Etiket arşivi: Ahmet Nebil Soyer

Bediüzzaman’ın Demokratik Mizacı ve Savunma ile Geçen Ömrü-1

Bediüzzaman’ın Demokratik Mizacı ve Savunma ile Geçen Ömrü-1

Padişahlıkla yönetilen bir imparatorluk 1918’de Mondros Mütarekesi ile tarihe karışır. Bediüzzaman tarihe karışan bu imparatorluk sırasında kırk iki yaşındadır. O güne kadar bir Osmanlı vatandaşı olan Bediüzzaman ondan sonra yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşlarından olacaktır. Padişahlık döneminde ülkenin sorunları ile çok yakın temas halinde olan Bediüzzaman çeşitli vakalarda bir bakış açısı, bir mizaç ve tavır ortaya koymuştur. Osmanlı döneminde ilim adamlarının mizacı daha önceden tavır ve tutumları belirlenmiş bir davranış kanonu içinde cereyan etmekteydi. Ulema-padişah-halk ilişkilerinin kalıplarını kırmak kimsenin aklından geçmeyen bir tutumdu.

DAİMA İZZETİNİ KORUMASI

Bediüzzaman ta çocukluğunda ilim talep etmeye başladığı dönemden itibaren ulemanın, ilim talebelerinin takındığı kulca saygı tutumunu hiçbir zaman benimsememiştir. O yüzyıllardan beri oluşmuş olan bilim üzerinde, davranışlar üzerinde oluşan kabuğa hiç iltifat etmemiş ve her zaman demokratik eleştirel tavrını sonuç ne olursa olsun ortaya koymuştur. Fıtri halleri icabı daima izzetini koruması ve hatta amirane söylenen küçük bir söze dahi tahammül edememesi medrese eğitimi içinde kendine bir yer edinmemesine sebeb olur, mizacı muayyen bir kalıbı kabul etmeyen bir yapıdadır.

Tağ Köyü’nde, Pirmis Nahiyesinde tahakküme tahammülsüzlüğü onun mizaç ve karakter özelliği idi. Ağabeyi ile dövüşmesi, araya giren Şeyh Abdurrahman’ın aracılığını kabul etmemesi, ona o büyük makamdaki şahsa kendi üzerinde bir hocalık üstünlüğünün değil, kendine eşdeğer bir öğrenci olduğunu söylemesi onun kim olursa olsun mizaç ve karakterinden, dehasından fedakârlık etmediğini gösterir. O günün şartlarında böyle bir kişilik kaybolup giderdi, kimseyi de ilgilendirmezdi. Onda bu tarz muamele bütün hayatı boyunca devam edecektir.

Küçük yaşlarında ne ise devletin en zirvesindeki insanlarla muamelesinde de aynı mizac ve karakter, deha tavrını terk etmeyecektir.

Bu aslında demokratik bir mizaçtır. O daima haklı ve tepkisel mizacını korumuştur, Batı demokrasilerini gerçekleştiren Volter, Monteskiyo, Ruso, Hugo gibi kişilerde de bu tepkisel mizac özelliği görülmektedir, onlar da hayatlarının her döneminde daima ne olursa olsun demokratik tepkilerini göstermişlerdir, Bediüzzaman’ın mizacı genel etkinlik enerji düzeyi, duygusal ve zekaya bağlı donanımları, tepkilerinin hızı ve şiddeti, buna bağlı davranışları hiçbir zaman değişmemiştir, böyle eleştirel bir karakter bizim tarihimizde başka kimsede yoktur. Başlangıçta beşeri ilişkilerde devam eden tutum, daha sonra büyük, ferdi ve toplumsal kaderi tutumlarda bile değişmeyecektir. Onun kişiliği artarak ama çekirdek özelliklerini taşıyan, gittikçe büyüyen bir yapıya sahiptir. Bizim fikir tarihimizde böyle bir mizacın bütün hayatı işgal eden dengeli yapısı başka kimsede yoktur, onun medrese hayatını terk etmesi medresede oluşan biçimsel ve muhteva yapısını kabullenmemesini gösterir.

BEDİÜZZAMAN KENDİSİ KURAL KOYUCUDUR

Dehalar kendi kurallarını koyarlar, onlar kurallara tabi olmazlar. Bediüzzaman bütün hayatı boyunca hep kendisi kural koyucudur. Oluşturulmuş ve kişiyi ezen ve kimliğini eriten bütün kurallara başkaldırır, ancak acayip bir inayeti ilahidir ki hiçbir zaman bu kanonların dişli çarkları arasında kaybolup gitmez, onu tutan çok büyük bir kayyumiyet vardır, ona ve onun arkasındaki bu kayyumiyete hayret etmemek elde değildir.

Descartes kilise ve düşünce kanununun skolâstik yapısını kırarken büyük bir sabır ve ihtiyat göstermiştir. Çünkü Galile’nin başına gelenler onun da başına gelebilirdi, ihtiyatı ile giyotine gitmekten kurtulmuş skolâstiği yıkmıştır.

Ama Bediüzzaman ne gariptir ki hakkı söylemekten hiçbir zaman ihtiyaten dahi geri durmamıştır, O silahı, topu, tüfeği olmayan inanılmaz cesur adam ezip geçtiği kalıpların arkasından bakakalmış ve “zalimler için yaşasın cehennem” diyecek kadar da yiğitlik göstermiştir. İlk hayatındaki sayısız vakada o hiçbir zaman bu tepkisel mizacını terk etmemiş ve hiçbir zaman da kaybetmemiştir, daima takdir toplamıştır, ama tavrını kabiliyeti desteklediği için kimse ona karşı haklı bir tavır koyamamıştır,

Üç ay içinde dehalara özgü bir seyirsel okuma ile yılların okuması ile mümkün olan okumaları gerçekleştirir. Bütün bu mevhibeler ona gelecekteki büyük görevinin hatırı için verilmiştir. Eğer hayatı o noktalardan birine takılıp kalsaydı, Bediüzzaman’ın hiçbir kalıba girmeyen kişiliği orada kalacaktı. Onun bitmeyen duraklardan oluşan ilmi ve tecrübî hayatı sürekli ileriye doğru değişerek gidecektir.

Yirmi senede tahsili lazım gelen ilim ve fenni, üç ayda tahsil edecek bir akıl, yorum, hafıza ve muhayyilenin kendisine verildiği, şahsının yükleneceği o derece büyük bir görev vardır, Onun şu cümleleri bu anlattığımızı veya anlatmak istediğimizi ortaya koyar: “İnsan bu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidada göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş.”(Sözler 305)

Bediüzzaman da bir memur olarak gönderilmiştir, gerçekten çok ehemmiyetli istidadı vardır, elbette buna göre ehemmiyetli vazifeleri vardır. Herkes kabiliyetine göre iş yapar. Acaba o bunların farkında mı idi? Bütün bu olaylar ve istidadı arasındaki benzerlikleri geleceğe dönük bir yönlendirmenin gizli bir rejisörün etkisi ile olduğunu görüyor mu idi? Enteresan bir konu.

ARAŞTIRILMAMIŞ BİR ESER: MÜNAZARAT

Bediüzzaman’ın Münazarat isimli eseri de yine eleştirel bir eserdir, bir toplumsal yapıyı asırlardan beri oluşturulmuş düşünceye; ağalar, aşiret reisleri ve şeyhler yüzünden kapalı bir toplumu, demokratik düşünceye ve bağımsız harekete hazırlar, o kitap bizim demokrasiden önce demokratik düşüncenin şark dünyasında izahını yapan harika bir kitaptır, bir sosyolog yorumuna kapalı kaldığı için önemi üzerinde en zorunlu günlerde bile az konuşulmuştur.

Metnin tarihi, sosyolojik ve siyaset felsefesi açısından yorumu ancak dışarıdan bakan birisi vasıtası ile gerçekleşebilir, yoksa metnin göndermelerde bulunduğu alanlardan habersiz bir şahıs o eser hakkında bilinenlerin ve mutadın ötesinde bir şey söyleyemez. Bediüzzaman’ın metinlerini dış dünyaya ve ilimlere açılan kanatları ile okumak devri gelmiştir.

Bediüzzaman her zaman yeniden yorumlanmamış yüzlerce hakikatı ve sosyal durumu yeniden yorumlayan, revize eden, özüne dokunmayan bir reformisttir. Münazarat ve bütün eserleri bu yeniden bakmak yeniden yorumlamak üzerine kurulmuştur. İnsan değerlendirmede donmuş olan mazideki karakteroloji ilmine yeni bir bakış getirir.

Sevgiyi itikada değil sıfat ve sanata göre yorumlar.

Bu hala anlaşılmış bir durum değildir. “Bir adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat ve sanatı içindir. Öyle ise her bir müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lazım gelmez. Binaenaleyh Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin” (Münazarat, 41)

Memuriyeti tarif ederken, despotizme dönüşen memur anlayışımızı nasıl demokratik bir biçimde izah eder.

Bu anlaşılmış mı dersiniz?

Onun meşrutiyeti tarifi cumhuriyetin tarifidir, hem de yönetici sınıfa yansıyan bir demokratik insan seçimidir: “Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Hükümet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır.” (Münazarat, 50)

Halkın hâkimiyetine ters gelen her şeyi o antidemokratik olarak görür. O her zaman gücün tevzii fikrinden yanadır, teraküm ve tehdit aracı olmasından yana değildir. Bütün hayatı boyunca böyle olmuştur. Kimin elinde güç baskı aracına dönüşmüş veya dönüşme ihtimali varsa Bediüzzaman ona karşı çıkmıştır. Bugünkü demokrasimiz onun bu mizacının sonucudur, ama anlayana ve sonuçları çıkarsayana. Denetimsiz korkulan güçler karşısındaki tutumu, denetlenmiş ama geleceği şaibeli güçler karşısındaki tutumu buna birçok örnek verilebilir.

Şarktan İstanbul’a gelmiş bir âlim padişaha nasihat ediyor:

Münhasıf Yıldız’ı darülfünun et; ta Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine ehl-i hakikat melaike-i rahmeti yerleştir; ta cennet gibi olsun! Ve yıldızdaki milletin sana hediye ettiği servetini milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dini darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf ahireti düşünmek lazımdır. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et, zekat ül ömrü ömer-i sani yolunda sarf eyle!” (Tarihçe, 73)

Her zaman gücü genel maksatlara yönelten bir mizac, gücün önünde gereksiz eğilmeyen bir kişilik. Asırlardan beri birikmiş kontrolsüz güçleri denetleyen bir şahsiyet, kim ve ne olursa olsun. İlk dönem hayatında âlimler, şeyhler ve ağalar karşısındaki demokratik tutumu, daha sonra yöneticilere padişahlara, mahkeme reislerine yönelir.

O HER ZAMAN CUMHURİYETÇİ

Meşrutiyet döneminde öne sürdükleri ve topluma tavsiye ettikleri, Cumhuriyet’ten çok önce Cumhuriyetin de ihtiyacı olan durumlardır.

O her zaman cumhuriyetçi ve demokratik tavırlı, gücü kimsenin tekeline yanaştırmayan bir büyük gözlemcidir. O gücü ne dine, ne ırka, ne yöneticilere teslim etmeyen onun taksiminden yana tavırlıdır, kuvvetler ayrılığı ilkesi onun hayatının ilkesidir. Bileşik kaplar gibi düşünür: “Yazık Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrua bir menba-ı hayat-i ictimaiyemiz ve İslamiyet’e uygun olan maarif-i cedideye millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hadisede ifratperver olanlar, meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâubalîyane ile milletin rağbetine karşı maatteessüf sed çektiler. Bu seddi çekenler, ref etmelidirler. Vatan namına rica olunur.” (Tarihçe 73)

HÜRRİYETÇİ VE DEMOKRATİK ANLAYIŞ

Muhakemat’ta skolâstik düşüncenin girdabından dini edebiyatı, akaidi kurtarmanın teorisini uygulamasını verir.

Münazarat’da doğu ve güneydoğu insanının bağımsız karar verme istemini, demokrat bir kişilik kazanmasının reçetesini çizer. Yüzyıllardır manasız bir boyun eğiş ile taşlaşmış insanın yapısını esnekliğe ve hürriyete açar.

Hutbe-i Şamiye’de birlikten bütünlükten yana bir genel mizac tahlili yapar, demokratik ve bütünlükçü, birbirine bağlı ve birbirini arkadan vurmayan bir İslam dünyası tasarımı öne sürer.

Bugün hala onu küçük dünyevi maksatlar uğruna kullanmak isteyen garip düşünce sahipleri vardır. Onun global bakışını sınırlamayı marifet telakki edenler vardır, onun çocukluktan itibaren hiçbir şeye mahkum olmayan, hakka ve hakikata göre biçimlenen hürriyetçi ve demokratik anlayışını anlamayan insanlar vardır, o aynaların bakışına mahkum edilmiştir, aynacılar aynalarını bırakmak gibi bir fazilet göstermedikçe aynalar sürekli kırılmakta ve bir yüzü göstermeyen cam kırıklarına benzemektedirler. Bu onun layığı değil, elindeki küçük aynada kendini seyrettirmek isteyen yüzünü göremeyince aynaya kin ve iğbirar dolmaktadır. Aynanın ne suçu var? Küçük aynalar, küçük aynacılar, zavallı berber dükkânı dünya. Görüntünün hazzı ile yaşayan garibanlar.

DİN VE FEN İLİMLERİ SENTEZİ

Bediüzzaman çocukluğundan itibaren eğitime, eğitimde reforma, yeniliğe inanmıştır.

Medreselerdeki eğitimi yetersiz gören değişimini kendi yetişme tarzı ile karakterize eden, daha sonra bunu umumi bir yetişme tarzına çevirmek için çareler arayandır. Medrese müktesebatını gözden geçirip gerekeni aldıktan sonra Tahir Paşa’nın konağında batı ilmi ve düşüncesi ile karşılaşır, orada medreseden aldığı gerekli kısımlarla batının ilmi arasında sentezler kurmuştur. Artık bir sentezin kafasında belirdiği adam, Paşa ile yaşadığı bölgenin din ve fen ilimleri ile kafasında bir birikim edinmiş insanlara ihtiyacını müzakere etmiş, İstanbul’da çözüm için birlikte karar vermişler ve asrın başında İstanbul’a gitmiş, bir üniversitenin inşası için çaba sarfetmiştir.

Türkçülük hareketi ile birlikte siyasi anlamda Kürtçülük hareketlerinin, diğer ırkların bağımsız temayüllerinin olduğu bir dönemde o hala eğitimden yana bir tavır alır, ırkların kültürel yapılarını Osmanlı çatısı altında devam ettirmesini bunun dışındaki çılgınca tavırları alkışlamamış, daima birlikteliğini savunmuş, ama kültürel asimilasyonu çok yönlü olarak reddetmiştir.

İstanbul’a gittiğinde bir karakterin kendini, Osmanlıda yıkılışın ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde vitrine koymuş, kendine sorulan sorulara verdiği cevaplarda yeni bir neslin varlığını ve dünyayı yorum tarzını ortaya koyuyordu. Bundan sonra o sergilenen tipin umumileşmesi için çalışacaktır. Siyasi şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun o bilimler arasındaki demokratik ilişkiyi koruyacak, hapishanelerde, büyük zulümlere maruz kaldığında dahi bir yandan zulmü kırmak için çabalarken kafasında da oluşmuş olan sentez fikrini eserlerine yansıtarak yeni bir neslin yeni insanların ortaya çıkmasını sağlıyordu. “Sizin okuduğunuz fenlerden her bir fen kendi lisanı mahsusu ile Allah’tan bahseder, muallimleri değil onları dinleyiniz” derken, onun kafasındaki tipin ayağı yere değiyor, yüzyılın başından beri sürekli siyasi değişmeyi örgütleyen aktörlere kültürel-dini ve sanatsal perspektifi olan bir insanı öne sürüyordu.

ORTAK HAYATI DEVAM ETTİRMEK

O durağan nitelikli sosyal ve dini olayların değil çalkalanan, yuvarlanan, kararsız ortamlarda fikirlerini oluşturmuştur. Ta Van’a gidinceye kadarki hayatında denetlenmesi zor olaylar ile karşı karşıyadır ve sürekli her taşkın ve aşkın olayın genel bütünleştirici perspektiflere göre yorumunu yapmakta hayretamiz bir başarı gösterir. O olayların içinde ne kadar büyük kişilikler ümitsizliğin bahtsız çukurunda kaybolup gitmişken, bu hiçbir zaman kafasında yapmak istediği şeylerden taviz vermemiş, itilip kakılmaya rağmen özlediği insan tipini ortaya çıkarmıştır. Bilim ile din arasındaki sentezi kafasında oluşturmuş. Siyasi olaylarda da gündelik çıkarlar için değil, ortak hayatı devam ettirecek bir demokratik mizacın hür telakkilerini esas maksat yapmıştır. Demokratik düşünmeyi yıkan, mantığı donduran isyan, tahrik ve aşağılama gibi olaylarda da akl-ı selimini korumuştur.

SELAHADDİN-İ EYYUBİ ÖRNEĞİ

Mutlakıyet döneminde hükümdara bilim ve üniversite konusunda nasihat eden Bediüzzaman, Meşrutiyet’te çizdiği meşrutiyetin sınırlarını cumhuriyetle atbaşı götürür. Mondros ve Milli Mücadele yıllarında kuva-yı milliyenin ülkedeki güçleri toplama ve tevhid etme gayretine büyük bir himmetle katılır. Birliğin temini için İstanbul’da işgal güçlerine karşı bir tek adam ordu gibi çalışır, gayreti o kadar büyüktür ki, Ankara hükümeti bu gayretin kendi yanlarında da devamı için onu çağırır. Ankara’ya geldiğinde yine demokratik nitelikli halka dayanan, öteden beri gelen kültürün ve dinin batı ile tezevvücüne uygun bir sentezden yana olduğunu ülkenin en büyük otoritesine anlatır. O hiçbir zaman demokratik bir toplum, demokratik bir devlet iddiasından vazgeçmez. Karşısındaki güç ne kadar büyük olursa olsun söylenmesi lazım geleni söyler. Gençliğinde Miran aşireti reisi Mustafa Paşa’ya nasıl tarik-i hidayeti söylerse, onlarca yıl sonra bir başka Mustafa Kemal Paşa’ya da tarik-i devletin nasıl olması lazım geldiğini söyler. Din ile ilmin imtizaç ettiği bir insana dayanan devleti örgütler, bu da yetmez, ona iki tip öngörür, biri Selahattin-i Eyyübi, diğeri ise saman alevi gibi gelmiş, bir hışımla Fransız toplumuna faydaları olmakla birlikte büyük acılar yaşatmış olan Napolyon arasında tercih yapmasını söylemiştir. Hakkı söyleyen demokratik mizacı hiçbir zaman değişmemiş her zaman ne yapılması gerekmişse onu yapmıştır.

YAPILAN AKIL ALMAZ ZULÜMLER

Cumhuriyetin oluşum safhalarından itibaren yanında olan Bediüzzaman dönemin otoritesine yeni Cumhuriyetin mayasının oluşumundaki unsurların dağılımını beğenmediğini ifade eder, çünkü bu şekilde başlayan bir rejimin bir yerlerde tökezleyeceğini, insan fıtrat ve mahiyetine özellikle şark insanına uymayan sentezi kabul etmesi imkânsızdır. Bu yüzden onlardan ayrılır, onlara muhalefet etmez, ama sürgün edilmekten de kurtulamaz. 1925-26’lı Barla yıllarında yirmi beş yıl devam edecek bir baskı ve istibdadı ilerlemiş yaşına rağmen çekmiş, ama demokratik mizacından hiçbir zaman taviz vermemiş, kimseden merhamet ve himmet istememiştir. Onun gibi büyük bir İslam âlimine, mütefekkirine yapılan akıl almaz zulümler, gelecek nesle ne kadar büyük tahribatlar yüklendiğine bir mukayesedir. Dine yapılan tahribatın gelecek nesilleri nasıl itikatsız bırakacağını hissetmiş, bütün himmet ve gayretini daha önceden kafasında oluşmuş bir sentezi, bir kişiliği eserlerine yükleyerek yeni bir nesli inşa fikrini uygulamaya koymuştur. Böyle dehşetli bir zamanın mahsulüdür onun eserleri.

Bu eserler, köylüler ve milli mücadelede ailelerinin önde gelen kişilerini kaybetmiş bu insanlar Bediüzzaman’a en saf bir güçle sahip çıkmışlar, onun ile dünyanın en büyük eğitim seferberliğini ve telif organizasyonunu gerçekleştirmişlerdir. Gariptir ki bu zulme maruz kalan insanlarda da hiçbir antidemokratik davranış tarzı tezahür etmemiş, onun eserlerini okuyan bu insanlar, insanları dalalet karşısında onarmaya yardım etmiş, ama bu kadar zulme karşı bir antidemokratik tepki göstermemişlerdir. Risale-i Nur eserleri adeta demokratik düşüncenin hürriyetin komprime hapları gibidir, onları okuyan o günden bugüne hiçbir radikal tavra katılmamış, her zaman yapıcı ve cumhuriyetçi olmuştur.

Barla ve Isparta sürgünlerinde bir münzevi olarak telif hayatına devam etmiş.

Bu sefer kendine zulmeden gizli güçlere mantık ve demokratik tavır tavsiye etmiştir:

“Bir kısım ehl-i hüküm diyorlar ki, madem sen bu memlekette duruyorsun, şu memleketin cumhuri kanunlarına inkıyad etmek lazım gelirken sen neden inziva perdesi altında kendini o kanunlardan kurtarıyorsun?

Ezcümle şimdiki hükümetin kanununda vazife haricinde bir meziyeti, fazileti kendine takıp onunla bir kısım millete tahakküm edip nüfuzunu icra etmek müsavat esasına istinat eden cumhuriyetin bir düsturuna münafidir. Sen neden vazifesiz olduğun halde elini öptürüyorsun? Halk beni dinlesin diye hodfüruşane bir vaziyet takınıyorsun.” (Tarihçe, 184)

EBED YOLCULARINA VESİKA VE NUR VERMEK

Bu ifade bir ironi idi. Kendisine zulmedenler zulmettiklerini değil, zulmettikleri adama gösterilen saygıdan dahi rahatsız oluyorlardı. Ne garip bir durumdur. Bu çok katlı ve katmerli bir zulümdür. Cumhuriyeti uygulamalarında mikroskop ile aramaları lazım gelirken, bir münzeviye cumhuri kanunları onu suçlamak için öne sürüyorlardı. Bu garip suçlamaya harika bir cevap verir, önce cumhuriyetin kanunlarını bu iddiaları öne sürenlere ileri sürer haklı olarak: “Kanunu tatbik edenler, evvela kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz kendinize tatbik etmediğiniz bir düsturu başkasına tatbik etmekle herkesten evvel siz düsturunuzu kanununuzu kırıyorsunuz. Çünkü bu müsavat-ı mutlaka kanununun bana tatbikini istiyorsunuz.” (Tarihçe, 184)

O ahiret yolcularına seyahat vesikası veren adamdı, bunun cumhuriyetle ne alakası vardı? “Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı ölümün inkârıyla ve hergün ‘elmevtü hakkun’ davasını cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuz bir şahidin şehadetini tekzip ve inkar etmekle olur.” (Tarihçe, 186)

Bütün hayatı savunmakla geçti, eserleri bir büyük savunmanın belgeleri idi.

Bütün eserlerinde sürekli hakikatı, hakkı, adaleti, haşri, Allah’ı, nübüvveti, Nebi-yi Zişanı (ASM), mucizelerini, varlık ve ilah ilişkilerini, kozmik bilmeceyi, hayatı, adaleti, dengeyi, kudsiyeti, kutsalı, hayatın bir inanç seyahati olduğunu.

Kâinattan halıkını soran bir seyyahı,

Varlık insan ilişkilerini,

Allah ve insan ilişkilerini,

İbadet ve insan yakınlıklarını ve daha nice nice ketmedilmiş, yeniden yorumladığı hakikatları savundu.

Bir de bunları savunduğu için horlanmanın çok yönlü savunmasını yaptı, hakkı savunduğu için haksızlara karşı sosyal hakikatleri, hürriyeti, demokrasiyi, meşrutiyeti, kuva-yı milliyeyi, birliği, birlik ruhunu, sevgiyi, dayanışmayı, kucaklaşmayı savundu.

Despotlara, tağutlara, kendini bilmezlere, hakikatı menfaatlerine payanda yapanlara ve daha daha kimlere savunmalarda bulundu.

Mazlumu,inancını savunamayanı ahirete hazırladı. Onun kadar savunmayı çok yönlü anlayan ve en girift anlarda bile bu ilahi misyonunu ifade eden bir adam dünya tarihinde bile yoktu.

İ’CAZI KUR’ANI BEYAN ET

Bu büyük savunmacı ömrünün başında savunmaya ve müdafaaya söz vermişti:

Eski Harbi umumiden evvel ve evailinde bir vakıa-ı sadıkada görüyorum ki, Ararat dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağa müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Ana korkma Cenab-ı Hakk’ın emridir. O Rahimdir ve Hakimdir.’ Birden o halette iken baktım ki mühim bir zat bana amirane diyor ki: ‘İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et.’ Uyandım anladım ki, Bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabdan sonra Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek; icazı Onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu icazın bir nevini şu zamanda izharına haddimin fevkinde olarak benim gibi bir adam namzet alacak ve namzet olduğumu anladım.” (Tarihçe, 191)

Hayatındaki bütün çok yönlü savunmaların başlangıcı bu namzet olma anından sonradır. Eserlerindeki savunmalar bin yıldır fen ve felsefe ve çeşitli dalalet mektepleri tarafından mahkûm edilmeye çalışılan tevhid ve ona bağlı hakikatların savunmasıdır, mahkemelerdeki müdafaaları da bir nefis müdafaası değil, bir davanın müdafaasıdır. Üçüncü müdafaası da despotizme karşı demokrasi ve cumhuriyetin, hakkın ve hürriyetin müdafaasıdır.


Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer
www.risaleakademi.com

Hür Adam’la ilgili eleştirilerin kiritiği (1)

Hür Adam’la ilgili eleştirilerin kiritiği (1)

Hür Adam filmi ile ilgili fikirlerini beyan ederek, Bediüzzaman’a ve davasına büyük hizmet eden aşağıya yazılarının bir eleştirel kritiğini koyduğumuz şahısları ve gazetelerini tebrik ediyoruz.

Bu tebrik hepimiz adınadır. Mehmet Fırıncı, Mehmet Kırkıncı, Abdullah Yeğin, Mustafa Sungur, Sait Özdemir adınadır. Hepsinden önemlisi Bediüzzaman hesabınadır. Tebrik ediyoruz sağ olsunlar, kalemlerine sağlık diyoruz.

AKBIYIK NE DİYOR?
Hür Adam, gösterime girmeden ve girdikten sonra Türk basınında ve televizyonlarında film ve Bediüzzaman ile ilgili muhtelif yazılar yazıldı.

Akbıyık, Bediüzzaman ile Atatürk arasındaki ilişkiyi irdeler. “Atatürk’ün ona saygı duyduğu Bediüzzaman’ın da zamanında onu desteklediği bilinir. Sonra bu ülkenin şekillenmesinde yapılan devrimler ilişkiyi çatallaştırmıştır” Mehmet Tanrısever’in oğlu Tarık Tanrısever’in Bediüzzaman’ın en yakın kâtibi olan Şamlı Hafız Tevfik’i canlandırmasını çarpıcı buluyor Akbıyık. Yazar, eleştiri adabına uygun olarak Tanrısever’in filminin gerçekliğini falanını eleştirmeye kalkmaz, bu tür yapımların çoğalmasını ister. Mürşit Ağa Bağ’ı takdir ederken onun “Bediüzzaman karakterini inanılmaz bir özümsemeyle perdeye taşımasını” beğenir.

TARİHÇİ MUSTAFA ARMAĞAN NE DİYOR?

Zaman gazetesinde Mustafa Armağan, filmin odağındaki Atatürk Bediüzzaman karşılamasını yorumlar.

O Hem Bediüzzaman, hem de Atatürk’ün biyografilerinin tam olarak ele alınmadığını, eğer alınsa bu tür yanlış yorumlar olmayacağını söyler. Armağan Bediüzzaman’ın meclise geldiğini, dua ettiğini ve beş ay kadar Ankara’da kalıp sonra oradan ayrıldığını belgeli olarak ortaya koyar. Ama benim gördüğüm bizzat Mustafa Kemal tarafından Ankara’ya çağrılan bir insanın onunla bir defacık görüşmesi çağırmanın beyhudeliğini ortaya koyar, resmi belgelere yansımamış veya açılmamış çok görüşmeler olmuştur. Çünkü Bediüzzaman bu konuşmalardan sonra “benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi” diyerek ayrılış gerekçesini en hafif şekilde ortaya koyar. Bu onun tekniğidir, ihtilafları büyütmemek. Çünkü gerek Atatürkçüler, gerekse Bediüzzaman’ın talebeleri iki ağaç gibi devam edip gideceklerdi, bu yüzden iki grubun gelecekteki ilişkilerini bozacak cümleler kullanmaz, o büyük bir stratejisttir. Bugün talebeleri onun sustuğu noktalarda o kadar konuşuyor ki, sanki ondan haberleri ve tekniğinden bilgileri yok gibi. Bugün elem verici olan yan Bediüzzaman’ın stratejisine, sosyal ve siyasi mimari anlayışına uygun düşünmemektir.

Armağan Bediüzzaman’ın biyografisine göre Ankara’ya çağrılma hadisesini anlatır.

Bediüzzaman namaz konusunda bir risalecik yayınlar, bunu Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’e okur. Zannımca o risalecik bir namaz bahsi değil, Bediüzzaman kafasında yeni Cumhuriyetin nasıl olması lazım geldiğini, dinin direği olan namazın, sistemin de Cumhuriyetin de direği olduğu yollu fikrini gerçekleştirmek için namazın penceresinden sisteme ve milletvekillerine girer. Orada büyük bir sosyolojik vesika yayınlar, batı ile bizim devlet anlayışlarımızın farkını anlatır, felsefe ve İslam dininin farklı bakış açılarını, bize yakışanın kendi dinimize göre bir yapılanma olduğunu söyler. Metinin dört başı mamur tahlili hala yapılmamıştır. Çünkü o metnin tahlili birçok sosyal bilimle misafireten yapılabilir

Atatürk’ün karşısında Cumhuriyet tarihinde kimse oturup da sistemin nasıl olması lazım geldiğini konuşan bir babayiğit yok.

Bediüzzaman görünmediği bir makama göre gelip Mustafa Kemal ile görüşmüştür. Basının kralcı tavrı tarihsel realiteyi görmek istememesindendir, İstanbul’da İngilizleri yazdığı eseri ile hizaya getiren adam, Mustafa Kemal nezdinde dikkat edilmesi lazım gelen bir insandır. Bu yüzden çağrılmıştır, iki şahsın birbirine denk olup olmadığına değil, çağıran tarafın onun fikirlerinden istifade için çağırmasıdır. Böylece Cumhuriyet tarihinin iki büyük aktörü bir araya gelmiştir.

Armağan, görüşmenin ayrıntısının olmadığını teessüfle ifade eder. Ama Kazım Karabekir’in Ankara’ya hâkim havanın İslamın terakkiye mani olduğu fikrini öne sürmesi Bediüzzaman’ın neden onlarla yollarının ayrıldığının bir gerekçesidir.

Kaderin hissesine gelince Bediüzzaman’ın ayrılması daha isabetli olmuş, çünkü o kurulan cumhuriyetin din açısından boşluğunu görmüş, onu doldurmak için Ankara’dan ayrılmıştır. Eğer verilen makamları kabul etseydi ne bir Bediüzzaman vardı, ne de eserleri.

GEL BERABER ÇALIŞALIM

Sibel Oral ile yaptığı konuşmada Tanrısever, yirmi yıl önce film yapmak istediğini ama olmadığını anlatır.

Filminin bir siyaset filmi değil, dindar cumhuriyetçi bir mücadele adamının hayatı olduğunu söylüyor.

Tanrısever, “sistemi birlikte kuralım” anlamına gelen “gel beraber çalışalım” dediği şahsın ayak ayaküstüne atmasını, basının karşılaşmanın yorumunu yapamamasından ileri geldiğini belirtiyor.

Tanrısever yaptığı işin tamamen kendi imkânları ile olduğunu söylüyor. “Arkasında birileri var gibi yazıldı ama hiç kimseden destek almadım. Said Nursi’nin ölüsünden bile korktular.”

Tanrısever, yüz yıldır Bediüzzaman’ın arkasından gidenlerin yapamadığı bu işi yaptığı için hayatından ve işinden memnundur. “Ben bu filmi yapmakla şeref duyuyorum. Bunu ister kabul etsinler, ister etmesinler. Gerçekleri yansıttığım kadar, eleştirilere de açık bir insanım. Daha iyisini yapabilen varsa yapsın. Ben paramı, yüreğimi koydum bu işe, eleştirilere kızmam, iltifatlara da sevinmem.”

Tanrısever acı bir söz söyler: “Ona inanan insanlar da korkuyor. Ne korkuyorsunuz? Türkan Saylan vardı, o da bir kahraman değil mi? Geçtiğimiz yıllarda vefat etti, hemen dizi filimi yapıldı.”

Haber Türk Bediüzzaman’ın Atatürk’e gönderdiği mektuba ulaşır.

Güntay Şimşek mektubu Cumhurbaşkanlığı arşivinden çıkarmıştır.

Mektup İslam Âlemi kahramanı Paşa Hazretleri diye başlar. Bediüzzaman Mustafa Kemal’e sunduğu fikirleri önemser, hayatı boyunca kendini hiç önemsememiş, her zaman savunduğu fikirleri önemsemiştir.

Yeni Türkiye Cumhuriyetinin oluşturulma safhasında gerekli olduğu için mektuptaki fikirleri ona ulaştırmıştır.

Belgeye göre 9 Kasım 1922’de ziyaret ettiği Mecliste Bitlis Mebusu Arif Bey ve arkadaşlarının Meclis Başkanlığına yaptıkları başvuruyla kürsüye davet edilir. Tebrik eder, dua eder, gelişmeler zabıt ceridesinde yayınlanır.

Daha sonra Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde haber olur.

ALLAH’IN VERDİĞİ OLAĞANÜSTÜ BAŞARILAR

Mektupta milli mücadelecilerin başarısını Bediüzzaman “Allah’ın verdiği olağanüstü başarılar” olarak yorumlar.

Ancak verene en iyi teşekkürün namaz olduğu vurgulanır. Bediüzzaman eserlerinde de bütün akaidi ve amali hükümlerin namaz üzerinde durduğunu, namazın onların direği olduğunu vurgular ve vurgular. Öldükten sonra dirilmeye inanmak namazsız olmaz, kelime-i şahadet namazsız olmaz, meleklere iman namazsız olmaz, Allah’ın varlığı namazsız olmaz, Allah’a hamd etmek namazsız olmaz yani bütün hükümler ancak namaz olduğu sürece bir anlam ifade eder. İnsan hayatının ve dininin direği namaz ise o kişinin inşa ettiği sistemin de direği namazdır. Bu zorunluluk çok ciddi bir zorunluluktur.

YIKILMAYAN İSLAM MEDENİYETİ

Toplumun namaza bakışını anlatır, namazsız insanlara iyi bakmayan Müslümanları anlatır.

Peygamberlerin doğudan, filozofların batıdan çıkmasından hareketle yeni sistemin filozoflara göre değil, batı felsefesine göre değil, dine ve Peygamberlere göre kurulmasını salık verir.

Daha sonra Hasan Ali Yücel’in çıkardığı klasikler külliyatında batı felsefesine ağırlık verilmesi bunu gösterir.

Düşmanlarımız dini tahrib ederken, Müslümanların özellikle yönetici olan milletvekillerinin onu koruması ve yaşaması gerektiğini anlatır.

Küfür her şeyi ile İslam medeniyetini yıkamamışken laubalilikle onlara yardım etmek iyi olmaz.

Avrupa medeniyeti Bediüzzaman’a göre tıkanmıştır, bu daha sonra net olarak ortaya çıkmıştır, böyle bir zamanda İslamı geriye itmenin yersizliğini anlatır.

Daha sonra Garody’in batı medeniyetinin nerede olduğu konusundaki fikirleri bunları teyid eder.

Napolyon’u değil, Selahattin Eyyübi’yi örnek almak gerektiğini söylerken de ne dediğini ben henüz anlamadım.

Bediüzzaman hem İslam medeniyeti, hem de batının nerede olduğunu o gün hiç kimsenin bilmediği kadar biliyordu.

Namaz kılarak hem Allah’ın, hem de Müslümanların gönül rızasını alacağını söyler.

Gaflet ve tembellik saikasıyla namazı terk etmenin, kurtuluş savaşını kazanmış kişilerin ahiretini kurtarmayacağını, safsata ve nefsin vesvesesi ile dinin ve ulemanın teyid ettiği bir emri terk etmenin yersizliğini anlatır. Dinde gösterilen tembelliğin milliyeti geliştirmeyeceğini söyler.

İLK CİDDİ ELEŞTİRİ

Bu mektup yayımlandıktan sonra ilk ciddi eleştirisini Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemil Koçak yapar.

Bediüzzaman dehaca öngörüsü ile Meclisteki gelenek tarafları ile modern tarafları arasındaki çekişmeyi hissetmiş, Cemil Koçak buna vurgu yapar. “Anlaşılıyor ki Ankara’ya geldiği zaman tam o dönemde yeni sürecin başlangıcı ve o yeni süreç öncesindeki tartışmalar ve çatışmalar olduğu noktayı hemen fark etmiş olmalı. Birinci Mecliste biliyorsunuz ki iki farklı grup var ve bu iki grubun birbiriyle olan siyasi ve ideolojik mücadelesi söz konusu.- Ve bu iki grup arasındaki önemli farklardan bir tanesi, yeni Türkiye’nin nasıl formüle edilmesi gerektiği konusu.- Modernizasyon projesi yeni Türkiye’de uygulanacak ama ne kadar ve nasıl uygulanacak?”

Koçak, Bediüzzaman’ın Atatürk çevresindeki grubun ağır basabileceğini hissettiğinden bu mektupta Atatürk’ü etkilemek istemiş, ona tavsiyelerde bulunmuştur.

Koçak zamanın Said Nursi’yi haklı çıkardığını söyler. “Said Nursi ve bütün muhaliflerin söyledikleri bir anlamda doğru çıkıyor. Bu şekilde yapılan bir devrimden toplumun alacakları kalıcı olmayabilir. Bu görülüyor.”

Koçak, “Meclis’in açılışının Cuma günü yapıldığını, dua ile açıldığını ve bu yönü ile Osmanlı meclislerinden daha fazla dini karakterliği olduğunu söylüyor.

Türk milliyetçiliği üzerine kurulursa arkasından gelenlerin çok sınırlı olacağını belirtir. Mücadele daha başlamadan biter.

Mücadeleyi buraya kadar getiren isimler daha sonra yoktur.

Nakşibendî Şeyhi Fevzi Efendi,

Halvetiye Şeyhleri Abdullah Sabri Aytaç, Yahya Galip Kargı Bey,

Nakşi Özbekler Tekkesi Şeyhi Mehmet Ata Efendi,

bir Kadiriye dergahı olan Hatuniye Tekkesi şeyhi Sadrettin Ceylan Efendi,

Nakşi Şeyhi Şerafettin Dağistani,

Hacı Bektaşi Veli Dergahının Nakşi Şeyhi Hacı Hasan Efendi.

Savaşa katılanların hepsi bir din savaşına katıldığını, gâvurlara karşı bir İslam mücadelesine katıldığını bilerek katılıyorlar.”

Cemil Koçak, Mete Tunçay’ın alıntılarını nakleder ve Mustafa Kemal’in yeni yüzünü ortaya koyar.

“Rıdvan Memi, bu durumun 9 Eylül’e kadar devam ettiğini söylüyor, şu anekdotu aktarıyor.

“İzmir’in kurtuluşundan sonra maiyeti Mustafa Kemal’e Hacı Bayram’a gidelim ve şükür duası edelim” diyorlar. Atatürk, “Benim böyle bir borcum yok” diyor. O nokta itibariyle Atatürk’ün İslam tutkalına ihtiyacı kalmadı mı?

Cemil Koçak, Evet yavaş yavaş o süreçten ayrılık başlıyor. Said-i Nursi’nin on maddelik mektubunda yapılmasını istediği şeyler ve tavsiyeleri okunduğu zaman Atatürk muhtemelen Said-i Nursi ile hiçbir şekilde politik olarak bir ilerleme sağlayamayacağını anlamıştır, muhtemelen bunu da okuduğu zaman.”

Cemil Koçak değişimi başkalarının da fark ettiğini söylüyor.

Tarihin ve edebiyat tarihinin gösterdiği nedenler bu konuda belirsiz. “Atatürk’ün dine genel yaklaşımını ortaya koyan pek çok cümlesi var, fakat esas itibariyle olan şey bu. Atatürk’ün gideceği yolu, yazdığı mektup dolayısıyla sadece Said Nursi değil, silah arkadaşları da fark ediyorlar, muhalefete geçmelerinin esas nedeni de bu sezgileri ve anlayışlarıdır.

Karabekir paşa, Cebesoy Paşa, Refet Bele Paşa, Halide Edip ve Eşi, Milli Mücadele’nin önde gelen isimleri bu duruma karşı çıkıyorlar” Tarihin gerçekleri ne kadar ters yüz edilmiş, bunları okuyunca ne kadar içimize yutturulmuş, doğru olmayan malumatın doldurulmuş olduğunu görüyoruz.

Cemil Koçak Bediüzzaman’ın mektubunu devrinin siyasi ve fikri cereyanları içine yerleştirerek büyük ve önemli bir eleştiri ortaya çıkarmıştır. Hür adam münasebetiyle gördüklerimizin arka yüzü ile karşılaşmış oluyoruz. Mektup da ilahi bir tasarımla tam zamanında ve yerinde ortaya çıkmıştır. Kim ne derse desin Bediüzzaman mânen işinin başında ve denetleme görevi ile çalışıyor.

Tarihçi Mustafa Armağan,

Atatürk’le Said Nursi’nin 25 Kasım 1922’de görüştüklerini söylüyor, görüşme Meclisteki Başkanlık odasında olmuştur. Birinci ve İkinci Meclis üyelerinden Ali Süruri Bey’in hatıralarından alıntılarla konuşur. Hatıraların Osmanlıca bir bendini de verir. Ali Süruri Bey adı geçen tarihte Atatürk ile Bediüzzaman’ın tartıştıklarını, kapının açık olan aralığından duyduğunu söyler. Buradaki konuşmalar meclise sunulan ve Atatürk’e gönderilen mektubun muhtevası doğrultusundadır.

Samet Altıntaş’ın Bediüzzaman’ın yaşayan talebelerinden nakillerle verdiği haberde onların da

Atatürk’le Bediüzzaman’ın görüştüğünü ancak ayak ayaküstüne atma olayının “olayın senaryolaştırmasıyla ilgili olduğu” belirtilir. Mehmet Fırıncı, Abdullah Yeğin, olayı doğrularlar ama ayak ayaküstüne atma hadisesi konusunda bir şey söylemezler. Abdülkadir Badıllı ise Üstadın parmaklarının dilini kullandığını, bunun dışında bir şey olmadığını söyler. Necmettin Şahiner de Milletvekili Hüseyin Aksu’dan aldıkları ile anlatır. Onun nakilleri de öncekiler doğrultusundadır.

Konuyla ilgili bir başka haber de yine o dönem milletvekillerinden Abdülgani Ensari’nin oğlu Nezihi Ensari’nin naklettikleridir.

Atatürk Bediüzzaman ile Abdülgani Ensari vasıtasıyla görüşmüş, Abdülgani Ensari ve Bediüzzaman Hacı Bayram’dan yürüyerek Meclise giderler, Atatürk Bediüzzaman’ı kapıda, “Hocam neredesiniz? Bizi tamamen bıraktınız. Biz neden görüşemiyoruz?” sözleriyle karşılar. Daha önce dediğim gibi bizzat Mustafa Kemal tarafından çağrılan Bediüzzaman’ın farklı kaynaklardan görüşmesi doğaldır. Çünkü Bediüzzaman hem İstanbul’da, hem Anadolu’da, hem Bitlis savunmasında, hem aşiretler içindeki Üstatlığı ve Seyda tutumu ile doğu ve güneydoğunun milletvekilleri arasında büyük nüfuza sahipti.- Üstelik diyalog adamı idi. Görüşmelerinin birçok olması mümkün.-Nezihi Ensari’nin naklettikleri mektuptakilerin başka bir ifade ile tekrarıdır. Atatürk Bediüzzaman’a bazı makamlar teklif etmişse de Bediüzzaman bunlara yanaşmamıştır. Atatürk, Bediüzzaman’ın din konusundaki yorum ve bakış açısının farkını görmüş, çünkü Bediüzzaman dönemin önce ve sonrasındaki bütün olaylarda hep ön saftadır.- Onu tanımaması imkânsız.- Ama birçok noktada birlikte oldukları halde batı ve İslam dini konusundaki sentezleri uzlaşması imkânsızdır. Asıl ayrılık nedeni budur.

Bediüzzaman’ın Meclise gelişi ve dinleyici locasında görüşmeleri dinlemesi konusunda Meclis zabıt ceridelerinden alınan bilgiler ile teyid edilir.

Bu haber de 07.01.2011 tarihli Sabah gazetesinde yer alır. Riyaset makamı Bediüzzaman’a resmi olarak “hoş geldin – hoş amedi” eder.

Yeni Şafak gazetesi Mustafa Armağan’ın naklettiği Ali Süruri Bey’in hatıralarındaki bilgileri tekrar eder. Metni İlhan Toprak kaleme almıştır.

Mehmet Tanrısever, bir televizyon programında konuşur.

Atatürk ile Bediüzzaman arasında cereyan eden sahne için harika bir cümle kullanır. “Sadece iki dehanın karşı karşıya gelmesi” olarak niteler. “Siyasi bir deha Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Üstadımız da bir dini dehadır. Üstad değişimin Kur’an ahlakı boyutunda olmasını istiyor, ben de Hür Adam da yansıttım. İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır. Tabularımızdan kurtulmalıyız.”

EN ZOR OLAY
Filmin gösterimi sırasında pankart açan kadın için ağlamıştır. Tanrısever olayı demokratik olarak yorumlar. “Ne kadar güzel bir iş yapmışım ki, yaptığımız iş bu kadar gündeme geldi. Çünkü insanlar cesurca tepkilerini de ortaya koyabilme fırsatı buldular. Keşke o hanımefendi filmi seyrettikten sonra tepki gösterseydi”

Tanrısever, filminin dünya tarihinde ilk elliye gireceğini söyler. Devam eder: “Sürükleyici bir anlatımı var Hür Adam’ın. Bir insanın hayatını, çilesini anlatıyorsunuz bu konuyu bir kere film yapmak zor. Bırakın film yapmayı anlatmak zor.”

Doğru, Tanrısever’in dediği sinema tarihinin en zor olayı, fikri sahneye yansıtmaktır.

Devam edecek….

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer
www.risaleakademi.com