Etiket arşivi: Ağlamak

Ağlamanın Psikolojik Dili

Üsâme İbni Zeyd (r.a) rivayet edildiğine göre, Resûlullaha (s.a.v) ölmek üzere olan kızının oğlunu verdikleri zaman, Peygamber’in gözleri doldu. Bunun üzerine Sa’d İbni Ubâde:

– Ey Allahın Resûlü! Bu ne haldir? dedi. Hz. Peygamber de:

“Bu, Allah’ın, kullarının kalbine koyduğu acıma duygusu, rahmettir. Allah, acımasını bilen kullarına merhamet eder.” (Buhârî, Cenâiz, 33).

“Ağlayınız. Fakat şeytanın çığırtkanı olmaktan sakınınız. Zira ağlamak, göz ve kalpten oldukça Allah’tandır, rahmettendir. El ve sadece dille olduğu zaman ise şeytandandır.” (Râmuz el-Ehadis, 8/9) buyurmuştur.

İnsanoğlu konuşmasının dışında duygularını iki şekilde de ifade edebilmektedir. Bunlardan biri gülme, diğeri de ağlamadır. Bunlara bakarak bu kişilerin hangi duygu durumunda olduklarını anlayabiliriz.

Ağlama daha çok olumsuz duyguların bir ifadesi iken gülme olumlu duyguların bir ifadesidir. Nasıl ki sıkıntılarımızı, dertlerimizi, üzüntülerimizi, kızgınlıklarımızı, acılarımızı ağlayarak ifade ediyorsak sevinçlerimizi, mutluluklarımızı da gülerek ifade etmekteyiz.

Ağlamanın da gülmenin de bir adabı vardır. Bu adap, gülme ve ağlama şeklinden daha çok nerede ağlanıp nerede gülüneceği ile ilgilidir. Çünkü ağlanacak yerde nasıl ki gülmek hoş değilse gülünecek yerde ağlamak da hoş değildir.

Ağlama, gerçekte fiziksel ve duygusal uyarıcılara karşı verilen duygusal bir tepkidir. Bu canımız yandığında, bir yakınımızın kaybında, hayal kırıklığında, bunaldığımızda, aşırı sinirlendiğimizde, duygudaşlık gibi durumlarda görüldüğü gibi duygu yoğunluğunun çok olduğu sevinçli günlerimizde de görülebilir.

Benim burada ve bundan sonraki yazıda anlatacağım ağlama ve gülme nedenlerinden daha çok kişinin ağlama ve gülme şekillerinden kişiliğini tanıyabilmedir. Ya da kişinin o anki psikolojik durumunu anlayabilmedir.

Sulu Gözler: Bunlar aslında özlerinde iyi olmalarına rağmen görünüşte her şeye ağlayan, her şeyden alınan sulu göz şeklinde tarif edilirler. Olaylara ve kişilere hep iyimser gözle bakan bu kişiler olumsuz olaylardan çabuk etkilendikleri için çabuk ağlarlar. Bunlar insanlarla iyi anlaşan, sevecen, sıcak kalpli ve duygusal bir yapıya sahiptirler.

Sık Ağlayanlar: Bunların ağlamak için her zaman bir bahaneleri vardır. Ağlamamak için kendilerini tutamazlar ya da tutmak için uğraşsalar da konuşmaları ağlamaklı bir sesle olur. Bunlar daha çok karamsar, kendinden geçmiş, olaylara ve kişilere olumsuz bakan kişilerin psikolojisini yansıtır.

Normal Ağlayanlar: Bu ağlama şekli kişinin doğallığının bir ifadesidir. Bunlar daha çok kendine güvenen, kendini rahat ifade edebilen kişilerdir. Eleştirmek ve eleştirilmekten korkmayan, anı yaşayan kişilerdir. Ağlanması gereken yerde ağlamayı, gülünmesi geren yerde gülmeyi bilen insanlardır.

Bağırarak Ağlayanlar: Bağırarak ya da ağıt yakarak ağlayanlar kendilerini kontrol etmekte güçlük çeken kişilerdir. Bunlar daha çok çabuk sinirlenen, öfkesini kontrol etmekte zorlanan, sesini herkese duyurmaya çalışan, acındırmayı seven, ben merkezli, kendisiyle ve toplumla fazla barışık olmayan kişilerdir.

Yerlere Yatarak Ağlayanlar: Bunlar yerlere yatarak ve yuvarlanarak ağlarlar. Bu ağlama şekli daha çok çocuklarda görülmekle beraber birinci derecede yakınını kaybedenlerde de görülür. Bu kişiler de çok sevdikleri şeyler ellerinden alındığı takdirde isteklerini ağlayarak almayı alışkanlık edinenlerdir. Bunlar daha çok kural tanımaz, dediğim dedik, çaldığım düdük diyen, çevresindekilerin duygularına ve haklarına önem vermeyen kişilerdir.

Sessiz Ağlayanlar: Ağlarken sesleri çok az çıkan ya da kendi kendine ağlayanlardır. Bunlar ağlarken seslerini çıkarmamaya ve gözyaşlarını saklamaya çalışan kişilerdir. Bu şekilde ağlamak; kendine güvenen, kendisiyle ve toplumla barışık, kendisine ve toplum kurallarına saygılı, ne yaptığını bilen kişilerin ağlama şeklidir.

Sinirinden Ağlayanlar: Bu kişiler kendini ifade etmekte zorlanan, isteğini zorla yaptırmaya çalışan, şiddete meyilli kişilerdir.

Zor Ağlayanlar: Bunlar daha katı kuralcı olan, duygusallığa ve toplumsal kurallara önem vermeyen, ilişkileri yüzeysel olan, ilişkilerinde çıkarcılığı ön planda tutan kişilerdir.

Sonuç olarak ağlamak duyguların bir ifadesidir. Duyguların ifade şekli kişiden kişiye değiştiği gibi ağlama şekilleri de kişiden kişiye değişmektedir. Kişinin ağlamasını değerlendirirken yer, zaman ve kişinin içinde bulunduğu ruhsal durum da dikkate alınmalıdır.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Ah Keşke

Dediklerine göre Ay’ın hep tek yüzünü görürmüşüz. Arka yüzü bir türlü dünyaya çevrilmezmiş. Kaderi de ay gibi görüyor olmalıyız.

Olanıyla biliyoruz kaderi. Olduğu kadarıyla görüyoruz. “Olmasaydı…”lar Ay’ın arka yüzü gibi gözümüzden uzağa düşüyor. “Ya o kurşun bir santim sağdan geçseydi…” diye başladığımızda düşünmeye, hayalimizin eli ayağı zifiri karanlıkta birbirine dolaşıyor. “Olan olmuştur bir kere…” Kurşunun kalbine değdiği sevdiğimiz, birkaç santimlik farkla, birkaç saniyelik tevafukla bu dünyadan göçmüştür. Olan olmuştur ve nasibimize düşen de olmuş olandır. Hayatta bir kereliğine olan neyse odur; sonra dosya kapanır. Hayat, kurşunun “ah keşke…” dediğimiz yerin bir santim solundan akar. Kan da oradan akar, zaman da oradan akar. Zamanı geriye doğru alıp, kurşunu bir santim sağdan ve bir santim soldan koşturacak iki seçenekli bir hayatı yaşamamıza izin yok. Kanı da zamanı da geri akıtamayız. Bir sağa bir de sola doğru çatallanan iki tane kader yok; yazgının dal uçlarından bize düşenleri biliyoruz sadece. Olan olunca oluyor. Binlerce “keşke…“nin emzirdiği, milyonlarca yakıcı “ah!”ın özlediği “öbür türlü olsaydı”lar olmadan kalıyor, kuruntumuzun elinde boynu bükük, solgun bir çiçek gibi duruyor.

O solgun, o yetim çiçeği yeniden tebessüme getirmek için neler neler yapmazdık değil mi? Gece gündüz toprağına varıp sulardık, yapraklarını neredeyse kirpiklerimizle okşardık. Yeter ki “böyle olan” değil de, “şöyle olsaydı…” diye dediğimiz öbür kader tomurcuğu açıversin: “Kurşun atardamarın bir santimcik, sadece bir santimcik sağından geçseydi ya… Ya geç ateş edilseydi ya da birkaç saniye önceden hareket etseydi kaza kurşunuyla vurulan genç kız. Çocuklarının renklerini beğenmediği bayramlıklarını değiştirmek için yeniden caddeye çıkan kadın, az önce geçseydi bombanın patladığı yerden ya da çocukları bayramlıklarını beğenmiş olsaydı. Kırmızı ışık 15 saniye geç sönseydi de, arabanın çarptığı çocuk çoktan kaldırıma çıkmış olsaydı. Kamyonun altına giren otomobildeki aile, üç dakika sonra çıksaydı mola yerinden ya… Annesi elinden daha sıkı tutsaydı Dilara’nın… Yahut komşusuna bıraksaydı Dilara’yı. Şehit olan delikanlı, rapor alsaydı da, bir sonraki celp döneminde askere gitseydi ya…”

O kadar çok ki “olsaydı…”larımız. O kadar çok “keşke çiçeği” var ki avuçlarımızda. O kadar yakıcı “ah!..”larımız var ki yüreğimizde.

Bir de şöyle düşünelim: Şimdilerde “keşke…”lerimizin ucunda özenle beslediğimiz ve süslediğimiz o “öbür türlü olsaydı”lar olsaydı, onların bu türlü değil de, öbür türlü olduğunun ayırdında olacak mıydık? “Böyle” olmasaydı kader, “öyle olsaydı…”ların güzelliğini görebilecek miydik? Kaderin biricik çizgisi içinde olup bitenler sayesinde fark ediyoruz öbür türlü olabilecekleri… Olan olmuş olmasa, “olsaydı”lara özlemimiz de olmayacaktı.

Sözgelimi, ardından ağladığımız, “şimdi burada olsa nelerimi vermezdim…” diye hayıflandığımız sevdiğimizin kaderi onu “şimdi burada” eylemiş olsaydı, onun şimdi burada olmasına vereceklerimiz bu kadar olur muydu? Böyle olmasaydı da öyle olsaydı, öyle olmasının böyle olmasının alternatifi olduğunu görebilecek miydik? Hepimizin yüreğini yakan gül yüzlü Dilara rögar kapağından düşmemiş olsaydı, bizi bunca acıyla tanıştırmamış olsaydı, “Aaa, şu kız değil mi rögar kapağından düşecekken düşmeyen kız” diye parmakla gösterebilecek miydik onu? Damatlığını almak için gittiği çarşıda bomba birkaç dakika geç ya da birkaç metre ötede patlasaydı, şimdi aramızda yaşayacak ve bugünlerde düğünü olacak delikanlıyı tanıyabilecek miydik meselâ… İki yıl önce, Mekke’de, çocuklarına hediye almak için gittikleri dükkanın çökmesiyle bu dünyaya veda eden hemşire hanımlar, birkaç dakika erken çıkmış olsaydı dükkandan, ne onları ne de çocuklarının mahzun yüzlerini hayâl bile edemeyecektik şimdilerde…

Böyle yaşıyoruz kaderi. Böyle biliyoruz. Böyle çekiyoruz acısını ve sancısını. “Öyle olsaydı..”ları da, böyle olduğu için söyleyebiliyoruz, özleyebiliyoruz.

Öyleyse, şimdi siz siz olun, böyle olan kaderinizi sevmeyi öğrenin. Kurşunun göğsüne hiç uğramadığı sevdiğinizi bir daha kucaklayın. Bombanın hiç uğramadığı sokaklarda güle oynaya yürüyerek eve dönen çocuklarınızı daha çok sevin. Birkaç saniye sonra ya da önce sevdiklerinizle altında kalabileceğiniz kamyonun karşı şeritte seyrediyor olmasına şükredin. Her bir çocuğu çukura düşmekten son anda kurtarılmış bir çocuk sevinciyle seyredin.

Şimdi, şu anda, “ah keşke böyle olsaydı” diye ağlayacaklarınız, şimdi sizin “böyle oluyor” da farkında değilsiniz.

Keşke, farkında olsaydınız..

Senai Demirci