Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Ahiretin Varlığına Kesin Delil

Anne karnında ki çocuğun ağzı vardır, gözü vardır, kulağı vardır, eli vardır, ayağı vardır. Bütün aza ve cihazatı tam tekmil verilmiştir. Halbuki bunların hiçbirine orada lüzum yoktur. Orada çocuk, gıdasını, göbeğinden annesine bağlı bir hortumla almaktadır.

Şimdi bu çocuk:

–      Ya Rabbi! dese,   şu hortum bana yetmektedir. Pekiyi su ağza, şu göze, şu kulağa, şu ele, şu ayağa ne lüzum vardır. Bunlar hiçbir işe yaramamaktadırlar?

Herhalde ALLAH’tan şöyle bir cevap alacağı muhakkak:

–      Acele  etme kulum, aklın almadığı şeylere burnunu sokma. Sen kısa bir müddet sonra öyle bir aleme gideceksin ki burada ‘her şeyim’ dediğin hortum, o hortum orada hiçbir şeye yaramayacaktır, kesilip atılacak. Lüzumsuz sandığın ağız, göz, kulak gibi şeylerde en lüzumlu cihaz durumuna geçecek.

O çocuk bu gerçeklere inanmasa ve bir inkârcı olarak dünyaya gelse hakikaten hortumun işe yaramadığını, ebenin onu kesip kaldırıp attığını; lüzumsuz sandığı ağız, göz gibi cihazların devreye girdiğini, onlarsız olunamayacağını görse utanır mı, utanmaz mı? İnanmadığı için dizlerini döver mi, dövmez mi, ne dersiniz?

Şu anda bizde, tıp ki o çocuk gibi bir ananın karnındayız. 9 ay, 9 sene veya 90 sene sonra bir başka dünyada doğacağız. O dünyanın adi ahirettir. Biz şu anda dünya annemize maddi hortumlarla, midemiz ile bağlı durumdayız.

Eğer biz:

–      İşte geçinip gidiyoruz. Ya Rabbi! Su Namaza, oruca, hacca, zekata, dine, imana, İslam’a ne lüzum vardır?

Dediğimiz takdirde.

Rabbimizden şöyle bir cevap alacağımız muhakkaktır!

–      Ey kullarım! Kısa bir müddet sonra bu dünyadan çıkacaksınız. Öyle bir aleme götürüleceksiniz ki, orada her şeyim’ dediğiniz bu maddi hortumların hiçbiri işe yaramayacak. Lüzumsuz sandığınız namaz gibi, zekat gibi, hac gibi ibadetler de en lüzumlu şeyler durumuna geçecek. Orada insanlara arabasına, parasına, servetine ve suretine göre değil; kalbine ameline ve ibadetine, namazına göre değer verilecektir.

Yani namazınız, zekatınız, orucunuz, haccınız, hayır hasenatınız, ahirette sizin için her şey olacak. El olacak, ayak olacak, dil olacak, dudak olacak, villa olacak, havuz olacak, senet olacak, berat olacak, uçak olacak, sonu olmayan zenginlik ve saadet olacak kısacası, Cennet olacak.

Eğer biz kendimizi bilgili sanıp, fen ve teknik asrında olduğumuzla şımararak, Rabbimizin hikmet lisanıyla buyurduğu bu gerçekleri kabul etmeyip, ibadetsiz bir tembel veya bir inkârcı olarak ahirete gidersek, gerçekleri gördüğümüz zaman utanmaz miyiz? Hakikaten her şeyim dediğimiz hortumlarımızın, yani arabamızın, apartmanımızın, paramızın, pulumuzun hiçbir işe yaramadığını müşahede ederek, ibadetlerin her şey olduğunu anlasak o anne karnında ağzı, gözü lüzumsuz gören çocuk gibi mahcup olmaz mıyız? Utancımızdan dizlerimizi dövmez miyiz? Keşke inansaydık, keşke namazımızı kılsaydık, orucumuzu tutsaydık, zekatımızı tam verseydik, ALLAH için yaşasaydık, Eşsiz İnsan Şanlı Peygamber Hz. Muhammed ( s.a.v)’in yolunda yürüseydik demez miyiz?

Benim hanım ve erkek Kardeşlerim! Pişman olacağınız, dizlerinizi döveceğiniz o gün gelmeden aklınızı başınıza alın…

Kaynak: (Niçin NAMAZ, Vehbi Karakaş, S70-72)

Tashihten geçip sunan: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Ali Uçar Ağabeyin Peygamberimizi Gördüğü Rüyası

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

İçinde Resulallah’ın (S.A.V.) görüldüğü rüya hadis-i sahihle haktır ve ona hiçbir şekilde şeytan müdahale edemez. Böyle çok mübarek bir rüyayı gören Ali Uçar ağabey, Sungur ağabeyin ısrarına istinaden bir sohbet sırasında anlattı.

Büyük bir ovayla bitişen bir dağın yamacında güneşin hararetinin azaldığı sıralarda kardeşlerle yere oturmuş ders yapıyorduk. Ben risaleleri yeni tanıyan bir kardeşin yanında oturuyordum. Birden ovada küçük küçük dairesel gölgeler gördüm, yukarı baktım yukarıdan yüzlerce paraşütlü ve silahlı askerler iniyordu. Biz ovadan 75-100 metre kadar yüksekteki dağın yamacında idik. Dağ ile ovanın bitiştiği yerde eski şehir harabeleri ve asırlık ağaçlar ve bilhassa incir ağaçları bulunuyordu. İnen paraşütlü askerler derhal harabelere koşup mevzileniyorlardı.

Hemen akabinde ufuktan toz bulutu gibi süvariler ovaya doğru gelip diğerleri ile savaşa tutuştular. Bu sırada kardeşler ile susup hayretler içinde hiç telaş göstermeden yalnızca onları seyrediyorduk. Fakat onlar bizim varlığımızdan haberdar değiller di. Her neyse süvariler çok geçmeden diğerlerini harabelerde öldürüp geldikleri gibi gittiler.

Ben yanımdaki kardeşe düşmanların her an gelip bizi de öldürebileceklerini ve aşağıdaki silahların bazılarını kullanabildiğimi ona öğreteceğimi söyle-dim. Aşağıya indik; ona bazuka nasıl kullanıldığını gösterirken arkamdan bir el omzuma dokunarak; 
“Ali Uçar sen misin?“ 
dedi. Dönüp baktım ki kırmızı sakalları göğsüne inen ve deve yününden yapılmış ince bir cübbe içinde nurani ve mütebessim bir zat; 
“Benimle gel, seninle bir yere gideceğiz.”
Dedi. Ben, 
“Arkadaşım da gelebilir mi?”
diye sordum. O arkadaşıma döndü ve tebessüm ederek; 
“Yoook, Yoook, o kalsın“
dedi. Birkaç defa ısrar etmeme rağmen razı olmadı. Böylece yola koyulduk. 
Yolda yürürken o zat bana, 
“Bu günlerde hiç risale okudunuz mu? 
diye sordu. 
“Evet ”
dedim. Yine sordu; 
“ Orada Davud’ un kıssası var mı? “ 
Ben yine evet dedim. O zat; 
“ İşte Davud benim” 
dedi. Ben, 
“siz yoksa Davud Aleyhisselam mısınız?”
dedim. 
“Evet”
dedi. Bir müddet beraber yürüdükten sonra bir hendek yanına geldik. Davud (a.s.) bana; 
“Bismillahirrahmanirrahim diyerek karşı kıyıya atla”
dedi onun dediğini yaparak karşıya geçtik. Daha sonra ikinci bir uçurumun yanına gelince Davud (a.s.) bana yine; 
“Bismillahirrahmanirrahim de ve karşıya uç, kar-şıda şöyle bir yere varacaksın”
diye bir yer tarif etti. Sonra; 
“Anladın mı?”
dedi. Ben; 
“Anladım”
deyince; 
“Bana tarif et”
dedi. Tarif ettim. Uçuruma bakınca buradan nasıl atlanır diye korku ve hayretle düşündüm. Ne var ki bir peygamberden önde davranıp karşıya geç-mek edebe muhalif olur diye; 
“Önce siz geçin”
dedim. Davud (a.s.) 
“Önce sen geç sonra ben geçeceğim”
deyince ben besmele çekerek kendimi uçuruma bıraktım. Karşıya doğru uçmaya başladım. Rüyada uçmak öyle bir lezzet ki anlatamam. 
Her neyse karşı tarafta tarif edilen yere vardım. Orada ayakta birkaç kişi konuşuyordu. Ben yanla-rına vardığımda Davud (a.s.) da yanlarına geldi. Onları bana tanıttı. 
“Bu Süleyman’dır” 
dedi. Ben de, 
“Yani Süleyman (a.s.) mı?”
dedim. 
“Evet”
dedi. Diğer birkaç peygamberi de bana bu şekilde tanıttı. Ben Davud (a.s.)’ a hasretle 
“Bizim peygamberimiz (a.s.v.) nerede?”
diye sordum. Davud (a.s.) elini kaldırarak bir tara-fa doğru işaret etti. Büyük bir iştiyakla o yöne doğru koşmaya başladım. Yanımda bulunan peygamberleri hep unutmuştum. 
Yüksek bir yamaca doğru koşarak tırmanmaya başladım. Tam tepeye ulaşıyorum ayağım kayıyor, otuz metre geriye düşüp tekrar çıkmaya çabalıyo-rum. nihayet yamacı aşarak koşmaya devam ettim. Bol ağaçlı bir ormana girdim. Gittikçe ağaçlar sıklaştı, sonra ağaçlar birden kesildi. Boyları göğ-süme ulaşan buğday başakları ile dolu bir düzlüğe çıktım. Ortada bir patika yol vardı. 
Patika yola girer girmez gördüm. Peygamberimiz (a.s.v.) 
“Geldin mi Ali?”
dedi. 
“Geldim Ya Resulallah”
dedim. Büyük bir heyecan içinde selam verdim. Gülümseyerek selamımı aldı. O’nun gülümsemesi bana o kadar lezzet verdi ki tarif edemem. Adeta o gülümseme içime iliklerime hücrelerime kadar işlemişti. Cenab-ı Peygamber (a.s.v.) yüzü dolgun yeni tıraş olmuş, heybetli, her tarafı nurani ve insana güven veren bir çehre içerisindeydi. 
“Ya Resulallah bu sefer sizi çok iyi gördüm”
dedim. O’nu daha evvel mükerreren zayıf görmüştüm. Cenab-ı Peygamber pazularını şişirerek mütebessim bir şekilde; 
“Evet çok iyiyim”
dedi. 
Ben buraya nasıl geldiğimi ve başımdan geçenleri anlattım. Savaştan bahsettim. Peygamberimiz ciddileşmişti. 
“Onların ikisi de kafirdir, sizlere bir zarar veremezler”
dedi. Peygamberimiz ciddileşince karşısında insan duramıyor heybetinde adeta mermer kesiliyordu. Peygamberimiz; 
“Arkadaşlar!”
deyince birden kendimi diğer peygamberlerin oluşturduğu bir halkanın içinde buldum. Demek’ ki Peygamberimiz ile konuşurken öyle dalmışım ki onların varlığının farkına varmamışım. Peygamberimiz konuşmasına devam ederek, 
“Sofrayı hazırlayın”
buyurdu. Etrafımızdaki peygamberler koşarak uzaklaştılar. Biraz sonra yemek yenecekti. 
Ben Peygamberimiz ile o yöne doğru O önde ben arkada yürürken Risale-i nur okuduğumuzdan talebe hizmetlerinden ve diğer hizmetlerimizden bahsediyordum. Bu arada sofranın başına geldik, sofra daire şeklinde idi. Peygamberimizin oturduğu yerin en sağında Davud (a.s.) ve ben vardım. Karşımdaki zatın kim olduğu zihnimi kurcalıyordu. Her halde Yusuf (a.s.) idi. Kur’an da ismi geçen bütün peygamberler sofrada bulunuyordu. Pey-gamberimizin önünde bulunan iki tabakta salata vardı. 
Her neyse Peygamberimiz (a.s.v.) diğer peygamberleri tanıtmaya başladı. Hemen yanındaki Davud (a.s.)u överek tanıtmaya başladı. Bu arada onun sırtına hafifçe vurarak kurandaki bahislerinden bahsediyordu. Peygamberimiz sözünü bitirir bitirmez ben Davud (a.s.) Risale-i nurda geçen kıssasını naklettim. Davud (a.s.) isminin, kıssalarının risalelerde geçmesinden çok memnun olmuş. Bu memnuniyetini mimik hareketleri ile diğer peygamberlere belli ediyordu. Peygamberimiz bu şekilde diğer peygamberleri de tanıttı. Ben de her defasında onların kıssalarını risalelerde geçen yerlerden naklettim. Hepsi bundan memnun oldular. 
Yemek üç, dört saat kadar sürmüştü. Artık yemek nihayete erecekti. Peygamberimiz; 
“Misafirin duası makbuldür, yemek duasını sen yap”
buyurdu. Ben daha evvel ezberlemiş olduğum “Ey bizi nimetleri ile perverde eden sultanımız”diye başlayan sözlerdeki duayı ve münacatın sonundaki duayı okudum. 

Bunun üzerine Efendimiz; 
”Maşaallah ne güzel ve ne cami bir dua. Bu Bediüzzamanın duası. Bir daha oku”
buyurdu. Ben tekrar okudum. Efendimiz; 
“Maşaallah ne kadar cami bir dua bir daha oku”
buyurdu. Ben yine aşkla ve şevkle okudum. Bana tam üç kez okuttular. Artık sofradan ayrılma zamanı gelmişti. Peygamberimiz ayağa kalkmıştı bende vedalaşmak üzere yanına yaklaştım. 
İçimden “ben sizin yerinizi öğrendim. Artık sık sık buraya gelirim” dedim. Peygamberimize; 
“Ya Resulallah biz devamlı Risale-i Nur okuyoruz. Ben şimdi nur talebelerinin yanına gidiyorum. Onlara ne diyeyim?”
diye sordum. Peygamberimiz (a.s.v.) parmağını havaya kaldırdı, diğer peygamberlerde gözleri ile parmağını takip ediyorlardı. Peygamberimiz: 
“Allah sizinle beraberdir.” 
Buyurdu. sonra parmağını diğer peygamberleri gösterecek şekilde indirdi ve bir daire çizdi. 
“Arkadaşlarım da sizinle beraberdir. “
buyurdu. Sonra mübarek eliyle kendini işaret ederek, 
“Ben’ de sizinle beraberim. “ 
buyurdu. Peygamberimiz ciddileşmişti. Mübarek sesini yükselterek 
“Devam edin… Devam edin ..”
buyurarak bana son mesajını verdi. Efendimize ayrılmadan önce sıkıca sarıldım. Uyandığımda kendimi ayakta buldum. 
Ali Uçar ağabeyin mübarek rüyası son buldu. Allah kendisinden ebeden razı olsun, rahmetine kendisine bol etsin. Amin.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Akrabanın Hal Ve Hatırını Sormak

 Evet, Sıla-i Rahim: Akraba ve yakınları ziyaret etme, hallerini ve hatırlarını sorma, gönüllerini alma anlamında bir İslam ahlâkı terimidir.

İslam’da insanlar arası ilişkilere önem verildiği gibi özellikle yakınlardan başlayarak anne ve babanın ve sırayla diğer akrabaların ziyaret edilip gözetilmesi prensibi son derece önemlidir.

Halit b. Zeyd (Ebu Eyyüb el-Ensarî) hazretlerinden rivayet edildiğine göre bir adâm Hz. Peygamber’e gelerek: “-Yâ Rasûlallah; beni Cennete sokacak bir ibadet söyler misiniz?” dedi… Rasûlüllah şu cevabı verdi:

“Allah’a ibadet eder ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmazsın, namaz kılar, zekât verir ve sıla-i rahm edersin” (Buharî, Zekât, 1).

Peygamber Efendimizin bu kadar önemle üzerinde durduğu ve yapıldığı zaman müslümanların Cennete girmelerine sebep olacağını haber verdiği sıla-i rahim; her türlü hayır işlerinde akraba ve yakınların görülüp gözetilmesidir. Gerek âyetlerde, gerek hadislerde, bunun, namaz, zekât gibi farz ibadetlerden hemen sonra zikredilmesi, İslâmdaki önemini göstermektedir. Alimler sıla-i rahimde bulunmanın vacib olduğu görüşündedirler. Bunun, terkedilmesi, yani akraba ve yakınlarla olan ilgisinin kesilmesi, büyük günâh sayılmıştır. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

“Allah’tan korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının” (en-Nisâ, 4/I);

“Onlar ki Allah’ın gözetilmesini emrettiği hakları gözetirler (akrabalık bağlarını devam ettirirler ve iyilikte bulunurlar); Rablerine saygı beslerler ve kötü hesaptan korkarlar…”;

Fakat Allah’ın tevhit akidesini kabullendikten sonra onu bozanlar ve Allah’ın bağlanmasını emrettiği bağları koparanlar (akrabalık bağlarını kesenler) ve yeryüzünü fesada verenler var ya; işte bunlar, lânet onlara ve yurdun kötüsü Cehennem de onlara” (er-Ra’d, 13/21, 25).

Ayet ve hadislerde geçen “rahim” (akraba) sözünün hangi derecede akrabaları içine aldığı hususunda farklı görüşler vardır. Bazılarına göre kendileriyle evlenilmesi haram olanlar; bazılarına göre vârisler akraba sayılır. Bazı âlimler de, mahrem olsun olmasın, kişinin bütün yakınları akraba (rahim) dir demişlerdir. Bu son görüş, toplumsal yardımlaşma bakımından daha kapsamlıdır.

Allah (c.c) ve Peygamberi (s.a.s), akrabanın görülüp gözetilmesini emrettiklerine göre, bunun nâsıl yapılacağını iyi bilmek gerekir.

Sıla-i rahmin birkaç derecesi vardır. En aşağı derecesi akrabalarımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmak; karşılaştığımızda selâmlaşmayı, hal hâtır sormayı ihmâl etmemek; dâima kendileri hakkında iyi şeyler düşünmek ve hayır dilemektir. İkinci derece de ziyâretlerine gitmek ve çeşitli konularda yardımlarına koşmaktır. Bunlar daha çok bedenî hizmetlerdir. Özellikle yaşlıları zaman zaman yoklayarak, yapılacak işleri varsa onları takib etmek kendilerini sevindirecektir. Sıla-i rahmin üçüncü ve en önemli derecesi akrabalara malî yardım ve destek sağlamaktır.

Bu yardımlar herkesten beklenemez. Hasta ve yatalak bir kişiden akrabasını ziyâret etmesini istemek anlamsızdır. Fakir birisinden de başkalarına mâlî yardımda bulunmasını beklemek de yanlıştır. Yalnız zengin, hali vakti yerinde bir müslümanın, sadece ziyâret ve hal, hatır sormakla bu görevi yerine getirebileceği de söylenemez. Böyle zengin birisi için sıla-i rahim, yoksul akrabalarına elinden geldiğince malî destekte bulunmaktır. Bu destek ödünç para vermekle olabileceği gibi; karşılıksız mâlî yardımlar şeklinde de olabilir. Şu halde, yakınları görüp gözetmek deyince, yukarıda belirtilen üç derecedeki yardımdan hangisine güç yetiniyorsa, onun yapılması anlaşılmalıdır. Yapabileceği görevi yapmamak müslümanı bu konuda sorumlu kılar. Yukarıdaki âyet-i kerimede, Allah Teâlâ’nın bu görevi yerine getirmeyenlere yönelttiği lânet unutulmamalıdır. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Her Cuma gecesi insanoğlunun amelleri Allah’a arz olunur: Yalnız sıla-i rahimde bulunmayanların amelleri kabul olunmaz” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 484).

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

” Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse akrabasını görüp gözetsin” (Buharî, İlim, 37; Müslim, İmam, 74-77).

“Akrabalık, Arş’ta asılıdır. Der ki: “-Beni gözeteni Allah gözetsin; beni terk edeni Allah terk etsin” (Müslim, Birr ve Sıla, 17);

“Akrabalık bağlarını kesip koparan kimse Cennete giremez” (Buhari, Edeb, 11);

“Her kim rızkının bol olmasını ve ecelinin gecikmesini istiyorsa akrabasını görüp gözetsin” (Buhari, Edeb, 12);

“Ey insanlar, birbirinize selâm verin, akrabanızı gözetin, yemeği yedirin! Geceleyin insanlar uyurken namaz kılın ki selâmetle Cennete giresiniz” (Tirmizî, Et’ime, 45).

“Yoksula yapılan sadaka bir sadakadır. Bu sadaka akrabaya yapılmışsa iki sadaka demektir. Biri sadaka, diğeri sıla-i rahimdir ki bu da sadaka sayılır” (Tirmizi, Zekât, 26).

Akrabalarımız, özellikle hala, teyze, amca, dayı, gibi yakınlarımız aileden sayılır. Onları kendi yakınlarımız bilerek davranışlarımızı ayarlamakta büyük faydalar vardır. Rasûlüllah (s.a.s): “Teyze, anne yerindedir” (Tirmizi, Birr, 5) buyuruyor. Amca da baba yerindedir. Bu kadar yakın olan kişilere karşı yerine getirilmesi gereken bazı ahlâkî görevlerin bulunması tabiidir. Bu görevler arasında olan ziyaretlere özel bir yer ayrılmalıdır. Aşağıda anlatılacak genel ziyaret kurallarına uyarak yakınları, başta bayramlar olmak üzere, zaman zaman ziyâret etmek, mümkünse hediyeler götürmek güzel bir davranıştır. Yapılan ziyareti iâde etmek de gerekir. Müslümanı ziyarete gelene gitmemek aradaki bağların daha çabuk kopmasına sebep olmaktır.

Ziyaretler akrabalar arasındaki sevgi bağlarını güçlendirir. Dargınlıkları sona erdirir. Sevinç ve üzüntülerin karşılıklı paylaşılmasına, sıkıntılara birlikte çareler aranmasına vesîle olur. Özellikle yaşlılar toplumda yalnız kalmadıkları, çevrelerinde kendilerini seven, arayıp soran insanların bulunduğu inancı ile son yıllarını huzur ve mutluluk içinde geçirirler.

Sıla-i rahim konusunda dikkat edilecek hususlârdan biri de şudur: İyilik, karşılık bekleyerek yapılmamalı, sadece görüp gözeten yakınlara karşı sıla-i rahimde bulunulmamalı; aksine, unutan, akrabalık bağlarını koparanlara karşı da bu görev yerine getirilmelidir. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:

“İyiliğe benzeri ile karşılık veren kişi, tam anlamıyla akrabasını görüp gözetmiş olmaz. Hakiki sıla, kişinin kendisi ile ilgiyi kesenleri görüp gözetmesidir” (Buharî, Edeb, 15).

İyilik her durumda düşünülmeli ve yapılmalıdır. Yoksul ve güçsüz iken iyilik ve yardımdan söz edip, zengin ve güçlü duruma yükselince başka türlü davranmak, fesâd ve ahlâksızlıktan başka bir şey değildir.

Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

Demek idâreyi ve hâkimiyeti ele alırsanız hemen yer yüzünde fesad çıkaracak, akrabalık bağlarını bile parçalayıp keseceksiniz öyle mi? Onlar öyle kimselerdir ki Allah kendilerini rahmetinden kovmuş da duygularını almış ve gözlerini kör eylemiştir. (Muhammed, 47/22-23).

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Peygamberimizin Güzel Ahlakından Örnekler

Âl-i İmran Sûresinin 159. âyetinde, “Allah’ın bir rahmet eseridir ki, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer huysuz ve katı kalpli birisi olsaydın muhakkak onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi” buyurmaktadır.

Peygamberimiz şahsına yapılan kötülüklerden dolayı hiçbir şekilde intikam almayı düşünmemiştir. Ayrıca o, insanların en az kızanı, en çabuk razı olanı ve bağışlayanı idi.

Allah’ın emirlerini insanlara anlatmaya çalıştığı sırada, Kureyş müşrikleri ona her türlü hakarette bulunuyordu. Onunla alay ediyor, ölüm tehdidinde bulunuyor, geçtiği yollara çalıçırpı dikenler seriyor, üzerine pislik atıyor, boynuna kement atarak sürüklemeye çalışıyorlardı. Bununla da kalmayıp, ona sihirbaz, büyücü, kâhin, şair diyorlar; öfkelendirip kızdırmak için her türlü yola başvuruyorlardı. Fakat o, kendisine yapılan bütün bu hakaretlere tahammül ediyor,  kızmıyordu.

Aslında kim olursa olsun, herkesin içinde hakarete uğrayan insan muhakkak kızar, öfkelenir, tepki gösterir, karşılık vermeye çalışır. Ancak bunların hiçbirini Peygamberimizde görmek mümkün değildi. O gayet sakin, engin ve sabırlı ve tahammüllü idi. Üzerine aldığı görevi, İlahî daveti sağ salim, sağlıklı biçimde yerine getirmeye çalışıyordu. Kendisine yapılan eziyetlere karşılık vermeyişi de bundan dolayı idi.

Peygamberimiz Mekke’de kurulan Zülmecaz Panayırında insanlara İslâmı anlatırken o sırada kendisini dinlemiş olan birisi şöyle anlatıyor:

“Hz. Muhammed (a.s.m) Allah’ın bir olduğunu, Ona inananların kurtulacaklarını ilan ediyordu. Ebû Cehil de onun üzerine toprak atıyor, ‘Ey insanlar, bu adamı dinlemeyin, sizi dininizden vazgeçirmeye çalışıyor. Sizi putlarımız olan Lât ve Uzza’dan uzak tutmak istiyor’ diye yaygara yapıyordu. Peygamberimiz ise bu tahriklere hiç aldırmıyor, bir kere olsun dönüp Ebû Cehil’-in yüzüne bile bakmıyordu. O kendi görevini yapmaya çalışıyordu.”

Yine bir gün Peygamberimiz, Sahabîlerden hasta olan Sa’d bin Ubade’yi ziyarete gidiyordu. Yolda münafıkların elebaşlarından Abdullah bin Ubey’in de bulunduğu bir topluluğa rast geldi.

Orada bir müddet durdu. İbni Ubey Peygamberimize sataşmaya başladı. Ve küstahça, “Dikkat etsene adam, hayvanın yerden toz kaldırıyor, buradan uzaklaş, hayvanın bizi rahatsız ediyor” diyerek ileri geri konuşmaya durdu.

Peygamberimiz oradakilere selâm verdikten sonra bazı şeyler anlattı.

İbni Ubey, halkın Peygamberimizi dinlediğini görünce iyice çığırdan çıktı ve; “Bize Müslümanlıktan bahsedip durma, sana gelen olursa ona istediğini anlatırsın” diyerek, hakarete varan sözler sarf etmeye başladı. Fakat Peygamberimiz onun terbiyesizliğine bir karşılık vermiyor, anlatmaya devam ediyordu.

Buna karşılık büyük şair Abdullah bin Revaha ayağa kalktı:

“Ya Resulallah” dedi, “buraya her zaman geliniz, bize konuşma yapınız, sizi çok seviyoruz” diye sevincini dile getirdi.

Bu sırada Müslümanlarla münafıklar arasında tartışma başladı. Kavga edecek duruma geldiler. Çok sakin davranan ve hiç öfkelenmeyen Peygamberimiz, onları yatıştırdı ve daha sonra oradan ayrıldı ve yoluna devam etti.

Yahudiler millet olarak Peygamberimizin amansız düşmanıydı. Kinci, kıskanç, açgözlü, dünya düşkünü bir karakter taşıyorlardı. Ayrıca Yahudiler Araplardan ayrı olarak eğitime, bilgiye ve okumaya önem veriyorlardı. Bunun için bütün üstünlüklere kendileri sahip olmalıydı. En zengin insan, en bilgili, en etkili insan kendi içlerinden çıkmıştı.

Âhirzaman Peygamberinin aralarından çıkmasını bekliyorlardı. Ne zaman ki, Peygamberimiz, peygamber olarak sesini duyurmaya başladı, Yahudilerdeki kıskançlık ve düşmanlık ayyuka çıktı. Peygamberimize en çirkin tuzağı kuruyorlar, vücudunu ortadan kaldırma yollarını deniyorlardı.

Bir defasında Yahudinin birisi Peygamberimize büyü yaptı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz hastalanıp yatağa düştü. Rahatsızlığı birkaç gün sürdü. Sonunda Cebrail Aleyhisselâm geldi, durumu Peygamberimize haber verdi:

“Yâ Muhammed, Yahudilerden biri seni büyülemiş ve üfürüp düğümlediği ipliği falanca kuyuya atmış. Birini gönder de, onu kuyudan çıkarsın.”

Peygamber Efendimiz Hazret-i Ali’yi gönderdi, o düğümlü ipliği kuyudan çıkartıp getirtti. Düğümler açılır açılmaz Efendimiz sanki bağları çözülen bir kimse gibi oldu, rahatladı.

Bununla birlikte Peygamberimiz âhirete göçünceye kadar bildiği halde bu durumu o Yahudinin yüzüne vurmadı.

Fakat aynı zamanda içlerinde hakperest, hakkı ve doğruyu arayanlar da vardı. Çünkü ellerindeki kitapta Peygamberimizin özelliklerini ve güzelliklerini anlatan epeyce işaretler ve bilgiler vardı.

Peygamberimizin Tevrat’ta anlatılan ve yer verilen en belli vasıflarından birisi de hilmidir. Yumuşak huyluluğuna, insanları İslama davet ederken gösterdiği tahammül ve sabra Tevrat’ta işaret ediliyordu.

Yahudi bilginleri, Peygamberimizin Tevrat’ta bulunan pekçok sıfatını bizzat gözleriyle görüp tanımışlardı. Bazıları ise hâlâ araştırmaya devam ediyordu. Peygamberimizin Tevrat’ta anlatılan bütün sıfatlarını görecekler, ondan sonra iman edeceklerdi.

Bu Yahudi bilginlerinden birisi, “Onun Tevrat’ta, övülen sıfatlarından, kendisinde görmediğim, denemediğim, hilm sıfatından başka hiçbirisi kalmamıştı” diyerek, bunu da denemek ister ve sonrasını şöyle anlatır.

“Ben kendisini alış veriş sonunda belli bir vade ile otuz dinar borçlandırmış, borcun tahsiline bir gün kala gidip, ‘Ya Muhammed, hakkımı öde. Zaten siz Abdülmuttalip oğullarının âdeti borçlarını zamanında ödemeyip, uzatıp durmaktır’ dedim.

“Bunun üzerine Ömer bana, ‘Ey pis Yahudi, vallahi, Resulullahın evinde olmasaydın, gözünü patlatırdım’ dedi.

“Resulullah (a.s.m) Ömer’e, Ey Hafs’ın babası, Allah seni bağışlasın. Biz senden, başka türlü bir davranış beklerdik. Bana, onun bende olan hakkını güzellikle ödememi söyleyecektin; ona da, alacağını tahsil ederken yardımcı olacaktın ve daha nazik davranmasını söyleyecektin’ buyurdu.

“Benim Resulullaha karşı cahilce, kaba ve sert davranışım, Resulullahın yumuşaklığını arttırmaktan başka bir şey yapmadı.

“Bana, ‘Ey Yahudi, sana borcumu yarın sabah ödeyeceğim’ buyurduktan sonra Ömer’e, ‘Ey Hafs’ın babası, onu yarın sabahleyin istediği hurma bahçesine götür, beğenirse kendisine şu kadar ver. Verirken de sana şu kadar fazla veriyorum de. Eğer bu bahçedekine razı olmazsa, falan bahçeden şu kadar ver’ buyurdu.

“Ertesi gün Ömer beni hurmasını beğendiğim bahçeye götürdü. Oradan Resulullahın dediği kadar hurma verdi. Emrettiği fazlalığı da ekledi.”

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Zübeyir Ağabeyin “RİSALE-İ NUR Dersi Yapmada” Ölçü ve Metodları ?

– Zübeyir Ağabey, dersi duyarak ve hissederek okurdu.

Bir cümleyi okur, önemliyse döner, tekrar okur ve lûgat mânâlarını verirdi. Ama Zübeyir Ağabeyin esas üzerinde durduğu husus, Risâle-i Nur’u Risâle-i Nur ile izah etmekti. Çünkü onun dışında izahlar olduğu zaman, çoğu zaman konuya uygun olmuyor veyahut da konu dağıtılıyor.

– Cemaatin dikkatini toplamak için de, okurken hiçbir zaman kafası kitaba bağlı olmaz, gözü de projektör gibi cemaatin üzerinde olurdu. Hem dikkatleri topluyor, hem de uyumayı önlüyordu. Tabiî derslerde konsantrasyon meselesi çok önemli. Dikkatin derse, okuyana ve kitaba yönelmesi gerekiyor. Zübeyir Ağabey bu noktalarda çok titiz ve dikkatliydi. Aynı zamanda duyarak okuduğu için, anlama noktasında, dersin cemaate tesiri de fazla oluyordu. “Ben kendi nefsime okuyorum” diyordu.

Toplu olan derslerde daha genel ve anlaşılır meselelerin okunmasını isterdi.

“Ağır ilmî meseleler okunsa, oraya her seviyeden insan geldiği için, istifadeleri azalır. Genel meseleler okunsa herkes hissesini daha fazla alır.” derdi.

Derslerde evvelâ imanî bir ders okunur. Sonra mesajı içinde olan lâhika mektuplarından okunurdu. Çünkü bunlar Üstad’ın talebeleriyle muhabere vasıtası olmuş. Meselelerini, problemlerini onunla çözmüş, hatta Üstad’ın mesleğinin en güzel göründüğü yer lâhika mektuplarıdır. Çünkü; mesele olmuş, Üstad’a sormuşlar. Üstad da anlatmış, cevap vermiş. Üstadın ve talebelerinin mahkemedeki müdafaaları sadece bir nefis müdafaası değildir. Hep dâvâlarına ve Üstadlarına karşı, sadakatlarının bir ölçüsü ve alâmeti olarak görülüyor; bilmeyenlere bir kahramanlık ve cesaret aşılıyordu. Hem de aynı zamanda dâvânın mahiyeti o savunmalarda görülüyordu. Üstad pek hukukî savunma yapmamış, yaptıkları çok azdır. Hep Risâle-i Nur’un ehemmiyeti hakkında, yani hem İslamiyete, hem bu millete, hem insanlığa getirdiği Kur’ânî mesajların önemini anlatıyor.

Zübeyir Ağabey, bunun için dersleri üçe ayırıyordu. Hazırlanıp da gitmemizi isterdi. Bilhassa umumî derslerde, dersi herkesin okumamasını isterdi. Senelerce zaten ders üç-dört kişinin üzerinde olmuştur.  Abdulvahid Ağabey, Birinci Ağabey, Fırıncı Ağabey okur. Aşağı yukarı birinci dersleri bu kişiler yapardı. Ama Zübeyir Ağabey geldiği zamanlar birinci dersi o yapardı. Çok zaman da rahatsız olduğu için de odasından aşağı inmezdi. İnmediği için de biz yapardık. Ama o geldiği zaman biz tabiî ki kitabı ona bırakırdık. Bazan biz ders yaparken gelir, bir “Ağabey buyur derdik” O da derdi ki: “Hayır, siz devam edin kardeşim, neticede bu Risâle-i Nur’u okumaktır, siz de güzel okuyorsunuz, Allah razı olsun” derdi. Ama biz onun yapmasını isterdik tabiî. Çünkü istifade ederdik.

Onun bir özelliği daha vardı. Beraber çalıştığı insanların yetişmesi noktasında yakından ilgilenirdi, insiyatif verirdi, takip ederdi, bazı yanlışlar varsa onları nezaket içinde hatırlatırdı. Ve daima etrafındaki insanların yetişmesini isterdi. “Hep ben ders yapayım, herşeyle ben meşgul olayım” demezdi.

Zübeyir Ağabey “Dersler verimli olursa, cemaat daima artar, istifade fazla olur” diyordu. “Bunun için de hazırlanılması, dersi okurken dikkatli okumak ve okuyanın cemaatle daima göz iletişimi kurması lâzım” diyordu. Bir de Zübeyir Ağabey, ders yaparken, vurgulayarak ve lûgat mânalarını söyleyerek okur; aynı meseleyle ilgili olan parçaları bir araya getirerek veyahutta okunan bahsi teyit eden hadiseler cereyan etmişse ve kendisi karşılaşmışsa onu da orda zikrederdi.

Bürokraside olan insanların isimlerini derste zikretmezdi. Derdi ki: “Bir vali veya bir subay, Risâle-i Nur hakkında böyle demiş.” İsmini söylemezdi. Bazıları “Ağabey, ismini de versen” dediği zaman, “Kardeşim, ismini sana niye vereyim? Adam görevli, sen de gidip başkasına söyleyeceksin, onu orada sıkıntıya sokacaksın. Sana ismi ne lâzım, onun söylediği önemli” derdi.

Zübeyir Ağabey, küçük ebatlı eserlerin de çok üzerinde dururdu. “Eseri küçük görünce içindeki hakikatleri de küçük zannederler. Onun için dersleri mümkün mertebe küçük risâlelerden de okuyun” diyordu. Derdi ki:“Ben bir yerde ders yaptıktan sonra, oradaki dinleyen insanlar, talebeler, ‘Ağabey, bu kitaptan bize de verirmisin, var mı?’ diye sorup istemedikçe, kendimi ders yapmış kabul etmem.”

Bazıları gelirdi, “Ağabey, acaba şu mesele nerede?” derdi. O da “Acaba Sözler’de mi, ama Mektûbât’ta da olabilir, ya da Lem’alar’a da baksan…” derdi. “Ağabey, niye böyle yapıyorsun? Sen bunu biliyorsun” dendiğinde “Kardeşim, o, bu bahaneyle okusun kitabı” derdi. Derslerdeki takip ettiği metodlar buydu.

Bize de derdi: “Derse en evvel siz gideceksiniz ve en son siz ayrılacaksınız. Çünkü siz gelmeden biri kitabı eline alır, okumaya başlar. Onun da zaten okuması düzgün değildir, kafasını da kaldırmaz, siz ikaz etseniz olmaz… Halbuki siz zamanında giderseniz, derse başlarsınız. İkincisi de, bir takım karıştırıcı adamlar da olabilir. Ama sizleri orada görürse, sizden çekindiği için,  o diyeceği şey boğazına kadar gelse de ağzından çıkmaz” diyordu.

Bize ders aralarında ve ders sonlarında, gelenlerle ve bilhassa yeni gelenlerde ilgilenilmesi, tanışılması gerektiğini, bunun da önemli olduğunu söylüyordu.

Diyordu ki: “Esnaf olsun, işçi olsun, memur olsun, arkadaşlar eve giderlerse zaten gündüz de yorulmuşlar, akşam dönüp derse gelemez. Sen hiçbir zaman buzdolabını, mutfağı ekmeksiz, peynirsiz, zeytinsiz bırakma. Derler ki: ‘Dershaneye gitsem, en azından ekmek-peynir de vardır. Yani atıştırırız biraz. Ondan sonra dersi dinler eve giderim”

Bazıları “Ya ağabey, asalaklar da var” diyordu. “Kardeşim, önemli değil o. O öyledir ama onun getirdiği adamlar kendisinden daha iyidir” derdi. 1966’dan itibaren her gün, her akşam biz yemek çıkarırdık. Yaklaşık 5 sene kadar mutfağın yemek ve temizlik işleriyle bizzat meşgul olmuştuk. Yani Zübeyir Ağabey bu noktalarda da dikkatimizi çekerdi.

Ağabeylerin yazılarından derleyen:

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org