Etiket arşivi: adalet

Allah’ın İnayeti Şükürle Devam Eder

Bu yazıda iki hususun altını çizmek istiyoruz. Bunlardan biri memleketimizi boydan boya kucaklayan Allah’ın sonsuz rahmet ve inayeti; diğeri ise, milletimizin iman şuurundan kaynaklanan feraset ve şecaati..

Bilindiği üzere, milletimizin her iki dünyasının tamiriyle samimi olarak meşgul olan Cumhurbaşkanı ve diğer yöneticileriyle İslam âleminin teveccühünü kazanan ülkemiz, uzun süredir devam eden PKK, PYD, DAEŞ terörü yanında bir de dindarlık kisvesine bürünmüş, akademik unvanlara sarınmış, asker kılığına girmiş, suret-i haktan görünüp haçlı zihniyetin sinsi planlarının maşası olmuş Gülencilerin oluşturduğu ikiyüzlü bir (FETÖ) terör örgütü kumpaslarına ve darbelerine maruz kalmıştır. Bu konu milletimizce çok iyi bilindiği için fazla söz söylemeye gerek olmadığını düşünüyoruz. Bir Arap şairinin dediği gibi,

Eğer gündüz de bir delile ihtiyaç duyarsa / Artık zihinlerde hiçbir değer ölçüsü yok demektir.

Evet, Türkiye’yi bölüp parçalamak ve küçük lokmalar haline getirip kolayca yutmak isteyen dış güçlerin maşası olan “Fetö” terör örgütünün 15 Temmuzda kalkıştığı darbenin hezimete uğratılmasının arkasında Allah’ın inayeti olduğunda şüphe yoktur;

َمَنْ لَا يَشْكُرِ النَّاسَ لَا يَشْكُرُ الله

İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez” (Tirmizî, Birr 35, 1955); Ebu Dâvud, Edeb 12) hadis-i şerifinin verdiği ders uyarınca, elbette o gecenin kahramanlarına şükranlarımızı sunmanın bir borç olduğunu unutmuyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımızı, değerli başbakanımızı, saygıdeğer meclisimizi ve özellikle kahraman halkımızı asla unutmayacağız.

مَنْ قُتِلَ دُونَ مَالِهِ، فَهُوَ شَهِيدٌ

Malını savunurken öldürülen kimse şehittir” (Buhari, Mezalim, 33; Müslim, İman, 326) manasındaki hadis-i şerifin hükmü uyarınca, bu vatanın ahalisi olarak yurdunu savunurken öldürülenlerin şehitlik payelerini kutluyoruz.

Allah’ın, şehitlerimizi sonsuz rahmetiyle kucaklamasını, gazilerimize de acil şifalar lütfetmesini dileriz. O gece, Çanakkale’deki iman coşkusunu, mümin şuurunun yankılarını ve kahramanlık öykülerini müşahede ederken hissettiğimiz hayranlık duygusunun boyutunu sözlerle ifade etmenin imkânsız olduğunu da belirtmek isteriz.

Bütün bu insani cenahta sergilenen bu fevkalade kahramanlıkları seslendirirken; herşeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitabın sayfaları gibi kolayca çeviren, dünya ve âhireti iki oda gibi bunu kapatıp, onu açabilen bir Kadîr-i Zülcelal olan Rabbimizin himayesini yansıtan o karşı konulmaz rabbani kudretini, bütün yurdumuzu kucaklayan o rahmani imdat ve inayetini de asla unutmamak gerekir.

Yazımızın başlığından da anlaşıldığı gibi, şükür ile Allah’ın nimetleri arasında doğru orantılı bir ilişki vardır. Şükrün artması inayet gibi nimetlerin de artmasına, şükrün zıddı olan nankörlük ise nimetin kesilmesine ve sıkıntıların çökmesine sebep olur.

وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِن شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِن كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ

Hani Rabbiniz size şunu da bildirmişti: Şükrederseniz size daha çok veririm. Nankörlük ederseniz, o zaman da azabım çok çetindir” (İbrahim, 14/7) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir. En büyük şükür, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmektir.

Bu konuda “İlgililerin, insanları derdest etmek için yarışmamaları, suçsuz olanları mümkün olduğunca suçlulardan ayırmaları, adaletle hareket etmelerine” dair Sayın Cumhurbaşkanının ve Başbakanın talimatlarını biliyoruz.

Keza, bu konuyla ilgili kaleme alınan değişik yazılardan da haberimiz vardır.. Bununla beraber, Meşru iktidarı devirmek, birçok masumun mal ve can güvenliğini ortadan kaldırmak, yüzlerce masum insanın kanına girmek, hadsiz hesapsız zulümler icra etmek üzere 15 Temmuz darbe teşebbüsüne katılan veya katılanlara destek verenlerin hukuk önünde hak ettikleri cezayı görmelerini sağlamak, millet ve memleketin hak ve hukukunu korumakla yükümlü olan devletin öncelikli görevi olduğunu da biliyoruz. Ancak, ceza verirken, hâkimlerimizin yanlış yapmamaya, masumları yakmamaya azami gayret göstermeleri de gerekiyor. Zaten devletin başındaki reislerimiz bunu defalarca seslendirmiş ve gereken uyarıları yapmışlardır. Bununla beraber,

وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَى تَنفَعُ الْمُؤْمِنِينَ

Resulüm! (insanlara gerçekleri) hatırlatmaya devam et. Şüphesiz hatırlatmak müminlere fayda sağlar” (Zariyat, 51/55) mealindeki ayette yer alan ilahi emir gereğince bunu –tekrar da olsa- yazmakta fayda olacağını düşünüyoruz. Her yönüyle çok iyi bilinen bu konunun detaylarına girmeden, bazı ayet ve hadislerin ilgili uyarılarını hatırlatmakla yetineceğiniz.

1..Suç ve cezanın şahsiliği esastır:

İslam hukukunda yaklaşık 1500 yıldan beri var olan bu prensip, nihayet modern hukuk sistemlerinde de yerini almıştır. Artık çağdaş ceza hukukunda da en önemli ilkelerinden biri suç ve cezanın şahsiliği ilkesidir. Bu kural gereğince, kişi ancak kendisinin işlediği fiiller nedeniyle sorumlu tutulabilir, başkasının işlediği fillere iştirak etmedikçe sorumlu tutulamaz.

Peygamberimiz veda hutbesinde bu konuyu şöyle ifade etmiştir: “Ey İnsanlar! Sizi uyarıyorum, herkes yal­nızca kendi işlediği suçtan sorumludur. Suçlu evlattan dolayı baba sorumlu tutula­maz, suçlu babadan dolayı evlat da sorum­lu tutulamaz” (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an,10)

Kur’an-ı Kerim’de meal olarak;

وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى

Hiçbir suçlu, başkasının suçunun yükünü yüklenmez” (Enam, 6/164; Fatır, 35/18) ifadesiyle ortaya konulan bu prensip yüksek bir adalet ölçüsüdür. Adalet ölçüsü ise, fiili şükrün bir mikyasıdır. Fiili şükür ise ilahi inayetin bir miyarıdır. İlahi inayet ise, kurtuluşun anahtarıdır.

Bu konun izahını –özetle-Bediüzzaman hazretlerinden dinleyebiliriz:

”  وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى  ”

Yani; “Birisinin hatâsıyla, başkası veya akrabası suçlu sayılmaz, cezaya müstehak olmaz” manasındaki ilahî düstura rağmen, bu zamanda,   اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ 
(“Şüphesiz o/İnsan, çok zalim ve çok cahildir- Ahzab, 33/72) mealindeki ayette işaret edildiği üzere, fertler ve kurumlar olarak karşı tarafaşedit bir zulüm ile mukabele eder; tarafgirlik hissiyle, bir caninin hatasıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adavet eder, elinden gelse zulmeder; elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla, bir köye bomba atar. Hâlbuki bir masumun hakkı, yüz cani için de feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz masumu birkaç cani için zararlara sokar. Hâlbuki hatalı bir adama müteallik, bîçare ihtiyar valide ve pederi ve masum çoluk-çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirlikle adavet etmek, şefkatin esasına zıttır.”(Emirdağ Lahikası-I, 39).

2.İntikam duygusu adaleti zedeler:

وَلاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ أَن صَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَن تَعْتَدُواْ وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى وَلاَ تَعَاوَنُواْ عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

( Ey iman edenler…) Sizi Mescid-i Haramın ziyaretinden alıkoydukları için bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. İyilik ve takvada yardımlaşın; günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın cezası pek çetindir.” (Maide, 5/2) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

3.Zann gerçeğin görülmesini engeller:

Kuvvetli bir suç karinesi olmadan masumiyet karinesi esastır. “Yakin/kesin bilgi şüphe ile ortadan kalkmaz” prensibi, İslam hukukunda önemli bir düsturdur. Bunun anlamı şudur: kuvvetli bir suç delili olmadan herkes masum kabul edilir. Çünkü insanda asıl olan masumiyettir ve delile de muhtaç değildir. Suçlu olmak ise, arızidir ve ancak bir delille ispat edilebilir.

وَمَا يَتَّبِعُ أَكْثَرُهُمْ إِلاَّ ظَنّاً إَنَّ الظَّنَّ لاَ يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئاً إِنَّ اللّهَ عَلَيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ

 “Onların çoğu sadece zanna uyarlar. Hâlbuki zan asla gerçeğin yerini tutamaz. Allah onların bütün yaptıklarını hakkıyla bilir” (Yunus, 10/36) mealindeki ayette bu hakikate işaret edilmiş ve konuyla ilgili güçlü bir uyarı yapılmıştır.

4. Yanlışlıkla affetmek, yanlışlıkla ceza vermekten iyidir:

İslam ceza hukukunda şu iki prensip her konuda geçerlidir:

Birincisi: Suçun sübutunda var olan şüphe sanığın lehine yorumlanır.

İkincisi: Yanlışlıkla affetmek, yanlışlıkla ceza vermekten daha iyidir.

Bu iki prensibin kaynağı şu hadis-i şeriftir:

ادْرَءُوا الحُدودَ عن المسلمين ما استطعتم، فإن كان له مخرج، فخلوا سبيله فإن الإمام أن يخطئ في العفو، خير من أن يخطئ في العقوبة

Hadleri/cezaları imkân bulduğunuz nispette şüphelerle kaldırın; bir çıkış yolunu bulduğunuzda sanığın lehine karar verin. Çünkü İmamın (hâkimin-yetkili kimsenin) hata ile bir suçluyu affetmesi, yanlışlıkla bir masuma ceza vermesinden daha iyidir” (Tirmizi, Hudud,2). Şüphelerle cezaların kaldırılmasını ön gören daha birçok –merfu ve mevkuf- hadis rivayetleri vardır.(bk. Tuhfetu’l-Ahvezi, 4/572-574)

Medeni kanunda bu prensip: “Suçun sübutuyla ilgili her şüphe sanığın lehine yorumlanır” şeklinde ifade edilmiştir.

5. Başkasını hesaba çekerken, bizim de hesaba çekileceğimizi unutmayalım:

Hz. Ömer’in “Hesaba çekilmezden evvel, kendinizi hesaba çekin” (Gazali, İhya, 4/396) manasındaki meşhur tavsiyesini zihnimizden çıkarmayalım.

Karar merciinde olan kimselerin şu hadis-i şerifi bir levha halinde işyerlerine asmaları, hiç olmazsa kalbin “unutmaz” köşesine yazmaları, hem dünya hem ahiret hayatı bakımından son derece faydalı olacaktır:

القضاة ثلاثة: اثنان في النار وواحد في الجنة، رجل عرف الحق فقضى به فهو في الجنة، ورجل عرف الحق فلم يقض به وجار في الحكم فهو في النار، ورجل لم يعرف الحق فقضى للناس على جهل فهو في النار

Kadılar(karar merciinde olan kimseler) üç kısımdır. Bunlardan bir gurup cennete, iki grup ise cehenneme gider. Cennete gidenler: Hakkı bilen ve ona göre hüküm veren kimselerdir. Cehenneme gidenler ise iki kısımdır: Birincisi, hakkı bildiği halde, haksız karara imza atanlardır. İkincisi ise, hakkı/doğruyu bilmediği halde, hüküm veren cahillerdir (bk. Ebu Davud, Akdıye,2; Tirmizi, Ahkâm,1; İbn Mace, Ahkâm, 3)

Not: Bu hadisteki “cahiller” den maksat, konuya hâkim olmayan, ehliyetsiz kimselerle, genel olarak ehliyetli olmakla beraber, gereken araştırmayı yapmadığından yanlış hüküm veren kimselerdir. Yoksa gereken bütün şartlara haiz olan ve gerekli çalışmayı yapmakla beraber, bir içtihat hatası yapan kimse buna dâhil değildir. (İbn Hacer, Fethu’l-Bari 13/319).

6. İdareciler de ikaza muhtaçtır:

Hz. Ebu Bekir halife seçildiği zaman, halka yaptığı konuşmasında bu hususu şöyle dile getirmiştir: “Ey insanlar, sizin en iyiniz olmadığım halde, başınıza idareci seçildim. Vazifemi İslam’a uygun şekilde yaparsam, bana itaat edin. Doğru yoldan saparsam beni ikaz edin.”

Hz. Ömer de halifeliği sırasında bir gün Muhammed b. Mesleme’ye: “Beni nasıl görüyorsun?” diye sormuştu. O da: “Seni arzu ettiğim gibi görüyorum. Eğer sen eğri yola meyil edersen, mızrağın ucu mengenede doğrultulduğu gibi seni doğrulturuz” cevabını vermişti. Hz. Ömer bundan son derece memnun kalmış ve “Haktan ayrılıp eğrilik gösterdiğim takdirde beni doğrultan insanların bulunduğu bir toplumda yaşatan Allah’a hamdolsun” demişti. (bk. Zehebi, Siyeru’Alemin-Nubela, 4/34).

Allah’ım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymaya muvaffak eyle;

Bâtılı da bâtıl olarak göster ve ondan uzak kalmayı bize nasip eyle! ÂMİN!

Niyazi Beki (Doç. Dr.) – Nurdan Haber

İslam öldürmez, diriltir…

Savaş ve barışla ilgili âyetleri bir bütün halinde değerlendirerek genel bir sonuç çıkarma konusunda tefsirciler görüş ve söz birliğine ulaşamamışlardır. Savaşın amacını dünyada müşrik kalmaması veya müminlerin dünyaya hâkim olmaları olarak anlayanlara göre barışı emreden âyetlerin hükmü, sonradan gelen şu âyetlerle kaldırılmış, neshedilmiştir:
Müşriklerin yakalandıkları yerde öldürülmelerini emreden âyet (Tevbe, 9/5) veya Ehl-i kitab’a karşı, İslâm’ı kabûl edinceye yahut da İslâm devletine boyun eğerek cizye ve haraç vermeye râzı oluncaya kadar savaşılmasını emreden âyet (Tevbe, 9/29), kezâ
“Siz üstün durumda iken düşmanı barışa çağırarak gevşeklik göstermeyin.”(Muhammed, 47/35)
meâlindeki âyet.
Bu anlayışa karşı Ebû Bekir İbn el-Arabî’nin (II, 875 vd.) ve Cessâs’ın (III, 68) dile getirdikleri ikinci görüş şöyledir:
Nerede bulunurlarsa öldürülecek olan müşrikler, Arabistan kıtasında o zaman yaşayan ve Müslümanların kökünü kazımaya azmetmiş bulunan müşriklerdir. Âyetlerin devamlı olan hükümlerinin bunlarla alâkası yoktur. Savaş ve barış Müslümanların güçlerine, menfaatlerine ve dînin amaçlarına bağlıdır; buna göre savaşmak, teklif ederek veya karşı tarafın teklifini kabûl ederek barış yapmak, barış karşılığında bir şey almak veya vermek câizdir. Âyetler birbirini neshetmemiş, duruma göre nasıl hareket edileceğini göstermiştir.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) de buna göre davranarak Medine’ye geldiğinde bazı Yahudi ve müşrik gruplarla barış antlaşması yapmıştır, kezâ Mekke müşrikleri ile Hudeybiye sulhunu yapmış, karşı tarafın anlaşmayı bozarak -Müslümanlarla ortak savunma antlaşması yapmış bulunan- Huzâ’a kabilesine savaş açmalarına kadar barışa sadık kalınmıştır. Necran Hristiyanları ile barış antlaşması imzalamıştır. Müslümanlar güçlenince Ehl-i kitab’a ya İslâm, ya cizye; yarımada müşriklerine ise “ya İslâm, ya bölgeyi terk veya ölüm” teklifi gelmiştir.“Savaş ve barışın güç, fayda ve meşru amaç esaslarına göre yürütülmesi, bu konuda Ehl-i kitap müşrik farkının gözetilmemesi” hükmünün uygulamasına ilk halifeler döneminde de devam edilmiştir
Savaş, nerede ise insanlıkla yaşıttır. İdam cezâsını kaldırarak suçsuz, günahsız insanların hayat hakkını korumak nasıl mümkün olmazsa, savaşı kaldırarak, yok ederek, hesap dışı tutarak barışı ve uluslararası ilişkilerde adâleti sağlamak, zulmü ve kötülüğü önlemek de öyle mümkün değildir. Yapılması gereken savaşın, hukukî ve ahlâkî amaçlarını belirlemek ve onu bu amaçtan saptırmamaktır. Savaşla ilgili âyetlere bakıldığında İslâm’ın, ancak zulmü, din yüzünden baskıyı ve haksız saldırıyı ortadan kaldırmak için buna izin verdiği görülmektedir.
Girişte meâlleri verilen iki âyet (Nisâ, 4/75-76) savaşın iki önemli amacını ortaya koymaktadır:
a) Allah rızâsı,
b) Zulmü engelleyip adâleti sağlamak.
“Allah rızâsı” da fayda bakımından kullara râci olmaktadır; Allah Teâlâ’nın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmadığından, O’nun rızâsı için savaşmak, kullarının yararı, din ve vicdan hürriyetinin temini için savaşmaktır; Allah mutlak âdil olduğu ve zerre kadar zulme râzı olmadığı için“Allah rızâsı için savaşmak”, adâlet, hukuk ve hakkâniyet uğrunda savaşmaktır. Allah’a ve hak dîne inanmayanların da bir tanrıları, baş eğdikleri, itâat ettikleri -nefis dahil maddî, manevî- bir önderleri olacaktır; bu önderler Kur’ân’a göre tâğutlardır, şeytanlardır; bunlara tâbî olanların savaş amaçları ise, hukuk ve adâletin gerçekleşmesi değil, egoizmin tatminidir, zulüm, baskı ve sömürüdür.
Hac sûresinin meâlleri verilen 39-40. âyetleri, İslâm’ın farklı dinler ve inançlar konusundaki tavrını, hiçbir şüpheyi barındırmayacak ölçüde açık olarak ortaya koymaktadır. Allah Teâlâ’nın, kendisine itâat eden mücahid kulları ile koruduğu mâbetler yalnızca mescitler değil, aynı zamanda diğer dinlere ait ibâdet yerleridir. İslâm’a göre ve gerçekte Allah bir olduğu için, O’nun adını anıp başka bir varlığı kastedenler veya adını -O’na yakışmayan- niteliklerle birlikte ananlar da, bilerek bilmeyerek, doğru veya yanlış Allah’ı zikretmektedirler. Dünyada insanları, farklı inanıyorlar, inançları belli bir dîne aykırı düşüyor diye cezâlandırmak veya baskı altına almak İslâm’ın -câiz görmesi bir yana- savaş sebebi saydığı bir davranıştır.
Silâhlı mücadele ve şiddet, amacı veya şekli bakımından -din, hukuk ve ahlâkça meşrû sayılan- sınırları aşınca zulüm olur, terör olur; İslâm’ın bunu da tasvip ve tecviz etmesi düşünülemez. 
Prof. Dr. Hayrettin Karaman

Adaletle İlgili Bir Soru

Kader ve adalet konusunda çokları tarafından şöyle sorulmaktadır:

Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan bir insan ile İslâm ülkesindeki bir insanın İslâmî hakikatleri bilme ve öğrenme imkânları elbette bir değildir. Bunlar arasında mesuliyet açısından bir fark var mıdır? Bu hâl, adalet-i İlâhiyye cihetiyle nasıl izah edilir?

Evvelâ şu hakikati hatırlatmakla mevzuya başlamakta fayda mülâhaza ediyoruz. Hesap sormak, siğaya çekmek, ancak Allah-u Azimüşşân’ın hakkıdır.Mahlûkatın O’na sual ve hesap sormaya hakkı yoktur.

Umum mülkün yegane sahibi, tek hâkimi Allah-u Azimüşşân’dır. O Sultan-ı Ezel ve Ebed kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Amma O Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak’ın bütün tasarrufatı hakîmâne, rahîmâne ve âdilânedir. Hiç kimse O’nun mahlûkatına O’ndan başka şefkatli ve merhametli olamaz. Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk’ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su hâlinden rahmet ve inâyetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalanabilmesi için gerekli bütün maddî ve mânevî cihazlarla techiz eden Allah-u Azimüşşân’dır. Öyle ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha şefkatli olamaz.

Kader ve adaletle ilgili meselelerin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı meseleleri, maişet noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu İlâhî taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecektir. Bir ayette beyân buyurulduğu gibi,

“Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu görecek. Kim de zerre kadar şer işlemişse onu orada görecektir.”11

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Âyâ bu insan zanneder mi ki, başıboş kalacak? Hâşâ!.. Belki insan, ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.”12

Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mesuliyetinin ağırlığı ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile olacaktır.

Hâşir meydanı, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hattâ bir kâfirin Müslümanda olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını bile mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle ölçen O Âdil-i Mutlak, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir. “Boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun” hakkının alınacağını ifade eden büyüklerimiz, mahşerdeki adaletin inceliğine dikkat çekmişlerdir.

Bir kısım insanların, kader ve İlâhî adalet noktasındaki vesveseleri, işte bu adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dünyada, İlâhî adaletin kulların imtihan şartlarındaki tecellîsini lâyıkıyla anlamamız elbette imkânsızdır.

Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, İlâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşılmayan meselelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nev’i ibâdettir. Meselâ tıp ilmi, Hakîm-i Ezelî’nin insan vücûdunda hiçbir şeyi hikmetsiz ve faydasız yaratmadığına inanmanın neticesi olarak, herbir âzanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bugünkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir âzayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması o âzanın faydasızlığına delil olamaz. Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan Allah’ın adaletine iman eden bir kimse de, her hâdisede İlâhî adaletin tecellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatırına gelen suallerin cevabını bu anlayış içerisinde aramalıdır.

Cenâb-ı Hak, bir ayette mealen:

“Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder.”13

buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. Zira Mabud-u Hakk’ın emrettiği ibadetler, insanların gücünün yetmeyeceği şekilde değil, hatta insan takatinin çok altındadır. Müfessirler, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği ibadetlerin insan takatinin son sınırı olmadığını ifade etmişlerdir. Yani bunun sınırı orucu bir ay tutmak ve namazı beş vakit kılmak değildir. Öyle ise, O’nun emirlerini yerine getirmede tembellik göstermek, hatta hiç yapmamak mümin kullarına yakışmadığı gibi, hem de bir cinayet-i azimedir.

İnsanın bedeninin tâkat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir. Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:

– Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.

– Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı tehire kalır.

– Ramazan’da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.

– Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mesul olmaz.

– Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.

Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kulları için tâkat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.

Allah-u Teâlâ mutlak adaletiyle kullarının mesuliyetlerini bedenî ve malî durumlarıyla olduğu gibi, içinde bulundukları şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır. Yâni, Allah, kullarının akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir.Şu hakikati de bilmek icab eder:

İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk’a imân ve O’na itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm’in varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan,bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse Allah’ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi nisbetinde O’na karşı ibâdetini yapar.

Âdil-i Mutlak olan Allah-u Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kadar akıl ihsan etmiş, akıl hastaları ile sinn-i teklife ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.

Bu izahlardan sonra, mevzuun fetvâ cihetine gelelim: Mevzu, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altındaki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlarındaki adaletin nasıl izah edilebileceği idi. Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu anlatılan insan, Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî’ye göre sadece kendisinin ve bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mesul değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam-ı Eş’arî’ye göre ise, böyle bir kimse Allah’a iman etmese de ehl-i necâttır. Fakat ilm-i kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birinci görüşü benimsemişlerdir. Merhum Ömer Nasuhî Bilmen’in bu mevzu ile ilgili açıklamalarını önce kendi ifâdelerinden, daha sonra sadeleştirerek takdim edelim:

“Zaman-ı fetrette yaşayan ve kendilerine savt-ı nübüvvet vâsıl olmayan kimseler dahi Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne imân ile mükelleftirler. Çünkü kuvve-i akliyeleri, fıtrat-ı selîmeleri kendilerini tevhide, marifetullaha sâiktir. Lâkin bunlar şer’î ahkâm ile mükellef olmazlar. Zira bu gibi hükümler Enbiyâ-ı İzâm tarafından tebliğ olunmadıkça akıl ile idrâk olunamaz.”

“Fetret, inkıta mânâsınadır. Bi’set-i enbiyânın inkıtaiyle vahy-i İlâhî’nin münkatı olduğu zamana denir. Hazret-i İsa ile Hâtem-ül Enbiyâ Hazretleri’nin arasındaki zamana ıtlakı mâruftur. Böyle bir zamanda yaşayan insanlara ehl-i fetret tesmiye olunur. Bi’set-i Nebeviyye’den sonra dünyaya geldikleri halde şâhik-i cebelde veya arzın meçhul bir kıt’asında yaşadıkları için kendilerine savt-ı İslâm vâsıl olmayan eşhas dahi ehl-i fetret hükmündedir.”

“Binaenaleyh bunlar bu cihetle mazur olduklarından namaz, oruç gibi şer’î ahkâm ile mükellef olmazlar. Ancak Allah-u Teâlâ’ya imanın bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş’arîye’ye göre mücerred akıl ve nazar marifetullah da kâfi değildir. Herhalde Allah-u Teâlâ’ya imanın vücûbu şer’i şerîf ile sabit olur. Ehl-i fetret adem-i imanından nâşi azab-ı nâra müstehak olmaz. Nitekim ‘Biz bir kavme Resûl göndermedikçe azab etmeyiz’14 nass-ı Kur’anîsi de bunu nâtıktır.”

“Fakat Mâtüridiyye Eimmesi derler ki: Allah Teâlâ’ya imân etmek fıtrat muktezasıdır. Herkes aklen tevhid-i Bâri’nin hüsnünü idrâk edebilir… Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima nazar-ı intibahına çarpan binlerce hilkat bediâlarını görür dururken bunların azîm mübdiinin vücuduna aklen istidlâl edememesi tecviz olunamaz… Âyet-i celîleyle nefyolunan azabtan maksad ise dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyet-i kerîmenin nâtık olduğu adem-i tazip, idrâki mümkün olmayan ahlâk-ı şer’iyyenin adem-i icrâsı hâline aittir. Yoksa aklen tahsili mümkün olan marifetullahın terkine şâmil değildir. Binaenaleyh marifetullah hususunda hiçbir âkıl mazur olamaz. Bazı ulemâya göre ehl-i fetret üç kısımdır:

“Birincisi, zaman-ı fetrette yaşadıkları halde akıl ve nazarlarıyla vahdaniyet-i İlâhiyeyi tasdik edenlerdir, bunlar ehl-i Cennet’tir.İkincisi, Cenâb-ı Allah’a şerik ittihaz edenlerdir, bunlar da ehl-i nârdır.Üçüncüsü, gaflet üzere olup fikr-i Ulûhiyetten zahil bulunanlardır. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır.”15

Yukarıdaki ifâdelerden anladığımız şudur:

Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk’a iman etmekle mükelleftir. Çünkü akılları, bozulmamış fıtratları kendilerini Allah’ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat bunlar diğer dinî hükümlerden mesul değildirler. Çünkü bu gibi hükümler, peygamberler tarafından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz.

Fetret, kesilme mânâsınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir.

Peygamberimizin, peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm’ın sesi ulaşmayan şahıslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir.

Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk’a iman etmenin bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş’arîye’ye göre sırf akıl ve fikir Allah’ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah’a imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem’e konulmazlar.

‘Biz bir kavme Resûl göndermedikçe azab etmeyiz.”

âyeti delil gösterir. Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk’a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah’ın bir olduğunu anlayabilir… Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve sanatla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken, bunların Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması câiz görülemez… Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut bu âyetin ifâde ettiği azab etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi hâline aittir. Yoksa akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah’ı bilmenin terki mânâsına gelmez.

Bundan dolayı, Allah’ı bilme hususunda hiçbir akıllı kimse mazur sayılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah’ın birliğini kabul edenlerdir. Bunlar Cennetliktir. İkincisi, Cenâb-ı Allah’a ortak koşanlardır; bunlar da Cehennemliktir. Üçüncüsü, gaflet üzerine olup, Ulûhiyet fikrini ihmal ederek hiç düşünmeyenlerdir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır.

Ehl-i fetret hakkında üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

“Ehl-i fetret, ehl-i necâttırlar. Bil’ittifak, teferruattaki hatîatlarından muâhezeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arî’ce, küfre de girse, usul-ü imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necâttır. Çünkü teklif-i İlâhî, irsal ile olur. Ve irsal dahi, ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiyâ-yı salifenin dinlerini setretmiş, o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azab görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.”16

Bu ifâdelerden de anlaşıldığı üzere,

Fetret döneminde yaşayanların, dinin teferruatındaki hatalarından dolayı ceza görmeyeceklerinde bütün âlimler fikir birliği içindedir. Hattâ İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arî’ye göre, bunlar iman etmeyip küfre girse bile ondan dahi mesul olmazlar. Çünkü mesuliyet ancak peygamber gönderilmesi ile tahakuk eder. Ayrıca peygamber gönderilmiş bulunduğunun ve peygamberin vazifesinin mahiyetinin de bilinmiş olması gerekir ki, mesuliyet bahis mevzuu olabilsin. Eğer peygamberlerin irşâdları, zamanın geçmesi ve gaflet gibi sebeplerden dolayı gizli kalır da anlaşılmazsa, bu hakikatlara vâkıf olamayanlar ehl-i fetret sayılırlar ve azab görmezler.

Burada şöyle bir sual de akla gelebilir:

– Peygamberin ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?

Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin aşağıdaki tasnifine göz atalım. Bu tasnifin de İmam-ı Gazâlî Hazretleri o zamanda yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:

“İnancıma göre, inşâallah Allah-u Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümûlüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm’ın dâveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:

a) Hazret-i Muhammed’in (s.a.v.) ismini hiç duymamış olanlar.

b) Hz. Peygamber’in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mucizeleri duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir.

c) Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Hz. Peygamber’in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber’i tâ küçüklüklerinden beri ‘İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur.’ şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın ‘Müseylemetü’l-Kezzap’ olan yalancının biri Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur” sözünü duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grubda olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber’in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez.”17

Bugün gerek Hristiyan âleminde ve gerekse başka ülkelerde İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Hristiyan âleminde ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Din-i Hakk’ı bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, demir perde gerisinde esaret kamplarında hür dünyanın varlığından bile habersiz nice mazlumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartları ve imkânları ile Din-i Hak olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti herşeyi ihata eden Allah-u Azimüşşân’ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip olacaktır.

Şurası da herkesin malûmudur ki, bir rejimin perdesi arkasında ulûhiyeti inkâr maksadıyla mutlak inanca, hususan İslâm dinine karşı dessasâne faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mesuliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz.

Bu mevzu ile alâkalı olarak mazlum Hristiyanlar hakkında Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin şu ifâdelerini nakletmekte fayda görüyoruz:

“Âhirzamanda mâdem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (s.a.v.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve mâdem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (a.s.) din-i hakikisi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev’i şehadet (şehitlik) denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffâret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır, diye hakikatten haber aldım… Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesât-ı semâviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî (ahirete ait) neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.”18

Yukarıdaki ifâdeler, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu husustaki görüşlerinin hülâsası mahiyetindedir. Bu sebeple yukarıda takdim edilen açıklamaları kâfi bularak diğer kaynaklardan nakiller yapmadık. Konu ile ilgili geniş bilgi isteyenler diğer kelâm kitaplarına, bilhassa Abdurrahman Cezerî’nin Mezâhib-i Erbaa adlı eseriyle, Aliyyü’l-Karî’nin Şerhu’l-Emâli ve Şerh alel-Fıkhi’l-Ekber adlı eserlerine bakabilirler.

Şimdi de mezkûr sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım: İslâmiyet’te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka Cennet ehli olacağına dair bir hüküm yoktur. İslâm tarihini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı Saadet’te Hazret-i Resûlullah’ın (s.a.v.) kapı komşusu olan Yahudiler, Müslümanlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir. İslâmiyet, Resûlullah’ın (s.a.v.) devrinde en canlı devrini yaşamış olmasına rağmen, o gün Mekke’de yine müşrikler ve kâfirler vardı. Eğer Mekke’de doğan bir insanın Müslüman olması gerekseydi, Ebû Cehil’in, Hazret-i Resûlullah’ın (s.a.v.) öz amcası Ebû Leheb’in de Müslüman olması icab ederdi. Bilindiği gibi, Hz. İbrahim’in babası Nemrud’un putçusuydu ve inkârcılardandı. Lût Aleyhisselâm’ın karısı, Nûh Aleyhisselâm’ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan, Firavun, Allah’ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Musâ (a.s.) onun sarayında, hattâ onun kucağında yetişti. Firavun’un karısı da Allah’a inanan bir kimseydi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) çok arzu etmesine rağmen amcası Ebu Talip de iman etmedi.

“Sen sevdiğin kimseyi hidâyete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet verir.”19

ayeti bu hakikatı açıkça ifade eder.

Demek ki, Rabbini arayan ve O’na yönelen bir kul, Firavun kucağında bile olsa hidâyet nûruna kavuşur. Eğer bir kul Hakk’a karşı kör olsa, peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felâketten kurtaramaz. Bugün de İslâm memleketlerinde binlerce camiler, minareler, ezanlar, İslâmî örf ve âdetler, hattâ mezar taşları İslâm’ı telkin ederken, hâlâ İslâm’dan uzak ve Allah’tan gafil nice insanlar yok mudur?

Bu noktada, bazı kimseler tarafından sorulan bir suale de kısaca cevap vermekte fayda mülâhaza ediyoruz:

Sual: Dünyada ortalama altmış yetmiş sene gibi kısa bir ömrün neticesi olarak mü’minin cennette, kâfirin ise cehennemde ebediyen kalması adalet-i İlâhiyye noktasından nasıl izah edilir?

Cevap: Bu mesele birçok cihetlerle izah edilebilir. Biz bunlardan bazılarını kısa olarak beyân edeceğiz:

Evvelâ, bir mü’min Allah’ın varlığına, birliğine, O’nun mutlak ve nihayet kemâldeki sıfatlarına inanmakla ve O Sultan-ı Ezel ve Ebed’e intisap etmekle nihayetsiz bir kıymet kazanır. Cenâb-ı Hakk’ın ihsanına, lütuf ve ikrâmına mazhar olur. Böyle bir keyfiyetin neticesi ise, nihayetsiz bir saadettir.

Hem mü’min umum mahlûkatın reisi olarak onların tesbihat ve tahiyyatlarını kendi namına Mâbûd-u Bilhakk’ın dergâhına takdim etmekle küllî bir ibâdet yapmış olur. Kendisine teveccüh eden nihayetsiz nimetlere karşı küllî bir şükür ile mukabele eder. Bu âlemdeki bedî ve garip sanat-ı ilâhiyyeyi hayret ve tefekkür ile temaşa eder, Sâni-i Zülcelâl’i tesbih, tazim ve takdiste bulunur. Böylece kendisine Allah tarafından ebedî bir temaşagâh ve ziyafetgâhın kapıları açılır. Bediüzzaman Hazretlerinin şu harika misalini dikkatinize sunmak istiyorum:

“Nasılki bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: «Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?» Birden der: «Ey seyyidim! Bütün şu kıymetdar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünki: Sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.» 

“İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyetinin derece-i sadakat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabûl eden o pâdişah, O bîçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatını, en büyük bir hediye gibi kabûl eder.Aynen öyle de: Âciz bir abd, namazında «Ettahiyyâtü lillâh» der. Yâni: Bütün mahlûkatın hayatlarıyla sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyet ve îtikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir.”20

Hem imanın kudsiyetine eren bir mü’min, dünyada faraza ebedî yaşamış olsa, Hâlık-ı Zülcelâl’ine ebediyen itaat ve ibâdet edecek, emirlerine inkiyadda bulunacaktır. Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır, sırrınca Cenâb-ı Hak mü’minin bu niyetini bilfiil kabul ederek ona fazlından ebedî bir Cennet’i ihsan buyurur.

“Kâfirin Cehennem’de ebedî kalması” hükmüne gelince:

Evvelâ, küfür, hadsiz bir cinayettir, affı kabil değildir. Zira kâfir nihayetsiz bir kemâl ve cemâl sahibi olan Allah-u Azimüşşân’ı inkâr etmekle O Zât-ı Akdes’in azamet ve kibriyâsını, İzzet ve Celâlini tekzib ediyor; ulûhiyetinin haysiyetine, rubûbiyyetinin izzetine dokunuyor. Hem, Esmâ-i İlâhiyye’nin kâinattaki nihayetsiz tecellilerini tesadüf ve tabiata havale etmekle nihayetsiz bir cinayet işliyor ve O Mâbûd-u Bilhakk’a ibâdet eden umum mahlûkatın hukukuna tecâvüz etmiş oluyor. Elbette böyle nihayetsiz cinayetlerin cezası da ancak ebedî bir Cehennem olabilir.

Hem, küfürdeki isyan ve inkârı ile kâfirin hayra kabiliyeti selb oluyor. Cenâb-ı Hakk’ın vermiş olduğu nihayetsiz hayır kabiliyetini nihayetsiz şerre inkılâb ettiriyor. Faraza bu hâliyle dünyada ebediyen kalsa, küfür, inkâr ve isyanına devam edecektir. Nihayet derecede tefessüh eden ve hayra kabiliyeti kalmayan böyle bir kâfirin cezası, elbette ebedî bir Cehennem’dir.

Bu mevzuyu Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin şu veciz ifâdeleri ile tamamlayalım:

“Cehennemin vücudu ve şiddetli azabı, hadsiz rahmete ve hakikî adalete ve israfsız, mizanlı hikmete zıddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adalet ve hikmet, onun vücudunu isterler.Çünkü nasıl ki bin masumların hukukunu çiğneyen bir zâlimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zâlimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer biçârelere yüzer merhametsizliktir. Aynen öyle de, Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hem o Esmâ’ya şehâdet eden mevcudatın şehâdetlerini tekzib ile hukuklarına tecâvüz ve mahlûkatın o Esmâ’ya karşı tesbihkârâne yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecâvüz ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekası olan tezahür-ü Rubûbiyet-i İlâhiye’ye karşı ubûbiyetle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzib ile hukukuna bir nev’i tecâvüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki, affa kabiliyeti kalmaz. “İnnâllahe lâ yağfiru en yüşrake bihî” (Allah kendisine ortak koşulmasını affetmez) âyetinin tehdidine müstehak olur. Onu Cehennem’e atmamak, bir yersiz merhamete mukabil, hukuklarına taarruz edilen hadsiz dâvâcılara hadsiz merhametsizlikler olur.”

“İşte o dâvâcılar, Cehennem’in vücudunu istedikleri gibi, İzzet-i Celâl ve Azamet-i Kemâl dahi kat’î isterler.Evet, nasıl ki bir serseri âsi ve raiyete tecâvüz eden bir adam, oranın izzetli hâkimine dese: “Beni hapse atamazsın ve yapamazsın” diye izzetine dokunsa, elbette o şehirde hapis olmasa da o edebsiz için bir hapis yapacak, onu içine atacak. Aynen öyle de, kâfir-i mutlak, küfrüyle izzet-i celâline şiddetle dokunuyor. Ve azamet-i kudretine inkâr ile dokunduruyor. Ve kemâl-i rubûbiyetine tecâvüzüyle ilişiyor. Elbette Cehennem’in pek çok vazifeler için pekçok esbab-ı mucibesi ve vücudunun hikmetleri olmasa da, öyle kâfirler için bir Cehennem’i halk etmek ve onları içine atmak, o İzzet ve Celâlin şe’nidir.”21

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

11. Zilzâl Suresi 99/ 7-8.
12. Mesnevi-i Nuriye.
13. Bakara Suresi 2/286.
14. İsrâ Suresi 17/15.
15. Ö. N. Bilmen Muvazzah İlm-i Kelâm, s, 82.
16. Mektubat.
17. İmam-ı Gazalî, İslâm’da Müsamaha, s, 60-61 (Terc. Süleyman Uludağ).
18. Kastamonu Lâhikası.
19. Kasas Suresi 28/56.
20. Sözler.
21. Şualar.

Hukuk Adalet Dağıt(a)mazsa!

Toplum hayatının düzenini sağlamayı amaç edinen ve gerekli yaptırımlarla bunu sağlayan, yazılı olan veya olmayan tüm kurallara hukuk adı verilir. Hukukun amacı adaleti sağlamaktır. Her toplumun hukuk kuralları kendine göredir. Suçun cezası, toplumların benimsediği hukuk sistemine göre değişiklikler gösterir.

Geçmiş toplumların hukuku bugünkünden farklı olduğu gibi gelecekte bugünden farklı olacaktır. Devlet yönetimini elinde bulunduran güç, hukuk kurallarını da belirlemektedir.

Geçmişte İslam hukuku uygulanmış olan ülkemizde imparatorluğun yıkılmasından sonra seküler hukuk kurallarına geçiş yapılmıştır. Medeni hukuk kurallarını, ceza hukuku kurallarını batıdaki farklı ülkelerden almıştır. Anayasa ve kanunlar defalarca değiştirilmiştir. Toplumda uygulanan hukuk kuralları, bu süreçte acaba toplumun büyük çoğunluğunun adalet duygusunu tatmin etmiş midir? Buna evet diyebilmek oldukça güçtür.

İslam hukukunun temel prensibi, adalet-i mahzayı ön plana almasıdır. Adalet-i mahzayı uygulama imkanı varken, adalet-i izafiye ise uygulanmaz. Bireyin hakları toplumun menfaatinden önce gelir. Toplum için birey feda edilemez.

‘’Adalet-i mahzâ-yı Kur’âniye, bir mâsumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlıkla, öyle insan olur ki, ihtirasına mâni herşeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek ister.’’(Bediüzzaman, Mektubat, Hakikat çekirdekleri)

‘’…Lâkin, adalet-i izafiye, cüz’ü külle feda eder.’’(Bediüzzaman,Sünühat)

Hukuk sistemi gerçek suçluları bulup adalet karşısına çıkarmalıdır. Masumların tutuklanması, hayatlarının bir kısmını haksız yere tutuklu geçirmeleri adalet değildir. Suçluları cezalandırırken suçsuzlar feda edilemez.

Cumhuriyet dönemindeki İstiklal mahkemeleri, 27 Mayıs ihtilalinin Yassıada mahkemeleri, Sıkıyönetim askeri mahkemeleri, Devlet güvenlik mahkemeleri ve en son Özel görevli ağır Ceza mahkemeler ile Terör mahkemeleri, bunlardandır. Acaba toplumun vicdanında bunların adaleti sağladığına tam bir inanç var mıdır?

5 yıldan beri tutuklu olduğu halde mahkemeleri hala devam edenler, mahkemelerde suçlu bulunduğu halde aylardır gerekçeli kararları henüz yazılmayanlar veya Yargıtay’da hakkında karar verilmesini bekleyenler, son çıkan demokratikleşme paketindeki 5 yılı aşan uzun tutuklulukla ilgili madde nedeniyle tahliye edilmeye başladılar. Adli kontrol kararı ile birlikte uygulanan bu tahliyeler, toplumun bir kısmını sevindirirken bir kısmının da vicdanlarını rahatsız etmiştir.

Malatya’da Zirve Yayınevinde misyonerlik yaptıkları gerekçesiyle 3 yayınevi çalışanının boğazlarını keserek öldüren 5 sanığın tahliyesi en bariz olanıdır. Danıştay saldırısında hakimi öldüren sanıkta bu davadan tahliye edilmesine karşı başka davadan hükümlü olduğu için çıkamadı. Davaları 5 yıldır sonuçlandırılamayan mahkemeler nasıl adalet dağıtacaklar? Kamu vicdanı bunu kabul edemiyor. Türk hukuk sistemin adalet dağıtmasındaki bu zafiyet, hukukçular tarafından artık masaya yatırılmalı, tartışılmalı ve çözümü mutlaka bulunmalıdır. Toplum hastanelerden acilen şifa beklerken, mahkemelerden de gecikmeden adalet istiyor. Geç gelen adalet de vicdanları rahatsız ediyor. Hele insanların hayatları üzerinden mahkemelerin bilek güreşi yapmaları, adalete güveni sarıyor.

Türkiye’de halen 44 ü özel, 31 i devlet olmak üzere 75 Hukuk fakültesi mevcut. Ve buralarda 354 profesör, 164 doçent ve 557 Yar.Doçent bulunuyor.Bunların aralarında 23 tane Anayasa profesörü ile 32 tane Ceza Hukuku profesörü var.Türk toplumu bu değerli bilim adamlarından konunun tartışılıp acilen çözümünü bekliyor.

Ergenekon adı verilen, seçilmiş iktidara karşı ihtilal amaçladığı iddia edilerek yargılananlar da uzun tutuklu kalmaları nedeniyle tahliye oluyorlar. Bunların tahliyesinden memnun olanlar olduğu gibi, bu davadaki bazı delillerin sahte olduğuna da inananlar, kumpas kurulduğuna inanalar da var.

Ülkemizdeki yargı sistemi adalet dağıtabiliyor mu? İnsanlar yargıya güvenebiliyorlar mı? 30 Mart seçimlerinden sonra Türkiye bu sorunları acilen masaya yatırmalıdır. Devletin kriptolu telefonları dahil vatandaşlarını hukuka aykırı biçimde kimler dinlemiş ise, bazı kişilere kumpas kurularak tutuklanmalarına kimler neden olmuşsa, sahte delil üreterek kişilerin mağdur edilmesine ve tutuklanarak yargılanmasına sebep olanlar varsa, tek tek onlar da adalet huzuruna çıkarılmalıdır.

5 yılı aşan bir tutukluluk sürecinde adaletin hala tecelli edememesini bu topluma kim izah edecek? Gerekçeli kararın aylarca yazılmamasını, kişilerin hak arama hakkının ellerden alınmasının suçluları kimdir?

61 Anayasanda Cumhurbaşkanı seçimi için turlar bir türlü bitmiyor, Cumhurbaşkanı seçilemiyordu, 80 Anayasayla turlar 3 turla sonuçlandırılınca netice hasıl oldu. Gerekçeli kararı makul sürede yazmayan hakimler için bir önlem gerekmiyor mu? Böyle bir lüksü olabilir mi?

Türk halkı adalete güvenmek istiyor, bunun için hukukçular ve parlamento üzerlerine düşen görevleri artık yapmalıdırlar.

Dr.Selçuk Eskiçubuk 

Adalet-i Mahza ve Adalet-i izafiye Nedir?

Adalet-i Mahza: Tam adalet demektir. Yani bir ferdin hakkını, bütün insanlar için de olsa, feda etmeyen adalettir. Örneğin: Bir gemide dokuz cani bir masum olsa o gemi batırılamaz. İşte bu Cenab-i Allah’ın adaletindendir. Adalet-i mahza, kimsenin hakkına tecavüz etmemeyi esas alır. Bütün insanların faydası için de olsa bir masumun hakkı çiğnenmez. Keza, “Bir insanın bir tek sıfatı masum olsa, bütün sıfatları da cani olsa, o tek sıfatın hakkı diğerleri yüzünden zayi edilemez.” Çünkü adalet-i mahzaya uygun düşmez.

Bediüzzaman şöyle buyurur: “Adalet-i mahza-i Kur’aniye; bir masumun hayatını ve kanını, hatta umum beşer için de olsa, heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.”

Kudret-i İlahiyenin yanında bir insanı yaratmakla, bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi; İlahi adaletinde de, bir insanın hukuku ile bütün insanların hukuku arasında fark yoktur.

Adalet-i İzafiye: Toplumun selameti için ferdin hakkı feda edilebilen görüştür. Yani azın çoğa feda etme adalet anlayışıdır. Bu görüşe göre de dokuz caninin cezalandırılması için bir masum feda edilebilir. Buda adalet-i mahzaya, yani Allah’ın adaletine ters düşer. Büyük bir cemaatin veya devlettin zarara uğramaması için küçük şer işlenmez, işlenmesi halinde zulüm olur.

Bediüzzaman, Mektubat eserinin on beşinci mektup, ikinci sualinde konuya şöyle bir açıklık getirmiştir:

“Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyir ve Aişe-i Sıddıka (radıyallahü teâlâ aleyhim ecmain) arasında olan muharebe, adalet-i mahza ile adalet-i izafiye’nin mücadelesidir. Şöyle ki:

“Hazret-i Ali, adalet-i mahzâyı esas edip Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzâya müsait idi; fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzânın tatbikatı çok müşkül olduğundan, ‘Ehvenüşşerri ihtiyar’ denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf lillâh için ve İslâmiyetin menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali’nin içtihadı musîb ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azâba müstehak değiller. Çünkü içtihad eden, hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur.

Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik, Kürtçe demiş ki: (…) Yani: “Sahabelerin muharebesinde kıylükal etme. Çünkü hem katil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler.”

Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki (Maide Suresi,32) ayetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez.

Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir. Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.

İşte, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, adalet-i mahzâyı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, ‘Kabil-i tatbik değil; çok müşkülâtı var’ diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir.”

Sahabeler arasında cereyan eden hadiseler tamamen bir içtihat ve kısmen de siyaset bulaşmıştır. Mesela Hazreti Osman (r.a.)’ı şehit eden taraf içinde masumların da bulunması nedeniyle Hz.Ali (ra) kısas tatbik edilmez, çünkü adalet-i mahzaya uygun olmadığını savunmuş, muhalifler ise adalet-i mahza ancak Hz.Ebubekir ile Hz.Ömer (ra) zamanında mümkündü, şimdi tatbiki mümkün değildir. Bu sebeple toplumun selameti için adalet-i izafiyeyi tatbik etmek isteyenler ile adalet-i mahzayi isteyenler arasında savaş çıkmıştır. Çıkan savaş, içtihat üzerinde ki anlaşmazlıktan ileri geldiği için sahabeler hakkında boş konuşmamak gerekir. Çünkü İslam âlimleri her iki tarafta da ölenleri cennetlik kabul etmişlerdir. Bu nedenle sebeplere değil de kader cihetine bakmak gerekir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

15.11.2013

www.NurNet.org

LUGAT:

Şeyheyn: İki şeyh. HZ.Ebubekir ve Hz.Ömer’e verilen unvan
İçtihat: Dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda âlimlerin Kur’an ve hadisten hüküm
Çıkarmaları,
Muarız: Karşı çıkan
Saffet-i İslamiye : İslamiyet’in saflığı, temizliği
Murur-u zaman: Zamanın geçmesi
Akvam: Kavimler
Ehvenüşşer: İki şerden daha az zararlı olan
Adalt-i nisbiye: Nisbi adalet, ruhsat-i şeriye dâhilindeki adalet
Kabil-i tatbik: Uygulanabilir.
Musip: İsabetli