Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Ya Cennet Ya Cehennem, Ortası Yok!

En hassas olacağımız nokta ölümle sonrası içindir. Çünkü orada üçüncü bir yer yok. Ya Cennet ya Cehennem. Ortası yok..

Müslümanın, gözünün nuru, gönlünün süruru namazdır. Dertlerine şifa, sıkıntılarına ferahlık namazdır. Hayatın gayesi namazdır, Allahü teâlânın huzuruna çıkma, buluşma vakti namazdır… Namaz kılmayan, Allahla buluşmayı bırakıp, kimlerle  buluşmaya gidiyor!
Namaz: Elhamdülillah, Allahü teâlâya hamd olsun demektir. Namaz kılan günde 40 defa hamd ediyor, zira namazda fatihayı okuyor. Allahü teâlâ namaz kılanı, onca kusuruna günahına rağmen huzuruna kabul ediyor. Huzuruna kabul olanlardan eyliyor. Çok kimseler var ki onları huzuruna kabul etmiyor. Namaz kılan ayrıca bunun için çok şükretmeli. Namaz kılmayan ayrıca bunun için çok düşünmeli.

Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem zamanında sahabe-i kiramdan bir zat, Resulullah efendimize gelerek; “Kazancım bol olmasına rağmen geçim sıkıntısı çekiyorum” diye arz eder. Peygamber efendimiz sorar:
– Evinizde namaz kılmayan var mı?
– Hayır efendim, evde hepimiz namazımızı kılıyoruz.

– Komşularınızda hatta mahallenizde namaz kılmayan var mı?
– Efendim, komşularımızda ve mahallemizde namaz kılmayan yok.

– Bir araştırın, mahallenizden namaz kılmayan birisi geçmiş mi? buyurunca o kimse:
– Efendim araştırdık, mahallemizden namaz kılmayan hiç kimse geçmemiş deyince Peygamber efendimiz:

– Bu bereketsizlik namaz kılmamaktandır, buyurunca o zat tekrar araştırır ve:
– Ya Resulallah, namaz kılmayan birinin cenazesi geçerken, tabutu bizim evin duvarını çizmiş deyince, Peygamber efendimiz:
– İşte evinizdeki bereketsizlik bundandır. O duvarı hemen yıkın, yeniden yapın! buyurdu.

“Peki” demenin tasavvuftaki tarifi, teneşir tahtasındaki ölü gibi olmaktır. Çevrilince döner, bırakılınca durur. Hiç bir itiraz ve müdahalesi yoktur. Tam teslim olmuştur. Yeryüzünde tam manasıyla, gerçek anlamda “Peki” diyen Ebu Bekri Sıddık radıyallahü anh efendimizdir. Miraca inanmayan Mekkeli müşrikler, o akıllı adamdır diye gidip, kapısını çalarak “Senin efendin bir gecede Kudüs’e gidip geldiğini söylüyor…” dedikleri zaman, “O söylediyse doğrudur” deyip, kapıyı kapatıyor. Hiç akla, ilme danışmıyor, bir an tereddüt etmeden “Peki” diyor… İşte gerçek “Peki” budur. Bu teslimiyeti ile sıddıklık makamına yükselmiştir. Onun için “Peki” derken gerçek anlamını düşünmeli, öylece “Peki” demeli. “Peki” kelimesinin değeri, söyleyenin ihlası kadardır.

Büyükler boş konuşmaz. Oradakilerin neye ihtiyacı varsa, Allahü teâlâ ona onu söyletir. Kendisi de bilemez ve farkına varamaz. Sadece kimin ne kısmeti varsa, Allahü teâlâ onun hatırına söyletir. Herkes rızkını böylece alır.

Hukuk, hukuk-u ilahidir. Nikahtan sonra bir hak teşekkül eder, bu hukuka riayet edemeyeceklerin evlenmemesi lazımdır. Din kitaplarımızda kadın hakkı geniş olarak yazılı. Onları herkesin okuması lazım. Evlenecek gençlerin çok dikkat etmesi lazım. Hanım evde köle, hizmetçi değil, sultandır!

Hanımını üzenin, mahşerde davacısı Peygamber efendimizdir (sallallahü aleyhi ve sellem).

Büyüklerin kalbini kıran mahvolmuştur.

Bir gün eshab-ı kiramdan biri geldi, (Ya Resulallah en efdal ibadet nedir?) diye sordu. Güzel ahlaklı olmaktır buyurdu. Gelen şahıs aynı mecliste aralıklarla dört beş sefer aynı suali sordu. Peygamber efendimiz her seferinde aynı cevabı verdi, sonuncusunda ilaveten buyurdu ki: “Güzel ahlaklı olmak, kızmamaktır- sinirlenmemek  demektir.”

Ahir zamanın cihadı fitne çıkarmamaktır.

Anne baba bir evladından razı olursa Allahü teâlâ da ondan razı olur. Annenizin, babanızın, büyüklerinizin duasını alın. Dua, vasıtanın yakıtı gibidir. Yakıt olmazsa, vasıta gidemez. Onun için duaya inanmayan yarı yolda kalır. Bir adım ileriye gidemez. Siz siz olun, karıncaya da, sevdiklerinize de herkese de iyilik edin, Müslümanların duasını alın.

Bir mümine bir bardak su verenin, kul hakkı hariç bütün günahları affolur.

Bir kimse evliya olsa, bozuk biri ile arkadaşlık yaparsa, kendisi de bozulur. İslamiyet, iyi arkadaş seçmek dinidir. Hatta iyi iş, iyi eş seçme dinidir. Kişi, ahirette sevdiğiyle beraber olur.

İnsanda yaratılan şu üç şeyden ikisi emanettir birisi onundur;
Birincisi: Ruh. İnsan anne karnında, 120 günlük iken ruh cesede gelir ve anne karnında hareket başlar. Sonra ölünce, ruh bedenden çıkar ve geldiği yere gider. Bunlara onun hiçbir müdahalesi yoktur. Demek ki bu ruh onun değil.

İkincisi: Beden. Doğar, yaşar büyür ve ölür. Ölünce toprak altında pek çok hayvan tarafından yenilir, görünen görünmeyen, çünkü toprak altında bakteriler de vardır. Beden de ortadan kaybolur. Buna da onun bir müdahalesi olamaz, demek ki bu beden de onun değil. Bu da Cenab-ı Hakkın ondaki bir emanetidir.

Üçüncüsü: İnsanın bu dünyada yaptığı iyi ve kötü işlerdir. Onlar yok olmazlar onunla beraber mizanın başına gelirler. Demek ki sadece bunlar onun.

İnsandaki kabiliyet önemli, ancak nerede ve niçin kullandığı önemli. Bu kabiliyet ona nimet vesilesi mi yoksa azap vesilesi mi olacak, ona göre düşünüp hareket etmeli. Hattaboğlu Ömer de Müslüman olmadan önce çok kabiliyetli idi. Müslüman oldu, Hazret-i Ömer oldu. Hizmetleri malum. Peygamberlerden sonra insanların üstünlükte ikincisi oldu. Ebu Cehil de öyle kabiliyetli idi, Müslüman olsaydı Hazret-i Ömer gibi biri olurdu. Ancak bu kabiliyetini şer işte kullandı, Cehennemin dibini boyladı.

Hayat sahrada esen bir yel gibi gelip geçer. Bu kısacık hayatta, zalimin zulmü de bir yel gibi gelip geçer. Fakat mazlumun âhı geçmez, onlar kalır. Kıyamete kadar da kalacak. O yüzden, bu dünyada iken helalleşmeli, ben senden hakkımı öbür dünyada alırım dememeli. Orada hesaplar bir ters döner, şaşırırsınız.

Dininiz için dünyalık isteyin. Dünyalık başka bir şey için istenmez.

Hanımınıza çok iyi davranın hakkı çok geçiyor. Onunla devamlı helalleşin.
Bir kimse, kerimlerin kapısını ihlasla, ısrarla çalarsa kapı açılır.

Allah Resulünde fani olmak, onu çok sevmek lazım olduğu gibi Onun vârislerinde de olmak lazım. Vârislerine yapılan şey Resulullaha gider. Bu yüzden dikkat etmek ve korkmak lazım.

Cenab-ı Hak, beş vakit namazın her bir vakti kılındığında, bir önceki vakitten itibaren işlenen günahları siler. Her Cuma, bir önceki Cuma’dan itibaren işlenen günahlara kefaret olur ve her Ramazan da bir önceki Ramazan’dan itibaren işlenen günahları yok eder. Çünkü O [Celle celalühü] affetmeyi çok seviyor.

Büyüklerin kelamı şifadır.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İnsan muhtaç olduğu şeye bağlanır. Paraya muhtaçsa paraya, mala muhtaçsa mala, şefaate ihsana muhtaçsa Büyüklere bağlanır.
Fitneden çok sakınmalı. Fitne ihtimali varsa faydalı da olsa, yine de konuşmamalı, bir şey anlatmamalı. Fitne çıkarsa, zararı çok büyük olur.

En zor şey, insan idare etmektir.

Namazları doğru kılmalı. Günahlardan vazgeçmeli. Günahın kelime anlamı ateş, Cehennem ateşi. Kendi eliyle ateşini cehenneme götürmemeli.

Nehir bu tarafa akarken nehrin tersine gidemezsiniz. Çünkü nehrin içindesiniz, ama kenarından giderseniz akıntısından daha az zarar görürsünüz.

İntihar etmek, adam öldürmekten daha büyük günahtır.

Size dininizi imanınızı öğreten, ehli sünnet itikadı üzere yetiştiren ana-babanızın rızasını duasını mutlaka alın. Böyle ana babanın rızasını almadan hiçbir şeye kavuşmayacağınızı bilin.

Cenab-ı Hak hiçbir şeyi abes yaratmamıştır. Her şeyin bir hikmeti vardır. Her mahlukun bir yaratılış hikmeti vardır.

İnsanlar çeşitli vasıtaya binip gidiyorlar. Müslüman ne kadar bahtiyardır ki mescitten geçen, camiden geçen vasıtaya biniyor. Ve bu vasıtaya Müslümanlar abdesti ile biniyor, imanı olanlar biniyorlar. Tabii ki vasıta menziline giderken hepsini birden götürür. Sen ehilsin, sen naehilsin, sen asisin, sen evliyasın, sen fasıksın demezler, madem ki vasıtanın içindeler, hep beraber Cennete doğru giderler. İş, o vasıtayı bulup, o vasıtaya binebilmek.

Kul hakkından çok korkmalı. Müflis, üzerinde kul hakkıyla ahirete gidip amelleri bir bir hak sahiplerine verilir. Birde hakkına girdiğin adamın günahlarını alıp sana yüklerler. Bu vaziyetle kişi iflas etmiş olur.

Bir mürşid-i kâmili gördükten sonra aynaya bakıp da kendisinden, nefsinden, kötülük, bozukluk ve günahlarından tiksinmeyen, kendini beğenen bedbahtın tekidir.

Allahü teâlânın nimetleri, ihsanları saymakla bitmez. Allahü teâlâ bunların hepsini, bütün insanlara vermiş. İnsanlar bunların şükrünü yapmazsa, nankörlük yapmış olur. İnsan bu nimetlere küfran ederse sonsuz Cehennemde kalmak hakkıdır. Bu hakkı, kendisi talep etmiştir. Çünkü Allah Sevaplarımızı en az bire 10,meleklerine yazdırır. O sevap, büyük gün ve gecelerde 70-700 Ramazanda 30.000 ne çıkar. Günahlarımızı ise bire 100 yazdıracak yerde bire  1 yazdırır,  belki günahı yaptığımıza pişman olacağız diye 7-8 saat sonra yazdırır. Ey insan aklını başına al! Nasıl Rahmeti bol bir Allahın var bil!!!

Derleyen: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Kurtulmaları İçin Yardım Bekleyen Nesl-i Cedid

            İnsan, soyunun başlamasından bu yana, muhtelif yolları deneyerek kendini mutlu etmek çabasındadır. Aklını kullanmakla Allahın dinini bulup buraya imtihanını vermek için geldiğini fark edenler, imtihanlarında başarılı olmak için, Allah’ın emirlerine uymak gibi yüce bir idealle yola çıktıkları için,  karşılaştıkları her hâli hoş karşılayarak hayatlarını mutlu bir şekilde devam ederler. Bu yolun dışındaki yollarda yürüyen insanlar çeşitli sebeplerin peşine takılarak mutluluğa dar ve çıkmaz sokaklarda aradıkları için muratlarına eremediler ve eremeyeceklerini kendileri de geç fark etti iseler de dönmelerini imkânsız gördükleri için oralarda kaldılar ve kalıyorlar. Bunlardan bir kısmı geleceğin endişesi ile yaşayarak, başkasına zarar yapmayı düşünmeden muzdarip bir halde yaşarken, diğer şerli gurup ise şeytan ve nefisin emir ve isteklerine uyarak, tuttukları yoldan kurtulmayı hisleri onlara mani oluyor. Bu hale düşen yolunu sapmış kimseler yürümekte oldukları yollardan zevk almaya başlarlar. Bunlar, yalınız kendileri oralarda kalmakla rahat edemeyip ne pahasına olursa olsun kendilerine arkadaş bulma yolunu tutarlar. Neticede; edindikleri arkadaşları ile beraber yalınız menfaatlerini düşünüp, o menfaat hatırına, emniyet kuvvetleri ve zarara sokacakları kımseler tarafından yakalanmama garantisi elde ettikten sonra, menfaatlarını artırma peşinde koşarken, başkalarını ne kadar zarara sokacaklarını hiç düşünmeden sağa sola saldırmaya devam ederler.

           

            Her ne kadar geçmişte bu sapıtmış kimselerin arkadaşları, gayelerine ulaşmak için tüfeğini alıp mağaraları ve dağları kendilerine barınak yapmakla türlü türlü soygunlarla hayat sürdürüyorlardı ise de, 20. asrın başından beri onların yolunu takip etmeye  başlayan bu maneviyattan nasibini alamayan ahlaksız tahsilliler, yüzlerine maskelerini çekerek, (görünüşte öteki insanlardan pek farkları yok ama) onların düşünceleri çok farklı olduğunu işleri ile gösteriyorlar. Çünkü onlar insanları medeni yapmak için mevcut olan ve ucundan nur akmak için hazırlanan o güzel kalemlerden, kan akıtmakla anarşistleri yetiştirip memleketleri yaşanmaz hale getirdiler.

            Yani insanların canlarına kıymak için şakiler tarafından ortaya atılan eşkiyalık, cahillerin elinden tahsillilerin eline geçme neticesinde, anarşist ve hırsızlar, daha olgun, diplomalı ve modern bir hale geldiler. Yani öncekiler çok zahmetlerle bir senede çalıp gasp edebildiklerini, bunlar çok kısa zamanda numaralara sıfırlar atarak o hırsızlığı yapabilir hale geldiler. Hatta bunların halka verdikleri zararların en büyüğü mânâ cihetinden gelmektedir ki, iç ve dış düşmanlar  birleşerek, masa başında düşünüp çeşit çeşit teori ve sahte doktrinlerli kitaplara dökerek, onlarla  bizleri gizliden gizliye can damarımızdan vurdular. Bizi vurup öldürürken bile kurtarıyoruz dediler. Münafık olan bu düşmanlar şeytanların bile yapamadıkları düşmanlığı yaparken insanları bilhassa Müslümanları cennet gibi mutlu hayattan saptırarak  cehenneme birer odun olma derecesine düşürmek sureti ile bizleri ebedi felaketle baş başa bıraktılar. Bu iç ve dış düşmanlar bize sefaheti kabul ettirmek için televizyon ve gazeteleri fikirlerine yayın aracı yaparak insanları kalbinden vurdurmakla muratlarına erdiler. İşte insanlığın  bu kadar dessasane bir zulmü yaşadığını tarihten hiç bir örnek gösteremezsiniz.

           

            Hatta dış düşmanlarla iş birliği  bize,  Avrupa dinini bıraktı de ilerledi. Din terakkiye (ilerlemeye) engeldir. Haydi batılılaşalım derken, batının tekniğini değil, sefahet ve ahlak dışı hareketlerini alarak bize yutturdular. Böylelikle ortaya koydukları sistemle günahların kapılarını sonuna kadar açık bırakırken, maneviyat kapılarını da kapattılar.

 

            İşte, bu gün bile dıştan gelen, maneviyattan bom boş bir eğitim sistemi ile yetişen bu evlatlar hedefini şaşırmış ne tarafa gideceğini bilemedikleri için anarşik hadiselerin önünü polis ve jandarmalar bile kesemiyor. Hatta, okullarımıza yakınlarda koydukları din dersi hocası öğrencilere; her şeyi Allah yarattı derken, biraz sonra sınıfa giren Biyoloji öğretmeni; her şey  tabiatın iktizasıyla oluyor,”Evrim” teorisinde ki gelişme kanununu talebelere kabul ettirmeğe çalışırken, milli eğitimin o öğretmen Efendiye verdiği görevi yerine getiriyor (Tabii ki evlatlarına ciddi sahip çıkanlara  o telkinler te’sir etmiyor ). Bu gençler hayvan olmadıkları için, bir taraftan akılları onlara yolun tam karşısında ki ölümü göstererek çok rahatsız ederken, diğer taraftan şehevani duygularını tatmin için, babaları batıdakiler kadar bozulamadıkları için, Avrupa da ki gibi 13 yaşından sonra kızını serbest bırakıp ne isterse yapsın şekline terk edemedikleri için, sosyal hayattan tam zevklerini de almadan yaşıyorlar. Diğer taraftan, gayesiz kaldıkları için okul kitaplarının haricinde, kitap okumadıklarından ötürü maddi olarak ta lazım olan kültürü alamıyorlar. Televizyonda seyredilen filmlerin eğitici değil, tahrikçi ve kışkırtıcı filmler olduğundan ötürü bu gençlik, kendine sahip çıkamıyor. Ve böyle yetişen gençlerin olumsuz hareketlerinden  şikayet etmeğe de, kat’iyyen hakkımız yok. İşte kıyas etmek için bir göz atalım, kötülediğimiz Osmanlı imparatorluğu zamanında düşmanla savaşırken Mehmetçik, açlığını gidermek için bağda yediği üzümün karşılığının çok fazlasını üzümün çubuğuna bağlayan maneviyatını mükemmel alan helal evlada bir bakın. Sonra ne hale geldiğimizi düşünürken kahrınızdan yüzünüzü buruşturarak   banka kasalarını oksijenle soyan Türkün yüz karası hırsızı düşünün, yüksek mevkide kalemle tüyleri bitmeyen yetimlerin hakkını çalanları düşünün ve Müslümanları öldürmek için anarşistleri yetiştirenleri düşünün. Bu kıyas ile halimiz çok net bir şekilde meydana çıkmıyor mu? sizden soruyorum. hırsızlık yapan bu efendilerin kalplerine Allah korkusunu yerleştirse idik, bu yaptıkları cürmü yapmaya cesaret edebilecekler miydi? Yanlış anlamayın ha! Her ne kadar, dertleri saymakla iş bitmez, hüner onlara çare arayıp bulmaktır. Amma! Geleceğe sağlam adımlarla ilerleyebilmek için geçmişte yaşadığımız hayattan ibret alma şartı var. Bunun için burada bu izahatı yaparken, iftira  atmıyorum. Ortaya deliller sererek,  vicdan sahibi vatandaşları sarstığı dertlerimizi yazdım.

 

            İşte, kendilerine lazım olan din terbiyesini alamayıp hislerine esir bir vaz’iyyette yetişen bu gençler; ya  esrar alacak, ya alkol içecek, ya kumar oynayacak, ya tiner koklayacak veya hırsızlık yapacaklar. Sigarayı anmıyorum, çünkü böyle boş yetişen bir nesil için sigara çok normal bir tiryakiliktir. Tabii ki şuurlu yetişenler hariç. Böyle boş yetişen çocukların babaları futbol maçlarını icad edenlere çok dua etsinler!!! O boş yetişen evlatlar vücutlarında biriken heyecanları deşarj etmek için zararın en hafifi olan maç tribünlerine 100 000 kişi toplanıp herkesin gözleri sahada. Top sağa gitti mi uuu sesleri ile herkesin gözleri sahada. Sola gitti mi yine uuu sesleri ile kafaları sola döner. Oh be ne mutlu bize, hayat sermayemiz olan ömrümüzü ne güzel yerlerde değerlendiriyoruz değil mi?.  Peki bu maçlar olmasa idi ne olurdu? Bu maçlar olmasa idi bu gençlerden çoğunun canı yanacaktı. Ya bir zavallının evini soyacaktılar veya herhangi bir namuslunun namusunu lekeleyecektiler. Diyeceksiniz ki bu gençler hiç maç yapmasınlar mı? Hayır yapmasınlar demiyorum fakat görmüyor musunuz ki onlardan çoğu maç hastası olmuş. Maç haberi veren gazeteden başka okumuyorlar? geleceği temin etmek bu yetiyor mu ki? Çok acıdır, fakat İnanmazsanız gidin görün Avrupa da toplu taşıma vasıtalarına binen herkesin elinde ya kitap, ya dergi veya gazete var. boş duran birisi varsa oda muhakkak Türk’tür,  Evet Avrupa dan kültür ve teknik  değil moda ve sefahet aldığımızı  görmeniz için, sıcak havada sokaklarımıza göz atmanız yetecek. İnsan ne kadar meyilli bir varlık olduğunu ve nereden nereye geldiğimizi görmeniz için, şahit olduğumuz aşağıdaki hadiseyi okusanız yetecektir.

           

            Yugoslavya‘nın eski lideri Mareşal Tito 1950 senesinde suçunu ufaltmak için, Halka; biz geç kaldık, Türkiye kıyafet kanununu çoktan halletti diyerek ”Skidanje zare i ferece” namı altında kadınların çarşaf ve peçelerini çıkartma kanunu çıkarttı. Çıkarmayı gerçekleştirmek amacıyla da, halktan isyan çıkmamak için, köyde yaşayan kadınların kanunu kabul ettiklerine dair ispati vücut ettiklerini sağlamak maksadıyla, kadınları mahallenin bir yerinde toplamak için mahalle muhtarı bir iki polis ile evden eve gezerek kadınları toplarken, bizim eve rahmetli annemi almaya geldiklerinde Annem, ben nasıl Allah’ımın kanununa karşı gelirim diyerek kendinden geçerek bayıldı ve böylece rahmetli annemi götüremediler. Bunu anlattıktan sonra dört beş satırla mevzuumuza son verelim;

Evet ma’neviyatı bu kadar kötü bu gençleri bu felaketten kurtaracak tek bir çare var; oda bu zamanın ihtiyacına tam derman olan Risale-i Nur eserlerini okumaktır. Onları okuyan kim olursa olsun, ister moda hayranı, ister herhangi bir kötü alışkanlık müptelası. İster imanında bir sürü şüphe bulunan kimse olsun. İsterse Materyalist felsefesinden gelen imansızlıkla zehirlenmiş kimselere olsun, yeter ki,  meselelere önyargılı değil, tarafsız bakabilseler. Allah’ın izni ile bu kitapların ortaya serdiği deliller, bu kitapları okuyan kimseleri kurtarır ümidindeyim.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Şeytanın Desiselerinin Büyüklerinden Altısı

Soru: Risaleler’de şeytanın en büyük altı hücumundan biri olarak zikredilen “hubb-u câh” ifadesi hangi hususları ihtiva etmektedir? Günümüzün insanları için de büyük bir tehlike olan bu şeytanî tuzağa karşı nelere dikkat edilmelidir?

Nur Müellifi, “Hücumât-ı Sitte” adıyla meşhur risalesinde şeytanların en tehlikeli altı tuzağını nazara vermiş; “hubb-u cah, korku, ‎ tama’, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik” olarak sıraladığı bu şeytanî hücumlara karşı müdafaa yollarını göstermiştir. ‎

Kalp Hayatının Virüsleri

Aslında, kötü ahlakın bir şubesi olarak kabul edilen haset, riya, kibir, ucub ve yeis gibi her türlü fenalık ve çirkin huy kalbî hayat için çok tehlikelidir ve bunların hepsi insan bünyesinde hastalığa sebep olan virüslere benzer birer virüstür. Virüslerin bir kısmı öldürücü olduğu gibi, manevî hayatı felce uğratan bu kötü hasletlerin bazıları da kalb ve ruhu öldürebilir. Bunların bir kısmı küfre çok yakındır; adeta onunla sınır komşusudur. İnsan onlardan birini işleyince küfrün hududuna kadar yaklaşmış ve onun tesir edici alanına girmiş olur.

Öyle bir noktada bulunan kimseye imana âit bazı güzellikler renksiz ve tatsız gelmeye başlar; küfre ait bazı çirkinlikler ise, –Allah korusun– çok televvünlü ve cazibedâr görünür. Dahası, bu öldürücü virüsler arasında öyle hayret verici bir haber ağı vardır ki, biri bünyeye girip vücudun mukavemetini kırınca, hemen diğer virüslere sinyal gönderir. Birbiriyle çok irtibatlı ve biri diğeri hesabına işleyen bu virüsler bir fâsit daire teşekkül ettirmek suretiyle içine girdikleri bünyeyi zamanla yer bitirirler. Böylece insan anbean mahiyetindeki yücelik ve nezahetten biraz daha uzaklaşıp bütün bütün olumsuzluğa ve bayağılığa açılır; yeryüzüne müsbetin temsilcisi olarak gönderilmiş olmasına rağmen, bir olumsuzluk unsuru haline gelir; Hâbil olabilecekken, hiç farkına varmadan Kâbil oluverir.

Ayrıca, maddî virüsler için sürekli bir değişim ve yenilik söz konusu olduğu gibi, manevî hastalıklara sebep olan virüsler de çağa göre değişiklik arz edebilir. Bildiğiniz gibi, doktorlar bazı hastalıklar için her sene biraz daha farklı bir aşı geliştirmek zorundadırlar. Çünkü, önceden tesbit edilen virüsleri vücudun tanımasını sağlayan ve o virüslere karşı bünyeyi uyaran bir aşı, bu sene faydalı osa bile, bir sonraki sene, aynı hastalığa yol açan ama gen yapısında değişiklik meydana geldiğinden dolayı farklı bir şekle bürünen virüse karşı tesirsiz kalmaktadır. Mesela, bu senenin grip aşısı gelecek sene -çok defa- işe yaramamaktadır; çünkü, gribe neden olan virüsün gen yapısı o sene içerisinde değişmekte ve her sene yeni bir şekle girmektedir. Aynen öyle de, manevî virüslerin yapısı ve az ya da çok zarar verme açısından sıralaması da zamana, mekana ve şartlara göre değişebilmektedir.

Bu itibarla, Hazreti Üstad, söz konusu eserinde kendi döneminin en büyük virüslerine dikkat çekmekte ve onlara karşı çağına uygun aşılar tarif etmektedir. Bugün belki başka hastalıklardan ve şeytanın bu asra özel tuzaklarından da bahsetmek mümkündür. Fakat, onun nazara verdiği manevî hastalıkların günümüzde de tesirlerini sürdürdüğü ve hatta bazı kimseleri tam bir felakete sürüklediği de şüphesiz bir gerçektir.

Hubb-u Câh

İşte, bugün de çok tehlikeli olan şeytanî tuzaklardan biri “hubb-u câh”tır. Hubb; sevgi, bağlılık, tutku demektir; câh ise, makam, mansıb, pâye, şöhret ve itibar manalarına gelmektedir. Dolayısıyla, “hubb-u câh”; makam sevgisi, pâye tutkusu, şöhret düşkünlüğü, rütbe hırsı ve itibar arzusu gibi manaları çağrıştıran bir terkip olarak dilimize girmiştir ve yaygınca kullanılmaktadır. Bediüzzaman hazretleri, kendini beğenme, övünmeyi sevme, insanlara görünme, methedilmeyi bekleme ve halk nazarında saygın bir kişi olmayı isteme gibi desiseleri de hubb-u câhın tarifine dahil etmiş ve insanın en zayıf damarı olarak onu göstermiştir.

Evet, hubb-u câh çok tehlikelidir; öyle ki, bazı zayıf karakterli kimseler ondan dolayı pek çok hileye başvurur, haksızlıklar irtikap eder ve zulme girerler. Önce makam-mansıp sahibi olmak sonra da yerlerini ve itibarlarını korumak için olmadık sebeplere tutunur, bir sürü cürümlere bulaşır ve pek çok günah işlerler. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasûlü bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurmuştur: “Şöhret ve makam sevgisinin insana verdiği zarar, koyun sürüsüne saldıran bir kurdun o sürüye verdiği zarardan daha çoktur!”

Özellikle de dünya hayatını her şey sanan kimselerde, yükselme merakı, makam arzusu ve teveccüh tutkusu had safhadadır. Bazıları, siyasî, adlî, mülkî ya da askerî bir makamı elde edebilmek için can atarlar. İnsanlara çok parlak görünen bir kısım pâyelere ulaşmak ve halkın teveccühünü kazanmak için çırpınır dururlar. Bunların çoğu kalblerini itminana erdireceğini zannettikleri bir makama yükselmek için üst üste tavizler verirler. Şayet, o arzularına nâil olurlarsa bu defa da bir yandan diğer beklentilerini gerçekleştirmek, diğer taraftan da o makamı korumak maksadıyla yeni tavizleri normal karşılarlar.

Nice insanlar vardır ki, gayet ciddî, pek doğru ve çok hâlisâne mülahazalarla yola çıkmışlardır; fakat, Allah’la münasebetleri ve dava düşünceleri, dünyanın göz alıcı güzellikleri karşısında başlarının dönmesini engelleyebilecek kadar kuvvetli olmayınca, bir süre sonra dökülüp yolda kalmışlardır. Mesela, samimi bir niyetle ve millete hizmet etmeye matuf iyi düşüncelerle idareye tâlip olmuşlardır. Heyhat ki, yeterli bir donanıma sahip olmadıklarından ve Allah’la münesebetlerini kavî tutmadıklarından dolayı, her gün biraz daha asıl gayelerinden uzaklaşmış ve vasıtaları gaye yerine koymuşlardır.

Makam Bağımlılığı, Şöhret Tutkusu

Öyle ki, hubb-u câhı bir kere tadınca, artık onun tiryakisi olmuş ve ne pahasına olursa olsun onsuz bir hayat düşünemez hale gelmişlerdir. Her şey kabul ettikleri bir mevkiye yükselebilmek için, bir-iki taviz vermekle başladıkları yolun her durağında başka yeni bir tavizle daha karşı karşıya kalmışlardır. Nasıl ki, bazı uyuşturucuları bir defa almak, hatta azıcık tatmak bazı kimseleri bağımlı yapmaktadır; bir kısım uyuşturucular da bir kere de olmasa bile ikinci ya da üçüncü defadan sonra kurbanları tarafından zaruri bir ihtiyaç gibi algılanmaktadır; aynen öyle de, kimi insanlar için belli bir makamı ihraz edip o makamda kalmak bir tiryakiliktir. Daha ileriye gitmek ayrı bir tiryakilik, ondan da üstteki bir rütbeye sıçramak daha dehşetli bir tiryakiliktir. Makam, pâye ve rütbe bağımlısı olan kimselerin, orada uzun zaman kalabilmek ve oradan da başka bir basamağa atlamak için verdikleri tavizler, uyuşturucu bağımlılarının o zehri bulabilmek maksadıyla yaptıkları maskaralıklardan daha aşağı değildir.

Çünkü, makam ve mansıp bağımlısı olan bir insan, aynı zamanda bir teveccüh tiryakisidir; o her yerde takdir edilmeyi bekler, alkışlanmayı ister, beğenilmeyi ve methedilmeyi diler.. evet o, makamla beraber şöhretin, teveccühün, takdirin ve alkışın da bağımlısıdır. Hatta, -ezkaza- bir gün şeytanlara konferans verme ile karşı karşıya kalsa, şeytanlardan bile takdir bekler, onların da alkışlarını almak ister. Oysa ki, insaniyet onur ve haysiyetini yitirmemiş birinin “Aman ya Rabbi, ben hangi cürmü işledim ki İblis’in avenesine onların gönüllerince bir konferans verme derekesine sukut ettim? Nasıl bir günah işledim ki şeytanların takdir ettiği bir insan haline geldim?” deyip nefsini sorgulaması gerekir. Kendi kendine “Allah, Allah! Acaba bende bir bit yeniği mi var ki bunlar beni takdir ediyorlar?!” demesi icap eder. Vakıa, bir kısım hakperestler kendileri gibi düşünmeyen insanları da takdir edebilirler; fakat, şerde birleşmiş bir topluluğun umum hüsn-ü kabulünde mutlaka bir bit yeniği vardır.. ve şayet böyle bir takdire maruz kalan –betahsis mazhar olan demedim– kimse “Rabbim, şeytanlar tarafından alkışlanmaktan, onlara alet ve maskara olmaktan Sana sığınırım!” deyip istiğfar etmiyorsa, o işte bir bit yeniği olmakla beraber o insanın kalbinde de bir akrep ısırığı var demektir. Öyledir ama gelin görün ki, bazıları hubb-u câha işte o denli müptelâdır ve alkışlayan şeytan bile olsa onlar için makbuldür.

Gâye ve Vesile

Tabii ki, bir makama ulaşmayı ve bir pâyeyi elde etmeyi isteyen her insanı aynı kategoride değerlendirmek yanlış olur. Bazı insanlar nisbî pâyelerin geçici olduğunu bilir, elde imkan varken onları Hak yolunda değerlendirir, bulundukları makamları daha anlamlı hale getirir ve taşıdıkları unvanlara yepyeni bir ruh verirler; kendi zatî değerleri sayesinde makamlarının kıymetini de yükseltirler. Bazıları da vardır ki, pâye ve mansıpların gölgesinde bir kısım arzularını gerçekleştirmeye uğraşır; dolayısıyla, üzerlerinde çok bol bir elbise gibi duran o makamı dolduramadıklarından oldukça gülünç durumlara düşerler; beklentilerinin ve kendilerinden beklenenlerin altında kalır ve ezilirler. İkincilerin durumu hubb-u câh virüsüne yenik düşmüş kimseler için örnek teşkil etse de, birincilerin duygu ve düşüncelerini makam sevdası, şöhret tutkusu ya da kıdem arzusu şeklinde değerlendirmek haksızlık olur.

Evet, vatan ve millet aşığı bir insan da belli bir makama sahip olmayı isteyebilir. Fakat onun bu isteği vazife şuuruna, ülküye ve ülkeye hizmet düşüncesine bağlıdır. O, söz konusu makamın tiryakisi değildir; onu kalıcı olarak da görmüyordur. O makam böyle bir insanın nazarında sadece bir vesiledir; kendi ülkesine ve ülküsüne hizmet etme gayesine yardımcı bir vasıtadır. Bu düşüncedeki bir dava adamı, o makamı gaye kabul etmediği için ona ulaşmak ya da bulunduğu konumu korumak maksadıyla tavizler vermek durumunda da kalmaz. Onu en başta rıza-yı ilahî adına, sonra da millete hizmet hesabına bir basamak sayar; “Allah bana imkan verirse, ben de Rabbimin rızası için milletim, şanlı tarihim, ülküm ve ülkem hesabına bazı hizmetlerde bulunurum; şayet öyle bir konum nasip olmazsa, o zaman da şimdiki imkanlarımla rıza-yı ilahîyi tahsile çalışırım.” der; ilahi takdire teslim olur ve hep inşirah içinde o anki konumunun hakkını vermeye koyulur. Eğer on kişiden sorumlu olarak bir vazife eda ediyorsa, o on kişiyle yirmi kişilik işler yapmaya çalışır; bu suretle, o konuma saygısını ve Allah’ın onun hakkındaki takdirine karşı memnuniyetini ortaya koyar.

Şahsı adına bu kadar müstağni ama aynı zamanda hizmet delisi bir insan, nerede ve hangi mevkide olursa olsun çok rahattır; kadr u kıymeti bilinmiş bilinmemiş, ufkuna göre bir vazife kendisine tevdi edilmiş edilmemiş, şanına yaraşır bir makama getirilmiş ya da getirilmemiş… onun için bunların hepsi müsâvîdir. Çünkü, o her şeyin ve herkesin ötesinde bir hikmet eli müşahede etmektedir. Her hadise karşısında,

“Gelir bir bir, gider bir bir, kalır bir.
Gelen gider, giden gelmez, bu bir sır.
Gelirse gelir bir kıl ile eyleme tedbir.
Giderse gider eğlenmez bir koca zincir!”

duygularıyla dolar, Cenâb-ı Hakk’a tevekkül eder, ilahî rahmet ve inayete sığınır. Onu yer yer tasalandıran ve zaman zaman hüzne boğan tek husus vardır; o da o an bulunduğu konumun hakkını verememe endişesidir.

Bir Garip Tiryakilik

Aslında, tanınma, bilinme, meşhur olma ve parmakla gösterilme isteği hakiki mü’minlerin değer ölçüleri açısından çok kıymetsizdir ve basit kimselerin şiarı olan pestpaye bir duygudur. Ne var ki, hubb-u câh, iman ve Kur’an hizmetinde koşturan kimseler için de her zaman teyakkuzda olunması gereken bir felaket sebebidir. Zira, hubb-u câh resmî olabileceği gibi, gayr-i resmî de olabilir; devlet dairelerinden herhangi biriyle ilgili bir makam sevgisi şeklinde insanın gönlüne düşebileceği gibi, bazen kendini herkese beğendirme, başkaları tarafından övülme, hep önde görünme ve aranan, ihtiyaç duyulan bir insan olma isteği şeklinde de tezahür edebilir.

Evet, imana ve Kur’ana hizmet eden insanlardan bazıları da hubb-u câh hastalığına tutulabilirler. Tutulur ve bulundukları her yerde kendilerini ifade etme, toplum içinde farklı ve ayırt edilir bir insan görünme, bazen sözle, bazen yazıyla, kimi zaman sesle, kimi zaman da edayla halkın teveccühünü toplama düşüncesiye değişik tavır ve davranışlar sergileyebilirler. Mesela, zahiren tesirli konuşan ve görünüşte güzel şeyler yazan bir insan herkesin parmakla gösterdiği biri haline gelir. Herkes tarafından parmakla gösterilmek de bir çeşit pâyedir. Şayet, bu insan hubb-u câha müptelâ ise, artık hayatını o şan ü şöhrete göre programlamaya başlar. Ondan sonra her fırsatta o istikamette daha başka takdir ve teveccühler koparmaya çalışır.

Hatta, o kadar teveccüh ve nazar tiryakisi olur ki, her konuştuğunda karşısında ağlayıp inleyen, heyecandan bayılan kimseler bir gün aynı hali sergilemeyecek olsalar onlara karşı ciddi öfke izhar eder. Halka hitap ettiği her yerde, alkış primi alıyor, takdir görüyor ve parsa toplar gibi “Aman ne güzel söyledin!” iltifatları topluyorsa, bu atmosfere öyle tutulur ki, artık o insan bir uyuşturucu bağımlısı misali takdir ve alkış bağımlısı haline gelir. Şayet, bir gün falso yapsa, bir kabz hali yaşasa, anlatmak istediği hususları gönlünce dile getiremese ve her zamanki teveccühleri bulamasa –Allah korusun– her şeye ve herkese gönül koyar. Önce, “Bu insanlar neden bu kadar kalbsizdi bugün; neden beni heyecanlandıracak ve coşturacak bir tavra bürünmediler, neden bakışlarını gözlerimin içine teksif etmediler?” der, muhataplarına darılır ve genel atmosferi sorgular. Daha sonra, “Ya her zaman bu meclise sekine taşıyan melekler neredeydiler? Bugün neden beni teyid etmediler?” düşünceleriyle dolar ve meleklere küser. Hatta haddini bütün bütün aşarak, meseleyi daha da ileri götürme tali’sizliğine de düşer ve “Neden her zamanki gibi ilham göndermedi?” türünden çirkin mülahazalarla içten içe Allah’a da küser. Emin olun, pâye tutkunu, şöhret düşkünü ve hubb-u câh müptelâsı böyle bir insanın tahayyül ve tasavvurlarına muttali olsanız, kalbinin ve zihninin bu denli kötü duygularla ve bu kadar kirli mülahazalarla dolu olduğunu görürsünüz.

Oysa, insan her zaman aynı ölçüde selis ve beliğ konuşamayabilir; her defasında maksadını akıcı, noksansız ve güzel anlatmaya muktedir olamayabilir. Bazen manevî feyzler birden kesilmiş gibi olur, adeta dile kilit vurulur ve insanın bütün melekeleri tutulur. Bu durumda, insan irâdesinin nisbî bir tesirinden söz etmek mümkün olsa da, aslında o hal tamamen Allah’ın elindedir. Semâlardan insanın kalbine kadar her şeyi dilediği zaman evirip-çeviren O olduğu gibi, Peygamber Efendimiz’in ifadesiyle, “Kalb de, Hazret-i Rahmân’ın parmakları arasındadır; Cenâb-ı Hak hâlden hâle çevirir ve ona istediği şekli verir.” Allah Teâlâ, dilediği zaman insanın kalbini öyle sıkar, öyle ihtiyaçlara boğar ki, artık O’ndan gayri kimse ona inşirah veremez. Haddizatında, işte o hal de Hazret-i Rahman’ın bir rahmet tecellisidir. Yüce Yaratıcı bir manada kuluna, “Gördün mü ya, konuşma kabiliyetini bile aldım elinden; dilersem görme, işitme ve düşünme melekelerini de alırım; sağır, kör ve dilsiz gibi kalıverirsin bir anda!” der; onu Kendine döndürür ve “Rabbim! Beni Sensiz etme; Seni söylemeyen dilden, Senin eserlerini görmeyen gözden ve Senin zâkirlerini işitmeyen kulaktan Sana sığınırım!” niyazıyla yönelmesi gereken kapıya yönlendirir. Bu itibarla da, öyle bir tutukluk yaşayan insan onu bile Rabb’in teveccühü bilmeli; konuşması sırasındaki anlık gafletlere karşı dahi tavır almalı, gönül gözünü bir kere daha verâlara tevcîh etmeli ve istiğfarla o hali savmaya bakmalıdır. Ne var ki, makam sevdasına dûçar olmuş ve alkış peyleme peşine düşmüş kimselerin bunları düşünmeleri ve uygulamaları da zorlardan zordur.

“Ben Düşmem” Deme!..

Evet, hubb-u câh herkesin yakalanması muhtemel olan öldürücü bir hastalıktır. Bu hastalığa yakalanmama hususunda hiç kimsenin teminatı yoktur. Bu sebeple insan, her gün kalbini defaatle cilalamalı; iç dünyasını, tıpkı bir kandili lebrîz ediyor gibi, tekrar ber tekrar parlatmalı ve gönül kıblesinin nereyi gösterdiğini sürekli kontrol etmelidir. Yoksa –hafizanallah– “Ben doğru inanıyorum, Allah yolundayım, istikamet üzere yürüyorum; bundan sonra aldanmak benim için söz konusu değildir.” şeklinde düşünen biri bütün bütün kaybetmeyle karşı karşıyadır. Bir insanın, kendini bu derece güvende hissetmesi ve aldanmanın onun için mevzubahis olmadığını düşünmesi, zaten aldanmış olduğunun delilidir; bir gün mutlaka onun sırtı da yere gelecektir ama o zaman meselenin hakikatini anlasa bile iş işten geçmiş olacaktır.

Nitekim, “nice servi revân canlar, nice gülyüzlü sultanlar, nice Hüsrev gibi hanlar ve nice tâcdarlar” hubb-u câh denen o kandan irinden deryada boğulup gitmişlerdir de, o gayyaya nasıl düştüklerinin farkına bile varamamışlardır. Öyle ki, İslam ulemasının üzerinde hassasiyetle durduğu ve Risaleler’de de ele alındığı üzere, bir süre seyr ü sülûk-i ruhanîde yol alıp Hızır aleyhisselamın ya da Kutb-u a’zam’ın gölgesini bir an da olsa üzerinde hisseden kimselerden bazıları kendilerini o ulvi kâmetler yerine koymuş, hubb-u câh tuzağına düşerek enaniyete mağlup olmuş; şükrü bırakıp fahre girmiş, fahirden gurur çukuruna sukut etmiş ve nihayet ya divane olmuş ya da hak yoldan sapmışlardır.

Bu itibarla da, insan teveccühler karşısında eğilmemeli ve kulluk düşüncesinden asla taviz vermemelidir. Belki halkın takdir ve hüsn-ü kabulü karşısında şöyle demelidir: “Allahım, bu insanların onca teveccühüne ben lâyık ve ehil değilim. Onlar, hakkımda hüsn-ü zan edip yanılıyorlar, bir içtihad hatası içindeler; onları bu hatalarından dolayı affet, beni de hubb-u câha düşme gibi bir kaymadan muhafaza buyur.” Evet, mü’mince duruş, tavır ve davranış böyle düşünüp, böyle söylemeyi gerektirir; işin mü’mincesi budur. Başka mülahazaların kâfirce olduğunu söylemeyeceğim ama mü’mince olmadıkları da muhakkaktır. Muhakkaktır; zira, hubb-u câh, ihlâsı kıran ve riyaya yol açan pek çok sebepten biridir. Riya ise, “şirk-i hafî”dir ve küfürle hemhudut olan bir günahtır. Makam sevgisi ve itibar tutkusu, şöhretperestliğe sebep olur; insanı halkın nazarlarını çekmeye zorlar ve böylece onu riyaya, süma’ya sevk eder; görsünler, desinler, bilsinler… duygusuyla hareket etmeye sürükler.

Gönüllerin Fatihi O’dur!..

İşte, böyle riyakârca ortaya konan tavır ve davranışlar, mü’mince değildir; değildir çünkü, insanların teveccühünü kazanma niyetiyle yapılan bir işte bir bölüştürme söz konusudur; sadece Allâh için yapılması gereken o işe başkalarını da ortak koşma bahis mevzuudur. Oysa, Cenâb-ı Hak, daha Kur’an’ın başında “Elhamdü lillahi rabbi’l-alemîn” buyurarak, çok önemli bir hususa dikkatlerimizi çekmiştir. “Lillah” ifadesinde yer alan “lam” harfi, ihtisas ve istihkak bildirir; yani, bütün hamd ü senaların, her çeşit şükür ve minnet duygularının Allah’a mahsus ve Allah’ın hakkı olduğunu belirtir. Her şekliyle hamd ü sena O’nun hakkı olduğu gibi, teveccüh de yalnızca Cenâb-ı Hakk’a aittir, O’na mahsustur, sadece O’nun hakkıdır. Dolayısıyla, bir mü’min için, her amelde Cenâb-ı Hakk’ın teveccühü ve rıza-yı ilahî esas olmalıdır. Şayet, bir kimse, bu esası görmezlikten gelir de halktan teveccüh beklentisine girerse, o zaman Allah’ın hakkını insanlara ve kendi nefsine taksim etmiş olur. Ameline şürekânın nazarını da bulaştırmış sayılır ve farkında olmadan şirk-i hafiye yuvarlanır.

Bu itibarla, muvahhid mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüne başka ortaklar koşmaz ve O’nun rızasını her türlü mükafatın üstünde tutar. O, sadece Allah’ın teveccühünü ve rızasını tahsile çalışır; insanların teveccühüne ve istihsânına zerre kadar kıymet vermez. Halkın nazarını ve kabulünü, ancak Cenâb-ı Hakk’ın kabulünün ve teveccühünün bir yansıması ve gölgesi ise makbul sayar. Fakat, teveccüh-ü nâsın bir istidraç olabileceğini de hiç hatırdan çıkarmaz ve bu konuda da hep temkinli davranır. Halk tarafından alkışlanmayı ve onların takdirini almayı esas maksat yapmaz. O, Hazret-i Rahman’a hasr-ı nazar eder; teveccühünü bütünüyle asıl hak sahibi Rabb-i Rahim’e yönlendirir ve sadece O’nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışır. Bilir ve inanır ki, Cenâb-ı Hak isterse ve hikmeti öyle gerektirirse onu halka da sevdirir, hakkında hüsn-ü kabul ve sevgi vaz’ eder.

Evet, gönül kapılarının açılması Allah Teâlâ’nın meşietine bağlıdır; o dilemeyince hiç kimse insanların nazarını celb edemez, kendini onlara sevdiremez. Gördüğünüz gibi, bazıları insanlar nezdinde inanılan, güvenilen ve sevilen kimseler olabilmek için ölüp ölüp diriliyor, her fırsatı o istikamette değerlendirmeye çalışıyorlar. Güç-kuvvet ellerinde, dayatma ve sindirme imkanlarının hepsine sahipler; beyin yıkama mekanizması da diyebileceğimiz medya onların emrine amâde… Fakat, onca imkana rağmen, bir türlü kendi toplumlarının ve umum insanların sevgisine ve kabulüne mazhar olamıyorlar. Şeytanı bile hayrette bırakan çok büyük kötülüklerini saklıyor; ama –bağışlayın– şov türünden şeylere girerek ve en ufak iyiliklerinin günlerce reklamını yaparak dikkatları kendi üzerlerine çekmeye çalışıyorlar. Değişik illüzyonlarla minnacık bir akıntıyı şelale gibi göstermeye gayret ediyor ve halkın teveccühünü kazanmak için her yola başvuruyorlar. Ne var ki, gönül kapılarını bir türlü açamıyor, milletin takdirini asla kazanamıyor ve istedikleri teveccühe mazhar olamıyorlar; hatta maksatlarının tam aksiyle tokat yiyorlar. Beri tarafta ise, güç ve kaba kuvvet temsilcilerinin karınca kadar bile görmedikleri insanlar, hiç öyle bir beklentileri olmadığı halde halkın teveccühünü ve hüsn-ü kabulünü tahsil ediyorlar. Onlar, sadece teveccüh-ü ilâhî peşinde koşuyorlar, Cenâb-ı Hak da onlara teveccüh-ü nâsı da yâr ediyor.

Bu meselede değinilmesi gereken bir husus da şudur ki; halkın teveccühü, ilahi teveccühün bir gölgesi olması itibarıyla makbul kabul edilse bile, kanaatimce, biz öyle bir mülahazaya bağlı kalmak şartıyla da olsa teveccüh-ü nâsa kıymet vermemeli; böyle masumâne görünen bir düşüncenin dahi Allah’a teveccühümüze ve O’nun bize teveccühüne gölge yapabileceğinden korkmalıyız. Korkmalı ve Enbiyâ-ı izâm’ın hulusuna tâlip olmalıyız. Cenâb-ı Hak, her peygamberi peygamberliğe has bir donanım ve mahiyette yaratmıştır; canlarımız onlara kurban, biz onların hiçbirinin kıtmiri olamayız. Fakat, peygamberlik isteme başkadır; peygamberlerin vasıflarıyla muttasıf olmayı dileme daha başkadır. Artık hiç kimse için peygamberlik söz konusu değildir ama her mü’min, peygamberlerle temsil edilen güzel ahlaka sahip olmayı gönülden istemelidir. İşte, bu teveccüh-ü nâs konusunda da bize yakışan tavır, peygamberâne bir ihlas talebidir.

Evet, bu mevzûda, Allah Rasûlü’nün şu beyanı ne kadar mânidardır: “Öyle peygamberler gördüm ki arkalarında tek bir ümmet dahi yoktu.” Bir peygamber düşünün ki, bir ömür boyu çalışıp didiniyor da, kendisini anlayacak tek aşina sîmâ bulamadan vefat ediyor. Senelerce tebliğ ve temsil vazifesinde bulunduğu ve hem de muhataplarına Allah’ın elçisine yaraşır bir edayla hitap ettiği halde, sözünü dinleyen çıkmıyor, üç-beş kişi bile onu takip etmiyor. Fakat, o ne sabır, nasıl bir ihlas ve ne büyük bir vazife şuurudur ki, insanların teveccühünü kazanamamış olmadan dolayı ye’se düşmüyor, tavır değişikliğine girmiyor ve vazifeden el çekmiyor. Ötelere giderken zahiren yalnız ve kimsesiz olarak yürüyor ve görünüşte eli boş gidiyor; ama aslında Cenâb-ı Hakk’ı kazanmış ve O’nun rızasına ulaşmış olarak Cennete uçuyor.

Bu açıdan, yapılan hizmetleri ve salih amelleri insanların teveccühüne göre değerlendirmemeli. Unutmamalı ki, -Üstad’ın ifadesiyle- Cenâb-ı Hakk’ın rızası ihlâs ile kazanılır, kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değil. Dahası, teveccüh-ü nâs ve şöhret, insana kabir kapısına kadar arkadaşlık etse de, kabir ve sonrasında başa bela olabilir; dolayısıyla onu arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak gerektir. Ayrıca, inanan insanlar, kendilerinden önce yaşayıp gitmiş olan makam-mansıp sahiplerinin akıbetlerini düşünmeli ve dünyalık bakımından en debdebeli bir hayat süren kimselerin bile sonunda mezar denen iki metrelik makamla yetinmek zorunda kaldıklarını hatırdan dûr etmemelidirler. Etmemeli ve henüz vakit varken hubb-u câhtan kurtulup ihlas tiryâkisi olmanın, rıza-yı ilahiye bağlanmanın ve maddî-manevî füyuzât hislerinden fedakarlıkta bulunarak Allah’a ulaşmanın peşine düşmelidirler.

Derleyen: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

İnsanı Allah’ın Varlığına İnanmaya İten Mantık

Kafasını çalıştıranlar düşünmeye ve mantığı kabul edenlere inanmaya ve inançlarının gereğini yapmaya iten onların akıllarıdır, mantığıdır. Neye ve ne için inandıklarını ve inanmanın gereğini öğrenmek için, akıl yürütmek lazım, bu çok büyük meseleyi öğrenmek lazım, bilmek lazım.

Mesela, nasıl ki bir işçinin işe gitmesini ona aklı emrediyor. Akıldan gelen o emir karşısında adam, sabahleyin o tatlı uykusunu bozup hiç nazlanmadan yatağından fırlayıp işe gider. Hatta uykudan biraz geç kalktı ise, işten atılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmamak için, kahvaltı  yapmadan evden çıkması için, aklı ona: “Beyefendi! Biraz çabuk ol, evde çoluk çocuk ekmek almak için para bekliyor, evin bir sürü ihtiyaçlarını karşılamak için çalışman lazım.”  diyor. İlave ederek, “Geç kaldığın için, ya işten atılırsan! Yeni iş buluncaya kadar halin ne olur?” diyerek sahibini zorlar? O da aklından gelen o emre karşı boyun eğip ister istemez, işine gider.

Aynen bunun gibi, aklını kullanan insanı da aklı onu inanmaya zorlar. Kâinatın her tarafında, yaratıkların her çeşidinde; güneş’te ayda, inekte, sinekte, tavukta, bülbülde, gülde gülistanda, bilhassa kâinatın hulasası olan insanın yaratılmasında, uzaktan kumandayla iş gören bir kudret olduğunu kabul eder ve şüphe götürmez bir tarzda inanır. Ondan sonra, inandığı dininin vecibelerini yaşamak için aklı onu mecbur ederek der: Ey Allahın sevgili mahluku! Aman sakın o ufak tefek ibadetleri yerine getirirken tembellik etme. Çünkü, o tembellik seni, hem cennet gibi mes’ud bir hayattan mahrum edebilir. Hem de o müthiş cehennem ateşinde yakmaya sebep olur, bu nazik vücudunu orada yaktırıp sana azap çektirebilir. Sen ne yaparsan yap, Allah tarafından sana farz olan ibadetleri terk etme! Akıldan gelen bu emir neticesinde, her mümin sağlam dini bir hayata girer ve devam eder. Âlimlerin bilgilerinden istifade ederek, İslamiyet’i yaşamak için tecrübeli zatların tecrübelerinden istifade eder veya  faydalı kitapları dikkatle okuma neticesinde imanını takviye etmeye çalışır ve ikna olur. Ancak ondan sonra lazım olan şekilde dinini yaşama imkânı elde ederek ibadetine devam eder.

Düşünün bir milyar lira sana borçlu olan kimsenin yarın saat onda uzak bir devlete taşınacağını herhangi kimseden işitsen, o gece  sabaha kadar birkaç defa uyanacağın hiç şüphesizdir ve sabah olur olmaz adamın kapısına dayanırsın değil mi? Sana bir kimse dese niye bu kadar telaş ediyorsun? Ona, ne diyorsun kardeşim, on lira değil bir milyar lira vereceği var! Benim için hayati mesele demez misin?

İşte! İnanmak ve inandığını yaşamak Müslüman için bundan milyar defa daha ehemmiyetlidir. Bunu düşünmek icap ettiğini Allah’ımız bize çok Ayeti Kerimelerle bildiriyor. Bakın ders alıp iman sahibi olmamız için Allah’ımız Ayet-i Kerimelerin bir tanesinde nasıl bizi düşünmeye sevk ediyor: “Kesinlikle! göklerin ve yerin yaradılışında ve gece ve gündüzün ardı ardına gelişinde, vicdanları temiz akıl sahiplerine gerçekten deliller vardır.”(Al-i İmran 190). Bu ve bu gibi ayetler aklımızı yerinde kullanıp araştırmamızı biz Müslüman’lara emrediyor ve o büyük kitap olan kâinat kitabından ders almamız için, biz insanlara başınızı o tarafa çevirin diyor. Çünkü yukarıda saydığım gibi; o kâinat kitabının küçücük harfleri olan ineği, sineği, balığı, bülbülü ve alemin en büyük mucizesi olan insanı da okumak neticesinde, onlardan alınan ders ve bilgiler, yavaş yavaş kalbe damlamaya  başlar ve kalbi nurlatır. Ondan sonra, kalpte nuru iman tecelli eder.

Bir iğne kendi kendine yazılmazken, bir harfi onu yazmadan biri yazılmazken, bir sun’i çiçeğin ustasına inanılırken, basit topraktan olan o güzel kokulu gül, karanfil ve bunlar gibi milyondan fazla eşsiz san’at eserleri için, nasıl kendi kendine, tesadüfen oldu diyebilirler. Veya kör, sağır, şuursuz tabiat yaptı diyebiliyorlar. Yazıklar olsun kendini cehenneme birer parça odun yapan bu gibi ahmakul-humakalara!

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Allah Her 100 Senede Müceddid Gönderir

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

“Ümmetimin âlimleri benî İsrail’in Peygamberleri gibidir.”

“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüz yıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)

Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’inde buyururlar ki:

“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buharî)

Hadis-i kudsî’de geçen “Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir, gerçek kahramanlar onlardır.” beyanını bu üç Hadis-i şerif ile izah etmiş olduk.

Hiç bir Peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed’e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.

Bunlar öyle kimseler ki bütün işleri Allah içindir. Hiç bir kimseden hiç bir ücret, hiç bir menfaat beklemezler. Her şeyleri livechillahtır, Hazret-i Allah’a dayanır.

Vâris-i enbiyâ kimdir?

Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, kimi kendisine çekmişse, emanetini kime vermişse, Resulullah Aleyhisselâm’ın nûrunu kime takmışsa, işte onlar Peygamber vârisidirler.

Onların muallimi bizzat Hazret-i Allah’tır.

Âyet-i kerime’de:

“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur” buyuruluyor. (Bakara: 282)

Muallimleri Hazret-i Allah olduğu için ilimleri kesbî değildir, yani herhangi bir hocadan medreseden tahsil etmezler. Onların ilimleri vehbîdir, doğrudan doğruya Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir. Yani halka muhtaç değildirler.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu ilmi tarif ediyor ve Hadis-i şerif’lerinde buyuruyor ki:

“Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimseler anlamazlar.

Binâenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbaîn)

Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulduğuna göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz için de müşrikler böyle söylediler. “Peygamberlik filân filân kimselere verilseydi?” dediler. (Bakınız, Zuhruf: 31)

Yani Allah-u Teâlâ’nın takdir ve taksimine rızâ göstermediler. Neden? Çünkü nefis putu “Ben!” diyor, başka kimseyi dinlemiyor, o bir puttur.

Onların vâris-i nebi oldukları nasıl bilinir?

Hiç kimseden hiç bir tahsil görmediği halde en doğrusunu bilirler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl-i zikirden sual ediniz.” (Nahl: 43)

Ehl-i zikirden murad evliyaullah hazeratıdır.

Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:

“İnsana bilmediklerini O talim eyledi.” (Alâk: 5)

Hiç kimseden çekinmeden hakikatı söyler. Neden? Vazifedar olduğu için. Mühim olan emr-i ilâhîdir, mahlûkun hiç hükmü yoktur.

Âyet-i kerime’de:

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir marifet bir nûr verir.” buyuruluyor. (Enfâl: 29)

Kendilerine ihsan ve ikram edilen o lütuf ve o nur sebebiyledir ki, Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği kadar bütün hakikatları bilirler, hiç kimseden çekinmeden hakikatı söylerler.

Ve Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onları şöyle tarif eder:

“Hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar.” (Mâide: 54)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)

Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.

Hele bu zamanda, her gün bir bölücü, her gün bir fitne türüyor.

Bu gönderilme hususunu size şöyle arzedelim. İsâ Aleyhisselâm Antakya halkını Tevhid’e davet etmek için Havari’lerinden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havarî daha gönderdi.

Hazret-i Allah bu hadiseyi Kuran-ı kerim’inde şöyle haber veriyor:

“O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları ***yalanlamışlardı.”

“Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik.”

“Gerçekten biz size gönderildik demişlerdi.” (Yâsin: 14)

Dikkat edilirse onları görünüşte İsâ Aleyhisselâm gönderdi, fakat Hazret-i Allah “Biz gönderdik.” buyuruyor. “Biz gönderdik.” buyurulması, İsâ Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ’nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.

Binaenaleyh bu gönderilenler Hazret-i Allah’ın emrini tebliğ ediyorsa, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor. Gönderilmiş olduğu için.

Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Ahirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği şüphesizdir. “Ey kulum! Benim ahkâmım sana duyurulmadı mı? Benim ahkâmıma mı iman ettin, yoksa imamına mı iman ettin?”

İmama iman edenler, iman ettikleri imamın orada peşinde olup cehennemi boylayacaklar. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın hükmünü hiçe saydılar.

Âyet-i kerime’de:

“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız.” buyuruluyor. (İsrâ: 71)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Bedir’de Cebrail Aleyhisselâm’ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine attı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu.

Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ buyuruyor ki:

“Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Resulüm! Sen atmadın Allah attı.” (Enfâl: 17)

Görünüşte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz attı, fakat Hazret-i Allah “Ben attım” buyuruyor.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“De ki: Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin. Kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.” (Âl-i imran: 26)

Fâil-i mutlak olan Hazret-i Allah fiillerini icra eder, sahnede başkası görünür.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin “Sehm-i nübüvvet” ve “Sehm-i velâyet”inden nasip alanlar Hakk iledirler ve Hakk’tan bahsederler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onları şöyle tarif ediyor:

“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (Araf: 181)

Onların ilmi vehbîdir, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir. Nasibdar olanlara nasiplerini vererek; şeriat, tarikat, hakikat ve marifet yolları ile Hazret-i Allah ve Resulü’ne ulaştırmaya çalışırlar.

Kendilerinin değersiz olduklarını bilirler, zira bütün değerler Allah-u Teâlâ’ya aittir.

Hükümsüz olduklarını görürler, zira hüküm de Allah-u Teâlâ’ya aittir.

Bunu onlardan başka kimse bilmez. Herkes varlık satmaya çalışır. Fakat O Hazret-i Allah’ta fâni olduğu için, Hazret-i Allah’ı görür, kendisinde hiç bir şey görmez.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez.” (En’am: 59)

Hazret-i Allah öyle bir Allah’tır ki bütün mahlûkat bir araya gelse bir tek yaprağı yaratamazlar.

Eğer Hazret-i Allah’ı bulamıyorsan, iyice düşün, burada bul! Zira bütün kâinat bir tek yaprağın karşısında âciz kalıyor. O ise öyle bir Allah! Hazret-i Allah’ı güzel düşünürseniz, varlığını her zerrede hissedebilirsiniz.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Allah’ın izni olmadan hiç bir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.” (Yunus: 100)

Hazret-i Allah dilemezse hiç kimsenin kalbine imanı düşürmez. O, hidayeti bulan kimseleri hidayete erdirmekte, dalâlete düşürdüğü kimseleri de dalâlette bırakmakta âdil olandır.

“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmıştır.” (Mücadele: 22)

Âyet-i kerime’sinde beyan buyurduğu üzere kimin kalbine imanı yazarsa, o iman sebebiyle, o nûr sayesinde hakikatı onlara bildirmiş oluyor.

“Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı ise çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurat: 7)

Âyet-i kerime’si mucibince kime imanı sevdirir ve o imanı kalbinde süslerse onu tutuyor demektir. Bu böyledir, esas budur. Kurtulan böyle kurtuluyor, kurtardığı için kurtuluyor. Biz buna “Hıfz-u himaye, tasarruf-u ilâhiye.” diyoruz.

Onlar Hakk’ı bilir, kendisini bilmez. Hakk’ı görür kendisini görmez.

Bir sivrisinek kanadı kadar varlığı olsa, yahut kendisinde varlık görse, Allah-u Teâlâ’ya karşı o da bir varlıktır.

Bu mahviyet onlara mahsustur. Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir.” (Nisâ: 79)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:

“Kendinde varlık görmen, diğer günahlarla kıyaslanmayacak kadar büyük bir günahtır.”

Çünkü var olan ancak Hazret-i Allah’tır. Vücud O, mevcud O…

Hakikat ehlinde Hak’tan gayrı hiç bir şey bulunmaz. Varlığını ata ata Var’a ulaşırlar.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“ -Müferridler yarışı kazandılar;

–Müferridler kimlerdir yâ Resulellah?

–Onlar o kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ’nın zikrine bütün benlikleriyle dalmışlardır, başka şeylerle uğraşmazlar.

Bu zikir onlardan yüklerini indirmiştir, kıyamete hafif olarak gelirler.” (Müslim)

Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:

“Kulum beni zikrettiği zaman ben onunla beraberim.” (Buharî)

Âlim-i billâh olanlarda Allah-u Teâlâ nasıl tecelli etmişse öyledir.

O Rabbül-âlemindir. Kuluna tecelli edince O’nun tecelliyâtı ile âlem olur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)

Dikkat ederseniz Hazret-i Allah ruh ile bizi ayakta tutuyor, ruhu çektiği zaman bir şey olmuyor. Ruhu halkeden Hazret-i Allah, ruhâniyeti de halketmiştir. Bu bilinmeyen bir ilimdir. Allah-u Teâlâ dilediği kulunu bu ruhâniyetle destekler, bu ruhâniyetten lâtifeler husule gelir. Allah-u Teâlâ bu lâtifeleri dilediği şekilde çalıştırır. Bir kişi olur, on kişi olur, kırk kişi olur, bu sizin ilminizin dahilinde değildir.

Herkeste bir ruh var, onlarda iki tane var. Gayemiz size yavaş yavaş marifetullah ehlini ve ilmini bu şekilde duyurmaya çalışmak.

Bu kudsî ruh, onlardan başka kimsede bulunmaz.

Ayrıca onlar Resulullah Aleyhisselâm tarafından “Fırka-i Nâciye” yani “Kurtulmuş Fırka” lâkabıyla müşerref kılınmışlardır. Bu kalpleri diri hakikat erleri Resulullah Aleyhisselâm’ın yolundan, Ashab-ı kiram’ın, selef-i salihinin yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bu güne kadar da bu âli himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bidatçıların, ehl-i dalâletin iğva ve saptırmalarından korumuşlardır.

Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler feyz almışlardır.

Ve bu kullar Allah-u Teâlâ’ya nasıl yaklaştılar?

Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:

“Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben de koşarak gelirim.” (Buharî ve Müslim)

Allah-u Teâlâ bu kulları kendisi için seçmiştir. Allah-u Teâlâ’ya yaklaşan bu kullar sevgi ile yaklaşmışlardır. Allah-u Teâlâ bunlara âşık olmuş; onları sevdiği gibi, bu kullar da Allah-u Teâlâ’ya âşıktır. Allah’tan başka hiç bir arzuları yaşamaz.

“Allah kimi dilerse onu rahmetiyle mümtaz kılar.” (Bakara: 105)

İşte Allah-u Teâlâ bu sevgili kullarını bu lütfa mazhar etmiştir.

“Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz.” (Yusuf: 56)

Gerçekten bu sevgili kullarını daire-i saadetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar almış ve en büyük saâdetine eriştirmiştir.

“Onlar sıdk makamında kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)

Bir düşünün! Allah-u Teâlâ onları huzuruna aldı. O kehribarın tozu olduğu için sıddıkiyet makamına kadar çıkardı.

Not: Allah her asırda bir müceddid günderdiği gibi: Geçen asrın Müceddidi  Mevlana Halidi Bagdadi oldugunu ulema ispat etmişti. O zat   1192 de doğmuştur. Üstad Bediüzzaman Hazretleri de 1292  de doğmuştur. O zat hangi tarihte müceddidlige başladı ise Üstad Bediüzzaman da tam 100 sene sonra aynı tarihte başlamıştır. O zat 20 yaşında ilmi ile ulemanın üstüne çıkmış. Üstad Bediüzzaman Hazretleri   14 yaşında ulemanın üstüne çıkmış ve zamanın harikası manasında Bediüzzaman lakabını almış. Ulumu arabiye ancak 20 senede elde edilebildiği halde Üstad Bediüzzaman Hazretleri  yalnız 3 ay tahsil ile zirveye çıkmış.

Bu bilgileri derleyip kardeşlerle paylaşan Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org