Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Bugün Düşmanın Karşısına, Fikir, İlim Ve Teknik İle  Çıkılabilir

Nasıl ki Firavun zamanında sihirbazlık çok ileri gittiği için, Allah o halkı, Firavunun şerrinden kurtarmak için ve onun ümit beslediği sihirlerini bozmak için,  Ulul-Azm bir Peygamber olan Hz Musa a.s mı onun karşısına çıkarmış, ve Hz Musa ya sopasını mucize yaptı. Firavunun haklı çıkmak için topladığı sihirbazların sihirlerinin tamamını, Allah Hazreti Musa a.s.’ın asasına yutturarak onları perişan etti. Perygamberimiz (a.s.m.) devrinde de fesahat ve belagat çok ileri gittiği için, Şanı yüce olan Allah’  Peygamberimiz Aleyhissatu vesselâm ile, kırk vechi icaza sahip olan Kur’ani Kerimi ile gönderdi. Bu sayede Kur’ân-ı Kerim  karşısında meşhur şairlerin şiirlerinin kıymetleri düştü. Bu sepeple onların edipleri Kâbe’nin duvarında astıkları “Muallekatı seb’a” (asılı yedi levha) namı ile meşhur levhaları indirdiler. Hatta Lebidin kızı “Fesdê’bima tûmer” Âyeti Kerimenin belagatini görünce, Kâbenin duvarında asılı olan babasının şiirini kendi eli ile indirmiş ve demiş ki: Kur’an karşısında bunun kıymeti kalmadı.

Bunu unutmayalım ki, her devirde, o devrin kendine göre geçer akçesi;  kabul edilir sözü; ve o devrin düşmanını mağlup edebilir özel bir silahı vardır.  Bu zamanda o silah ise, ilimdir ikna metodunu bilmektir. Bizde bunları kullanmasını bilelim ki, yaşanan devirdeki düşmanlara mağlup olmayalım. Hal böyle olunca!  Yaşadığımız  bu “Ahır zaman” (Son zamanın)  dehşetini bilip, düşmanların, üzerimize nereden ve nasıl saldırdıklarını görmemiz ve bilmemiz lazım ki, onların hile ve şerlerinden kurtulalım. Çünkü bu gün düşmanın silahları üzerimize tek cihetten değil, her taraftan geldiği için, biz tedbirimizi ona göre almamız icap ediyor. Hatta yalınız Düşmana karşı gelmek değil, düşmanın sözlerine aldanmış ve aldanabilir kimselerinde ellerine de silah olarak inkâr edilmez deliller vermek bize düşüyor.

Biz de, ehil olmayan kimselerin sözlerinin tesirinde kalmak değil, belki 1400 kûsur seneden beri milyonlarca mübarek zatların yürüdükleri geniş sünneti seniye caddesinden ayrılmayanların peşlerinden gideceğiz. Böylece İslam kültürünün kaynağı olan Kitap, (Kur’ani Kerim) Sünnet, ( Peygamberimizin a.s.m. Söz ve davranışları) İcma’ı Ümmet (Âlimlerin birleşerek kabul ettikleri meseleler) ve Kıyası Fukaha’dan ( fıkıh âlimlerinin kaynaklarda cevabını bulamadıkları meselelere kıyaslı hükümlerinden) dersimizi sağlam alalım. Bunları takip edip sağa sola, patikalara girmeden, yukarıda bahsettiğim  E-5 gibi o büyük caddeyi devam eden Bediüzzaman Said Nursi nin meydana getirdiği Risale-i Nur eserlerini okuyalım ve onlardan imanımıza kuvvet katalım. Çünkü o eserler bu zamanın ihtiyaçlarına cevap veren eserlerdir.  Böylece ileride düşmanlarımıza karşı maskara olmamak için nasıl davranacağımızı bilmiş oluruz.

Bilelim dedim, servetlerin en büyüğü en güçlüsü ilimdir. Kainat kitabında  mevcut olan fenleri öğrenip bilmektir. Hele dinini yaşayan Müslüman’ın  elinde ilmin tesiri büyüktür. Katolik ve Hıristiyanlar dinlerini bıraksalar daha çok ilerlerler. Çünkü onların dinlerinin hükmü geçmiş bir din olduğu için öyledir. Bizim dinimizin hükmü ve tesiri ile, 1400 kûsur sene ayakta durmuş ve kıyamete kadar duracaktır İnşallah. Müslüman, ancak dinini yaşadığı  zaman, karşısında hiçbir kuvvet duramaz. İnanmazsanız Tarihe bir göz atıp bakabilirsiniz . ” Su uyur düşman uyumaz” ata sözü boş söz değildir.

Gördüğünüz gibi, can damarımızdan vurmak için düşmanlar pusuda bekliyorlar. Kurtuluş çaremiz onlar gibi  saldırgan değil, korunma pozisyonunda vazifemizi yapabilsek, ne mutlu bize. Şimdi bize lazım olanı şu, ilk başta, onların şerlerinden Allaha sığınacağız.  Ondan sonra öğrenip bileceğiz nelerdir düşmanların silahı. Onların kullandıkları zehirli bal hükmünde ki demagoji sözlerin tesirini, bize yaptıkları aşıları vücudumuza almadan nasıl kurtulacağımızı bileceğiz. Ancak bu şekilde ayakta kalabilmeyi başarabiliriz.

Bizi maddeten geri bırakmak için, ilk önce en kıymetli malımız olan imanımızdan bizi etmeleri onların ana hedefleri idi ve o metot onlarda devam ediyor. Buna karşı onlardan korunmak için hangi metot la cevap verebileceğimizi çok iyi araştırıp öğreneceğiz. Ancak bu şekilde iki cihan saadetini temin etmek için bize ihsan edilen iman ve İslamiyet’i elimizden kaçırmayacağız. Yoksa usul ve metot bilmezsek, tohumu tarlaya atacak yerde denize atmış oluruz ki, edeceğimiz zararın miktarını tarif edemeyiz .

Meydan savaşları çok geride kaldı. Bugün düşman, kıtalararası füzelerle savaşırken, biz hançeri kınına sokmayıp onunla, onlara hava atmaya kalkışırsak, önceden mağlubiyeti kabul etmek zorunda kalırız ki, bu da Müslüman’a hiç de yakışır bir vaziyet değildir.

Bu sebeptendir ki, Müslüman’ın kârı da zararı da yalınız kendine mahsus kalmaz. Onun her hal ve hareketi yalınız kendinin değil, cemiyetinin de menfaat ve zararı olduğunu düşünmek zorundadır. Çünkü onun yaptığı bütün fayda ve zararlar, cemiyete de mal olabilir. Mesela, biz ticaretle uğraşırken tedbirli davranmayıp zarara uğrasak, o zarar başta bizi etkilediği gibi, çevremizde bütün bizi sevenleri de etkileyip rahatsız eder. Aynı bunun gibi, mantıki ve makbul bir işi de başarıyla yaptığımız zaman, hasetçilerin dışında bütün bizi tanıyıp sevenlerden alkış toplayıp Maşaallah, Barekâllah gibi kelimelerle övüleceğiz.

Evet Hakiki kardeşlik ancak aynı esaslara inanmaktan geçer ”Zaten ayeti kerimeyle de “Mü’minler ancak kardeştirler” (Hucurat 10) da buyrulmuştur. Biz, Cahilin İslam kadrosunda yeri olmadığını bilmeliyiz. Allahtan bize emredilen bütün farzları yapmadan önce o farzları nasıl yapacağımızı öğrenip bilmemiz lazım ki, yaptığımız iş veya ibadet bir şeye benzesin. Tembel Müslüman da dindaşlarımızın yüz karası olmamak için, cehaletten ve tembellikten kurtulmaya âzami gayret etmeli.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Risale-i Nur Okuyanın Hissedeceği Değişiklik

Risale-i Nurların okunması, tekrarlandıkça tekrarlanır; fakat onu okurken ne usanç verir, ne de ona doyulur!

Risalelerden hisse alıp ders halkasına giren bir kişi, kısa bir süre sonra kendinde değişiklik his edecektir, Onlardan aldığı kuvvetle Allahın yarattıklarına  baktığı zaman, yapılmış olan  İlâhî fiillerden hisse alır, Onlarda ki yaradılış mührü Allah tarafından darb edildiğini fark ederek teşhisini koyar..

Risale-i Nur’ları okumaya başlayan insanlar, kısa bir süre sonra, hattâ bazan Risaleleri okurker ilk satırlarından itibaren, kâinatı bir kitap gibi okumaya başlayarak duygularında değişiklik hissetmeye başlarlar. Bu, hal insan için yeniden doğuş demektir.

Çünkü, daha önce görmediklerini görmeye başlar, görmüş  olsa bile, samimi ve dikkatli bakmadığı için önem verilmeyen varlıklar vardı, şimdi bütün onlar onun âleminde başka renk almış oldular. Kışıyla, baharıyla, yeriyle, göğüyle, canlıları, cansızları, geceyi ve gündüzüyle, yani her şey Risale- Nurlarla rengini değiştirdi. Yer ve Gökler Rabbinin birer mektubu olduğunu his edip ona göre ciddi inanmaya başlar. İnandıktan sonra Kur’anın emirlerine itaat etmeye kendini zorlar.

Risaleler sanki kâinatta görülen mektupların şifrelerini çözmek için yazılmış eserler? Ne kadar güzel çözüyor. Ve o eserlerdeki şifreleri insana çözdürüp okutuyor. Böylece, bir taraftan dersleri tekrarlama aşkı, öbür yandan daha önce eline geçmeyen kitaplar eline geçince, onları da okuyunca insanın zevk ve şevki artmaya başlıyor. Bu hal insanı Risaleleri daha fazla okumaya sevk ediyor.

Yukarıdaki tabirlerde görüyoruz ki, Nur Risalelerini okuyunca onlarda manevî hazineler var olduğunu insana ders veriyor.  Kısa bir süre sonra, kâinattaki eserlere baktığı zaman, onlar Halikın birer mu’cize eserleri olduklarını Nurlarla uyanan kalbe gösteriyor. Böyle bir insanın iç alemi nurlandığını duyguları, aklı ve kalbi his etmeye başlıyor. Aşağıda Risale-i Nurlar yukarıda ki yazıları daha net anlatıp tasdik ettiklerini göreceksiniz:

“Risalei- Nur hiçbir şeye âlet olmadığını ve rıza-i İlahiden başka hiç bir maksada vesile olmadığını ve doğrudan doğruya her şeyden evvel iman hakikatlerini ders vermek ve biçare zayıfların ve şüpheye düşenlerin imanlarını kurtarmak olduğunu, elbette sizin gibi Nurun has  şakirtleri biliyorlar.” (Emirdağ Lâhikası-I sh:272)

Taklidi imanın mukavemet edemediği ahir zaman fitnesi ceryanına karşı Risale-i Nur ve onun hâlis ve sâdık talebelerinin çare olduğunu nazara veren Bediüzzaman Hz.nin bir kısmında deniliyor ki: Bu âhır zaman fitnesinden, eski zamandan beri bütün ümmet istiâze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından,, Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kespetmiş ki, Kur’ân ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş. Ve Hazret-i İmam Ali (r.a) üç kerametle ona beşaret vermiş. Ve Gavs-ı Âzama (r.a) kerametkârâne ondan haber verip tercümanını teşci etmiş.

Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinad kaleleri sarsılmış ve uzak­laş­mış ve perdelenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücu­muna mukavemet etti­re­cek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazi­feyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herke­sin anlaya­cağı bir tarzda, hakaik-i Kur’âniye ve imani­yenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhan­larla ispat ederek, o iman-ı tahkik­îyi taşıyan hâlis ve sâdık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şe­hir­lerde, hizmet-i imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli ku­tup gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i isti­nadı ola­rak, bilinmedikleri ve gö­rünmedikleri ve görü­şülmedik­leri halde, kuvve‑i mâneviye-i itikadları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalble­rine verip mü’minlere mânen mukavemet ve cesaret ve­riyorlar.» (Mektubat sh: 466)

Aynı mevzuda şu beyanlarda sarihtır:

Ben dünyanın halini bilmiyorum, fakat Avrupa’da istilâkârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal’a olduğu gibi, âlem-i İslâm’ın ve Asya Kıt’asının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeğe vesile olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir.

Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek resmen neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsun.

Acaba bu yirmi sene zarfında iman-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı; bu dehşetli asırda, acib inkılab ve infilâklarda bu mübarek vatan, Kur’anını ve imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi? (Mektubat sh:482)

“Çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihette hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbab altında Risale-i Nurun şimdiye kadar futuhatı ve zındıkla ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve her biri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor, İnşaallah daha edecek.” (Kastamonu Lâhikası sh:107)

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

İman Hizmetkarları Şahsi Ve Manevi Zevklerle Meşgul Olmazlar

Zaman iman kurtarma zamanıdır çünkü:

“Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda iman kurtaran on el var idiyse, şimdi bire inmiş. İmansızlığa sevk eden sebepler eskiden on ise, şimdi yüze çıkmış. İşte böyle bir zamanda imâna hizmet için, dünyaya el atmadım dünyayı terk ettim.” (Sözler sh: 760)

Ben tahmin ediyorum ki eğer Abdülkadir Geylani (r.a) ve Şah-ı Nakşibend (r.a) ve İmam-ı Rabbanî (r.a) zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i İmaniyenin ve akaidi islamiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız cennete gidilmez, fakat tasavvufsuz cennete  giden pek çoktur. Ekmesiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir,hakâiki imaniye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise: Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak, elbette kâr-ı akıl değildir. İşte otuzüç aded Sözler, böyle Kur’anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.

Mâdem hakikat budur; esrar-ı Kur’aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve dalalet vadilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.” (Mektubat sh:23)

“Her şakirdin vazifesi yalınız kendi imanını kurtarmak değil, belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. Oda hizmete ciddi devamla olur.” Kastamonu Lâhikası sh: 202)

Sözler namındaki envar-ı Kur’aniye ise, en mühim ibadet olan ibadet-i tefekküriye nev’indendir. Şu zamanda en mühim vazife, imana hizmettir. İman saadeti ebediyenin anahtarıdır.”Barla Lâhikası sh: 328)

“Bu zaman imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-i sülük-ü kalbi ile tarikat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkülat bulunduğundan. Nur dairesi hakikat mesleğinde gidip, tarikatlerin faydasını te’min eder.”Emirdağ Lâhikası-I sh:242)

Hadis-i şerifte vardır ki, bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyundan daha hayırlıdır.” (1) “Bazan bir saat tefekkür bir yıl ibadetten daha hayırlıdır.” (2)(Emirdağ Lâhikası-I sh: 104

“İmanın rükünlerinden birisinde hasıl olacak bir şübhe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lâkaydlıktan pek çok defa daha felâketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki; şimdi en mühim iş, taklidî imanı tahkikî imana çevirerek imanı kuvvetlendirmektir, imanı takviye etmektir, imanı kurtarmaktır. Herşeyden ziyade imanın esasatıyla meşgul olmak kat’î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir. Bu, Türkiye’de böyle olduğu gibi; umum İslâm dünyasında da böyledir.” (Sözler sh: 749)

Biz, imanı kurtarmak ve Kur’ana hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünki en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara mübtela olsam ve
zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmağa Kur’andan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.”(Emirdağ Lahikası-I sh: 195)

Risale-i Nur iman kurtarması cihetiyle o dar dairesi madem hayat-ı bâkiye ve ebediyeyi kurtarıyor. Bir milyon talebesi bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebediyesini temine çalışmak, bir milyon insanın hayatı faniye-i dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş olması, Eski Saidin o rüya-yı sâdıka gibi olan hissi kablelvuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini gördüm.” (Emirdağ Lâhikası –II sh: 112)

“Madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şübheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan erkan-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette herşeyden evvel imanımızı taklidden tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.”

(Şualar sh: 166)

“Bu zamanda en büyük ihsan, bir vazife imanı kurtarmaktır, başkalarının imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır.”

(Emrdağ Lâhikası-I sh: 62)

“Biçare hocalar, Nurların kıymetini bilmiyorlar değil, belki derd-i maişet o heyet-i ulemadaki büyük hocalara itimad edip ve kendi tahsil ettiği ilm-i dini kendi imanını kurtaracak derecesindedir zanniyle lâkayt kalıp ruhsatla amel etmeye kendilerine fetva veriyorlar.” ( Emirdağ Lâhikası-I sh:214)

«Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannedi­yorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtar­mak yolunda dünyamı da feda et­tim, âhi­retimi de…. Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin –adedini de bilmiyorum ya, öyle diyor­lar. Af­yon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha zi­yade– ima­nını kurtar­maya ve­sile oldu. Ölmekle yalnız ken­dimi kurtaracaktım fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşak­katlere tahammül ile bu kadar imanın kur­tulma­sına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd ol­sun.» (Tarihçe-i Hayat sh: 629)

“Hususi vasifemiz de Kur’anın imanî hakikatlerini tahkiki bir surette ehli imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebediden ve daimî berzahî hapsi münferitten kurtarmaktır.”  (Şualar sh: 313)

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Peygamberimiz İktisadı Nasıl Uyguladı

Risale-i Nurda 130 Eserden En Kıymetlisi İhlas, Sonra Uhuvvet Ve En Son İktisat Risaleleridir

Üstadımız, İktisadı bize ders vermek için, çorbanın suyunu içermiş. Tanelerini karıncalara verirmiş. Bu hal bize, Peygamberimiz a.s.m.  hayatında iktisadı acaba nasıl uygulamış, bizler de bilmemiz  çok lazım ve elzem olduğu için bu yazıyı nazarınıza arz ediyorum:

Allâh Resûlü zaman zaman yokluk sebebiyle uzun süre açlık çekmiş, varlık zamanlarında da irâdî olarak azla yetinerek, elindekileri dâima ihtiyaç sâhiplerine vermiştir. Efendimiz’in bu vasfı, onun zühd hayâtının esâsını teşkil eder. Ebû Talha -radıyallâhu anh- anlatıyor; “Resûl-i Müctebâ Efendimiz’e açlıktan şikâyet ettik ve karınlarımızı açıp gösterdik. Herkes karnına bir taş bağlamıştı. Resûlullâh da karnını açtı. Baktık ki onun karnında iki taş vardı.”1(Tirmizî, Zühd, 39)

Yine birgün, Hz. Fâtıma pişirdiği çöreğin bir parçasını Resûl-i Muhterem’e getirmişti. Efendimiz:

“ – Bu nedir? ” diye sorduğunda, kızı Fatıma,

– Pişirdiğim çörektir, size getirmeden canım çekmedi, dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:

Allâh Resûlü’nün çektiği bu sıkıntılara, onun uğruna canlarını ve mallarını her zaman fedaya hazır olan ashâbı da katlanıyordu. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- geçmişteki fakirlik günlerini ve çektiği sıkıntıları anlatırken bazen açlıktan karnını yere dayadığını, bazen de karnına taş bağladığını söylerdi. (Buhârî, Rikâk, 17) 2

Görüldüğü gibi İslâm’a dâvet ve tebliğ, maddî imkânsızlıklar içerisinde başlamış ve oldukça uzun bir süre böyle devam etmiştir. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- söz konusu darlıktan zerre kadar şikâyetçi olmamış, ashâbına, çekilen sıkıntıların Allâh katındaki ecrini hatırlatarak sabır ve metânet tavsiyesinde bulunmuştur. Meselâ Allâh Resûlü, namaz esnâsında açlığın verdiği tâkatsızlık sebebiyle ayakta duramayarak düşüp bayılan Suffe ashâbını; “Allâh Teâlâ’nın, katında sizin için neler hazırlandığını bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.”buyurmuş. ( Tirmizî, Zühd, 39) sözleriyle teselli etmiştir.

Aşağıda nakledeceğimiz haber ise, Sevgili Peygamberimiz ve iki güzîde sahabîsinin çektikleri açlığın boyutlarını göstermesi bakımından oldukça mânidardır. Sevgili Peygamberimiz bir gece evinden dışarı çıkmıştı. Bir de baktı ki Ebûbekir ve Ömer de dışarıdalar. Onlara:

“– Bu saatte sizi evinizden dışarı çıkaran sebep nedir?” diye sordu. Onlar:

– Açlık, yâ Resûlallâh! dediler. Peygamberimiz:

“– Gücü ve kudretiyle canımı elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki sizi evinizden çıkaran sebep, beni de evimden çıkardı, haydi kalkınız!” buyurdu. İkisi de kalkıp Resûl-i Ekrem’le birlikte Ensâr’dan birinin evine geldiler. Fakat o zât evinde değildi. Hanımı Resûlullâh’ı görünce:

– Hoş geldiniz, buyurunuz, dedi. Efendimiz:

“– Falan nerede?” diye sordu. Kadın:

– Bize tatlı su getirmek için gitti, dedi. Tam o sırada ev sâhibi geldi, onlara şöyle bir baktıktan sonra:

– Allâh’a hamdolsun! Bugün, hiç kimse misafir yönünden benden daha bahtiyar değildir, dedi. Hemen gidip içinde koruğu, olgunu ve yaşı bulunan bir hurma salkımı getirdi:

– Buyurunuz, yiyiniz, dedi ve eline bir bıçak aldı. Resûlullâh Efendimiz:

“– Sağılan hayvanlara sakın dokunma!” dedi. Ev sâhibi onlar için bir koyun kesti. Onlar da koyunun etinden ve hurmadan yediler; tatlı sudan içtiler. Hepsi yemeğe doyup suya kanınca Fahr-i Cihân Efendimiz, Hz. Ebûbekir ve Ömer’e şöyle dedi:

 Allâh Resûlü’nün evindeki temel gıdâ maddelerinin başında hurma, süt ve arpa ekmeği gelmektedir. Ancak hurma ve süt dâimâ bulunmazdı. Nitekim Peygamber Efendimiz’in hâne-i saâdetlerinde bir veya iki ay gibi uzun bir süre ateş yanmadığı olmuş, bu esnâda aile efrâdı umumiyetle hurma ve su ile idare etmişlerdir. (Buhârî, Hibe, 1)

Yine Aişe vâlidemizden nakledildiğine göre Peygamberimiz’in âilesinin iki gün arka arkaya arpa ekmeğiyle, bir başka rivâyette de üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadığı ifâde edilmektedir. (Müslim, Zühd, 20-22)

Gerçi Efendimiz zamanında Hicaz bölgesinde hem arpa hem de buğday, elde edilmesi ve bulunması zor olan yiyecek maddelerindendi. Bununla birlikte her ikisine de sâhip olma imkânı en fazla olan, yine Peygamberimiz idi. Fakat Resûl-i Ekrem, hiçbir zaman içinde yaşadığı toplumun sâhip olmadığı imkânları elde etme ve onlardan farklı yaşama gibi bir temâyül içinde olmamıştır. İnsanlar açlık çekmişse, buna herkesten çok kendisi ve ailesi mâruz kalmıştır. Oysa Cenâb-ı Hak tarafından Resûlullâh’a, dilerse kendisi için Mekke vadisinin altına çevrilmesi teklif edilmişti. Ancak o, bunu kabul etmeyerek bir gün tok, bir gün aç kalmayı tercih etmiş ve; “Allâhım! Acıktığım zaman sana tazarrû ve niyâzda bulunurum, doyduğumda ise sana hamd ve sena ederim.” ( Tirmizî, Zühd, 35) diyerek mucizevî ve imtiyazlı bir hayât tarzı istememiş, içtimâî kanunlar neyi gerektiriyorsa ona uygun bir yaşayışı Rabbi’nden niyaz etmiştir.

Bununla birlikte Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘in hayât tarzının temelinde, yokluğa teslîm olmama ve yokluk karşısında bile aynen varlıklı insanlar gibi haysiyetini koruma gayreti bulunmaktadır. Yani onun sünnetinde, yokluk karşısında bir bakıma yıkılan, bunalan, ümitsizliğe kapılan isyankâr ve mutsuz insan tasviri değil, her şeye rağmen ayakta durabilen, metânetli, iyimser ve ümidini yitirmemiş mutlu insan misâli verilmiştir. Zîrâ îsâr, (kendi yemeyip başkasını tercih etmek)infâk, sabır, şükür, istiğnâ ve tevekkül gibi nebevî hasletler, bu maksada yöneliktir.

Hadis ve siyer kitaplarımızda bu hususta zikredilen rivâyetlerden Allâh Resûlü’nün yiyeceklerinin mütevâzi gıdâlar olduğunu, sahâbîlere kıyasla sofrasında daha seçkin yiyecekler bulundurmadığını ve özellikle yemek işini bir mesele edinmediğini öğrenmekteyiz. Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ-‘nın nakline göre, bir gün o, bir miktar un eleyip Efendimiz için özel ekmek yapmak istemiş ancak Resûl-i Ekrem; “Şu eleyip ayırdığın kepeği tekrar una karıştır, sonra hamur yap!” (İbn-i Mâce, Et’ime, 44) buyurarak buna izin vermemiştir.

Bir defasında da Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir parça arpa ekmeği almış, üzerine bir hurma koymuş ve şöyle demiştir; “ Bu hurma şu ekmeğe katıktır. ” (Ebû Dâvûd, Et’ime, 41)

Resûlullâh Efendimiz’in aile fertlerini tamamen aç bırakması gibi bir durum da akla gelmemelidir. Efendimiz hicrî dördüncü yılda kendisine hibe edilen Nadîr oğulları hurmalığından elde ettiği mahsulü satar ve bu paradan ailesinin bir yıllık ihtiyacını ayırırdı. (Buhârî, Nafakât, 2) Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘in ailesinin sağmal hayvanlarından bahseden Ümmü Seleme vâlidemiz ise; “Geçimimizin büyük bir kısmı develerden ve koyunlardandı.” demiştir. (İbn-i Sa’d, I, 496)

Ne var ki Sevgili Peygamberimiz’in aile fertleri dışında dullar, muhtaçlar ve Mescid-i Nebevî’nin suffasında kalan ilim ve ibâdetle meşgul, yersiz yurtsuz fakir kimseler de onun desteğiyle hayâtlarını idâme ettirmekteydi. O, bir devlet başkanı sorumluluğu ile bunların nafakasını, kendi aile fertlerininki gibi düşünmekteydi. Nitekim Ebû Hureyre’ye Efendimiz’in nasıl açlık çektiği sorulduğunda, şu açıklamada bulunmuştur:

“Bu durum onun etrafını saran kimselerin ve misafirlerinin çokluğundan kaynaklanıyordu. Zîrâ Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- berâberinde bir kısım ashâbı ve mescitteki ihtiyaç sâhipleri olmadan asla yemek yemezdi. Allâh Teâlâ Hayber’in fethini müyesser kıldı da insanlar biraz rahata kavuştu. Fakat yine de halk arasında geçim sıkıntısı sürüyordu.” (İbn-i Sa’d, I, 409)

Ashâb-ı Suffe Müslümanların dâimî misafirleriydi. Onların ne sığınacak aileleri ne de malları vardı. Peygamber Efendimiz’e bir sadaka geldiğinde onlara gönderir, kendisi hiçbir şey almazdı. Şâyet gelen hediye ise ondan bir parça alır, kalanını Suffe ehline gönderirdi. (Buhârî, Rikâk, 17) Dolayısıyla Resûlullâh’ın sofrasında uzun müddet su ve hurmadan başka bir yiyeceğin bulunmayışı ve onun çoğu zaman açlık çekmesinin sebebi, elinde bulundurduklarını hiçbir rızık endişesi taşımadan ihtiyaç sâhipleriyle paylaşmasıdır. Yâni Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hayât boyu geçim sıkıntısı içerisinde yaşaması, yukarıda dikkat çekildiği gibi genel olarak yokluktan değil, muhtaçların çokluğundan kaynaklanmaktaydı. Böylece Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“Komşusu aç iken, karnını doyuran kimse gerçek mümin değildir.” ( Hâkim, II, 15) sözlü beyanlarını fiilî olarak da uygulamıştır.

Öte yandan Resûlullâh’tan sonra fetihlerle gelen imkânları gören pek çok sahabî, helâl de olsa dünyâ nimetlerinden faydalanma husûsunda ciddi bir endişe taşımışlardır. Bu çerçevede daha önce yaşanılan yokluğu, zaman zaman dile getirmişlerdir. Nitekim oruçlu olduğu bir gün Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- için zengin bir sofra hazırlanmış ancak o, yemeklere bakıp şöyle demişti:

Hz. Ömer, elinde bir et parçası bulunan Câbir -radıyallâhu anh- ile karşılaştığında:

– O nedir? diye sormuş, Câbir de:

– Canım çektiği için satın aldığım bir et parçasıdır, demişti.

Netice itibariyle, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve ona tâbi olan ashâbın, gerek yokluk gerekse varlık anlarında uzun süreli açlık çekmeleri ve azla yetinmeleri, zühd anlayışlarının dikkat çeken bir yönüdür.

Aleyhissalatü vesselamın hayatından buraya kadar saydığım bazı bölümler,bizi ikaz ediyorlar ve istifade ettiğimiz bol bol nimetlerin şükrünü unutmamamız lazım olduğunu bize bildiriyorlar.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Değişik Bir Mercekten Bakalım Kendimize

İsraf ettiğimiz, kaybettiğimiz Allahın iyilikleri ve güzellikleri karşısında birbirimizin dualarına dayandık. Sadece o dualarla ayakta kalacağımızı bilyorduk. Gecelerini bölen has dostlarımızın duası dünyada güvencemiz, aksiyon pusulamız, ahiret sigortamız olarak iman gücümüzü arttırdı. O dualar ki; gönülden gönüle köprüler kurdu. Gözlerimize far, gönüllerimize ve ruhlarımıza aydınlık kattı, kapılar açtı. Yollarda yalpaladığımız, sarsıldığımız oldu. Çok defa uçurumun kenarından tam gayyâya yuvarlanacakken dostlarımız tarafından kurtarıldık. Kaç defa büyük günahların eşiğinden dostların bize gösterdikleri hüsnü zannın utancıyla sıyrıldık. Allah c.c. Kendi rızası için dostluk kurduklarımızdan razı olsun, makamları cennet olsun.

Kurtarıcılık hedeflenmeden kurtulma plân ve projeleri birer kuruntu, ferdi dirilişi baltalayarak milletçe bir yere varılabileceği zannı da bir avunmadır. Kitlelerin insan olarak kalmaları ve insani değerlere yönlendirilmeleri, toplumda vicdan mekanizmasının canlı tutulmasına, irade ve şuurun saygı görmesine bağlıdır.

Ruhlarımızda, inancın o kendine has derinliklerine duymamız, zenginlik.

Allaha kavuşma gayreti ile yaşamamız, his irade, şuur ve gönül hayatımızı canlandırır ve bizleri O diriltir. Bizleri arzu edilen kıvama O taşıyacaktır  İnşallahurrahman.

Eksiksiz bir yenileşme, ancak ruh, zekâ, his ve iradenin müşterek gayretiyle mümkündür. Ruh gücünü bütünüyle kullanmak, geçmişten gelen bilgileri eksiksiz değerlendirmek, sürekli ilham ve maneviyat esintilerine açık kalabilmek, körü körüne taklitlerden uzak kaçabilsek ne mutlu bize.

Biz şerefli mahluk olduğumuzu bilmek ona göre kendimize yön vermek … Hayatımız vehme ve hayale bina edilecek kadar basit değil, Bu mucize insan bekleyen upuzun yolculuğu yaparken Mutlu olan cennet hayatını öteki acı hayata tercih edebilme gayreti ile yaşasak ne mutlu bize.

Dil-i mecruhla ol gülzâre girdi canım benim,”

Kalmadı ne dert, ne tasa, ne de efgânım benim.

Dağıttı toprağı, savruldu külü, dalları kırıldı, üç beş bedenin, Yanaklarında sel, beller bükülü, kimde izi kaldı, elde gidenin.

Uyanıktı zaman, yolda fırtına, çişil çişil rahmet yağarmı kabre?

Yükleyince sevgi yükü sırtına, cennetin yolunu gösterir ibre!

Fırtına zamanı olmasın günüm, damlalar göklerden süzülsün yeter.

Sevgi ve şefkatle doluysa dünüm, birkaç seven dostum üzülsün yeter.

Dost kelimesine lügatlerde; sevilen güvenilen yakın arkadaş ve gönüldaş gibi manalar verilir. Onun kelimeleri aşan, kalplerde sıcacık bir iklim oluşturan yönünü, hakiki dost sahipleri bilir.( ne güzeldir bir dava, bir mefkûre uğruna bir dostluğun en ferah koridorlarında yol alıp, bu yolla hakiki dost’a ulaşabilmek) her an metafizik gerilim içinde,” tut elimden ey dost, tut ki edemem sensiz!” Diyerek inleyebilmek… Uzak mı? O bizim için değil dost, biz yürek devletiyiz ötelere uzanan. Açarız avucumuzu, dostlarla o dem yürek yüreğe konuşuruz. Gözyaşımız vardır bizi ayakta tutar. Bir de gönül selâmımız. Dost için geceleri tatlı uykumuzu böleriz, dost için secdeye kapanır dua ederiz. Dostun muhabbetiyle gelir hak selâmı. Bize en güzel hediye dost kelâmı.

Bahçemizde, çiçekler hasretle büyür, bülbüller zikre düşer, mest ile dile dökülür gökten nağmeler, herkeste bir şevk var ki, görülmeye değer, ol sonsuzun bir cilvesidir bahçemiz. Burada benlik yok, tatlılığı var baharın, gönüle serinliği dolar leylin, neharın, her gece visali yaşanır düşlerde o yar’ın, solmayan mevsimin ahengidir bahçemiz.

Denizler sanki şerbet, ırmaklar âb-ı hayat, arzdan sermaye miraçlar

Kat be kat, her mevsim bahardır, hep güldür hayat, bülbüle yâr, dosta mekândır bahçemiz. Gönülde sürur, çevrede hoş bir koku, her yan pırıl pırıl, sonsuzdan bir doku, herkesin kalbinde ol, gülün aşkını oku, müebbet aşklar bostanıdır bahçemiz. Göllerde nilüfer açar, dağlarda nergis, kubbeler ışıl ışıl, sanki firdevsten akis, ne korku barınır burada, ne de yeis. Nur çeşmesinin damlasıdır bahçemiz.

Ötelerden haber getirir efkârda derinlik, sözlerde mana var, sevgide enginlik, başka yerde yok, gönüldeki zenginlik. Vefa güllerinin goncasıdır bahçemiz. Bülbülde Yusufi hasret, gülde Habib’in nefesi, her yanda çalınır ötelerin bestesi, sanki cennetin kokusu, havası, sesi, ebediyete açılan penceredir bahçemiz.

Pişmanlığı ifade eden şairin aşağıdaki şiirinin haline düşmekten Allah bizi korusun

Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,

Yola geldim; lâkin göçmüş cümle kervan bihaber.

Ağlayıp, nalân edip, düştüm yola tenha, garip;

Dide giryan, sine biryan, akıl hayran bihaber…

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org