Etiket arşivi: Allahın sıfatları

“El – Basıt” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

El-Bâsıt

Genişleten, açan, kolaylaştıran ve çok veren manalarına gelir.

Allah Bâsıt ismi ile kulundaki ihsanını çoğaltır, rızkını genişletir ve halini fakirlikten zenginliğe, sıkıntıdan feraha ve zorluktan kolaylığa çevirir. Bu ismin tecellisiyle fakir zenginleşir, borçlu borcunu kolayca öder, işsiz iş bulur ve diğer bütün maddi sıkıntılar yok olur, yerlerini lütuf ve ihsana bırakır.

Yine Kâbıd ismiyle daralan gönüller ve ruhlar, bu ismin tecellisiyle inşirah bulur, neşe dolar ve feraha kavuşur. Bu hal ile kul, Cenab-ı Hakk’ın ihsanını anlar, lütfunu derk eder ve rahmetin hediyelerine karşı şükürle mukabele eder. Demek Kâbıd isminin tecellisi, dua ve niyaza bir davet olduğu gibi; Bâsıt isminin tecellisi de şükür ve hamde bir davettir.

Yağmurlar bu ismin tecellisi ile yağar, toprak bu ismin tecellisi ile rahmetin bir kazanı olur, türlü türlü nebatatı içinde pişirir. Bu ismin tecellisiyle yeryüzü bir sofra, bahar o sofranın bir gül destesi, ağaçlar rahmetin bir eli ve çiçekler o rahmetin güzel bir hediyesi olur. Yine bu ismin tecellisi ile anlaşılması zor olan bir mesele insana açılır, kesat giden işler bol kazanca ve berekete dönüşür, hayat insanlara kolaylaşır, maddi ve manevi sıkıntılar yerlerini ferah ve mutluluğa bırakır.

Uykuda kabzedilen ruh, Bâsıt isminin tecellisi ile tekrar bedene döner. Demek her uyandığımızda Allah’ın Bâsıt ismini tefekkür ve zikir etmeliyiz.

Yine bu ismin tecellisi ile ibadetten lezzet ve zevk alınır, zor olan ibadetler insana kolaylaştırılır, ibadetin peşin bir mükâfatı olan manevi hazlar hissedilir.

Sözün özü: Maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi bütün genişlikler Bâsıt isminin bir tecellisidir. İnsan-ı kâmil odur ki: Nimetten nimetin hakiki sahibine çıkar, kendisine lütfedilen maddi ve manevi nimetlerin sahibi olan Allah’ı Bâsıt ismiyle tanır, her genişlikte Bâsıt isminin bir cilvesini görür ve O’na hamd ve şükür eder.

Allah-u Teâlâ, bu ismin hürmetine bizlere maddi ve manevi genişlikler versin, sıkıntı ve darlıklardan kurtarsın ve Bâsıt isminin tecellisine bizleri mazhar etsin. Âmin!

Allah’ın Güzel İsimlerini Anlatan Video Serisi İçin Tıklayınız!

“El – Kabıd” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

El-Kâbıd

Kabzeden, tutan, daraltan, sıkan, zorlaştıran ve az veren manalarına gelir.

Allah Kâbıd ismi ile bazen lütuf ve ihsanını kulundan kısar, rızkını daraltır, onu muhtaç eder, rahat yaşamından mahrum bırakır ve yoksullaştırır. Bir kimse bu hale düştüğünde Kâbıd isminin tecellisine ayna olmuştur. Demek iflas eden, borcunu ödeyemeyen, malını kaybeden, işten çıkartılan, maddi sıkıntılar içinde daralan kimselerde Allah’ın Kâbıd ismi tecelli etmektedir.

Kâbıd ismi maddi âlemde böyle tecelli ettiği gibi, bazen de manevi âlemde tecelli eder; kul bu tecelli ile koca dünyaya sığmaz bir hale gelir, içi sıkılır, kalbi daralır, ruhu sanki bir kafesteymiş gibi çırpınır. İşte bu hal Kâbıd isminin bir tecellisidir. Bu tecelli ile kul kendi aczini anlar, fakrini derk eder ve rahmet-i ilahiyyenin kapısını dua ve niyaz ile çalar, Allaha iltica eder, ona sığınır. Demek Kâbıd isminin tecellisi, dua ve niyaza bir davettir.

Yağmurların yağmaması da Kâbıd isminin bir tecellisidir. Bazen olur ki Allah-u Teala kimi yerlere yağmur yağdırmaz, kimi yerlere az yağdırır. Adeta yağmuru tutar, kabzeder. Demek yağmursuz geçen günler Kâbıd isminin tecellisine mazhar olan günlerdir. Kâbıd isminin tecellisini daha birçok yerde görebilirsiniz: Mesela sıkışan trafikte, öğrenilmeye çalışılan bir meselenin anlaşılamamasında ve kişiye zorlaştırılmasında, mahsullerin bir felaket ile helak olmasında, toprağın kuraklaşıp ekinlerin bitmemesinde, işlerin kesat gitmesinde, hayatın insanlara zorlaşmasında ve diğer bütün sıkıntı ve zorluk hallerinde tecelli eder.

Bu isim dünyada böyle tecelli ettiği gibi ruhun ölüm anında kabzedilmesinde de tecelli eder. Her ölen ve ruhu kabzedilen mahlûk, Allah’ın Kâbıd ismine ayna olmuştur. Ölümde tecelli eden Kâbıd ismi, ölümün kardeşi olan uykuda da tecelli etmektedir. Uyku esnasında ruhlar tutulur. Eceli gelenlerin ruhu bırakılmazken, eceli gelmeyenlerin ruhları bedenlere iade edilir. Bunun ölümden tek farkı, ölümde ruhun tamamen çıkması, uykuda ise ruhun bedenle olan irtibatının tamamen kesilmemesidir. İşte uykudaki ruhların tutulması da Kâbıd isminin bir tecellisidir.

Bu tecelli Kuran-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir: “Allah ölümleri anında ruhları alır. Ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.” (Zümer 42)

Ölüm ve uykuda ruhun kabzedilmesi ile tecelli eden Kâbıd ismi, kabrin kulu sıkmasıyla ve hesap günündeki diğer sıkıntılarla da tecelli eder.

Hülasa: Çekilen her maddi ve manevi sıkıntı, dünyevi ve uhrevi zorluk Kâbıd isminin bir tecellisidir. Burada kula düşen ise: Kâbıd isminin tecellisine karşı sabır ile mukabele etmek, her sıkıntıdan sonra bir genişliğin olduğuna itikat ederek dua ve tazarru ile acz ve fakrini rahmetin dergâhında izhar etmektir.

Allah’ın Güzel İsimlerini Anlatan Video Serisi İçin Tıklayınız!

“El – Alim” (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

El Alim: Bilen demektir. Allah alimdir. İlmi, ezeli ve ebedi olup bütün kâinatı ve her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey onun ilminin dışında kalamaz. Perdesiz güneşe karşı zemin yüzündeki eşyanın gizlenmesi mümkün olmadığı gibi, o Alim-i zü-l Celalin nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi de mümkün değildir. Çünkü her şey şuhud dairesindedir, her şeye nüfuzu vardır.

Peygamber Efendimiz (sav) ilim sıfatıyla Allah’ı şöyle vasfetmiştir: Ey gaybların âlimi!

Ey ilmi her şeyi kuşatan! Ey en gizli ve en bilinmez sırları bilen, Ey ilmi geçmiş ve gelecek her şeyi ihata eden! Ey dağların ağırlıklarını, denizlerin ölçüsünü, yağmur damlalarının adetini, ağaçların yapraklarının sayısını, gecenin kararttığı ve gündüzün aydınlattığı her şeyin adetini bilen! Şimdi Allah’ın ilminin delillerinden bir kısmını zikredeceğiz:

1- Bütün hayat sahiplerinin, muhtaç oldukları rızıkları layık bir tarzda, münasip bir vakitte ve umulmadık bir yerden vermek, ancak her şeyi kuşatan bir ilim ile olur. Çünkü rızkı gönderen, rızka muhtaç olanları bilecek, tanıyacak, vaktini bilecek, ihtiyacını görecek; sonra rızkını layık bir tarzda verebilir. Mesela yavruları süt ile besleyen, zeminin suya muhtaç bitkilerine yağmur ile yardım eden, elbette o yavruları tanır, ihtiyaçlarını bilir, o bitkileri görür ve yağmurun onlara lüzumunu bilir ve sonra gönderir. O halde rızkı mükemmel olarak verilen her bir mahlûk Cenab-ı Hakkın ilim sıfatına şehadet etmektedir.

2- Eşyaya ayrı ayrı muntazam ve hikmetli suretler vermek ancak bir ilm-i muhit ile mümkündür. Bu meselenin hadsiz misallerinden sadece deveye bakalım:

Devenin hörgücü depo gibidir. Günlerce bu depodaki rızık ile idare edebilir. Üç hafta su içmeden yaşayabilir. Ayakları geniştir. Kumda batmadan koşabilir.

Göz kapaklarındaki kirpikler ağ gibidir. En şiddetli kum fırtınalarında bile gözleri kum ile dolmaz.

Burnu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, en korkunç fırtınalarda bile rahatça nefes alabilir.

Üst dudağı yarıktır. Bu da dikenli çöl bitkilerini kolayca yemesini sağlar.

Uzun boynu yerden 3 metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkân tanır.

Dizler, bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur.

Kalın kürkü sayesinde yazın (+) 50 dereceye varan sıcağına, kışın ise (-) 50 dereceye kadar ulaşan soğuğuna dayanabilir. Ve daha bunlar gibi birçok özellik…

Devenin vücudunda hadsiz şekiller ve imkânlar düşünülebilirken, hayatının devamı için en mükemmel sureti ve şekli vermek, her şeyi bilen bir zatın ilmini ispat eder. Mesela, devenin bütün özellikleri olmakla birlikte sadece ayakları atın ayakları gibi olsaydı, çölde 1 km. bile gidemezdi. O zaman diğer özelliklerinin bir önemi kalır mıydı? Veya gözü ağlı olmasaydı fırtınalarda tek bir adım bile atamazdı. Dudakları yarık olmasa beslenemezdi.

Görüldüğü gibi deveye en hikmetli özellikler verilmiştir. Hadsiz imkânlar içinde en güzel sureti, en mükemmel vücudu, el layık sıfatları vermek ise ancak bir ilm-i muhit ile olabilir.

Şimdi filleri, balıkları, kuşları, böcekleri, bitkileri ve diğer mahlûkatı deveye kıyas edin ve Allahın nihayetsiz ilmini bir derece tefekkür edin.

3- Mahlûkatın icadı ve yaratışındaki kolaylık sonsuz bir ilme işaret eder. Çünkü bir işte kolaylık, ilmin derecesi ve mahareti ile orantılıdır. Ne kadar fazla bilse, o derece kolay yapar. Şimdi mevcudatın icadına bakıyoruz: Hayret verici bir kolaylıkla, külfetsiz, kısa bir zamanda, noksansız, birbirine karıştırmadan fakat mucizevî bir surette icad ediliyor. Demek hadsiz bir ilim sahibi vardır ki, nihayetsiz kolaylıkla bu icatlar yapılıyor. Mesela saniyede 4 insan ve günde yaklaşık 350.000 insan yaratılıyor. Her birine göz, kulak, dil gibi onlarca cihaz takılıyor. Ve insanın yaratıldığı o saniyede mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan, sineklerden, böceklerden tutun kuşlara, balıklara ve diğer canlılara kadar hadsiz fertler, aynı o saniyede yaratılıyor. Hâlbuki çabuk olan, ani bir surette yaratılan ve basit bir maddeden oluşan şeyler, gayet basit, şekilsiz ve sanatsız olması lazım gelirken, bakıyoruz ki, yaratılan her şey güzel bir sanatla, nakışlarla süslenmiş bir tarzda ve mükemmel bir şekilde yaratılıyor. İşte bu yaratılış, Allah’ın alim isminin kemalini bizlere gösteriyor.

4- Kainattaki mizan ve denge Allah’ın alim ismine işaret eder. Çünkü ölçü ve denge ile yaratmak ancak ilim ile olur. Şimdi mahlûkatı bir kenara bırakarak sadece insana bakalım ve bu mizanın ne derece hassas olduğunu bir derece anlayalım:

Vücudumuzda altmışa yakın element bulunmaktadır. Vücudumuzda belli ölçülerde demir, magnezyum, krom gibi elementler bulunmaktadır ki, bunların azlığı veya çokluğu hastalıklara sebep olur. Mesela, bakır kan yapıcı özelliğe sahiptir. Eksikliğinde sinir hastalıkları baş gösterir. Mangan beyin fonksiyonlarını işlettirir. Eksikliğinde davranış bozuklukları gözükür.

Kadminyumun görevi ise tansiyonu ayarlayıp düzgün çalışmasını sağlamaktır. Eksiklik veya fazlalığında tansiyon rahatsızlıkları baş gösterir. Vücudun herhangi bir yerinde elementlerin yığılması ise hormonal bozuklukları meydana getirir. İşte bu denge ve hassas mizan ancak ve ancak bir ilm-i muhitin tecellisi iledir. Bu dengeyi gördükten sonra bu ilm-i muhiti inkar etmek, ancak akıldan istifa etmek ile mümkündür.

5- Kainattaki hıfziyet hakikati nihayetsiz bir ilme şehadet eder. Şöyle ki: Âleme bakıyor ve görüyoruz ki, küçük-büyük, adi-ali, yaş-kuru, gökte, yerde, karada, denizde her şey mükemmel bir intizam içinde muhafaza ediliyor.

Bitkiler tohumlarda, ağaçlar çekirdeklerde, hayvanlar yumurta ve nutfe denilen su damlacıklarında muhafaza ediliyor. Koca baharın bütün çiçekli ve meyveli mevcudatının şekilleri ve programları küçücük tohumcuklar içinde yazılarak muhafaza ediliyor ve ikinci baharda tekrar yaratılıyor. İnsanın tarihçe-i hayatı ise kuvve-i hafızasında, vücudunun bütün özellikleri ise DNA’larında yazılıyor.

İşte bu derece dikkatli hıfziyet, ancak nihayetsiz bir ilim ile mümkündür ve onsuz olamaz. Demek bütün tohumlar, çekirdekler, nutfeler, kuvve-i hafızalar ve DNA’lar kendilerinde muhafaza edilen bilgi ve programlar ile Cenab-ı Hakkın ilmine işaret ederler. Allah’ın alim isminin delilleri çoktur. Bizler bu delilleri Bediüzzaman hazretlerinin Risale-i Nur külliyatına havale ederek zikrettiğimiz beş delille yetiniyoruz.

Madem şu kâinatın sahibinin böyle bir ilmi vardır, elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanların neye layık ve müstehak olduklarını bilir. Hikmet ve rahmetinin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek. Öyleyle ey insan! Aklını başına al, dikkat et, nasıl bir zat seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!

Allah’ın Büyüklüğü Nasıl Anlaşılır?

ALLAH’IN  birliği konusunda insan aklının içine düştüğü bir ikilem vardır:

Kâinatta herşey Allah’ın birliğini gösterir, bundan başka bir ihtimali kesinlikle imkânsız kılar. Fakat tek bir Rabbin herşeyi birden nasıl yarattığını, her an herşeyi nasıl görüp gözettiğini de insan bir türlü anlayamaz. Aklı ona bir taraftan “Allah birdir, başka türlü olamaz” derken, bir taraftan da “Nasıl olabilir?” diye sorar.

Aslında bu ikilemin basit bir sebebi vardır:

Allah’ın birliği sonucuna, insan, gözü önündeki sayısız delillerin ortaya çıkardığı objektif bir gerçek olarak varır. “Nasıl olabilir?” sorusu ise, konuyu sübjektif bir şekilde, kendi açısından, kendi zaafları ile beraber kendisini Tanrı yerine koyarak anlamaya çalışmasından kaynaklanan bir sorudur.

Oysa bilmek başka, algılamak başka şeydir. Biz Güneşin merkezinde sıcaklığın 15 milyon dereceyi bulduğunu hesaplar ve buna kolayca inanırız. Fakat 15 milyon derece sıcaklığın nasıl birşey olduğunu algılayamayız, hattâ bunu hayal bile edemeyiz. Yalnız, bilimsel hesapların bir sonucu olarak, öyle bir Güneşte böyle bir sıcaklığın bulunması gerektiğine inanmakta zorlanmayız. Zorlanan olursa da, bir yaz günü ortasında kısa bir yürüyüş, ona bu gerçeği hatırlatmaya yeter!

(……)

Biz Güneşi, bütün âlemimizi kuşatan ışık ve ısısıyla tanıyoruz. Denizin yüzünde, akarsuyun kabarcıklarında onun yansımasını görüyoruz. Bir gurup vakti, karşı yamacın pencerelerinde tek tek onun altın sarısı rengini seyrediyoruz. Herhangi bir anda, Dünya üzerindeki sayısız kabarcıklarda, pencerelerde, cam parçalarında, aynalarda, ağacın yapraklarında, çiçeğin yanaklarında, insan ve hayvanların gözbebeklerinde onun ışıltısı parlıyor. Aynı anda, Dünya ile beraber diğer gezegenler, aylar ve asteroidler de aynı Güneşten ışık alıyor. Bütün bunlardan birinin veya binlercesinin eksik veya fazla olması, Güneşin işinde hiçbir değişikliğe yol açmıyor. Onun ışığı, bütün renkleriyle beraber bir su kabarcığında nasıl parlıyorsa, okyanus yüzeyinde de, gezegen yüzünde de öylece parlıyor ve eserini gösteriyor.

Aynı şekilde, bir merkezden yapılan bir radyo veya televizyon yayını, seyredenlerin sayısına hiç  bakmaksızın, bütün alıcılarda birden izlenebiliyor. İzleyicilere bir anda binlercesinin daha katılması, diğerlerinin payından hiçbir şeyi eksiltmiyor. Kimse, bir televizyonun camında oynayan görüntünün nasıl olup da başka binlerce televizyon camında daha aynen belirebildiğini merak etmiyor.

Her iki örnek de, “tecellî” adı verilen bir olayı anlamamıza yardımcı olabilecek türdendir. Bizim konumuzla ilgili olarak tecellî’yi, “Allah’ın sıfat, isim ve fiillerinin birşeyde eserinin görünmesi” şeklinde kısaca tanımlayabiliriz. Kâinatta her varlık, Güneş ışığı karşısındaki bir kabarcık veya bir gezegen yüzeyi gibidir; İlâhî fiillerden, kendi kabiliyeti oranında bir pay alır. Gelincikler Güneş ışığıyla kırmızıya boyanırken papatyalar aynı ışığın içinden beyaz ve sarı rengi alır. Deniz yüzeyindeki bir damlacık onunla buharlaşır. Gökyüzünde Ay onunla aydınlanır ve Dünya gecelerini aydınlatır. Kelebekler onunla kanatlarını ısıtır. Eserler farklı biçimlerde ve farklı ölçeklerde görünebilir; ancak hepsinde tecellî eden şey Güneşin ışığıdır.

Aynı şekilde, kâinattaki her bir varlık, Yer ve Gökler Rabbinin fiillerinden, kendi kabiliyeti oranında bir nasibe kavuşur. Bir bahar mevsimi, Onun rahmetiyle rengârenk tebessümlere bürünür. Onun kudretiyle gökyüzünde yıldızlar tutuşur. Arının balında, karıncanın yuvasında, örümceğin ağında Onun sonsuz ilminin tecellîsi görünür. Tohumlar ve yumurtalar Onun hayat vermesiyle can bulur. Onun konuşturmasıyla gülistanlarda bülbüller şakır, deniz dibinde balinalar şarkı söyler, gökte bulutlar nâralarla rahmet müjdeler. Onun doyurmasıyla bir uğur böceği yaprak üzerinde, bir kuzu annesinin memesinde rızkını bulur. Bir, bin, milyon, milyar fark etmez. Hepsi, aynı anda, aynı tecellîlerden kendi payını alır. Yer ve Gökler Rabbinin fiilleri karşısında bir damla bir kâinat ile beraber nasiplenir, koca kâinat bir damla kadar küçülür. 

İslâm İnanç İlmihali, Ümit Şimşek, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

Ders Kitapları Neden Yeniden Yazılmalı?

Bilindiği üzere halen okutulmakta olan ders kitaplarında varlık alemi bir yaradılış projesi ile değil materyalist bakış açısı ile tanımlanır ve bunun bunun ispatını yapma endişesi ile kaleme alınır. Varlıkların mevcudiyeti tesadüf, tabiat, evrim, gibi sahte fail ve sebeplere bağlanır. Böylece eşya ile Allahu Tealâ arasındaki etkileşim ve nedensellik bağları; zihin ve algıda kesilerek kopartılır.

Örneğin, biyoloji kitaplarında; “Karaciğer 300’den fazla kimyevî reaksiyonu yapar” derken, reaksiyonları yapanın “karaciğer” denilen bir et parçası olduğu ifade edilir. Ağaç elmanın yaratıcısı gibi gösterilir.

Bilim dünyamız idolojinin bilim yerine konulduğu bu hadise karşısında sessizdir. Eğitim dünyamızda hakim olan bu yaklaşım tarzının ne zaman etkisini kaybedeceği sorunsalı ise halen çözelebilmiş değil. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu güne değin bir proje sunmadığı bu konuyu 20. Asrın başından önce ülke gündemine taşıyan Bediüzzaman Said Nursi kendi geliştirdiği özgün projesinin adını Medresetüzzehra olarak belirlemiş ve bir vasiyet haline getirerek dar-ı bekaya irtihal etmişti.

Biz bu makalemizde hala sorgulanamayan Bediüzzaman’ın geliştirdiği projeden hareketle yukarıda dikkat çekmeye çakıştığımız bilimsel görünümlü ideolojik anlayışın perdesini kaldırmaya çalışacağız.

Bazı şeylerin eşit uzaklıkta orta noktası; yani gözlem yapıp, karar verebileceğimiz tarafsız bir orta noktası yoktur. Yani kâinat ve içindekileri ya “Rabbi var(mış)” gibi gözleyip, ifadelendireceğiz veya “yok(muş)” gibi. Bunun orta noktası; yani deney – gözlemlerimizin objektif ve olgusal ve nötr ifade biçimi yoktur!

“Eşyanın yaratıcısı var(mış)” önvarsayım / hipotezini reddettiği için, mecburen “yaratıcısı yok(muş)” ateist – materyalist – natüralist ve determinist tarafında yer alan Bilim anlayışı ile çoğu hakikatler gizlenmektedir. İnceleme konusu olarak “madde”yi seçen; yani daha başlangıçta amaç ve tanım ve yöntem olarak “ben sadece madde’yi inceleyeceğim” diyen   bilim anlayışı ile çok hakikatler gölgelenmekte ve görünmemektedir.. Varlık ve faâliyetlerin telâffuz ve anlamını tercüme edemeyen,  yada yanlış ve eksik  gören; varlığa tek boyutta bakan bu  anlayışla birçok bilimsel gerçek gizlenmektedir.

Bilimsellik iddiasında bulunan bu anlayış asılsız iddialarını doğru göstermek için; eşyayı ilahi gerçeklikten bağımsız ve kopukmuş gibi anlatır. Başlangıçtaki bu “önvarsayım”, “varsayıma” ve son aşamada da “inanç esası”na döner! Bu inanç esası da,  esasen bilime değil batıl bir yaşam felsefesine dayanır. Kainatın varlık ve işleyişi için ilahi iradeye ihtiyaç olmadığını savunur; bu iki olguyu sebeplere bağlar. Kısaca “ateist – materyalist – determinist ve natüralist” (indirekt olarakta “agnostik”) inancın avukatlık ve sözcülüğünü yapmaya ve delillerini arayıp, ispatlamaya çalışır.

Yani Materyalist Bilimin “olgusal ve tarafsız bilgi, objektif ve seküler, lâik ifade” dediği şey; eşyayı “Allahu Tealâ yokmuş ve O’ndan bağımsız işleyebilmesi mümkün ve zaten öyleymiş gibi” anlatmak ve bunun ispatına çalışmaktan ibarettir. Mevcut Bilim’in felsefesi budur ve Bilimsel Yöntemi de buna göre şekillenmiştir.

Bu şablon ve bakış açısıyla kurgulanan Bilimsel İfadelerde, sürecin bizzat yapan fail ve öznesi olan Rabbimiz devreden çıkartılmış; sanki olay kendi kendine otomatik işleyen sebep ve mekanizmalarla işliyormuş imajı verilmiştir. Aslında Bilim’in bu ifadelerinde, Rabbimiz yerine “tesadüf, tabiat, içgüdü, madde, enerji, kanun” gibi başka failler atanmıştır. Bu ifadelerde; olaydan etkilenen / edilgen (yani ressamın elindeki fırça gibi bir araç / alet) olan nesne / sebep veya süreç / kanuna; “fail / özne” fonksiyon ve özelliği yüklenmiştir. Böylece Rabbimiz’in “ilim – irade – kudret” gibi özellik ve sıfatları; “Semi’, Basîr, Rezzak, Şafî, Âlim, Cemil” gibi isim – vasıfları; bir takım madde–enerji, sebeplere ve tabiat, tesadüf, kanun gibi vehmî ve soyut kavramlara yüklenmiştir!

Herhangi bir olayı, bu şekilde bir sebep–sonuç paradigmasına oturtarak tasvir etmek, “Bu işin Allahu Tealâ’yla bir bağlantısı yok; bu faaliyet ve sonuca Allahu Tealâ sebep değil, kâinattaki madde–enerji, kanunları temel neden” şeklinde bir çıkarsamayı gündeme getiriyor.  Örneğin Allahu Tealâ olmasa da taş veya yağmur, yerçekimi sebebiyle yere düşecek, doğaüstü ve metafizik bir sebep ve fail aramak mantıken gereksiz; yani böyle bir zorunluluk ve ihtiyaç yok!” talimat / kod / emir, yani Yanlış Bilgi Virüsü / Truva Atını, bilinçaltı kanallarla bilinç ve kâlbe gönderir. Sebep – sonuç kurgu ve şablonuyla paketlenmiş bu subliminal, saklı ve derin mesaj, bilinçdışı kanallarla iletildiğinden, bilincin filtrelerine takılmaz. Sesli olmadığı için kulak ve bilincin duymadığı bu gizli fısıltı, telkin sonucu; kişide farkında olmadan bir bilinç ve sonra da algı ve davranış değişikliği gözlenmeye başlar.

Günümüzde Türk toplumu, bilimsellik formatından geçmiş gibi kâinat ve hâdiseleri bu gözle okumakta; daha derin ve geniş ve zengin başka bir okuyuş olabileceğine ihtimâl bile verememekte Üstelik Bilim’in ve Bilimsel Yöntemin, bu hâliyle evrensel ve olgusal ve tarafsız olduğuna inanmakta

Bilim’in “yaratılıyor” yerine; “oluşuyor, oluşum” gibi nötr ve olgusal görünen ve arkasındaki ilahi gerçekliği göstermeyen her ifadesi; aslında “Allahu Teâlâ yok(muş), varsa bile bu işle ilgisi yok(muş)!” mesaj ve emrini, bilincimizin filtrelerine takılmadan; bilinçaltına kodlar ve bizim önce bakışımız, sonra sözümüz, en sonra da kâlp ve davranışımızı bu komuta göre programlayıp, yönlendirir!…

Nötr ve olgusal ifade ve inanç – değerden bağımsız bir bakış açısı olamaz: Dünya “ya dönüyor veya döndürülüyor”; “arı ya bal yapıyor veya yaptırılıyor”; “ağaç ya meyve yapıyor veya yaptırılıyor”; “insan ya yürüyor veya yürütülüyor!” Ortası, yani üçüncü bir ihtimâl; bakabileceğimiz objektif ve tarafsız bir koordinat / referans noktası yok!

Eğer “ben yürüyorum, yürütülmüyorum” diye bir iddianız varsa; “yürüme” eyleminin olabilmesi için, beyinden – ayak ve kollara kadar hücre hücre hangi reaksiyonları ve biyoelektrikîkimyevî ve fiziksel hâdiseleri nasıl yapabildiğinizi açıklayın! Yürümek eyleminde bizim yaptığımız ancak yürümeyi talep etmek, istemek, niyet etmek, amaçlamaktır.” Bu  irade ve kesbimiz üzerine, tüm fiil, amellerimizi) yaratan Rabbimiz’dir! Birşeyi nasıl yaptığımızı, nasıl gerçekleştiğini bilmiyorsak ve vücudumuzda gerçekleşirken bile şuurumuzla nelerin nasıl olduğunu fark edemiyorsak; “ben yapıyorum, kendimi ben yürütüyorum” iddiası pek anlamlı değil, doğru da değil!

İşte ateist ve materyalist ideolojiye alet edilen  Bilim’in  materyalist – determinist ve natüralist felsefesine göre kurgulanmış sözde bilimsel ifadelerindeki gizli ve derin anlam yüzünden kâinat ve içindeki mevcudat ve hâdiseleri yanlış gören ve okuyan günümüzün hasta insanı; kendisinin halis müslüman ve doğru fikirde olduğunu düşünmekte; eşyadan duyularına gelen mesajları doğru algıladığına ve anladığına inanmaktadır.     Ne yazık ki çoğumuzun imanında az veya çok, bu gizli – açık “şirk kirleri” veya “hakikâti örtme” anlamında küfür bulaşıkları var.

Doğru Cevaplar için Doğru Sorular

Ateist ve materyalist işgal altında kaldığından hakikatın yolunu şaşırtan ve Bediüzzaman’ın ifadesi ile evham halini alan bilimherşeyi ufalayıp, parçalayarak, indirgeme – analizlerle,  sebep perdesinin ardına ulaşamadan, hipnotik ilüzyon ve safsata noktasında tıkanıyor. Bir an için illizyondan çıkarak – uyanarak, başımızı kaldırdığımızda; sorulması gereken doğru soruyu yanı başımızda buluruz:  “Allah’tan başka hangi fail, hangi sebep, hangi neden, aynı topraktan türlü renk – koku – şekilde ni’metler ve tavuktan yumurta, arıdan bal, inekten süt gönderebilir!? Hıfzedici Allah’tan başka hangi sebep atmosferi başımızın üzerinde bir filtre ve kalkan yapıp; vücudumuzu deriyle, hücremizi ayrı bir zarla, ağacı kabukla korur ? Hangi sebep yeryüzündeki tonlarca suyu göğe kaldırıp, arıtıp, rüzgârla taşıtıp, tekrar muhtaçlara indirir? Rabbimiz’den başka hangi sebep, dişsiz ve sindirim sistemi gelişmemiş bebekleri önce karnına bağlanan bir kordonla, sonra het yavrunun özel ihtiyaçlarına göre bileşimi ayarlanan sâfi bir sütle doyurur? Allah’tan başka hangi tesadüf, hangi sebep, ıssız çöl ortası gibi koca boşlukta dönen Dünya’ya her gün tonlarca sütten ırmaklar gönderebilir!?…” Resmin bütününe tevhid / vahdet bakışıyla bakıldığında ve doğru soru sorulduğunda görünen manzara bu. Cevap da açık: evrende hiçbir şeyin tabiat – tesadüf – maddeye atfedilebilmesi imkansızdır

Kısaca özetlemek gerekirse, ateist – materyalist bilim; asıl ilâhın varlığını kabul etmemek için, nazarımıza sunduğu sahte sebep – sonuç, etken ve faillerle, aslında varlığın herbirini ilâhlaştırmakta; yani sadece Rabbimiz’in yapabileceği eserleri ve sadece O’nun olabilecek isim – sıfat, kudret ve özellikleri; diğer varlık ve süreçlere vermekte ve bunun hurafe ve batıl inanç olduğunu  farkedememektedir.

Örneğin; “Kayyum ve Samed” olan Rabbimiz’i inkâr ettikleri ve yoksaydıkları için, kâinatın Kayyum ve Samed ve yaratılmamış olduğunu varsaymakta ve bizim de böyle iman ve ifade etmemizi istemektedirler Ateist Bilim’in ana paradigması budur, bu inançlarını ispat etmeye çalışırlar ve sanki ispat etmiş gibi “oluşum, tesadüf, tabiat, içgüdü” gibi bilimsel ve güya tarafsız, olgusal ve objektif ifadeler kullanırlar!

Varlığın, varoluşsal niteliklerine, işleyiş ve sonuçlarına, Rabbimiz’i sebep olarak kabul etmemelerinin asıl nedeni: “Evren ve içindekilerinin mevcudiyet ve beka için Allahu Teâlâ gibi  bir sebebe gerek ve ihtiyaç olmadığı; eşyanın Allahu Tealâ olmadan da mevcud ve baki olabileceği, Allahu Teâlâ’ya iman etmek için aklî bir neden, bilimsel bir gerekçe ve mantıkî bir zorunluluk olmadığı” inancıdır. Evrenin maddede içkin bir kuvvet / enerjiyle, maddenin kendi zatında olan potansiyel bir özellikle, tabiat kanunlarının dayandığı otomatik mekanizma ve süreçlerle var ve mevcut olduğu zannediliyor.

Elhasıl herşeyin, İlâhî bir ilim – irade ve kudrete ihtiyaç ve zorunluluk olmadan, kendi tabiî özellik ve doğallığı içinde hareket ettiğine;   inanmamız istenmektedir. Bu inancı dinamik ve işler tutmak için de, başka bir inanç olarak; kâinat ve altsistemlerinin “otomatik ve elektronik işleyen bir makina ve matbaa veya bilgisayar”a  benzediği inancına yaslanılmaktadır. Başka bir deyişle, bilimin bir batıl inancı, başka batıl inançlarını   doğurmaktadır. Bu yanlış kâinat kurgu – tasvir ve mecaz / metaforuna göre; örneğin tohum “CD”ye ve toprakta “bilgisayar”a benzetilmektedir. Bu benzetmeye göre, tohumu toprağa atan ve süren insandan başka; şuurlu ve hayattar bir “fail”, bilgi ve irade sahibi bir “usta”; yani ilim – irade – kudret sahibi bir “özne” aramak gereksiz ve saçmadır!…

Çünkü, bilimsel olarak kurgulandığı söylenen evren inancına göre: “Evren, zaman / mekân / süreci tutan ve çalıştıran bir İlâh veya başka bir doğa dışı sebebi göstermemekte olup; madde ve faaliyetleri gene kendi içindeki sebep – sonuçlar, madde – enerjilere bağlanmaktadır. Madde – enerjinin, varlık ve devamında ve süreçlerinin çalışması ve sonuçlarında;  gösterilen sebepler dışında Tanrı gibi bir sebep veya faile ihtiyaç ve zorunluluk yok! Yani kâinattaki bütün bu fiiller, failsiz / öznesiz ve eserler, failsiz / ustasız olabilir ve olmaktadır!”…

Bilimsellik kılıfına geçirilen her ifade, terminoloji ve izahlar, hatta anadil ve diğer kültürel işaretler; kâinatın tasvir ve açıklamasına yönelik bir şema; öğrendiğimiz her yeni bilgiyi içine yerleştirebileceğimiz bir harita; içine dökebileceğimiz bir kalıp verir elimize. Kısaca her ifade, kendi dünya görüş ve inancını bize kodlar; kendi teoloji ve metafiziğini inşa eder…

Ders Kitaplarının Yeniden Yazılması (Bilimin Yeniden İnşası) İhtiyacı

Yeniden Kaleme Alınacak Ders kitapları, “ateist – materyalist – determinist ve natüralist” inançta olup, bir de bunun ispatına çalışan, üstüne üstlük “objektif ve tarafsız ve inanç / değerden bağımsızız” yalanını söylemeyecek artık. İkiyüzlü davranmayacak ve Allahu Teâlâ’ya nankör ve asi olmayacak! O’nun fiil ve eserlerinin te’lif hakkını yemeyecek; intihâller ve yanlış yere atıflar yapmayacak. O’nun icraat, İlâhî Kanun, Sünnetullah’ını; “tabiat, doğa – fizik kanunu, içgüdü, evrim, tesadüf, uzun zaman, enerji” diye isimlendirip, perdeleyerek ve çağrışımları kapatarak; sebeplere, maddeye dağıtmayacak. O’na çıkan yolları kapatmayacak; madde’yi şeffaflaştırarak, arkasındakini gösterecek.

Hiçbirşeyin kendi kendine ve tabiat, sebeplerle ol(a)madığı ve ol(a)mayacağı için; gördüklerine “oluşma, oluşum, varlık” değil; “yaratma, yaratılmış” diyecek. Yani herşeyi olması gereken yere koyup; ni’mete “ni’met”, rızıka “rızık”, rahmete “rahmet” diyecek! Güya objektif ve tarafsızmış rolü yapıp; kâinattaki mevcudat ve faaliyetleri isimlendirip, tasvir ederken, ateist – materyalist veya agnostik subjektiviteye düşmeyecek!

O hâlde daha başlangıçta, peşin hüküm olarak verilmiş ‘dünyanın yuvarlak (geoid) olduğu’ haber/önbilgisini doğru varsayarak; hipotez – gözlem – delil – deney – ölçme işiyle bu önbilginin delillerinin araştırılması” gibi; Rabbimiz’i de var ve her ân / mekân içi ve dışı aktif ve faâl asıl ve tek sebep ve fail kabul ederek; ders kitaplarının yeni baştan ele alınması ülkemizde acil bir önceliktir.  

Ayhan Küflüoğlu

ULEGDER