın sebeb-i vücudu, habibullah olduğunu; hem âhiret, Cennet ve Cehennem’in kat’iyen hak ve muhakkak olduğunu hârika bürhanlarla ve parlak hüccetlerle isbat eden bir mu’cize-i Kur’andır.” Ş:553-554

“Kur’anın daima değişmez ve onun hüküm ve emirleri tebeddül etmez ve edilemez bir Hak kelâmı ve İslâmiyetin daima en yüksek bir medeniyette bulunduğunu ve beşeriyetin hakikî ve daimî saadeti ancak ve ancak evamir-i Kur’aniyeye ittiba ve intisabla mümkün olacağını açık ve kat’î olarak izah ve isbat eden Risale-i Nur’un kudsiyetini ve yüceliğini ve o mu’cize-i Kur’anın bir nur-u İlahî ve bir ihsan-ı Rabbanî olduğunu iman ve ilân etmek bir cürüm müdür?” Ş:559

“İkinci fıkrasıyla İsm-i Azam ve Sekine denilen esma-i sitte-i meşhurenin hakikatlarını gayet âlî bir tarzda beyan ve isbat eden ve Yirmidokuzuncu Lem’ayı takib eyleyen Otuzuncu Lem’a namında altı nükte-i esma risalesine cümlesiyle işaret ettiğinden sonra akabinde risale-i esmayı takib eden Otuzbirinci Lem’anın Birinci Şua’ı olarak, otuzüç âyet-i Kur’aniyenin Risale-i Nur’a işaratını kaydedip, hesab-ı cifrî münasebetiyle, baştan başa ilm-i huruf risalesi gibi görünen ve bir mu’cize-i Kur’aniye hükmünde bulunan risaleye kelimesiyle işaret edip, der’akab kelâmıyla dahi, risale-i hurufiyeyi takib eden ve El-Âyet-ül Kübra’dan ve başka Resail-i Nuriye’den terekküb eden ve Asâ-yı Musa namını alan ve asâ-yı Musa gibi, dalaletin ve şirkin sihirlerini ibtal eden Risale-i Nur’un şimdilik en son ve âhir risalesine Asâ-yı Musa namını vererek işaretle beraber, manevî karanlıkları dağıtacağını müjde ediyor.” Ş:744 uc

Bu hakikatleri derleyen: Abdülkadir Haktanır

Dert Ve Sıkıntı İnsana Dermandır

Sıkıntımızı sevelim kardeşler, dostlar!…Hayır da, şer de O’ndan ise; O bize anamızdan daha merhametli ise; belamızı, bunalımlarımızı sevelim ve verene şükredelim diyorum. Sevelim ki; yorulmadan, yıkılmadan, dayanarak içimize teveccüh ederek sıkıntı ocağının karanlık kuyularında saklı afiyetin, saadetin billur kaynaklarından cevher çıkarabilelim.

Ermiş kimseler gibi hadiselerin üstünden bakıldığında durum oldukça farklıdır. Onların nazarında bunalımlar, kahırlar, terslikler birer nimettir!. Daha ileri mertebede enaniyet basamaklarını tırmanabilmişler için müsbet menfi, hayır şer, kötü iyi, güzel çirkin arasında oluş bakımından hiçbir  fark yoktur. Bu anlayışa göre bunalım, daralma, sıkılma ve dert birer kıymetli maden ocağıdır. Ayakta kalabilenler; madeni kazıp hazine bulmaya namzeddir. Bu hazineden kasıt elbette maddi değil. Hastalıklarda sağlığın en büyük hazine olduğunu fark ederiz değil mi?.İşte burada hazineden kastımız; huzur içinde, dengeli, çöküntüden uzak, menfi görünenin arka planında müsbet gelişmeler olabileceğini hissederek yaşama sevincini sürekli kılmaktır..

Filme benzeyen hayatımızda, bir Hakîm zâtın te’sirini unutanlar kötü rol oyuncusuna düşman kesilirler. Hele hadisede acı ve keder varsa seyredenlere daha ziyade acımak lazımgelir. Halbuki hâdiseler sadece ezelde yazılmış kader gereği şimdi perdeye aksettiğini düşünebilecek mertebedekiler, olanların bütününe ibretle baktıkları için kötü ve ıstıraplı sahnelerin geçici olduğu, hakkın adaletin elbet yerini bulacağı şuuru ile üzüntüde ifrat etmezler. daha ileriyi görenler; saadet için çilenin, sevinç için üzüntünün gereğine bile ikna olmuşlardır.Biz niçin onlardan değiliz?

Bunalım, sıkıntı, ibtilâ, dert, üzüntü hakkında Hazret-i Mevlana’nın sözlerini dinlemek üzere kulak verelim. Bakalım o nasıl yaklaşmış menfi hâdiselere?

-Sıkıntılar, çileler ocakta posayı gümüşten ayırmak içindir. İyi ve kötünün imtihanı; altının kaynatılıp, tortunun üste çıkmasıdır.

-Kimde dert varsa o koku almış, dermana ermiştir. Kim daha çok uyanıksa, derdi daha fazladır.

-Her ağlamanın sonu gülmektir.

-Akarsu nerdeyse orası yeşerir. Gözyaşı varsa rahmet gelecektir.

-Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam Allah’ın emri ile tesir eder. Allah dilerse bizzat gam ve sıkıntı, sana neşe bile olabilir.

-Kınanmak; kaynatılmış ilaç gibidir. İçini yakar ama, derdine de deva olur.

-Gam ve kederin anahtarı sabırdır. Kadere imandır. Endişe etmekten sakın, sakin ol. Bir de, ilacın başı perhizdir. Düşünce ve mantık perhizi yap ki, can kuvvetini göresin. Çünkü, kaşınmak uyuza ilaç olmaz, sadece kaşıntıyı artırır.

-Başına gelen eziyetler artıyor değil mi? Bak, buğdayı başak olsun diye toprağa attılar. Değirmende un olsun diye ezdiler de ekmek oldu. Dişleri ile ezdiler gıda oldu. Sen de ezil ki; can olasın. Ebedi hayat bulasın!..

-Hâdiseleri tefsir etme. Kendine bak. Kendine kötü de, ama gül bahçesine kötü deme. Hilm (yumuşaklık) kılıcı düşmanları yener. İlim suyu toprağı yeşertir.

-Bazı suçlar ve günahlar istiğfar edilince rahmet ve kurtuluş sebebidir. Hz.  Ömer, Peygamber’i öldürmeye geldi, iman etti. Âdem yasak meyve yedi; insanlarda kulluk ve dünya hayatı başladı.

-Bazı öldürmeler, kesmeler, darbeler hayat verir. Mesela, bahçıvan ağaçları budamasa dallar gelişir mi?Terzi kumaşı parça parça etmese, elbise çıkar mı?

-Rahmetin tecellisi ağlamalara bağlıdır. Kul ağladımı rahmet denizi dalgalanmaya başlar. Dal, ağlayan buluttan yeşerir. Mum ağladıkça aydınlık artar!..

-Lokman iyi bir köle idi. Efendisi onda bereket sezdi de her yemeği önce ona verir, sonra onun artığını yerdi. Efendisi bir gün karpuz aldı ve Lokman’a yollamadı, onu huzuruna çağırdı. “Lokman al karpuzu ye” dedi, bir dilim verdi. Lokman iştahla yedi. Bir daha kesti, onu da yedi. Derken son dilime gelindi. Efendi “Bunu da ben yiyeyim “dedi. Isırması ile tükürmesi bir oldu. Efendi: “Lokman bu karpuz zehir, nasıl yedin, niye demedin bize?” dedi. Lokman:“Efendim, bana bugüne değin öyle çok ihsan ettiniz ki, bu karpuz acı diyemezdim. Bu edebe ters olur, size nankörlük olurdu” dedi. Sen de, Hak’tan gelen belaları acı karpuz bil. Sana ne nimetler verdi. Şimdi, acı karpuz verdi diye hemen kızacak mısın, yoksa Lokman olma niyetin var mı?

-Bir yandan korku, bir yandan ümidin varsa iki kanatlı olursun.Tek kanatlı uçulmaz zaten.

-Karalanmış tahtaya yazı yazılmaz. Bil ki, Allah’ın bela vermesi ve seni ağlatması rahmet yazısı yazmak için, gönül tahtanı temizlemesidir.

-Korku, açlık, mal azlığı ve hastalık can hazinesinin ortaya çıkması içindir.

-Yunus (A.S.), balık karnında pişti.Yunus (A.S.), tespihle karaya çıktı. Sabretmek canın tespihidir. Sabır sırattır, geçerken sızlanma, nasıl olsa yolun Cennete çıkacak.

-Dert; Allah’ı gizlice anmana vesile olacaksa tüm dünya malından yeğdir. Dertsiz dua soğuktur. Dertli dua, gönülden, aşktan gelir. Sabır; sıkıntıların anahtarıdır.

-Gam var diye sevinmeye çalış. Gam,vuslat tuzağıdır. Bu yolda aşağıya düşüş, aslında hakikâte yükseliştir. Gam bir hazinedir. Senin zahmet ve meşakkât çekişinse madendir. Gam derdine düşen, madeni kazmaya başlamıştır. Azimle kazarsan, ulaşırsın defineye.

-Gökten yeryüzüne ne yağarsa, yer ne kaçabilir, ne de çare bulabilir. “Sizi topraktan yarattık” âyetini unutur da Hak’tan gelene ne öfkelenirsin? Topraksın, arştan gelenden kaçamazsın.Toprak gibi razı ve mütevazı ol.

-Dudak kuruluğu suyu haber verir. Bu eziyet ve susuzluk; suya vuslatın alametidir. Bu aramak; mübarek bir iştir. Hak yolundaki bu isteğin, manileri giderir. İstek; dileklerin anahtarıdır.

-Bu âlem bir rüyadır. Zanna kapılma, rüyada elin kesilse de korkma elin yerindedir.  Demek, dünya bir rüya ise, başına gelen felaketler de geçicidir. Neden o kadar çok üzülürsün ki?

-Karanlığın ardında nice güneşler var. Ümitsizlikten sonra nice ümitler var!…

-Dert nerede ise deva oraya gider. Yoksulluk nerede ise nimet oraya gider. Soru nerede ise cevab oraya verilir. Gemi nerede ise su oradadır. Suyu ararken, susuzluğu elde ettiğinde sular ummadığın yerden de fışkırmaya başlar.

-Kötü bir işe düşünce ibret al, fakat üzüntüye düşme. Fayda ve zarar zamanında da hepsine gülmeye bak. Baksana, gülün yapraklarını tek tek koparsan da sana gülümser o. Eline batan bir dikenden niye gama düşersin? Diken olmasa gül olur mu?

– Ana ağrı çekmese doğum olur mu? Sıkıntı çekeceksin ki, sırlar âlemine doğasın.

-Sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, tozu almaktır. Allah sana sıkıntı vermekle işte tozunu, kirini alıyor, günahın dökülüyor, niye kederlenirsin?..

-Belaya uğrayan müminin misali, tencerede kaynayan nohuda benzer. Nohut, yanmaktan ıstırap duyar da kaçmak için kapağı zorlar. Hanım, çıkmasın diye kepçe ile bastırır. Nohut, yanmanın yok oluş değil, nimete, yani insan hayatına dönüşme olduğunu bilse kaçar mıydı? Allah pişesin, olgun olasın diye seni belalarla kaynatır.

– Ayağın kırıldı diye üzülme. Allah sana belki kanat verecek. Kuyu dibinde kaldın diye kırılma, belki oradan bile bir kapı açılır. Hz. Yusuf kuyudan sultanlığa çıktı.

– Yeni bina yapmak için arsayı boşaltmak, eski binayı yıkmak gerekir. Yapılmak için, yıkılmak gerek. Yıkıma uğramışsan, sende yükselecek yeni binaya dikkatle bak!…

         -Bulut ağlamadıkça yeşillik güler mi, çocuk ağlamadıkça süt pınarları coşar mı? Çok ağlayınız ki, Allah’ın rahmet pınarları coşsun. Nebî (A.S.M.) neden “Çok ağlayın” dedi, anla artık. “Ayeti Kerimede: Az gülün çok ağlayın diyor.)

-Bütün dertlerini tek dert yap. Fakat, din derdini dert edinirsen, Allah seni diğer dertlerden kurtarır.

-Dostun sana düşmanlık eder, haset ve kinini dışarı vurursa, senden yüz çevirdi diye feryat etme. Kendini ahmak ve bilgisiz hale düşürme. Allah’a şükret, yoksullara ekmek ver ki, O’nun çuvalında eskimedin yıpranmadın. Ebedi tek dostun, Allah’tır.

-Taş taşlıktan geçmedikçe, parmaklara yüzük olamaz. Yüzük olmak dileyen taş, ezilmeyi, yontulmayı göze almalıdır.

-Yoksullardan, dertlilerden dua iste. Define yıkık yerdedir dedik ya!..

-Varlık elde etmek için yokluk gerek. Mimar ev yapmak için boş arsa arar. Marangoz işi yapmak için ham tahta arar. Saka su satmak için susuz ev arar. Yokluğa dikkat et, işte onda çok hikmetler var.

-Aşıkların yanıp yıkılması da, bir gelişmedir. Nitekim ay da parça parça olarak dolunay olur.

Abdülkadir Haktanır

Fuzuli Lüzümzüz Şeylerle Uğraşmak

Kişinin malayatı, yani kendisini alakadar etmeyen şeyleri terketmesi, islamı iyi anlayıp tatbik ettiğinin delilidir (Hadis-i şerif meali)

        “Bilirsin ki; ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz,  faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi camid şeyleri bulursun. Çünki ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi; faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Hak’tan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelal’in hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymetdar maarif-i İlahiye hükmüne geçsin.” (Barla:66) 

        MÂLÂYÂNΠ ŞEYLERLE  ÖMRÜNÜ  TELEF  ETME !

        2- “Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.” (16. Mektub: 71)

MÂLÂYÂNÎYATIı,  BİRBİRİMİZE  NAKLETMEMELİYİZ …

        3- “Ey kardeş bil ki! Şu medeniyet-i sefihe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirip ahalisi birbiriyle tanışmakta, her sabah ve akşam gazetelerle günahları ve malayaniyatı birbirine nakledip öğretmektedirler. İşte bu sefih medeniyet sebebiyle, gaflet perdesi o kadar kalınlaşmış ve onun süs ve fantaziyeleriyle hicab o kadar kesafet peyda etmiştir ki; âdeta yırtılmaz bir hale gelmiş. Çok büyük bir himmetin sarfı lâzımdır, tâ yırtılsın.

        Hem dahi o medeniyet-i habise, beşerin ruhuna dünyaya bakan hadsiz menfez ve ihtiyacat deliklerini açmıştır. Cenab-ı Hakk’ın hususî lütfuna mazhar olmuş olanlardan başka, bu delikleri kapamak, gayet çetin ve müşkil olmuştur.” (B.Mesnevi: 247)

        “Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste kat’î kanaatım gelmiş ki: Risale-i Nur ile kıraeten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musibet tezauf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bazı esbaba binaen, ben en ziyade Hüsrev’i ve Hâfız Ali, Tahirî’yi (R.H.) sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. “Acaba neden?” der idim. Şimdi anladım ki; onlar hakikî vazifelerini yapıyorlar, malayani şeylerle iştigal etmediklerinden ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enaniyetten gelen hodfüruşluk ve tenkid ve telaş etmediklerinden, temkinleriyle ve metanet ve itminan-ı kalbleriyle Risale-i Nur şakirdlerinin yüzlerini ak ettiler, zendekaya karşı Risale-i Nur’un manevî kuvvetini gösterdiler. Cenab-ı Hak, onlardaki nihayet tevazu ve mahviyette tam izzet ve kahramanlık seciyesini umum kardeşlerimize teşmil ettirsin, âmîn!” (13.Şua:318)

FÛZÛLÎ BİR SÛRETTE KARIŞTIĞIN VE KARIŞTIRDIĞIN MÂLÂYÂNÎ MEŞGALELER …

         “Beşinci ikaz: Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun.

        Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa’y etmektir.

        Bununla beraber meşagil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit geçiriyorsun.” (21.Söz: 271)

RADYONUN MÂLÂYÂNΠ ŞEYLERDE KULLANILMASI …

        6- “Radyo büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir manevî şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz malayani şeylere sarf edildiğinden; tenbelliğe, radyo dinlemek,  heveslenmeye sevk edip, sa’yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa’y ve amel ve hakikî maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken, ben kendim gördüm; ondan bir-ikisi zarurî ihtiyacata sarfedilmeye mukabil, ondan sekizi keyf, hevesat, tenezzüh, tenbelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale binler misaller var.

        Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisad ve kanaat esasını bozup, israf ve hırs ve tama’ı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zayi’ ediyor.” (Emir-2: 100)

         “Aziz, sıddık kardeşlerim!

        Meyve’nin Dördüncü Mes’elesindeki bir hakikatın izahını Eski Said’in âfâka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin Ramazan başlarında bayram alâmetini şarkta bir hâdisenin tesiriyle heyecanla demesi ve bu Ramazan-ı Şerif’teki kıymetdar vakitleri radyonun malayaniyatıyla zayi’ etmemesi için manen kalbime kaç defa ihtar edildi ki; o geniş ve karışık fırtınalı hakikatın kısaca zararlarını beyan eyle. Ben de gayet muhtasar bazı işaretler nev’inde, Risale-i Nur şakirdlerinin meraklarını ta’dil etmek niyetiyle beyan ediyorum. Fakat hem mes’ele çok geniş, vaktim de dar, hâlim de perişan olmasından, anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekâvetinize güveniyorum.

        Meyve’nin o Dördüncü Mes’elesinde denilmiş ki: “Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakikî ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır; hem her halde bir

tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur” mealinde orada denilmiştir.

        Şimdi ben de derim ki: Merak yüzünden ve âfâkî hâdisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan bîçareler! Eğer insanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin farz ve lâzım vazifeniz zararına, o hâdise o geniş boğuşmalara sevkediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevîdir, fıtrîdir derseniz ben de derim:

        Kat’iyen biliniz ki: İnsanın çok mu’cizatlı hilkatine merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemal-i merakla temaşasına daldığı gibi, aynen bu asırda nev’-i beşerin muvakkat ve fâni, tahribçi geniş hâdiseleri ve zemin yüzünde  yüzbin millet ve insan nev’i gibi çok hâdisat-ı acibeye mazhar o milletlerden her baharda yalnız birtek arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev’-i beşerdeki hâdisatın yüz defa daha mûcib-i merak ve ruhanî, manevî zevklere medar hâdiseler var. Bu hakikî zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar merak ve zevk ile bağlanmak; dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler daimî olmak ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet verenlerin hakikî fâil ve mûcid olmak şartıyla olabilir.

        Halbuki havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz’î. Ondaki zarar ve menfaati o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhit’ten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin onun tasarrufunda ve senin cismin onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdes’in rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek, ne derece divanelik olduğu tarif edilmez!

        Hem iman ve hakikat noktasında bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.

        Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmağa çalışıyorlar, tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarfetmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki lüzumsuz fâni şeylerde telef olmasın.”

(Emir-1: 56)

Bu hakikatleri sizinle paylaşan: Abdülkadir Haktanır