Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Sadık Nur Talebesinin Külliyattaki Yeri

“Hakiki olmayan bazı bîçare dostlarımı o suretle çektiler, manen onları tehlikeye attılar.”       Mektubat Sh: 412

«Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük Şahsı, Al-i Beyt’ten olacaktır. Gerçi mânen ben Hazret-i Ali’nin (R.A.) bir veled-i mânevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Al-i Muhammed Aleyhisselâm bir mânâda hakiki Nur Şakirdleri’ne şâmil olmasından, ben de Al-i Beyt’ten sayılabilirim. Emirdağ 1.Sh:26

(Bu meseleyi Prof.Ahmet Akgündüz Kardeşimiz geçen sene halletti.)

Risale-i Nur, tahkikî iman dersleri verir. Şakirdlerini her türlü fenalıktan alıkoyar. Kalblere doğruluk aşılar. Onu hakkıyla anlayan, artık fenalık yapamaz. Onun içindir ki, bugün memleketin her tarafındaki Risale-i Nur talebeleri, asayişin manevî muhafızı hükmündedirler. Şimdiye kadar hiçbir hakiki Nur Talebesinde asayişe münafi bir hareket görülmemiş, âdeta Nur talebeleri zabıtanın manevî yardımcısı olmuşlardır. Risale-i Nur talebelerinin rıza-i İlahîden başka, a’mal-i uhreviyeye müteveccih olmaktan gayrı düşünceleri yoktur. Şu halde Risale-i Nur’a garazkâr tertibler hazırlayanlar, perde arkasındaki malûm din düşmanlarından başka kimse değildir. İşarat-ül icaz sh: 228

“Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin hususan millet-i İslâmiyenin üss-ül esası: Akrabalar içinde samimane muhabbet ve kabile ve taifeler içinde alâkadarane irtibat ve İslâmiyet milliyetiyle mü’min kardeşlerine karşı, manevî, muavenetkârane bir uhuvvet ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakârane bir alâka ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kur’an hakikatlarına ve nâşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi hayat-ı içtimaiyeyi esasıyla temin eden bu rabıtaları inkâr etmekle ve Şimaldeki dehşetli anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karabet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmağa yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirdlerine medar-ı mes’uliyet cemiyet namını verebilir. Onun için hakiki Nur şakirdleri çekinmeyerek Kur’an hakikatlerine karşı kudsî alâkalarını ve uhrevî kardeşlerine karşı sarsılmaz irtibatlarını izhar ediyorlar. O uhuvvet sebebiyle gelen her bir cezayı memnuniyetle kabul ettiklerinden, mahkeme-i âdilenizde hakikat-ı hali olduğu gibi itiraf ediyorlar. Hile ile, dalkavukluk ile ve yalanlarla kendilerini müdafaaya tenezzül etmiyorlar. Şualar Sh:393

“Birinci Hassa: Bana mensub her şeye malları gibi tesahub ediyorlar. Bir Söz yazılsa, kendileri yazmış ve te’lif etmiş gibi zevk alıyorlar, Allah’a şükrediyorlar. Adeta cesedleri muhtelif, ruhları bir hükmünde hakiki manevî vereselerdir.”   Barla L. Sh: 21

“Hulusi Bey benim yegâne manevî evlâdım ve medar-ı tesellim ve hakiki vârisim ve bir deha-yı nuranî sahibi olacağı muhtemel olan biraderzâdem Abdurrahman’ın vefatından sonra, Hulusi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi îfaya başlamasıyla…”                                         Barla L. Sh:22

(Şu fıkra, hakiki ve birinci bir kardeşimiz olan Hakkı Efendi’nindir)       Barla 46

“Sıddık, fedakâr, hakiki âhiret kardeşiniz ve hizmet-i Kur’aniyede kuvvetli arkadaşınız ve tarik-ı Hakta ve ebed yolunda enîs yoldaşınız. BarlaL.Sh:238

“Kardeşim Hulusi Bey’in vazifesini; biri de, evlâd-ı maneviyem ve biraderzâdem ve bir dehâ-i nuranî sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman’ın vazifesi de size ilâve edildi.O benim hakiki bir vârisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telâkki ederdi, öyle de sahib oluyordu. Sen de bundan sonra yazı ve sözleri, senin hocanın yazısı diye tutma; kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahib ol.”   Barla L. Sh:249

“Çünki o dersler, ulûm-u imaniyeden olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bahusus siz daima bir-iki hakiki kardeşi de bulursunuz.” Barla L. Sh:260

“Çünki Risale-i Nur ve hakiki şakirdleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtîye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmağa çalışıyorlar.”   Emirdağ 1 Sh:21

“Risale-i Nur’un hakiki ve hakikatlı bir şakirdi bulunan ve

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın kâtibi, bu defa yazdığı mektubda, haddimden bin derece ziyade hüsn-ü zannına istinaden, bir hakikat soruyor.” Emirdağ 1 Sh:70

“Risale-i Nur’un imanî hakikatlarına gösterdiği hüccetler, hiç bir cihette vesveselere meydan vermediği gibi, kanaat vermek cihetinde kerametlere, keşfiyatlara hiç ihtiyaç bırakmıyor.Onun verdiği iman-ı tahkikî, keşfiyat, zevkler ve kerametlerin çok fevkinde olmasından, hakiki şakirdleri öyle keramet gibi şeyleri aramıyorlar.” Emirdağ

“Aziz, sıddık kardeşlerim ve hakiki vârislerim!”                 Emirdağ 1 Sh: 95

“Sâniyen: ikinci gün, çok ziyade merak ve alâka peyda ettiğim dâr-ül fünun gençlerinin, üniversite talebelerinin namına, Şimdiden dokuz tane hakiki Nurcu ve küçük Salahaddin’ler ve Abdurrahman’lar nev’inde dâr-ül fünunun tenvirine ciddi çalıştıklarını bildiren bir mektub aldım.”   Emirdağ 1 Sh: 192

“Al-i Beyt’in muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır. Ve Vehhabîlik damarı, hiçbir cihette Nur’un hakiki Şakirdlerinde olmamak lâzım geliyor.” Emirdağ 1 Sh: 204

“Eğer vefattan sonra bu hakiki ve hakikatlı vârislerin eline bu malım geçse, dünya malı gibi bir derece taksim olur; derecesine göre herbirisi maldan bir kısmına hakiki mâlik olur,

umumuna mâlik olamaz.”   Emirdağ L. Sh:216

“Risale-i Nur’un hakiki ve sâdık şakirdlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mal-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakiki şakird bir dil ile değil, belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele eder “ Kastamonu L. Sh: 96

“Bazı melaikenin kırkbin dil ile zikrettikleri gibi; hâlis, hakiki, müttaki bir şakird dahi, kırkbin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak ve inşâallah ehl-i saadet olur. Kastamonu: 96

“Sâniyen: Bundan evvel müjdeli hatırada, «Herbir halis ve hakiki müttakî şakird, kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar eder» fıkrasına, yine bir ihtar ile bu gelen cümle ilâve edilsin. Cümle de budur: «Risale-i Nur dairesine, sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle, o ulvî ve küllî ubudiyete sahib olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlasta, sadakatta çalışmak gerektir.»     Kastamonu L. Sh: 97

“Isparta’nın Hâfız Ali’si (Kâtib Osman) elhak ikinci bir Hüsrev olduğuna, benim de kanaatım geldi. Cenab-ı Hak onu ve Mehmed Zühdü gibi çok fedakârları ve Risale-i Nur’un hakiki sahiblerini Isparta’ya ihsan eylesin, âmîn.   Kastamonu L. Sh: 100

“Dehşetli esbab altında Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüzbinler bîçarelerin imanlarını kurtarması ve her biri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakiki mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdık’ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat ile isbat etmiş ve inşâallah daha edecek.” Kastamonu L. Sh: 107

“Bunun tabiri, aynı günün aynı tecrübe saatinde, Kur’an’ın Hizb-ül Ekber’i -ümid edilmediği bir vakitte, malûm Asiye Hanım’ın hanesinde etrafı tezyin edilen Hizb-ül Ekber’i -yüz senelik bir güzel kab içinde, o kabın üstünde sırma ile padişahların mühim fermanlarında turra-i şahane işlenmiş olduğunu gördük. Üstadımız dedi ki: Ferman geldi diye Kur’an çıktı. Şimdi de, Kur’an’ın Hizb-ül Ekber’i geldi. Üstünde ferman turrası bulunduğundan, Risale-i Nur’un hey’etine beşaretli ve medar-ı feyz ü terakki bir Ferman-ı Rabbanî hükmüne geçeceğini rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz. Bu tabirden sonra ikinci günü, sizin çok kıymetdar hediyeniz,   hakiki     tabirini güneş gibi meydana çıkardı. Risale-i Nur talebelerinden ve daimî hizmetçilerinden Emin ve Küçük Hüsrev olan Feyzi” Kastamonu L. Sh:116

“Hem iştirak-i a’mal-i uhreviye düsturuyla, herbir şakirdine, her bir günde binler halis lisanlar ile edilen makbul duaları ve binler ehl-i salâhatin işledikleri a’mal-i salihanın misil sevablarını kazandırıp, her bir hakiki, sâdık ve sebatkâr şakirdini amelce binler adam hükmüne getirdiğini; kerametkârane ve takdirkârane İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü

Anhü) üç ihbarı ve keramet-i gaybiye-i Gavs-ı Azam’daki (K.S.)

tahsinkârane ve teşvikkârane beşareti ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın kuvvetli işaretiyle, o halis şakirdler ehl-i saadet ve ashab-ı Cennet olacaklarına müjdesi pek kat’î isbat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiat ister.   Kastamonu L. Sh: 122

“Gayet dikkatle ve şeytancasına, şakirdlerin hakiki kuvvetleri olan tesanüdünüzü bozmağa çalışıyorlar.”   Kastamonu L. Sh:152

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

İnsana Dert ve Musibetleri Onun Faydası İçin, Allah Verir

İnsanın başına türlü türlü belâlar geliyor, bunların elemini insana hafif gösteren, onun kuvvetli imanındır.

Mâdem ki bunları Allâh veriyor, öyle ise senin üzülmemen gerekir.

Çünkü başına gelen belâlar Allâh’dan geliyor. Seni güldüren ve evvelce sayamıyacağın derecede lütûflarda bulunan O idi. Bu gün belâlar verip de ağlatan yine O’dur.

Binâenaleyh üzülmemen lâzımdır. Sabredip, neticeyi beklemek gerekir. Muhakkak ki, bu olan senin iyiliğinedir, bunu şu anda biz bilemeyiz. Fakat, bu belânın Allâh’dan geldiğini bilmekliğin, sabretmekliğin, en büyük belâyı sana hafifleştirir.

Âyet- i Kerimeler ne diyor: “Çok hoşlandığınız şeylerden başka, hoşlanmadığınız şeyler de vardır. İşte bunlarda da bir iyilik vardır.” “Sizin hayır gördüğünüz şeylerin ardında şer’; şer gördüğünüz şeylerin ardında da hayır takılıdır. Takdîr’i Allâh’a bırakın”

Dekkâk Hazretleri (200 tarihinin büyük velisi) uyuza tutulmuş, üzülüyormuş. Hamama gitmiş ve içinden bir mâna gelmiş: “Bu uyuz kimden geldi? Allâh’dan.” Öyle ise bu benim dostumdandır” deyip, hem kaşınmış, hem de kaşınan yerleri öpmüş. Hamamdan çıkınca, uyuzun geçtiğini görmüş. Dekkâk Hazretleri der ki: “- Hastalıklar ve belâlar tevhidi korur.” Yâni, belâlar tevhidin muhafazasına memurdur. Yine Dekkâk Hazretleri der ki:

“Kudret ve kader makasları etini paramparça etse, senin yine şükredip o işin ardında Allâh’ı görmen ve O’ndan olduğunu bilmen lâzımdır.”
Ebu Hureyre (R.A.) naklediyor:

“Biz Resûlullâh’dan işittik, O; mü’mine bir gam, keder ve musibet gelmesi, onun günâhlarının temizlenmesi içindir .”

Yine Hz. Ayşe (R.anhâ) Validemizden naklen bir hadisde:

“- Bir mü’mine bir diken batınca, duyduğu ezâya mukâbil Allâh sevâp yazar.”


Bir başka Hadis-i Şerifde de: “- Allâh bir kuluna hayır murâd edince, ona musîbet verir.” buyurulmuştur.
Tâbi’înden biri, bir arkadaşıyla Basra’yı gezerken bir mağaraya gelmişler. Burada yaralarından cerâhât akan bir adam görüyorlar. Bunlardan biri hasta adama: “Seni burada kimse görmüyor, Basra’ya git ki hekimlere görünüp iyileşirsin” diyor.

 

Bu sözü işiten hasta adam da: “Yâ Rabbî! Hangi günâh işledim ki, bu adamları buraya gönderdin, tövbeler olsun” diyor

Hz. Enes radiyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

     Allah Teâla hazretleri ferman etti:

     “İzzetim ve celalim hakkı için, mağfiret etmek istediğim hiç kimseyi, bedenine bir hastalık, rızkına bir darlık vererek boynundaki günahlarından temizlemeden dünyadan çıkarmayacağım.”

Hazreti Ebubekri ssıddıkın iki sene dişi ağırmış, devamlı Resulullahla beraber gezdiği halde, Aleyhissatu vessema derdini anlatmamış. Bunun üzere Allah Peygamberimize a.s.m. Cebrail aleyhisselamı günderiyor. Diyor Ona de ki: Arkadaşının derdinden haberi yokmu, onun bir derdi var, niye sormuyor? Peygamberimiz a.s.m. Hz. Ebubekri ssıdık r.a hazretlerine, Ya Ebubekir niye anlatmıyorsun senin bir derdin varmış? O da Peygamberimiz a.s.m. “Ya Resulallah: Dostu dosta şikayet olurmu? Diyerek cevap verir.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Ulûhiyetin Kölesi, Risaletin Esiri; Nur Talebesi…

  1. Onlar, Mabudlarının emriyle işledikleri işlerde,
  2. O’nun hesabıyla işledikleri amellerde,
  3. O’nun namıyla ettikleri hizmette,
  4. O’nun nazarıyla yaptıkları nezarette,
  5. O’nun intisabiyle kazandıkları şerefte,
  6. O’nun mülk ve melekûtunun mütalaasıyla aldıkları tenezzühte,
  7. O’nun tecelliyat-ı cemaliye ve celaliyesinin müşahedesiyle kazandıkları tenaumda öyle bir saadet-i azime vardır ki, akl-ı beşer anlamaz. Nur talebesi olmayan bilemez.

Risale-i Nurun hakikatleri bizim iç iklimimizde temizlik meydana getirmezse, o zaman bu dava kil u kal olur. Risale-i Nuru resmî, şeklî beyan etmekle hizmet mi olur? Nurun hizmeti kudsiyet-i Kuranidir, hayattır.

Demek biz, İsm-i Kuddüs’e mazhar olmazsak meyyit oluruz. O zaman malumat kurudur, kabuktur.!

Namaz bizi yıkıyor. İsm-i Kuddüse mazhardır.

“Ben 7 yıl demircilik yaptım; nefsimi emr-i İlahi ile dövdüm. 7 yıl çamaşırcılık yaptım; içimi yıkadım. 7 yıl bekçilik yaptım; kapısını bekledim, içeriye kimse girmesin.”

Bütün riyakârlık şirkinden takva lazımdır. Bütün kebairden takva lazımdır. Nefsin arzularından kurtarmak, nefsanî bir takvadır. Gayz ve gadaptan arınmak, ruhanî bir takvadır.

Demek, Allah’a kurbiyet için necata kavuşmak için İsm-i Kuddüse mazhariyetin peşinde olmak.

!!!Rububiyetin kudsiyeti ister ki, abd istiğfar ile Rabbini bütün nekaisten takdis etsin. “Subhanallah” kuddusiyeti terennüm ediyor.

Hz. Resullullah kim? Önce abd, sonra resul.

Allah’ı bilme keyfiyeti bir kulda artsa, Allah’a karşı kusurunu, aczini her an hatırlıyor.!

Abd-ı Muhsin: Allah’ı görür gibi ibadet edenler.

Abd-i Muhsinin Meşrebi: Sinn-i tekliften (15 yaşından), ta sekerattaki son ana kadar namazdadır, huzurdadır ehl-i huzurdur.!

O’nunla ol!

O’nunla anınla ol!

Dışı,sahra-yı kesrette, İçi umman-ı vahdette, Ezelden dost! Tefekkürü, tesbihtir Tekellümü, hikmettir. Sükûtu, tefekkürdür.Bakışı hikmettir.

İsm-i Kuddüs’e mazhariyet; aczini, fakrini, naksını anlamak gerekiyor: “Bütün dünya beni medh ü sena etse, inandıramazlar ki; iyiyim ve sahib-i kemalim.”

Alkış hissi, şöhret-i kâzibe, hubb-u câh maneviyatın aklını bulandırıyor. Öyle ise çare-i necat: “Kulsun, kusursun, tepeden tırnağa kusursun!”

Bu mana meşrebine maya olmazsa, riyadan kurtulamazsın. “Benim gibi günahkâr bir biçareyi…”

Kendini mahlûkatın en miskini bilmedikçe, rayiha-yı riyadan kurtulamazsın. (Hz. Musa’nın en son imtihanı: Uyuz köpek)

“Benden daha adi, daha alçak dünyada yok.” Bu meşreb; Zünun-u Mısrî’nin meşrebidir.

“Sabikune……….”

Risale-i Nur, meşreb-i sahabedir. Öyleyse bu ayetin işarî telmihî tabakaları içinde Risale-i Nurun meşrebine işaret eder.

Nokta-i hakikatte bu asırda sabikun, Risale-i Nurun halis talebeleridir.

  1. Sırr-ı İhlâs
  2. Hakikat-i Uhuvvet
  3. Sadakat-ı Sıddıkıye ile muttasıf

İslamiyet’in maneviyat hamurunda mana-yı hakiki, ashab-ı suffadır. Muhacirin ve ensardan en evvel onlar iman ettiler. Sabikun: Ashab-ı Suffa

Mehdiyetin ordusu içinde Risale-i Nurun kudsiyet sancaktarı mücerret nur talebeleridir.

Tarikat-ı salife, evliya-i izamın meslek ve meşrepleri dahi bu ordu içinde mevcuttur. Sabır ve şükür ile ashab-ı suffanın meşrebini taşımak…

Cenab-ı Hakkın Nur süpürgesi eski kirleri süpürdüğü için yeni tanıyan bir nur talebesinde bazı haller, şevk hâsıl olur. Çeşitli rüyalar görür. Bunlar geçicidir.

Risale-i Nur davasında sabır ve şükür ile mücehhez ashab-ı suffanın meşrebini taşımak lazımdır.!!!

Risale-i Nurun şahs-ı manevisinin tam mümessili olmak için tefani ve mahviyet sahibi olmak lazımdır.!!

Risale-i Nur dairesinde maddi ve manevi hak dava etmek, Risale-i Nurun şahs-ı manevisine muhalefettir.

Ashab-ı Suffanın zilvarî mümessili olmak için ibadet-i külliye ile kabe-i kemalata çıkmak için köle ve esir olmak lazımdır. Köle ve esaretin unvanını taşıyan her nur talebesi, şükür ve sabır ile mücehhez o zatların (ashab-ı suffa) necm-i nuraniyeti kazananların mümessilidir.

Devr-i müteselsil kaidesince mehdiyet ile ashab-ı kiram omuz omuza veriyor. Mehdi ile Hz. Ebubekir omuz omuzadır. Demek dava-yı Kuraniyeye, ahde sıdk u vefa lazımdır. Değil dünyasını, ahretini de feda edecek.

Ashab-ı Suffa kadar sabr ve şükür ile mücehhez başka gelmemiş. 113 veya 119 ayet Ashab-ı Suffaya bakıyor.!

Tarikattaki huzuzatları gibi bizde de hizmet şarhoşluğu afatından kendini vikaye etmek lazımdır.

Risale-i Nur hizmetinin neticesini maddi olarak görmek arzu ediyordum. Fakat şimdi yanıldığımı anlıyorum. Risale-i Nurun hizmeti nedir?

Birisine Risale-i Nuru anlattın. Eğer o anlatmanda ihlâs varsa, işte hizmet odur. O an içindedir. Yoksa illa netice hâsıl olacak da hizmet olacak demek değildir.

Hizmet yap, unut! Eğer unutmazsan meyl-i tefevvuk ejderha gibi ortaya çıkıyor.. Ucbun ejderhaları … O zaman ihlâs da, uhuvvet de, sadakat de, sabır da, şükür de yok oluyor.

Uhuvvete ihanet, Dava-yı Kuraniyeye ihanettir. İzzet-i İslamiye’yi muhafaza, Kuran’ın hükmiyetini ruy-ı zemine, kalplere nakşetmektir.

“Risale-i Nurun selameti ve şerefi için şahsi elemler, belalar, tahkirler karşısında müftehirane şükretmek, Nurdan aldığım dersin muktezasıdır.”

Zafiyet noktalarına dikkat etmek lazımdır. İnsan, elem ve belalara katlanabilir. Ama tahkiri kolay kaldıramaz.

Şu kafile-i Nur yürüsün fakir de arkasından sürünürse sürünsün.

Bir nur talebesinin kalbinde inkıraz, ruhunda sıkıntı varsa, onun Nurlarla iştigal etmediğinden gelen bir tokattır.

Korkunç bir hastalık: Zahiren hizmetin içinde, hakikatte Nurlarla imtizaç edemiyor. !! Ciddi ve sürekli hizmet için, kıraaten ve kitabeten ciddi meşgul olmak lazımdır.

Risale-i Nur hizmeti çok yüksek fedakârlık istiyor.

AZİZ SIDDIK KARDEŞLERİM,DUALARA VESİLE OLMASI HASEBİYLE.SELÂM DUAYLA

Âciz. Fakir. Alil. Nakıs. Nurlara hadim olmak arzusu ile yaşayan KADİR’in abdi takdim eder

www.NurNet.org

Bazan Kıssadan Hisse Almakta Fada Vardır

Birkac yil önce, bagli bulundugumuz Genel Müdürlük; dört arkadasimla birlikte, beni bir ilimizde, memur statüsünde isci almak üzere görevlendirmisti. Sözünü ettigim ilde on personel alacaktik ve bunlar il müdürlügü bünyesinde görevlendirilecekti.

Biz bes arkadas birleserek, sözünü ettigim ile gittik. Önceden ayrilan bir misafirhaneye indik. Ile gelisimizi kimsenin duymasini istemiyorduk. Besimizin de kanaati oydu ki, hak edeni kazandiralim, siyasi ve diger baskilara boyun egmeyelim. Biliyorduk ki, katilim yogun olacak ve herkes bir “referans’la bizi rahatsiz edecekti, cünkü Türkiye’nin gercegi buydu. Bunun icin cok dikkatli davraniyorduk.

Il’e ikindi vakti gittik, ikindi namazini kilmak icirt tarihi bir cami olup olmadigini sorduk. Biliyorduk ki bu ilimiz cami bakimindan biraz fakirdi. Tarihi bir cami oldugunu söylediler. Bes arkadas, arabamiza atlayarak oraya gittik. Kimse bizi tanimiyor, zaten cami de sehrin biraz disinda, ikindi namazi kilinmis, caminin avlusu bos. Besimiz de sadirvana oturarak abdest almaya basladik. Ayakkabilarimi cikarip coraplarimi da siyirmaya baslamistim ki, ayaklarimin önüne bir takunya kondu. Bu takunyalari önüme kim birakti diye basimi kaldirinca, yüzüme tebessümle bakan, yirmibes yaslarinda bir gencle karsilastim:

“Ben buralari bilirim, siz yabanciya benziyorsunuz; namaz kilana hizmet, Allah’in rizasini kazandirir, Allah kabul etsin!” dedi. Gencin tebessümü, davranisi bizi cok etkiledi. Sordum: “Sen kimsin? Adin nedir?”

“Adim Bilâl. Bu mahallede oturuyorum.”

Bir an abdest almayi birakarak, gencle ilgilenmeye basladim.

“Ne isle mesgulsün Bilâl?”

“Simdilik isim yok. Ama insallah yakinda ise girecegim.”

“Nasil olacak o?” dedim. Yüzüne huzurun ve mutlulugun tebessümünü kusanarak:

“Üc gün sonra …….. Müdürlügünde sinavla adam alinacak. Rabbim, oraya girmeyi nasip edecek; insallah” dedi.

Arkadaslarim da abdest alirlarken, Bilâl’le aramizda gecen bu diyaloga kulak vermislerdi.

“Peki Bilâl, bu zamanda ise girmek zor, senin torpilin var mi? Referansin kim? Ise nasil gireceksin?”

Bilâl’in o mütevekkil halini hic unutamiyorum!

Hepimizin üzerinde bomba tesiri olusturacak sözü söyleyiverdi:

“Benim referansim Allah (cc)’tir; ne güzel vekildir O. Dün gece O’na dilekcemi sundum. Hic yetimin duasini geri cevirir mi O?”

Yâ Rabbi! Ne ise tutulmustuk! Aglamamak icin kendimi zor tutuyordum. Gözlerimin bugulandigini ona göstermemeliydim.

“Bilâl, baban yok mu?”

“Yok, ben üc yasindayken ölmüs. Annecigim büyüttü beni.”

Temiz bir saflik üzerindeydi. Bütün söylediklerini gönülden söylüyordu. Bu, o kadar meydanda idi ki, kalbi adeta yüzüne vurmustu.

“Askerligini yaptin mi?”

“Yaptim ya, hem de cavus olarak.”

“Evli misin Bilâl?” Bir anda gözleri yere düstü. Yine o mütevekkil hâli bütün yüzünü kaplamisti.

“He ya, evli degil de sözlüyüm, insallah, ise girer girmez hemen dügünümü yapacagim!”

“Ama Bilâl, üc gün sonraki sinav icin o kadar kesin konusuyorsun ki, sanki kazanmis gibisin!”

Gözlerini ufka dikti, daldi, sustu ve biraz sonra:

“Ben Rabbimi seviyorum, inaniyorum ki O da beni seviyor. Seven sevene yardim etmez mi?”

Ona söyleyecek lâf bulamiyordum. Allah, bizi kocaman kocaman(!) müdürleri, Bilâl kuluna hizmet etmek icin oraya göndermisti, adeta. Kim müdür, kim garibandi? Bilâl dilekcesini büyük makama verince, melekler harekete gectiler, daireler, müdürler harekete gectiler ve hep birlikte ona kosmaya basladilar; cünkü emir büyük makamdandi. Allah’a malik olan insanin mahrumiyeti söz konusu olabilir miydi? Sormaya devam ettim:

“Bari Bilâl, evlenecek kiz bulabildin mi? Bu zaman-da hem yetim, hem de issize kim kiz verir ki?”

Basini salladi ve “dogru” diyerek ekledi:

“Zor nisanlandim ya. Allah razi olsun, kayinpederim olacak olan insan, “Sözde Müslüman” degil, hakiki mü’min. “Bu zamanda namazinda-niyazinda damat nerde bulunur, hem rizki veren Allah’tir” dedi ve kizini bana verdi. Rabbim rizkimizi verecek insallah.”

Bilâl lise mezunuydu. Ücyüz kisinin katildigi yazili sinavi basariyla gecti. Ve bizler, önümüze sunulan -Bakanlik dahil- tüm referanslari bir kenara koyarak, Bilâl’in referansini en öne koyduk.

Mülakat gününe kadar bizi göremedi. Mülakata girdiginde karsisinda bizi görünce birden sasirdi, yüzü kizardi ve gözleri yere düstü. Sessizligi bozdum:

“Bilâl, bizi tanidin mi?”

“Evet!”

“Peki ne diyeceksin simdi?”

Aglamaya basladi. Cocuk gibi agliyordu. Ister istemez bizler de ona uyduk. Sabah makaminda hickiriklar bogazimizda dügümlenmisti.. Bilâl, ellerini kaldirdi ve dua etmeye basladi:

“Ey Rabbim, ben niyazimi Sana sunmustum. Hâlimi Sana acmistim. Simdi burdaki müdürlerime karsi mahcubum. Ey Allah’im, ben Sen’den baskasindan istememeyi istedim, Sen’den, yine de öyleyim.” Sessizlik odayi doldurmustu. “Ne olur bana izin verin cikayim” dedi.

“Peki Bilâl” dedik, “Güle güle, Allah isini, asini, esini mübarek kilsin!” . .

Allah’tan isteyenler muratlarina erdiler de gayrisindan isteyenler helak oldular. Allah dilerse bütün dünyayi Bilâllere hizmetci yapar. Bilâl yüregine ve safligina ulasmak gerek.

 

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

 

Nereden Nereye Geldik

İnsanları dalaletten kurtarmak için Allah tarafından Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselam ile gelen İslam dini yavaş yavaş yayılmaya başlarken, hanımlardan ilk Müslüman Hazreti Hatice radiyallahu anha validemiz iken,  erkeklerden de ilki Hazreti Ebubekris-Sıddık. r.a.dır. Peygamberimiz vasıtasıyla Allah tarafında bize  gelen hak din ile ilk şeref ve fazilette birinciliği kazanan bu iki cinsin birinci mübarekleri, en sıkı dönemde bile Aleyhissalatu Vesselama destek olup, ta 40 Müslüman oluncaya kadar, İslamiyet’i gizli tutmuşlardır, Ömer-ül Faruk la birlikte 40 olduktan sonra İslamiyeti ilan ederek yavaş yavaş  sahabelerin sayısı çoğalmıştır.

Fakat o mübarek Sahabeler müthiş düşmanlara  karşı gelebilmek ve hak din olan İslamiyet’i yayabilmek için canları pahasına düşmanla savaşıp çarpıştılar. İşte Peygamberimiz (a.s.m.) hayatta iken yapılan savaşlarda birçok şehit vererek, Veda Hutbesi esnasında Sahabeler epeyce azalmıştı. Bundan sonra, Tabiin, Tebe-i Tabiin, Emevi ve Abbasi devletlerinden sonra, İslamiyet Osmanlı İmparatorluğu ile en parlak devrini yaşadı. İşte kâinatın Halıkının getirdiği  dini kabul edip, “İla-i Kelimetullah” (Allahın dinini yükseltme) yolunda canını verme pahasına bile olsa, dedeleri gece gündüz İslamiyet’i yaymak için koşan Müslümanlardan biz âcizler, dedelerimizden bize  en güzel miras olan hak din İslamiyet’i terk etmemek için son derece gayretli olmamız lazım ve elzemdir.

Türk milleti olarak bizler, İslamiyet’i yaşayıp ona sahip çıkmak kadar önemli başka hiçbir iş yoktur. Yani ecdadın bize bıraktığı dini ve dini kaynaklı güzel adetleri yaşayıp onunla iftihar etmek bizim önemli görevimiz ve bizim için çok mühimdir. Çünkü Allah tarafından gelen Kur’an-ı Kerim ile, dünya ve ahiretimizi cennet yapma zenginliğine ancak bu şekilde kavuşabiliriz.

Şunu bilmeliyiz ki, İslam dini kuru teoriden ibaret değildir, onu ancak uygulamaya koyulduğumuz zaman meyvesini alabiliriz. Bu itibarla bizim asıl vazifemiz maneviyattan uzak kalan gençliğe dinin hakikatlerini anlatmaktır.

Dinimizi yaşayıp uyguladığımız zaman dünyaya hakim olduğumuzu görmek için, Tarafsız tarihçilerin eserlerine bakmak yeterlidir.

Sözgelimi tarihin büyük şahsiyetlerinden, Fatih Sultan Mehmed’i düşünelim, Onu Fatih yapan sırlar neler di?

Başta, Allaha harfiyyen itaat eden Fatih’in annesi,  Hüma Hatun  Valide Sultanla, babası Sultan İkinci Murat Hazretleridir. Çünkü o mübarekler, her anne ile babanın en büyük derdi olması lazım gelen, onlara Allah  tarafından hediye olarak verilen evlatlarını, Allahın rızası dairesinde yetiştirmeye titizlik göstermeleridir.

Fatihin babası yaşadığı bir hadiseyi size anlatayım: Anne ile Babası fatihin eğitimine verdikleri önem, Oğulları Fatihte çok güzel meydana çıkmış olur:

Fatih’ın Babası İkinci Murad Hazretleri iptidai derslerini almak için oğlu Fatih’i, hocası Molla Gürani’ye götürmüş. Küçük Mehmet orada ders alırken, padişahın oğlu olduğu için, kendine güvenerek, hocasının sertliğini babasına şikayet etmiş. Babası da hocasını ikaz edeceğini ve sen padişahın oğluna nasıl öyle davranırsın diyerek, hocasına lazım olan dersi vereceğini küçük Mehmed’e  söylemiş. Bu şekilde Fatih olacak oğlu Mehmed’i rahatlatmış. Öbür yandan S.Murad hocası Molla Gürani’ye gidip demiş: Hocam Bizim küçük Mehmet biraz şımarıyor, fakat, tedbirimizi şöyle alacağız:

-Bir gün ben Mehmet’le birlikte mektebe geleceğim. Sana niye oğlumu rahatsız etmişsin diye çekişeceğim, sen de eline sopayı alıp bana, al oğlunu ikiniz de buradan defolun derken, birkaç sopa sırtıma vurup bizi mektepten kovacaksın. Ondan sonra ben küçük Mehmede: İşte ne yaptın? Arkadaşların okurken sen cahil kalacaksın diyerek ikna ettikten sonra, elinden tutup okutmanız için zatı âlinizin huzuruna yalvarmaya geleceğim. Nitekim öyle yapmış. Böylece küçük Mehmedin uslulaşmasını temin etmiş.

İşte, anlattığım gibi Fatih  Sultan Mehmed’in anne ve babası ağızla dua yaptıktan sonra, makbul dua yerine geçecek, tedbiri de alarak o tedbir fiili dua hükmüne geçmiş, kavli fili vazifelerini yaptıktan sonra işi Allaha havale etmişler. Çünkü “Anne ile babanın evlatlarına karşı dualarının makbuliyeti, Peygamberlerin a.s.m. ümmetlerine karşı yaptıkları dualar gibidir” hadisi şerifini onlar bizden daha iyi anlamışlar. Evet, ebeveynler evlatları için bu kadar ciddi uğraşmaları neticesinde, bakın Fatih’in olgunluğuna:

-Herkesin bildiği gibi, 21 yaşında Padişah olan Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri, Peygamberimiz (a.s.m.) ın “Letüftehannel Kostaniyyetu. Feleni’mel Emiru Emiruha, feleni’mel ceyşu zalikelceyş” meâli (İstanbul fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır, onun askeri ne güzel askerdir.) Hadisi Şerifini Fatih düşünerek “Ah! İstanbul’un fethi, bana  nasip olacak mı?” diyormuş. Çünkü o biliyordu ki, birçok hükümdar fethetmek için İstanbu’la  yürüdükleri halde onlara nasip olmamıştı.

Fatih Edirnedeyken İstanbul’u Fethe hazırlanırken bir gün  halkı denemek için, tebdili kıyafet ederek esnafı denetlemek ister,  ilk olarak bakkalın birine gider.  Bakkaldan yağ ile bal ister, bakkalcı kıyafetinden ötürü kendisini tanımadığı Fatihe istediği kadar yağ verdikten sonra, kusura bakmayın, ben sabahtan beri takip ediyorum, köşedeki bakkal siftah yapmadı, sana zahmet balı oradan alsanız memnun olurum deyince, Fatih sevinerek oradan ayrılır. Bir rivayete göre öteki bakkaldan balı aldıktan  sonra bir kasaba gider, kasaba iki okka kuzu eti verir misin der eti aldıktan sonra, kasaba bir takım ciğer de ver deyince, kasapta Fatihi tanımadığı için  kardeşim ne olur ciğeri yol ağzında ki kasaptan al deyince; Fatih aldığı cevaplardan çok memnun kalarak, kendi kendine, Allah’ın yardımı ile, bu halkla ben İstanbul’u fethederim diyerek, Orduyu hümayun’u İstanbul’un fethi için hazırlamaya başlar ve hazırlar.

İstanbul’un surlarını kırabilecek güçte topları kendi icat ederek döktürüyor.  Bununla beraber haliç tarafından İstanbul’u muhasaraya almak için, insan ve hayvan gücüyle, yetmiş kadar gemiyi Beşiktaş’tan Kasım Paşaya  kızaklar üzere, getiriyor. Kendisi de Ordu-i Hümayunla birlikte İstanbul’un surlarını kırıp dağıtmak için yarı gecede geliyorlar. Yoluna manevi ışık tutması için, Alim ve maneviyat abidesi hocası Akşemseddin’i yanında getirip Topkapı’ya  geliyorlar. O esnada askerine: Yatıp biraz istirahat etmelerini emrediyor. Sabaha karşı, ateş et emri etmeden önce, askerlerin takva sahiplerini seçerek sağ avucunu yağ yanağına koyup sünnete uygun yatanları kaldırıp onlarla savaşın ilk hareketini onlarla başlatıyor. Böylece bildiğiniz gibi düşman Ulubatlı Hasanın bir kolunu koparıyor, Ulubatlı öteki eli ile “Lailahe illallah Muhammedür-resülullah” yazılı Hilafet bayrağını surlara dikiyor. Nihayet İstanbul fethediliyor.

Sonra Müslüman’lar İstanbul’a yerleştikten sonra, papazlar hakimiyetimiz elimizden gitti deyip dışarı çıkmamaya karar vermişler. Fatih bunu öğrenince, zaptiyelerini  gönderip papazları yanına getirterek onlara demiş ki: İşte size padişahın mührünü taşıyan birer kağıt; gidin bununla mahkemelere serbest girin ve orada görün İslam’ın  adaletini. Siz oralarda İslam’ın adaletini gördükten sonra, inanacaksınız ki, bizim idaremiz altındaki hayatınız önceki hayatınızdan daha rahat olacaktır. Onlar da oradan çıkarlar, mahkemeler ancak Edirne ve Bursa’da bulunduğu için, Papazlar vapura binip Bursa’ya giderler ve orada bir mahkemeye girerler. Girdikleri mahkemede kadının huzurunda şöyle bir davadan iki kişi mahkeme olduklarını görürler:

Biri bir vatandaşa bir tarla satmış, tarlayı alan adam, tarlayı sürerken, sabanın demiri, altınla dolu küpün kapağını kaldırmış, bunu gören tarla sahibi, hemen küpü tuttuğu gibi, tarlayı aldığı adama götürüyor ve diyor ki: Kardeşim al altınlarını, ben tarla aldım, altın almadım. O da buna, ben içinde ne varsa tamamını sattım, alamam bana haram olur diyor ve işin halli için davayı  mahkemeye veriyorlar. Mahkemede kadı adaletli kararını vermek için,  her ikisini nüfuslarını teker teker sorar ve öğrenir ki, birinin bir kızı, ötekinin de bir oğlu bekâr varmış.  Nihayet kadının hükmü, bu çocukları evlendirin de bu altınları beraber harcasınlar. Bu hükmü dinleyen papazlar, hayran kalarak oradan ayrılırlar.

Şimdi biz tarihimizden gelen bu mükemmel adaleti öğrenince, düşünüp yakinen inanmamız lazım ki, insan Allah’ına ne kadar sağlam bağlanırsa o kadar mükemmel iş yapar ve Allah’ın rızasına muvaffak olur.

-İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya yı cami yapıp ilk Cuma namazını orada kılmaya hocalarının re’yi ile kararlaştırırlar. Hocalar aralarında şöyle bir karar vermişler. “Yatsı ve ikindi namazının sünnetini terk etmeyen kim ise Ayasofya da ilk Cuma namazını o kıldıracaktır.” Vakit gelmiş bu kelimeler ile seslenerek imam ararken,  yine İstanbul’un Fethi ile müjdelenen Fatih Sultan Mehmet Han Hazretlerine İstanbul’da ilk Cuma namazını kıldırmak şerefi nasip olmuş. Böylece Fatih, sünneti gayri müekked olan yatsı ve ikindi namazlarının sünnetlerini de terk etmediği ortaya çıkıyor. (Haşiye) İşte, Fatih Sultan Mehmet Hanın başarısının sırlarından bir kaçı.

(Haşiye) (Bazısı bunun hakikatini bilmediği için, yatsı ve ikindinin sünnetini Peygamberimiz (a.s.m.) terk etmiştir diyor ve terk etmek sünnettir diyor. Fakat bunlar bilmiyorlar ki: Takva cihetine bakılırsa Peygamberimizin (a.s.m.) yaptıklarının hafif taraflarını değil, ağır taraflarını almak daha iyi olur. Hatta takvayla amel edenler başka mezhebin hafif tarafını alamazlar,  fakat ağır tarafını rahatlıkla alabilirler. Mesela Hanefi mezhebinde olanlar, Şafilerin kan akınca abdesti bozmama meselesini alamazlar. Fakat evlenmesi caiz olan kadının çıplak eline çıplak eli o hanımın çıplağına temas etse abdesti bozulur, meselesini rahatlıkla alabilirler ve bunu tatbik de edebilirler.

Evet, bu kadar Allaha bağlı ve itaatkâr olan bir padişaha, Rahim olan Allah, ona layık ihsanını başarılarla gösteriyor. İşte bütün Müslümanların, bilhassa Türklerin şeref ve övgüsü olan Fatih Sultan Mehmet han hazretleri 28 yıl padişahlığı süresince  2 imparatorluk 14 devlet ve 200 şehir fethetmiştir.

Evet! Kâinatın yaratıcısı olan Allah, Takva sahiplerine ve Onun mükâfatı olan cenneti ile müjdeliyor ve  Allahın kanunlarına isyan edenleri ceza yeri olan cehenneme atması de mahzı adalet oluyor. Evet Fatih gibiler böyle sağlam imanla dünyaya meydan okumuşlar. Osmanlının o parlak devrinden sonra, duraklama devri başlamış ve dış düşmanların  münafikane yaptıkları hileler neticesinde, işte 300 senedir yavaş yavaş Müslümanları yıpratmaya çalışmışlar. Onlar asil hedeflerine yirminci asırda ulaştılar. Tahribatlarının en büyüğü olan sefahatlerini teknikle ve fen ilimleri ile sarıp biz Müslümanlara kabul ettirdiler. Fakat onların o sahtekarlıkları günden güne, yalınız Müslümanların nefretlerini kazanmakla da kalmayıp, yaydıkları dinsizlik ve insanlıkla bağdaşmayan inanç ve hareketler, kendi memleketlerinde ki insanlarında nefretini kazanıp, onlarında fıtri ihtiyacı olan hak dine meyilleri günden güne artıyor.

Geçmeden bunu da ifade edeyim, günümüzde bazı Müslümanlar, dinin, bazı hafif taraflarını işlerine geldiği için onlara sarılıyorlar.

Bu hal başka değil, ancak şuna benzer: Bir insan, ayaklarım var ya, öteki azalarım olmasa da olur. Veya Gözlerim var ya kulaklarım olmasa da yaşarım demeye benzer. Halbuki iki hayatta rahat ve mutlu yaşamamız için Allah’ımız bize emrettiği ibadetlerin tamamını, yani onları  uygulamaya çalışmak gerekir.

Evet! Bu bize gösteriyor ki, bir insanın imanı ne kadar zayıflarsa, o, o kadar dini hayatından taviz verebilir. Öyle ki, benim Müslüman vatandaşım ufak bir iş bahanesi ile, namazını terk edebiliyor. Benim işim yorucu veya midemde biraz rahatsızlık var diyerek orucunu bozabiliyor. Veya, bir imansız doktorun, sen oruç tutamazsın demesi ile oruç tutmaya yanaşmıyor ve saire.. Allah bizi ve din kardeşlerimizi bu gaflet uykusundan uyandırsın. Amin!..

Bugün insanlara örnek olabilecek insana çok ihtiyacımız var. Müslüman olan erkek ve hanımlar her hareketleri ile insanlara örnek olmaları icap ediyor. Bozmak kolay yapmak zor olduğu için, yirmi günde yirmi kişinin yapamayacağı bir binayı, bir kişi bir günde harap edebiliyor. Biz batı diye diye ahlakımızı atarak battık.  O hale geldik ki televizyonda, kadın taytla külotla namaz kılabilir mi? Kadın erkekle ayni safta, başı açık namaz kılabilir mi? meseleleri tartışma konusu yapıyoruz. Allah’ım bu gibiler gibi olmaktan bizleri muhafaza eylesin.

Bunu herkes bilmeli ki, dini bilgilerden habersiz, dinden uzak bir haldeyiz ki, ecnebiler bir kaç kuruş paraya gafillerimizi satın alıp menfaat için onların dinlerine muvakkaten de olsa sokabiliyorlar. Halbuki, dinine bağlı bir Müslüman, mantığını kullanarak kendi dinini terk edip, hükmü geçmiş, başka bir dine kat’i surette giremez. Eğer girse mantığın değil, duygularının ve hislerine mahkûm olmanın neticesinden girer. Yani ya para için veya başka bir menfaat için girer. Çünkü dinsiz olmak için düşünmek lazım değil. Fakat dinine sahip çıkmak ve dindar olmak, mantığın kendi eseridir. Dindar olmakta iş var görev var, fakat onunla beraber, Dinine sahip olan kimsenin mantığı, aldığı o manevi bilgiler, onu o mes’uliyeti taşımağa mecbur ediyor ve ne pahasına olursa olsun bildiğini uygulamaktan geri kalamıyor. Çünkü, vazifesini yapmazsa karşıda nasıl bir zararlarla karşılaşacağını kesin olarak inanıyor ve inandığının gereğini yapıyor.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org