Etiket arşivi: Ahmet Hamdi Tanpınar

Bizim Münekkidler  ve Nesnel Eleştiri

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir sözü var, “edebiyatımız her zaman Abdülhak Hamid’i dönecektir” yollu bir söz. Neden acaba? Çünkü Hamid’in şiiri klasik şiirdir, moda bir şiir değildir. Her zaman altın değerinde bir şiirdir. Onun şiirinin modern sanat ve felsefe açısından yorumu gerekir ama bunu yapacak sanat ve felsefe kültürü gerekir. Edebiyat edebiyat bölümlerinde öyle kurudu ki, bedava sınavlar, bedava doçentlikler daha neler neler. Birgün ona bir şekilde neşter vurulursa nasıl menfaat ve bedavacılığın batağında Türk edebiyatının gittiği görülür. Türkiye zamanında denetimsizlik ve güvenliksiz bir toplum olduğu için, önce ihmal sonra canavar büyüyünce bakalım o mu seni öldürecek sen mi onu. Bugünki gibi.

Bediüzzaman modadan uzak bir insan, fikirleri ve yaşayışı hiç moda ile alakadar değil. Moda fikirler üretmemiş, her zaman değerini koruyacak fikirler ortaya koymuş. Bediüzzaman’ın felsefe ve dini fikirleri ile Hamid’in eserleri transkirite edilirse ortaya büyük eser çıkar. Bediüzzaman eleştirilmesi zor bir insan, onu eleştirecek karihası olan kimseler yok. Onun ölüm fikrine geleneksel islam ölüm fikrinden başka ne tür yenilikler getirdiği bir doktora tezi değil birkaç tez olur. Özellikle Kaya Bey’in yaptığı Hamid ve Allah isimli kitabı çok önemli bir sanatlı imajlar ihtiva eden eser. Bediüzzaman ve Allah telakkisi ile Hamid’in Allah telakkisi karşılaştırılabilir. Önder Göçkün hocamın Namık Kemal ve İslamiyet isimli eseri de önemli bir eser. Ben Namık Kemal ile Bediüzzaman’ı transkirite ettim. Başta kimsenin aklı almadı, sonra bir nebze anlaşıldı.

Bediüzzaman‘ı eleştirmek için eksik olan onu tenkid edenlerin eleştirinin nasıl yapılacağını bilmemeleridir. Eleştiriyi bizim eslaf tarif ederken “bir edebi eserin nekayis ve mehasininin ortaya konmasından ortaya çıkan“ derler. Bu yollu tarifler vardır. Şimdi insanlar sevdikleri esere iki türlü yaklaşıyor; Ya sadece güzelliğini görüp onu göklere çıkarıyor, üstelik estetik kıstaslar ile değil tamamen empresyonist yani izlenimci bir kriterle eleştiriyorlar. Bana göre anam dünyanın en iyi insanıdır, bu izlenimci bir telakkidir.

İzlenimci telakki görecelidir, “bana göre, ben böyle düşünüyorum, veya en doğrusu budur” gibi kişisel yorumlar bu eleştirinin hareket noktasıdır. Ama Türkiye’de ve dünyada yapılan neredeyse bütün eleştirilerin büyük bir kısmı göreceli eleştiridir. Bunlar objektif olmadığı için ancak bir fikri tenkidsiz paylaşan insanlar arasında rağbet görür. Eleştiri çeşitleri içinde en mantıklısı nesnel eleştiridir.

“Eleştirmen, hangi sanat eserini eleştirecekse o sanat dalının gerektirdiği birikime sahip olmalıdır. Bu yüzden, eleştiri yazmak kolay bir iş değildir. Eleştirmen; bir eseri veya kişiyi şekil, ruh, konu ve anlatım bakımından inceler. Eleştirmen, eser hakkında okuyucuyu her yönden bilgilendirir. Hem okura hem de eserin yazarına kendini geliştirmesi için yol gösterir.”

Son zamanda birkaç profesör Bediüzzaman’ı bir iki cümle ile eleştiriyor. 130 kitap yazmış bir kişinin eserini bir kelime veya cümle ile eleştiremezsiniz. Bediüzzaman‘ın eserlerinin nekaisini yani eksiklerini ve mükemmelliklerini birlikte gözden geçirir, sonra mizanlı bir eleştiri örneği verebilirsiniz. Böyle bir şey yok, sadece Bediüzzaman’ın eserine ilgiyi kıskanıp onu toplum nazarında müttehem duruma getirmek için, iftiralara kapı açan yanıltıcı ve toplumu aldatıcı eleştiriler. Buna sokaktaki adama bile yakışmaz, nerede kaldı ki varlıklarını kendileri mi başkaları mı isbat etmiş kişilerin böyle nesnel olmayan göreceli eleştiriler yapması eleştirinin yüz karasıdır. Sadece karalamaktır. Bu şahıslar ayıp ediyor, yanlış bir şey varsa eserlerinden cümleler alarak ortaya nesnel eleştiri örnekleri çıkarmak lazım. Ama bu arkadaşlarda bu kariha ve karizma yok zannedersem. Karizma yoksa krizma çıkarmanın ne anlamı var.

Sayın Bilal bey, Michelet’i bilirsin, onun tarihsel eleştirinin damarı olan bir sözü var. “Bir sayfa bir sayfa göster” yollu sözü. Yani bir olay ve şahıs hakkında bir hüküm veriyorsan bir vesika göstermen gerekir, yoksa vesikasız konuşamaz özellikle tarihçiler. Yanlış söylemiyorum. Michelet olayları tarihi akışa yerleştirir. Bediüzzaman tarihi akışın zorunlu kıldığı bir kişidir. Yoksa ekmek su varken , ekmek su var diye bağırmanın gereği yok.

Batı felsefesi ve ilmi itikadları Namık Kemal’in tabiri ile nazar-ı şekk ü tedkik üzerine getirdi. Yani Bolşevizm ve ateizm itikadları şüpheye iten iddialar ortaya sürdü. Bu onsekizinci yüzyıldan itibaren batıda başladı. Marks, Paris’te Hz. İsa (as) hakkında bir kitabın çok satmasından rahatsız olur ve “biz bu dini öldürmedik mi” der gibi, insanların Allah’a olan itikadını sarsmak için Demokritos ve Epiküros’un felsefelerinde tabiat fikrini doktora tezi yapar. Niyeti  atomun kendi kendini yönettiği, dışardan bir tasarım ve ilmin yönetmediğini iddia etmektir.

Bu fikirler bize Baha Tevfik ve benzeri adamların taşımasıyla yirminci yüzyılda girdi, kısmen yayıldı. Şimdi bu ateist fikirlerin ülkemizi zehirlememesi için birilerinin eserler yazması gerekirdi. Bediüzzaman da Marks ve benzeri filozofların felsefi fikirlerini çürüten eserler yazdı. Yani bir tarihsel zorunluk olarak yazdı. Şimdi Bilal Bey ve arkadaşları olan zevat bu tarihsel zorunluklar ile ortaya çıkmış eserleri siz de tarihsel zorunlukları gözden geçirerek eleştirebilirsiniz. Niçe’nin Böyle Buyurdu Zerdüş’ündeki gibi kırık dökük fikirlerle toplumu zehirlemek bir profesöre yakışmaz.

Bediüzzaman genelikle tevhid konularında eserler yazmış, çünkü toplum bu konuları fennin ve felsefenin tesiri ile hafife alır ve inkar eder duruma gelmiş. O da bu eserleri ile yaralanmış müminlerin imanını ve münkirleri tedavi etmiş. HAŞİR RİSALESİ  öldükten sonra dirilme hakikatını bir laboratuvar gibi anlatır. Önce iddia ortaya koyar, sonra ona göre tabiattan gözlemler toplar, sonra iddia ile tabiat gözlemleri arasındaki bağlantıları verir. Sonunda öldükten sonra dirilmenin  zorunluğunu nesnel verilere göre izah eder.

Siz bence bu eserin topluma zarar mı kar mı verdiğini gözden geçirin. Yoksa böyle yazıldı, çizildi gibi gülünç şeyler ile ehli hakikatın nazarında dünya ahiret alay konusu olursunuz.

Abdullah Cevdet ahireti inkar eseri yazmak istemiş. O sıra Haşir Risalesi yayınlanmış ve okumuş. Demiş ki “Adam gözle görür gibi isbat etmiş.”

Bediüzzaman da “eğer ahiretin gelmesini baharın gelmesi gibi anlamak istersen Haşir risalesini oku, eğer inanmazsan gel parmağını gözüme sok” yolunda söz söylemiş. Birader siz akıllı adamlarsınız, bu insanı ne diye eleştirisiniz, bu işin içinde başka maksatlar var ama olsun.

Bir eleştirmen arada bir karmaşık sözler söyler. Asistanı der ki, “Efendim sizin o sözünüzün üzerine ortalık karıştı neden böyle bir şey yaptınız?” “Oğlum, önemli olan insanların benden bahsetmesidir, yanlış veya doğru, yanlış zaten yanlış ama doğrular benim eserlerime işlerlik kazandırır” demiş. Şimdi siz ve sizin gibi şahıslar sizin sözleriniz  Bediüzzaman’ı yeniden taze gündem konusu yapar, sağ olun var olun.

Sayın Ali Bardakoğlu Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış bir profesör. Olaya ilmi, tarihi ve felsefi açıdan bakmalı. Hıristiyanlık batı felsefesi ve bilimler yüzünden materyalistere karşı savaş verdi, nihilistleri tardetti. Klise Marks’ı hem üniversiteden attırdı hem de ona uluhiyete taarruz ettiğinden domuz dedi. Bunları John Belamy   Forster, Marks’ın Ekolojisi isimli kitabında anlatır etraflı olarak. Hristiyanlığlın o sapkın, -Bediüzzaman’ın tabiri ile- hasta akıl ile mücadelesi Hıristiyanlığa bir güç vermedi. Hatta bugün batı ülkelerinde nihilizm dinsizlik büyük boyutlara gelmiş durumda.

Bediüzzaman sizin yapmanız gerekeni yapıyor bu onun tabiri ile taun-ı manevi ile mücadele ediyor. Siz kalkıp onu nazarı ammede suçlayıcı duruma getirmeye çabalıyorsunuz. Hastalık bilmemek, okumamaktan kaynaklanıyor. Ebu Cehil’in safında yer almak desek insanların tüyleri diken diken olur. Peygamberin (asm) tevhid mücadelesinin karşısında olan bu adam gibi tevhid mücadelesini dünya çapında savunan bir büyük adamın karşısına geçmek Ebu Cehil’in safında yer almaktır.

İbni Sina “haşir bir nakli meseledir akıl bu yolda gidemez” demiş. Koca filozof haşir konusunda konuşamıyor, teslim-i silah ediyor. Marks da ondan mülhem daha ileri gidip “haşir akli bir mesele değildir” diyor.

Bediüzzaman’ın eserlerinde en önemli bahislerden biridir Haşir yani öldükten sonra dirilmek konusu. Siz bu konulara el atın haşir ile ilgili münhasıran bir kitap yazın. Bediüzzaman tutmuş modern bir anlatımla aklı haşri anlamakta zorlanan bir insanı muhatap alıp onunla diyaloglarla, öldükten sonra dirilmeye otuz üç basamaklı bir merdivenle anlatmış. Çocuk gibi aklı gelişmemiş bu şahsı konuştura konuştura, onunla konuşa konuşa sonunda onu itikadli hale getiriyor.

Anlamadığım nokta siz bu insana teşekkür etmeniz gerekirken insanlar onu tanımasınlar diye insanların aklının önüne kara bulutlar gibi dikiliyorsunuz. Din adamı böyle yapamaz, ruzı ceza var. “İnsan ipi boğazına takılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır” diyor Bediüzzaman.

Nesnel eleştiriyi Kur’an-ı Kerim ta yedinci yüzyılda kullanıyor. Zorlama dayatma yapmıyor. Diyor “Eğer Kur’an’ın asılsız bir düzme kitap olduğunu iddia ediyorsanız, haydi ona bir benzer kitap yazın getirin, bir sure getirin, bir ayet getirin daha daha daha.” Yani demiyor ki kitap bu kitaptır, muarızları nesnel verilerle meydanı münakaşaya davet ediyor. Siz de muarızsanız meydanı münakaşaya böyle müphem bir kelime ile girip koca dağları bir sinek ile kapatmaya çalışıyorsunuz.

Siz Bediüzzaman’ı eleştiriyorsanız. Haydi Ayet’ül Kübra gibi bir eser getirin. Michelet, ünlü tarihçinin bir kitabı var. Kurgusu Ayetül Kübraya benziyor. La bible de Humanite, insanlığın kitabı mukaddesi olarak telakki eder. İnsanlığın Allah’ı arayışının öyküsüdür. Buyurun bu kitap ile kurgusu ve tasarımı benzer olan Ayet ül Kübra’yı karşılaştırın. Ayet’ül Kübra da insanlığın Allah’ı aramasını anlatıyor. Siz değil Bediüzzaman’ı eleştirmek ondan özür dilemelisiniz. Dünyada yapmayın ama ahirette bu büyük azametli adamın tevhid mücadelesinin karşısında yer almak sizi çok kötü yerlere getirir, gayyalara iter. İşte bir tarihçi Michelet. Onu okuyun ve bakın Bediüzzaman’ın ne kadar büyük bir filozof, bir uluhiyet ve tevhid sultanı olduğunu görün. Ama nerde…

Ayet’ül Kübra nesnel bir risaledir. Koca eser Lailaheillallah’ı anlatır. ”Lailaheillallah bundaki hüccet ise matbu Ayet’ül Kübra risalesidir. Otuz üç basamaklı bir tevhid miracıdır bu eser. Kendisi eseri için ne diyor: “Sarsılmaz bir iman isteyen ve dinsiz anarşistliğe karşı kırılmaz bir kılınç arayanlar Ayet’ül Kübra’ya müracaat etsinler.“ Sonra eserini tarif ediyor. Kerem’in büyük bir coğrafyada Aslı’yı araması gibi Allah’ı arıyor, kainattan halıkını soran seyyah. Sizin gibi insanların bu güneşe karşı göz kapaması ve karanlıkta kalmasına anlam veremiyorum. Bunun da Bediüzzaman’ın yeniden Türkiye’nin gündemine gelmesi için bir mekr-i Rabbani olduğunu düşünüyorum. Öyle de olacak.

“Evet Ayet’ül Kübra şuaı otuz üç icma-ı azimi ve hülli hüccetleri mevcudatın heyet-i mecmuasında gösterip her bir hüccet-i külliyede hadsiz bürhanlara işaret ederek başta semavat, yıldızlar kelimeleriyle arz hayvanat ve nebatat kelamları ve cümleleriyle, gitgide kainatın heyet-i mecmuası, müştemilat ve mevcudat ve hudus ve imkan ve tagayyür hakikatlerinin kelimeleriyle Vacib ül Vücud’un mevcdiyetini ve vahdaniyetini güneş zuhurunda  ve gündüz katiyetinde isbat ediyor.“ (Şualar, 527)

Tasavvufi değil bilimsel bir tevhid eseri. Bütün kainatı bilimlerin dili ile konuşturup Allah’ı anlatıyor, isbat ediyor. Bak bulutları anlatıyor, ilimle dini birleştirip tarihin en büyük ihtilafını dost yapıyor. Hocalarım yazık size neredesiniz gelin bu ifsad vadisinden çıkın. Maksadı hafiniz dalaletinizin nedeni olur size yazık olur.

“Zemin ile asuman ortasında muallakta durdurulan bulut gayet hakimane ve rahimane bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine ab-ı hayat getirir ve hararet yaşamak ateşinin şiddetini tadil eder ve ihtiyaca göre  her yerin imdadına yetişir.” (90)

“Sonra gözünü çeker  aklına  bakar, kendi kendine der ki atılmış pamuk gibi bu camid şuursuz bulut  elbette bizleri bilmez  ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez.” (91)

Şimdi şu satırlarda sizin kafanızda yorumladığınız “yazdırıldı” fiilinin menfi izleri var mı, bakın söyleyin. Bu fiili paranteze alın Risale-i Nurları okuyun, sizi doğrulayan cümleleri bulun onları tartışalım, olmaz mı. Ama beyhude. İddianıza uygun veriler ve malzemeler bulun nesnel eleştiri yapın sonra konuşun.

Bir tarih profesörü, bir ilahiyatçı nasıl nesnel olmayan iftiraları topluma yaymak için gayret eder? Hayret ne hayret. Michelet dünya tarihinde tarihçi olarak özel bir adam. Otuz sekiz yılını Historie de France’yi yazmak için sarfetmiş. Sizler de yazın, yüzyıllık  siyasi, dini, edebi, felsefe tarihi. Gelip Bediüzzaman gibi bir şahsa takılıp kalmak sizi ilim adamı yapmaz kusura bakmayın müfteri yapar.

Himmet Uç

Bursa’da Zaman

BURSA’DA ZAMAN

Bursa’da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdıyan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar…
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilâhisi.

Bir zafer müjdesi burda her isim:
Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın.
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle.
Gümüşlü bir fecrin zafer aynası,
Muradiye, sabrın acı meyvası,
Ömrünün timsali beyaz Nilüfer,
Türbeler, camiler, eski bahçeler,
Şanlı hikâyesi binlerce erin
Sesi nabzım olmuş hengâmelerin
Nakleder yâdını gelen geçene.

Bu hayâle uyur Bursa her gece,
Her şafak onunla uyanır, güler
Gümüş aydınlıkta serviler, güller
Serin hülyasıyla çeşmelerinin.
Başındayım sanki bir mucizenin,
Su sesi ve kanat şakırtılarından
Billûr bir âvize Bursa’da zaman.

Yeşil türbesini gezdik dün akşam,
Duyduk bir musikî gibi zamandan
Çinilere sinmiş Kur’an sesini.
Fetih günlerinin saf neşesini
Aydınlanmış buldum tebessümünle.

İsterdim bu eski yerde seninle
Başbaşa uyumak son uykumuzu,
Bu hayâl içinde… Ve ufkumuzu
Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk,
Havayı dolduran uhrevî âhenk..
Bir ilâh uykusu olur elbette
Ölüm bu tılsımlı ebediyette,
Belki de rüyâsı bu cetlerin,
Beyaz bahçesinde su seslerinin.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Türk şiirinin en büyük abide şiirlerinden Bursa’da Zaman. Bir devlete başkentlik yapmış ve imparatorluğun ilk ve büyük hükümdarlarına sahiplik etmiş,bir mukaddes belde Bursa. Tanpınar bir milleti ve bir dini ve bir şehrin bütün olağanüstü güzelliklerini bu şiire yüklemiş. Bu ne kadar canlı bir gözlem ve dâhilere mahsus derinden hissediş, şiirin kadife kimliğine yüklenen sanat ve estetik unsurlar ve tarih. Bursa ancak böyle anlatılır, bundan harika beyan olamaz. İnsan Bursa’da dolaşırken canlı bir tarihi ve dini atmosfer içinde yaşar.Sınırları belli olmayan hal ile mazi içinde duygularının içiçeliğiyle nefes alır.Hiçbir şehir Bursa kadar tarihin ve dinin sıcaklığını veremez. Yüzyıllarca bağrında nefes almış dervişlerin , Osmanlı sultanlarının ve sultan hanımların , onlar kadar toprağa ve insanına sarılmış Allah’ın ve tabiatın ebediyet simgesi çınarları ile bir hülya ve rüya iklimi Bursa .

Estetik güzellik farklı unsurları bir sanat metninde armonize etme sanatı. Bursa’da Zaman şiirinde farklılıklar hiçbir mekanik sırıtma olmaksızın tabiatın ve kainatın bütünlüğü gibi armonik bir kaynaşma içinde verilmiş. Şiirde hüznün dozu iyi ayarlanmış, hüzün iyiayarlanırsa hayatı ve tefekkürü besler, eğer dozu artarsa bir trajediye dönüşür, yürekleri burkar. Tanpınar şiirimizin büyük dehası bu orantıyı ki orantı sanatın en büyük organizetörüdür.”Bir rüyandan arta kalmanın hüznü “ Osmanlı asırlarca bu topraklarda rüya gibi mutluluk veren mutlu insanların dünyası idi, sonra gelen yıllar o rüyayı aşağıladılar, o rüyadan uzak kalmanın hüznü neredeyse yüz yıldır bize yaşatılan bir hüzün. Onlardan ayrı kalmanın hüznü.

Bursa mavinin uhrevi dünyasında yaşayan bir şehir. Şehrin büyük insanlar galerisinin başında Emir Sultan Hazretleri gelir.

Üç Osmanlı sultanı dönemlerinde yaşamış ve sufilikte velilik rütbesini kazanan Emir Sultan Hazretleri’nin türbesinin Müslüman dünyasında beşinci makam olduğu ileri sürülmektedir. Peygamber soyundan geldiği için “Emir”, gönülleri fethettiği için “Sultan” unvanı almıştır. Türbesi ziyaretgahtır, bu kadar uğrak yeri olması gelenlerin maddi manevi hacetlerine çare olmasından ileri gelmektedir. Anadolu’nun maneviyat kutupları olan şehirleri büyük veliler bekler ve besler, Erzurum’da Abdurrahman Gazi’nin şehri koruduğuna inanılır ve öyledir. Annem her Cuma yürüyerek oraya gider, kimseyle konuşmaz, ve yine yürüyerek gelirdi büyük zatın huzurundan.Ailemizin bir büyük azası gibi idi, her derdimizi ona açar huzurunda yıkanır evimize mutlu olarak dönerdik.Yıldırım Bayezıt’tan kızını ister, hanım sultan vermek istemez işi zora koşmak için yüz çuval altın ister, bir kumluk araziden getirilen yüz çuval kum sultan hanımın evine yüz çuval altın olarak girer. Onun mekanına gittim şöyle oturup geleni geçeni seyrettim, özellikler kadınlar ve kızlar akın ediyor mübarek zatın huzuruna ,kadınların kalpleri daha hassas, ruhaniler ile irtibata erkeklerden daha müheyyalar.Hepsinin yüzünde bir uhrevi mutluluk ve ağırtefekkür izleri hissediliyor. Küçük çocuklar ruhlarının azadeliği ile sanki büyük zatın ruh ikliminde koşup duruyorlar.Tanpınar’ın imajı ile bu türbeler “ şanlı hikayesidir” şehrin.icaz ifadeyi mümkün olan en kısa şekilde ifade etmektir, bu yüzden atalarımız icaza veciz de demişler. Şiirin veciz ve muktedir söylemleri şehrin çok yönlü hikayesidir.

Şiirde önemli bir estetik unsur da atmosferdir. Zaman, ses ve musiki bir piyano gibi kullanılmış. Onun bu üç önemli atmosfer araçlarını kullanımı için büyük bir estet olmak gerekir.Hayal , hülya ve rüya atmosferin bir başka yönünü oluşturuyor, hayatı Yahya Kemal’in tarihi rüyalarından sıyırıp gündelik hayatı bir mavi toz bulutu arkasından gören ve arzu etmediği ahvalden kaçarak o rüya ikliminin arkasına sığınan, Freud ‘un gündüz düşlerini gören bir muhayyile artist şairin bakışı. Ne Yahya Kemal ne de farklı boyuttaki talebesi Tanpınar ‘ın gördüklerinden irkildikleri okunur şiirin heyetinden.

Osmanlı Beyliği ve Osmanlı Hanedanı’nın kurucusu ve beyliğin ilk padişahıdır Osman Bey. Şehrin orta yerinde çok canlı bir heykeli görülmektedir, adeta “bakın kendinize gelin ben buradayım çocuklar “der gibi durur.

Osmanlı Beyliği 1299 yılında Anadolu Selçuklu Devletinin uçbeyi olmaktan çıkıp bağımsızlığını ilan etmiştir. Moğol istilalarından kaçan Müslümanların, beyliğine sığınması ile siyasi ve askeri gücü artmıştır. Çöküş döneminde bulunan Doğu Roma İmparatorluğu’ndaki karışıklıkların da etkisiyle kısa sürede Anadolu ve Doğu Roma’nın hakimi durumuna gelmiştir. Öldüğü zaman beylik, Eskişehir ile Bursa arasındaki topraklarda hüküm sürüyor ve Doğu Roma İmparatorluğu’na ait İznik ve Bursa’yı abluka altında tutuyordu.

Şehrin her yerinde adı hissedilen bir hanım sultan Nilüfer Hatun’dur. Orhan Gazi’nin eşi ve Murad-ı Hüdavendigar ‘ın annesidir. Bursayöresinde yaptırdığı camilerle ve hayır işleriyle çok sevilmiştir. Bursa’ da bir ilçeye ismi verilmiştir. Kabri Söğüt’ tekiOrhan Gazi türbesindedir. İznik’ te kendi adına bir imarethane yaptırılmıştır. Ayrıca, ismi Orhan Gazi’nin kendi türbesi Bursa’ da Tophane (Gümüşlü)’de bulunmaktadır.

Orhan Gazi, Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci padişahı. 1326 ile 1359 yılları arasında beylik yapmıştır. Babası Osman Gazi’den 16.000 km2 olarak aldığı devleti, oğlu I. Murad’a 95.000 km2olarak bırakmıştır.Osmanlı Beyliği’nin kurucusu Osman Gazi ve Malhun Hatun’un oğludur. Sarışın, uzun boylu ve mavi gözlü, halk tarafından çok sevilen, ulemaya saygılı, merhametli bir hükümdar olarak tanımlanır. Sık sık halkın arasına karıştığı, ve dertlerini dinlediği söylenir. Babası Osman Gazi’nin vefatı üzerine 1324’te bey olmuştur. Orhan Gazi’ye dinin kahramanı manasına gelen Şücaeddin lakabı verilmiştir. Ölüm tarihini 1359 ‘dur.

Bursa Ulu Camii, aslen zaviye olarak yapılan, sonradan cami olarak kullanılmaya başlanmış olmasına rağmen çok ayaklı cami şemasının en klasik ve anıtsal örneği sayılır. I. Bayezid tarafından 1396-1400 yılları arasında yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı cami yaklaşık toplam 5000 metrekare boyutlarında olup 20 kubbe ile örtülüdür. Sekizgen kasnaklara oturan kubbeler mihrap duvarına dik beş sıra halinde dizilmiştir. Kasnaklar mihrap ekseni üzerindekiler en yüksek olmak üzere yanlara doğru gidildikçe her sırada daha alçak düzenlenmiştir.

Düzgün kesme taşlarla inşa edilmiş kalın beden duvarlarının masif etkisini hafifletmek için cephelerde her kubbe sırası hizasına gelmek üzere sağır sivri kemerler yapılmıştır. Her kemerin içinde iki sıra halinde ikişer pencere yer alır. Bunların gerek biçimleri gerek boyutları her cephede farklıdır. Son cemaat yeri bulunmayan yapının kuzey cephesinde köşelerde sonradan yapılan iki minare vardır. Minarelerin ikisi de beden duvarına oturmaz, yerden başlar. Batı köşesindeki minare I. Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Sekizgen biçimli kürsüsü bütünüyle mermerden, gövdesi tuğladandır. I. Mehmet’in yaptırdığı söylenen doğu köşesindeki kare kürsülü minare, caminin beden duvarından da 1 m kadar ayrıktır.

Şerefeler her iki minarede de aynı olup tuğlalı mukarnaslarla bezelidir. Kurşun kaplı külahlar 1889’daki yangında ortadan kalkınca, bugünkü boğumlu taş külahlar yapılmıştır.Türk islam dünyasının en eski camilerinden birisi ulu camiidir. Minberin giriş kapısının üzerindeki kitabede altın yaldızla Osmanlıca olarak, ‘Yıldırım Beyazıt Han tarafından hicri 804 (miladı 1399) yılında yaptırılmıştır’ ibaresi yer alıyor. Bursa kent merkezindedir.

Bursa’nın çok yönlü dünyasını besleyenbugün kitap okumalarının oluşturduğu Osmanlı ruhunun intişarıdır. Orada bulunduğumuz birkaç gün zarfında bir büyük medeniyet ve sanat, din, duyuş , düşünüş tarzının satırlarında mutlu mesud saatler geçirdik, büyük fetihlerin kurtarıcı iklimine gittik.Ağlayan Tanpınar yerine kuran ve inşa eden bir zamanınhükümranını , hükümdar mezarlarının hüznünün arkasından yeni fikir hükümdarı izlenimini veren bir büyük zatın hükümlerini okuduk.Bütün çirkinlikleri örten ve gül bahçelerine dönüştüren bir büyük rüzgardır onun rüzgarı .

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org