Etiket arşivi: Ayhan Küflüoğlu

“Bilim” (science) ve “Bilgi” (ilim, data – information – knowledge) Farklı ve Ayrıdır

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî B/ilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bilim Felsefesi’nin şekillendirdiği Bilimsel Yöntem ve Kriterleri ve bunların hangi dünya görüşünden kaynaklandığını gösteren Bilimsellik İtikad ve hurafelerinden bahsederken, burada kavram ve kafa karışıklığını önlemek için; “bilim” (science) ile “bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ayrımını yapmamız gerekiyor.

Bilimsel Yöntem ve Kriterlere göre evren ve içindekilerin gözlem – ölçüm ve incelenmesi sonucu elde edilen, işlenmiş bilgi’ye “bilim” diyoruz biz. Yani “bilim” ve “bilgi” farklı. Bilim, evrendeki bilgi’nin dar ve eksik bir türü olabilir ancak. Bilgi’nin, “bilimsellik” prizma ve filtresinden geçmiş; yani eksik ve yanlış hâline “bilim” diyoruz biz.

Bir ifadenin “bilimsel olmaması” ayrı şey, “doğru olmaması” ayrı şeydir. “Bilimsel ispatı olmaması” ayrı şey, “mantıksal ispatı olmaması” ayrı şeydir. “Deneysel ölçüm – gözlemle görünmemesi” ayrı şey; “deneysel ölçüm – gözlemle ispat edilmesi” ayrı şeydir. Çünkü ‘bilim’, ‘bilgi’ye eşit değildir; olsa olsa ve sadece mevcut bilgi’nin 5 duyuya daraltılmış ve saptırılmış bir hâlidir!

Kâinattaki “bilgi ve veri”nin “Bilimsel Yöntemler”le elde edilerek; ateist ve materyalist, determinist ve natüralist “Bilimsellik İnancı”nın dayattığı “Bilimsellik Kiriterleri”ne göre dizayn edilerek, kurgulanmış ve ifadelendirilmiş hâline “Bilim (science) / Bilimsel Bilim”; Bilim’in Bilimsel Yöntemi’nden çok daha geniş ve yüksek “İslâmî B/ilim’in Yöntemleri”yle elde edilmiş ve ifadelendirilmişine de “İlim / İslâmî B/ilim” ismi veriyoruz.

Bilgi’ ve ‘bilim’ farklı ve ayrı” derken; mes’elâ “suyun 100 oC derecede kaynamaya başlaması” bir “bilgi’dir, ölçüm bilgisi”dir; fakat “bilim” değildir. Yani suyu kim ölçerse ölçsün aynı sonucu alır. Yani 1800’lü yıllarda doğup, sistemleşmeye ve kavram, yöntemleri netleşmeye başlayan “bilim ve bilimsel yöntem”den 1000 sene önce suyun kaç derecede kaynamaya başladığını merak edip – ölçen insanlar da, “bilim”den bağımsız olarak aynı sonucu alıyorlardı.

Günümüzde suyun bu ölçüm / ham data / bilgi / verisi; “bilimsellik” kriterleriyle filtrelenip, yorumlandıktan ve elde edilmek istenen amaca göre diğer verilerle harmanlanıp, işlendikten sonra “bilim / bilimsel bilim”e; uygulamada ise “teknoloji”ye dönüşür. Bu “bilgi – bilim” ayrım ve tanımına göre, “bilgi”; kâinata içkin olup, keşfedilen birşeye denk gelmektedir. “Bilim” ise; icat, yani üretilen birşeye tekabül etmektedir. Araştırma ve ölçümler sonucu evrende keşfedilmiş “bilgi” ve “datalar”; “atom bombası yapmak veya radyoloji cihazı yapmak” gibi amaçlara göre, diğer gözlem ve ölçüm verileriyle harmanlanıp, birleştirilir. Yani “bilgi”; kâinatta hazır bulunan patates, tuz, su, et, soğan gibi olup; bunların (istenen yemeğe göre) değişik miktar, oranlarda doğranıp, pişirilmesiyle yapılan, insan ürünü (sun’î) yemekte “bilim” olmaktadır…

1800’lü yıllarda doğup, sistemleşmeye ve kavram, yöntemleri netleşmeye başlayan “bilim ve bilimsel yöntem” tanım ve metod olarak “görünen madde”yi konusu olarak kabul eder. Bunun sonucu olarak madde’yi gene madde’ye indirgeyerek açıklama ve nedensellemeyi ve madde’nin organizasyonu, hareket ve sonuçlarını gene maddî sebeplerle nedenselleyip, tasvir etmeyi esas alır ve bilimsel kabul eder. Rabbimiz’i ve “ahiret, melek, ruh, nübüvvet, kitap, kader” gibi olay ve varlıkların olduğunu ve fizik evrenin işleyişinde rolleri olduğunu kabul etmez; hatta reddedip, inkâr eder. Bunların araştırma veya gözleminin yapılamayacağını; hatta kâinatta bunların delili olmadığı ve ispatının yapılamayacağını iddia eder. Üstelik herşeyin sebep – sonuç ve mekanizmasının çözüldüğü ve çözülemeyen birkaç tanesinin de ileride çözüleceği; dolayısıyle bu tür şeylere inanmak için kâinatta herhangi bir gerekçe; fizik – kimyayla açıklanamayan herhangi bir süreç ve sonuç olmadığına inanır. “Tanrı” gibi doğaüstü bir sebep ve faili gerektirecek sebeplerle açıklanamayan herhangi bir tanrısal ve mu’cizevî bir hâdise ve işleyiş olmadığına inanır.

Kâinatı telâffuz ve okumasını bilip, tercüme ve anlamını bilmeyen, üstelik kendi inancının rengine boyadığı anlam(sızlık)ları kâinata giydirmeye çalışan Bilim’in; mevcut anlam ve mesaja yabancı ve reddeden; üstelik çevresine “Allahû Teâlâ yok(muş); varsa bile eşyanın neden – niçin – nasılının izah ve tasvirinde O’na ihtiyaç ve zorunluluk yok(muş!); çünkü O olsa da – olmasa da, kâinat ve madde, kendi içkin özellik ve tabiâtlarıyla O’ndan bağımsız bu işleri yapabilirler ve yapıyorlar(mış)!” amentüsüyle bakan Bilimsellik Yöntem ve Kriterleri yerine; İslâmî B/ilim’in Kriterleri esas alınmalı, “İslâmî B/ilim”e geçilmeli.

Bilimsellik Felsefe ve Anlayışının doğru ve alternatifsiz, bu Bilim’in evrensel ve olgusal, bu dünya görüşünün tarafsız ve nötr olduğuna inandırıldığımız için; dünyada, metod olarak “Bilimsellik”ten başka bir Bilgi ve İlim Anlayışı; felsefe olarak mevcut “Bilim”in dışında başka bir Araştırma ve Açıklama Felsefesi olabileceğine ihtimâl bile ver(e)miyoruz!

Ülke, din ve milliyetten bağımsız olarak, Bilim’in “Bilimsel(lik) Formatı”ndan geçmiş hemen hemen herkes, kâinat ve hâdiseleri aynı “Bilimsel Gözle” okumakta! Daha derin ve geniş ve en önemlisi doğru başka bir okuyuş olabileceğine ihtimâl bile ver(e)miyoruz!

Elhasıl “Müslüman(ca) Düşünce” ile “Bilimsel Düşünce” arasında gidip geliyoruz! Bu iki düşünce arasındaki derin ve geniş uçurumu görmediğimizden; değişik te’villerle zıtlıklarını uzlaştırıp, aralarını telif edecek köprü ve dolgu malzemeleri toplama veya sentezlerle meşgulüz! Kafamız karışık, zihnimiz bölmeli, davranışlarımız tutarsız! Gerçeklikle bağını yitirmiş bir şizofren gibi; akademide “seküler, lâik”; camide “müslüman” rolü oynuyoruz!

Duruşumuz, konuşmamız, kıyafetimiz, davranışlarımıza bakan birisinin hangi dine mensup olduğumuzu kestirmesi güç! Dünyaya bir hıristiyandan farklı bakmıyor ve algılamıyoruz! Çünkü aynı algı ve gözlem kodlarını kullanıyoruz; değer ve paradigmalarımız arasında sadece isim farkı var; altında çalışan kod ve programlar ise hep aynı!…

Haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 14.Nisan.2016

ayhank27@gmail.com

Bilim’in Deterministik Evreninde Rabbimiz ne iş yapar!?

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî B/ilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Eğer Bilim’in bu, türlü mekanizma ve sebep, tesadüf ve zorunluluklarla kendi kendine işleyen kâinat tasavvurunu kabul edersek; yani illiyet ve nedenselliğin hâkim olduğu; herşeyin varlık ve devam ve çalışma sebebi, diğer sebep ve mekanizmalarla nedensellenip, açıklanabildiği ve nasıllanıp, tasvir edilebildiği böyle bir evrende Rabbimiz ne yapar!?

Eğer Bilimsellik Felsefesi’ne bağımlı, Bilimsel Kriter ve Yöntemlerine bağlı kalarak, herşeyi sebeplerle determine edip, açıklayıp, çözdüğümüze inanıyorsak; yani varlık ve çalışma ve devamında hiçbir cihette Rabbimiz’e ihtiyaç duymayan bu kurgusal evrende, Rabbimiz neyin nedeni ve faili olmaktadır!? Rabbimiz bu işleyişin neresindedir!?

Bilim’in iddia ettiği gibi; gerçekten, herşeyi başka nedenlere dayayarak nedensellediğimize ve nasıl işlediğini tasvir ederek açıkladığımıza inanıyorsak; böyle bir evren Rabbimiz’e hangi konuda muhtaçtır veya muhtaç mıdır acaba!?

Peki böyle bir evrende “iman”a nasıl yer açacağız!? Bilim’in kalınlaştırdığı madde’yi nasıl şeffaflaştırıp, arkasını göreceğiz; varlığın perdesini aralayıp, Rabbimiz’e nasıl delil bulacağız!?

Kütle kazanımı Higgs’e; yerçekimi kütleye; yağmur, suyun buharlaşması çeşitli “full otomatik(!)” çevrim / döngülere; bitkilerin rızıklanması, fotosentez gibi “otomatik mekanizma / sistemlere”; yaşam ve türler, evrim – elenme – adaptasyon – mutasyon gibi “yarı otomatik(!)” sistemlere; olmadı “tesadüf, tabiat, uzun zaman”a; elhasıl herşeyi başka nedenlere verince Allahû Teâlâ’ya neyi vereceğiz!?

Şu sebeplerle elma, bu mekanizmalarla yağmur, şu kütleyle yerçekimi, bu organlarla süt oluyorsa; bunları Rabbimiz’in yaptığı ve yarattığını nasıl ispat edeceğiz!? Bunların Allah’ın in’âm ve ni’meti olduğuna kendimizi nasıl inandıracağız!? Ve daha önemlisi: Bu inancımızı, “bilgi” düzlemine nasıl taşıyacağız!?

Rabbimiz bu kâinat makinasını ve yasalarını kurmuş; herşey bu mekanizma ve kurallar gereği, sebep – sonuç çarklarıyla otomatik bir makina, hatta bir bilgisayar gibi kendi kendine işliyor”dan fazla verecek bir cevabımız var mı!? Bu cevabın yanlış olmasını geçtik; faraza doğru kabul etsek; bunun doğruluğuna herhangi bir delil – gözlemimiz var mı!? Yani bu sözümüz kâinatta karşılığı olan “bilgi’ temelli” bir söz mü, yoksa geçmiş atalarımızdan öğrendiğimiz “inanç’ temelli” bir ezberi mi tekrarlıyoruz sadece!?

Elhasıl Bilim’in kurgulayıp, bizi de inandırmaya çalıştığı Evren Modeli’nde Rabbimiz’e (güya) ihtiyaç kalmamakta; Bilimsellik Felsefesi’nin bu hayalî evreninde, O’na iman ve itikad için de kâinatta herhangi bir delil ve gerekçe kalmamakta!

Gökteki tek büyük Güneş ve bunun ısı – ışık gibi özellik ve sıfatlarını red ve inkâr edenin, yerdeki her Güneş akis ve yansımasını ayrı bir Güneş kabul etmek ve öyle de itikad etmek zorunda kalması ve bunun delil – ispatına çalışması gibi; isim ve sıfatlarıyla tek büyük Allah’ın varlığını veya var olması gerektiğini kabul etmeyen Bilim’in; Allah’ın kâinattaki her tecelli ve yansıma, fiil ve eserini yerdeki o eşyadan, o maddenin kendi tabiat ve özelliğinden, bazı sebeplerin biraraya gelmesinin zarurî ve doğal bir sonucu olarak kabul etmek zorunda kalmasıyla neticeleniyor durum!

Yani sadece Allah’a ait olabilecek ve olan ilâhî özellik, isim ve sıfatlar; sadece Rabbimiz’in sebep olup, yapabileceği ve yaptığı fiil, icraatlar ve sonuçları olan eserler; türlü “madde, kuvvet, sebep, mekanizma, sistem, tesadüf ve uzun zaman”a; elhasıl mahlûkata dağıtılarak; yani eşyaya (hatta kâinatın herbir zerresine) ilâhî özellik ve sıfatlar verilerek, bu vehimle eşya ilâhlaştırılır! Bu vehim sonucu; Rabbimiz’in terkip ve icadı, ni’met ve ihsanı olan “elma”; Bilim’in yatay sebep – sonuç kurgularıyla; aslında tohum, su, hava, güneş, toprağın biraraya geldiklerinde olması gereken otomatik ve doğal bir netice olarak sunulur!

Bilimsellik Sihri’nin zihnimizi manüple ederek, algılarımızla oynayarak hayâlimize çizdiği bu ilüzyon; bu sahte ve kurgusal kâinat tasvirleriyle, evren; “Allahû Teâlâ’nın varlık ve icraatını gösteren hiçbir delil ve sebep olmayan; Allah varsa ve olsa bile ancak kâinatın başlangıcında mekanizmayı yaratmak ve kurmak için ‘İlk Sebep’ olarak ufak bir rolü olan, (fakat Paralel / Sonsuz / Çoklu, Açılır – Kapanır Evrenler gibi hipotez / senaryolar ispatlanırsa, ‘İlk Sebep Tanrısı’ gibi ek bir sebebe de gerek kalmayacak olan!); elhasıl Bilim’in ışığı herşeyin neden ve nasılını açıklayıp, cehalet boşluk ve loşluklarını kapattıkça; Allah’a inanmak için herhangi bir zorunluluk ve ihtiyaç kalmayacak” bir hâle dönüşür!

Bilimsel Bilim’e göre; zaten “tüm dinler, insanların sebebini ve neden – nasılını bil(e)mediği şeylerin veya ölüm, fırtına, deprem gibi korktuğu olayların neticesi olarak veya mutlu olma, ahlâklı olma, aşkın olana inanma gibi ihtiyaç / arzuları gibi sosyopsikolojik ihtiyaçlardan doğmuş ve mevcut iktidarlar tarafından iktidarı güçlendirme ve uğrunda ölecek kutsal şeyleri olan savaşçı askerler bulma sebebiyle geliştirilmiş!… Bilim doğadaki olayların, yağmurun vs. sebebini buldukça, bütün bunların Tanrı’nın işi olmayıp, doğal sebeplerle olduğu bir bir meydana çıkmış!… Böylece Bilim’in herşeyin sebep – mekanizmasını çözmesiyle; Yer, Gök Tanrıları, Yağmur, Deprem Tanrıları gibi tanrılar elenerek; dinler Tek Tanrılı inançlara evrilmişler!… Neyseki Bilim kâinattaki bu işleyişlerin ilâhî değil, doğal ve tabiî ve olağan olduğunu, bunların tanrıların işi ve mu’cizesi olmadığını göstermiş! Zaten ‘iman’, insanoğlunun sebebini bil(e)mediği olay / olguları, Tanrı’ya vermesinden doğuyor, yani cehaletten kaynaklanıyormuş! Bilim cehalet dağlarını aşıp, herşeyin sebebini buldukça (yani hiçbirşeyin İlâhî değil, tabiî ve tesadüfî sebep ve etkileşimlerle olduğunu gösterdikçe), herhangi birşeyi doğaüstü bir güce vermeye ihtiyaç ve zaruret kalmamış! Zaten iman’, “bilgi’nin konusu olmayıp, cehaletten beslenen bir duruma karşılık gelmekteymiş!… Bilim geliştikçe, dinin alanı daralacak; Tanrı’ya kâinatta en fazla ‘İlk Sebep’ olma rolü verilecekmiş!… Gerçi ‘var, yok; yokta var olmadığından’ (ki bunun anlamı: Madde veya özü ezelî ve ebedî, sonsuz olup, yaratılmamış olduğu için; varlığın herhangi bir yaratıcı sebebe ihtiyacı yok demektir!); ayrıca bazı bilimadamlarının ‘Paralel / Sonsuz Evrenler’ gibi senaryolarına göre, muharrik “İlk Sebep Tanrısı”na inanmak için de mantıkî bir gerekçe ve ihtiyaç yokmuş!…”

Evren gözlem – araştırmalarından elde edilen ham gözlem verileri ve ölçüm bilgileri bu tasavvura göre işlenip, bu inanca göre yeniden kurgulanarak “Bilim”, “Bilimsel Bilgi” ve “Bilimsel İfade”lere dönüştürülür. Ateist ve materyalist inanca göre kurgulanmış bu Bilimsel İfade ve Tasvir, nedenselleme ve açıklamaların defalarca telkin ve tekrarıyla; bu tür açık – gizli mesajların bizi programlaması, bu gizli bilinçaltı komutların efsun ve hipnozu sonucu; en dindar ve âlim bir müslüman bile olsak çevremize Bilim’in bu ateist mantık ve nazarıyla bakıyoruz! Veya inancımızı büsbütün kaybetmemek için, kâinata tümden gözümüzü kapatıyoruz! Bilimsellik Kriterlerine göre kurgulanmış bu tür “virüslü mesajlar”ın bizi hasta ettiğini farkedecek antivirüs programları bile geliştirmemişiz ki; sıra aşı ve tedaviye gelsin! Elhasıl imanımızı muhafaza edebilmek için kâinata gözümüzü kapatmaktan başka çare bulamıyoruz! Koskoca kâinatın tefekkür ve araştırma, tanım ve ta’rifini; küfür ve şirk, nifak ve inkârı rasyonalize ve ispat etmeye çalışan Bilim’e ve onun Bilimsellik Felsefesi’ne bırakmışız!

Elhasıl Bilim ve Bilimsel Yöntemi’nin episte – onto kritiğini yaptığımızda, kendisinin de bir metafiziği ve buna bağlı olarak bir teolojisi olduğu görülüyor. Yani “bilim” de bir itikad ve inanç sahibi! Varlık ve hâdiselere nereden bakıp, nasıl değerlendireceğini belirleyen bir metafiziği; hatta “madde–enerji, uzay–zaman, çekim, kuvvet, tesadüf–zorunluluk, tabiât, atom, hareket, uzun zaman, evrim, içgüdü” gibi şeylere sonsuz bir kudret ve ilâhî sıfatlar yükleyen çoktanrılı (politeist) bir “ilâhiyyatı” var!

Bilimsellik İnancının dayandığı bu metafiziğe göre dizayn edilerek, yazılması gereken her Bilimsel Makale ve Yayın, her Bilimsel İfade ve Teori; “Allahû Teâlâ’nın olmadığı, olsa bile eşyanın; varlık ve devamında, faâliyet ve hareketinde, neden ve sonuçlarında O’na ihtiyaç ve zaruret duymadan işlediği; çünkü herşeyin türlü sebep ve mekanizma, kuvvet ve kurallarla failsiz ve öznesiz olarak, yani kendi kendine ve kendi tabiatından kaynaklanan özelliklerle bu sonuçlara ulaşabileceği ve ulaştığı” hurafesi doğruymuş gibi; bu batıl inançları gözlenmiş ve ölçüm – deneylerle de ispatlanmış kesin bir bilgiymiş gibi üretilip, yazılmak zorunda!

Bilimsellik Kriterlerine göre yazılmış cümlelerde saklı ve gizli, bu altmesajlarla; “eşyanın varlık ve devam ve faâliyetinde Allahû Teâlâ’ya mantıkî ve ampirik olarak herhangi bir ihtiyaç ve zorunluluk yok! O hâlde niye inanıyorsun, delilin nedir!? Bilim’in bu kadar bilimsel açıklamalarına ve doğruluğuna karine ve delil teşkil eden bu kadar teknolojik başarılarına rağmen; kâinatta hangi karanlık ve açıklanamayan nokta, neden – nasılı keşfedilmemiş ne buldun ki, o boşluğu doldurmak ve nedensellemek için Allah inancına ihtiyaç hissettin!? Öyle konuşma ve yazılarında ‘tanrı, kader, yaratma’ gibi kelimeler kullanman bilimsel olmadığı gibi; doğru da değil!” gibi soru ve vehim, vesveseler (bilinç ve kulağımızın duyamayacağı kadar fısıltıyla, direkt bilinçaltımıza ise yüksek desibelde!) üflenir. Bilimsel Bilim Şırıngasıyla (bilincin antivirüs programlarında filtrelenmeden) direkt bilinçaltımıza gönderilen bu Yanlış Bilgi Virüsleri (program ve trojan, truva atları); zihnimizde tekrar ve telkinle çalıştıkça, bizi programlar ve kodlar!

Bilim Felsefesi’nin şekillendirdiği Bilimsel Yöntem ve Kriterleri ve bunların hangi dünya görüşünden kaynaklandığını gösteren Bilimsellik İtikad ve hurafelerinden bahsederken, burada kavram ve kafa karışıklığını önlemek için; “bilim” (science) ile “bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ayrımını yapmamız gerekiyor. Önümüzdeki hafta buradan devam edelim.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 31.Mart.2016

Bilim, Rabbimiz’i niçin “sebep” ve “neden”, “fail” ve “açıklama” olarak kabul etmez; hatta reddeder? (1)

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî B/ilim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bu haftaki yazımızda; kitap çalışmamızın ana konu ve temel tezi olarak savunduğumuz: “Bilimsel Bilim’in terkedilip, yerine ‘İslâmî B/ilim’e geçilmesi” önerimizin temel nedeninden bahsedip; buradan “Bilimsellik” paradigması yerine “İslâmî” paradigmaya geçmekten ne kasdettiğimizi ve bunun getirdiği avantajları göstermeye çalışacağız.

Evin üzerine oturduğu temel ve diğer katlarını görmeyen birine, çatının nasıl “havada durduğu” ve varlık nedenini izah edememiz gibi; biz de “İslâmî B/ilim” kavramının anlaşılmasında aynı güçlükleri yaşamamak için bir merdiven kurmalı ve o basamaklardan çıkmalıyız. Edebî literatürde “önsöz, önaçıklama, giriş, girizgâh, başlangıç” ismi de verebileceğimiz bu tür yazılara eskiler “mukaddime” derlermiş. Ayak atılıp, çıkılması gereken bazı basamak ve kademelerden bahsediyoruz yani.

Ama şimdiden uyarayım; merdivenin basamaklarından çıkarken ilk katta göreceğimiz şey: “Bilim ve bilimsellikin ateizm ve materyalizme alet edilmediği; bilâkis ateizm ve materyalizm, natüralizm ve determinizmin ta kendisi olduğu olacak!

Fakat bu kata çıkmadan önce merdivenimizin sağlamlığını test etmemiz gerekiyor ki; çıkalım derken, merdivenin parçalanmasıyla daha aşağılara düşmeyelim! Neyden bahsediyorum? Merdivenin hammaddesi olan, sağlamlık ve şeklini oluşturan “kelimeler” ve “mantık”tan bahsediyorum.

yazilarÇünkü “kelime ve dil” ve üzerine temellendiği “mantık”; insanın “hakikât”e dokunma ve temasında, onu tedris ve tevarüs ve içselleştirmesinde başlangıç noktası. “Merak ve soruları” da bu hakikâti arama ve keşifte, tek imkân ve çıkış noktası; yani neyi – nerede – nasıl arayacağını belirleyen gözlem ve av malzemesi olmaktadır. Bu sebepten; kuracağımız merdiven, cümle ve basamaklar arası neden – sonuç örgüsü ve kurduğumuz ağda; bazı tekrar ve vurgular gereksiz değil, bilâkis ehemmiyetli. Yani burada bazı tekrarlardan maksad; bilgi vermek değil, hatırlatmaktır.

Çünkü zihninin bir yerlerinde kayıtlı ama hatırlamak ve kullanmak için bir sebep görmediği bir bilgiyi “bilen” birisi ile o bilgiyi “bilmeyen”, cahil birisi arasında temelde bir fark yoktur. Çünkü birinci kişi bilgisini iteleyip – unutarak, bilmiyormuş gibi yapıyor; diğer kişi ise zaten bilmediği için zihnine getirmiyor! Sonuçta bu bilgi ikisinin de bilincinde (yani içlerindeki bilgisayar ekranı ve RAM’lerinde) değil; davranışlarına da yansıyan birşey yok! Böyle bir bilginin harddiskte olmasıyla, olmaması arasında fazlaca bir fark yok.


Diğer yandan; Mantık ve Dil Felsefesi konusunda dahi ve ününü hakeden Wittgenstein’ın: “
Tüm felsefî / düşünsel ve mantıkî problemler; dil problemine indirgenip, çevrilebilir” anlamında bir sözü var. Yani tartışıp, çözümünü bir türlü bulamadığımız ve çok önemli ve derin zannettiğimiz ilmî veya imanî bir mevzu; çoğu kez “dil” ve “kavram / ifadelerimiz”deki eksik veya yanlışlarımızdan kaynaklanmakta olup, farkında bile olmuyoruz.

Bahsettiğimiz dil hataları ve mantık tuzaklarna düşmemek için bazı anahtar kavram ve ayrımlara ve aralarındaki nüanslara dikkat çekmek gerekiyor. Bunlardan bazıları: Bilim (science), bilgi (ilim, data – information – knowledge), İslâmî B/ilim, Bilimsel Bilim, Bilimsel Yöntem, Bilim Felsefesi, Bilimsellik Felsefesi, Bilimsel Felsefe, Bilimsellik Kriterleri, Bilimsel Yöntem, Bilimsellik İnancı, ateizm ve materyalizm, determinizm ve natüralizm, illiyet, şirk, küfür, inkâr, kabul etmeme, reddetme, seküler, lâik, nötr, tarafsız, objektif, subjektif, nesnel, öznel, olgusal, inanç, iman, sebep, neden, nasıl, niçin, tasvir, açıklama, epistemoloji, ontoloji, teoloji, felsefe, ilâhiyyat, metafizik, tabiat, tesadüf (rastgelelik), zorunluluk, tabiî – ilâhî, kanun, teori, hipotez, model(leme), varsayım, önvarsayım, senaryo, sistem, mekanizma, doğa kanunu, El-Esma’ül Hüsnâ, fiil, fail, müessir, usta, eser, madde, enerji, kuvvet, varlık, eşya, süreç, inşa, icad, evrim, devrim, mümkün, somut – soyut, maddî – manevî…

“Merak ve sorularımız’; hakikâti arama ve keşifte, tek imkân ve başlangıç noktamız; neyi – nerede – nasıl arayacağımızı belirleyen gözlem ve av malzememizdir” demiştik. Bu sözümüzle dikkat çekmek istediğimiz noktalardan birisi: Yanlış sorunun doğru cevabı olmadığı gerçeğidir. Burada doğru cevap için önce sorudaki yanlışları düzeltmek gerekir. Üstelik kâinatta neyi ararsak ancak onu buluruz. Hangi sorunun cevabını ararsak ancak onu farkederiz. Yani evrende farkedip, bulduklarımız; soru ve sorgularımızdan ve neyi aradığımızdan bağımsız değil.

Mes’elâ; Bilim’in “evrendeki varlıklar ve işleyişinde ‘fail’ yok ve olması da gerekmiyor” önvarsayımına göre şekillenmiş, bu altmesaj ve inancı bilinçaltına telkin ve ilka eden “madde ve işleyişinin sebebi ne?” yanlış sorusu; İslâmî B/ilim’in “madde ve işleyişinin fail ve müessiri kim; sebepleri, sebep ve alet olarak kudret eliyle kim kullanıyor?” sorusuyla değiştirilerek yola çıkılmalı. Bu başlangıç noktasından sonra ancak, “sünnetullah, adetullah” dediğimiz; Rabbimiz’in icraatında izlediği yol ve alet – edevat olarak kullandığı sebepler araştırılmalı.

Bu yolu takip ettiğimizde ancak “tabiât – fizik kanunları” dediğimiz şeylerin, Rabbimiz’in icraatındaki istikrar ve düzene verdiğimiz yanlış etiket ve isimlendirmeler olduğu anlaşılabilir. “Tabiî – tesadüfî” dediğimiz şeylerin de; tabiî olmayıp, “ilâhî” olduğu ve herbirisi madde ve sebeplerini aciz bırakan birer “mu’cize” olduğu görülebilir. “İçgüdü / sevk-i tabiî” denilen şeylerin de “dışgüdü, sevk-i ilâhî” olduğu bilinir.

İslâmî B/ilim’in bu yöntemiyle; toprağın ağaç veya ağacın elma yapmadığı ve yapamayacağı ve bunlara sebepte olamayacağı görülür ve zaten görülüyor. Evet isterseniz herhangi bir ağaca sorun: “Üzerindeki bu elmayı sen mi yaptın veya sebep oldun?” diye, eğer şuuru olsa “valla değil üzerimde dokunmuş ve imâl edilmiş bu meyveden, kendimden bile haberim yok! Nerede kaldı ki bir de elmaya sebep olma, elmaya hâkimiyet ve malikiyet dava edeyim!” diyecek. O ağacın biraz daha bilgisi olsa; “O elmaya sebep olabilmem ve elmanın imâl edeni olabilmem için dünyayı nasıl çevirip mevsimleri getireyim, ne yağmuru taşıyan buluta ve ne de elmaları pişiren güneşe sözüm geçer!… Dallarıma asılmış elmaların sebep ve fail ve yapanı; elmanın dokunup, üretildiği tüm evrenin sebep ve nedeni kim ise o olabilir ancak!” diyecek.

Elhasıl “ağaç”; Rabbimiz’in bize elma dokuyup, ürettiği bir halı tezgâhı veya hediyesini taşıyan, üzerine astığı bir hizmetkâr veya mektubunu saklayan bir zarf veya ni’metlerini gönderdiği bir musluk, bir boru olabilir ancak. Yani etken değil, edilgen; sebep değil, sonuç; müessir değil, eser; fail değil, münfail; usta değil, alet…

Yani Bilim’in iddia ettiği ve Bilimsel İfadelerinde kurgulayıp, tasvir ettiği gibi; “tren vagonları” gibi ardarda dizilmiş veya “domino taşları” gibi birbirinin hareketine sebep olan “sebep – sonuç zincirleri” yok evrende! Çünkü elmanın sebebi kim ise, ağacın da sebebi o; ağacın sebebi kim ise toprağın sebebi de o; toprağın sebebi kim ise dünyanın ve dönmesinin de sebebi de o ve dünyayla bağlı güneşin ve güneşin bağ(ım)lı olduğu diğer yıldız – galaksi ve hareketlerinin; hasılı tüm kâinatın da sebebi o!

Çünkü mantıken, harfi yazan kim ise harfin oluşturduğu kelimeyi yazan da aynı kişidir ve kelimeyi yazan kim ise cümleyi yazan da aynı kişidir; elhasıl kitabı yazan ve sebebi kim ise, içindeki cümle ve kelime ve harfleri yazan da aynı kişidir! Yani evrende herhangi birşeyin sebebi ve faili olabilmek için, tüm evrenin de sebep ve faili olabilecek ve olan bir kudret ve ilim gerekiyor. Çünkü “birşeyin” olabilmesi için “herşey” gerekiyor! Yani birşey herşeysiz, herşey de birşeysiz olmaz!

Böylece durduğumuz nokta, baktığımız nazar ve buradan gördüğümüz manzarayı biraz netleştirip, kameramızın odak ve zum noktalarını ayarladıktan sonra; inşa edeceğimiz merdivenin ilk basamağından çıkmak için soracağımız öncelikli sorular şunlar:

Bilim, Allahû Teâlâ’yı niçin kabul etmez?, Rabbimiz’i “fail” ve “sebep”, “özne” ve “açıklama” olarak neden kabul etmez, hatta reddeder!?, Bilimsel Yayınlarda niye Rabbimiz’in ismi geçmez?, Diğer ifadeyle: “Kim” sorusu; “evrendeki bu fiil / faâliyetlerin faîli kim; bu işleyiş ve eserlerin müessiri kim?” sorusu niçin “bilimsel” değildir ve “bilim”in kapsamına girmez?

Bilim sadece gözleyip, ölçtüğü; deneyselleyip inceleyebildiği; yani algılayabildiği şeyleri (yani “madde – enerji”yi) konusu olarak kabul ettiği için mi? O hâlde Bilim’in 5 duyusuyla algılayamadığı, hatta ne teleskop ve mikroskop veya başka bir aletle gözleyemediği ve laboratuvara sokup inceleyemediği “yerçekimi (kütleçekimi), uzay – zaman bükülme – çökmeleri, Big Bang, Sicim Teorileri, Tekillikler, Paralel Evrenler, Kara ve Akdelikler” gibi hipotez ve teori, senaryo ve modellemelerini nereye koyacağız!?

Kaldı ki Allahu Teâlâ “görünmez” değil, sadece biz mahlûkat sınırlılıklarımızdan dolayı “göremiyoruz.” Ayrıca şiddet-i zuhurundan ve zıttı ve misli, içi ve dışı olmamasından kaynaklanan bir durum var ortada. Yani O’nun gaybîliği bildiğimiz gayb cinsinden değil; zaman – mekândan münezzehiyetiyle birlikte, sonsuz olması ve varlık derecesinin şiddet-i zuhurundan kaynaklanmakta ama konumuz bu değil.

Aslında Bilim(sellik) Felsefesi’nin (literatürdeki ismiyle “scientizm”) Allahû Teâlâ’yı sebep ve açıklama olarak kabul etmemesinin gerçek sebebi; tarafsız ve objektif olmamasıdır! Bilim(sellik) Paradigması’nın olgusal ve nesnel olmamasıdır. Rabbimiz’i fail ve neden kabul etmemesinin asıl sebebi; felsefe ve karakterinin “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” olmasıdır. Yani mevcut Modern Seküler Bilim, iddiasının aksine; inanç ve değer’den tarafsız ve bağımsız değildir!

Bilim, tarafsız değildir” derken; gerçi “tarafsız” olmak aslında bir değer ve meziyet değil. Yani insan her zaman iyi ve doğrudan taraf olmalı; hakikâti desteklemeli ve haklıdan yana olmalı. Fakat burada Bilim’in yanlışı: Yanlış taraf ve inançta olmasında! Üstelik bu yanlışı yetmezmiş gibi; bir de tüm din ve inançlardan bağımsız ve tarafsız olduğu yalanı söylemesinde! Üstüne basa basa defalarca tekrar ve telkin ettiği bu yalana, kendisi de inanmaktadır üstelik! Evren hakkında objektif gözlem ve ölçümler yaptığına; işleyişi hakkında nötr ve nesnel bilgiler verdiğine; yalın tasvir ve açıklamalarda bulunduğuna inanmaktadır! Gösterdiği bu sebep – mekanizmalarla; “Rabbimiz olmadan da(!)” evrenin kendi başına ayakta durup, çalışabileceği ve çalıştığına; üretim yapabileceği ve yaptığına inanmaktadır!

Tarafsız’ olmak, bir değer ve meziyet değil” derken; pratik olarak realitede ve teorik olarak dil ve mantık açısından “tarafsızlık” denilen şey zaten mümkün değil. Konuya Bilim’in Bilimsel gözlem ve ölçüm, araştırma ve deneylerinden örnek verirsek; birşeyi “ya Yaratıcı ve fâili var(mış)” gibi inceler ve nedenselleyip, tasvir ederiz veya  “Yaratıcı ve fâili yok(muş)” gibi.

Yani “var – yok”un ortası veya bunların dışarıdan eşit uzaklıktan bakabileceğimiz dış gözlem noktası olmadığı için; evren ve içindeki madde ve işleyişinin tasvir ve gözlem ve bunların ifadesinde tarafsız ve objektif olmak; dilin yapısı ve mantık açısından, realitede mümkün değil. Yani bu konuda tarafsız ve nötr bir cümle kurulamayacağı gibi; üstelik “agnostik” bir ifade biçimi de kurulamaz! (Bedi’üzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle: “Bîtarafane muhakeme denilen şey, taraf-ı muhalifi iltizam etmektir, bâtıla tarafgirliktir; bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir.”)

Demek Bilimsellik Kriterleri’nin yanlışı, taraflı olmasında değil; yanlış tarafta olmasında! Bilimsel Bilim’in yanlışı; “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” tarafta yer alıp, bunların avukatlığını yapmasında! Bu yetmezmiş gibi bir de “objektif ve tarafsız, inanç ve değer’den ayrı ve bağımsız olduğu” yalanı söylemesinde!

Elhasıl Bilimsellik Felsefesi; “kâinat ve içindeki maddenin, varlık ve devam ve işleyişinde Rabbimiz’e ihtiyaç ve zaruret olmadığı” inancında! Çünkü “Allahû Tealâ yok(muş); varsa bile evrendeki herhangi birşeye müdahale ve etkisi yok(muş); çünkü herşey varlık ve devam ve işleyişinde O’ndan bağımsız ve ayrı olabilmesi mümkün(müş) ve zaten olan da bu(ymuş)!” öninancına sahip! Çünkü “O olmadan da herşeyin mümkün olabileceği ve olduğu ve olanın da bu mümkün’ün gerçekleşmesi olduğu” önvarsayımına inanmakta!

Evet Bilimsel Gözlem ve Bilimsel Bilgi denilen şey; kâinat ve içindeki varlık ve işleyişini “Allahû Tealâ yok(muş); varsa bile müdahale ve etkisi yok(muş); çünkü herşey varlık ve devam ve işleyişinde O’ndan bağımsız ve ayrı olabilmesi mümkün(müş) ve zaten olan da bu mümkün’ün gerçekleşmesi(ymiş)!” gibi anlatmaktır! Bilimsel Yöntem diye sınırları çizilip, Yayınlarda Bilimsellik Şartı diye tanımlanan “olgusal ve tarafsız bilgi, objektif ve nötr ifade, seküler ve lâik gözlem, yalın bilimsel ifade” diye aslında ateist ve materyalist bir kâinat tasviri yapılmakta!

Bilim ve Bilimsellik denilen şey: “Evrende madde ve işleyişini Allah olmadan, O’na ihtiyaç ve zaruret duymadan nasıl nedenselleyebilir ve tasvir edebilirim? Zerrelerin işleyişini faîl ve özneye ihtiyaç duymadan nasıl izah edebilirim? Varlık ve işleyişini nedensellemek ve tasvir edip, açıklamak için ‘kim’ sorusuna mantıken ihtiyaç ve zaruret olmadığını nasıl ispat edebilirim? Bu sorunun gereksiz ve spekülâtif, hatta saçma olduğuna nasıl delil bulabilirim? Bu soru’nun; bilgi ve gözlem, ölçme ve araştırmanın değil; ‘inanç’ın sorusu ve konusu olduğuna insanları nasıl inandırabilirim?” gibi soruların cevabını aramanın diğer adı olmaktadır.

Bilimsel Yöntem denilen şey ise: İnsana Rabbimiz’e çıkan ve çıkabilecek tüm yolları kapatıp; eşyanın varlık ve işleyişinde, herşeyi madde’nin fonksiyonuna indirgeyerek nedenselleme ve nasıllayıp, tasvire mecbur ve mahkûm etmenin diğer adı olmaktadır. Büyük bir inançla bağlı oldukları bu önvarsayımlarının delillerini arayıp, ispatını yapmaya çalışmanın bir yöntemi olmaktadır.

Bilimsel İfade denilen şey de: Sanki bu amentüleri ispatlanmış gibi, gözleyip – ölçtüğü herşeyi failsiz ve öznesiz cümlelerle ifade ederek; böylece “herşeyin O’ndan bağımsız ve ayrı işleyebileceği ve zaten işlediği” hurafesini şuuraltımıza işleyen; yani zihnimizde sahte bir kâinat imajı üreterek; algıda “Allah’ın olmadığı, olsa bile kâinata herhangi bir müdahale ve etkisi olmadığı(!)”; yani ret ve inkâra dayalı kurgusal bir evren tasviri yapmanın diğer adı olmaktadır.

Bilimsel Yayınlardaki ifadelerin yapısökümüne göre ve bizzat Bilim’in felsefesini açıkladığı yerlerde geçen kendi ifadelerine göre; son tahlilde, mevcut Seküler Modern Bilim/sellik; “Rabbimiz’in varlık ve eşyaya müdahale ve yönetmesini kabul etmeme; evrendeki mevcut fiil, icraat ve eserlerini de reddetme” üzerine kuruludur. Yani Bilimsellik Kriterleri’ne göre şekillenen Bilimsel Bilim; ateizm ve materyalizm, natüralizm ve determinizme onay ve meşruiyet üretme ve sanki bu varsayımları doğruymuş gibi evreni nedenselleme, bu inanca göre tasvir ve açıklama yapmanın diğer adı olmaktadır.

Bunun sonucu olarak; Bilimsellik Felsefesi’nin kâinatın işleyişi hakkında önümüze getirdiği her “neden ve sebep, mekanizma ve sistem, madde ve kanun”; zihinde eşya ile Rabbimiz arasındaki münasebet iplerini biraz daha karartıp, kesmekte; kâinatın O’na delâlet ve nisbetini biraz daha kapatıp, kopartmakta; “madde”nin arkasını gösteren şeffafîyet ve üzerine yansıyanı gösteren ayinedarlığını biraz daha karartıp, siyahlaştırmaktadır!

Bilim’in gösterdiği her neden, yaptığı her tasvir, açıklama; “Bu işi Allah yapmıyor, bu faâliyete O karışmıyor! Bu meyve, tabiî bir mekanizma – kural – işleyişin ürünü olup; ilahî değil, doğal!… İlham, dışgüdü ve sevk-i ilâhî değil; sevk-i tabiî ve içgüdü!… Yaratma / yaratılış değil; oluşum / oluşma! Su, Allah’tan değil, bu mekanizma ve buluttan; elma ise ağaçtan!…” gibi derin ve gizli, alt (subliminâl) mesajları (yani bilincimizin farkedip, işitemeyeceği frekanstaki fısıltı ve vesveseleri) bilinçaltımıza üfleyip, kodlar!

Bu bilinçaltı kod – programlamanın sonucu olarak; Mona Lisa resmini gördüğümüzde refleks olarak zihnimizde uyanan “Da Vinci” isim / çağrışımı gibi; yani “resim – ressam, eser – müessir” ilişki ve çağrışımı, kâinat düzleminde “Allahû Teâlâ” olarak kopar! Bu kopuştan sonra artık kâinatta gördüğümüz hiçbirşey Rabbimiz’i bize hatırlatmaz!

Yani Bilimsel İfadelerde saklı bulunan subliminâl mesajların bizi programlama ve hipnozuyla; Bilimsel Tasvirler’deki sihrin bizde oluşturduğu bu sahte kâinat ilüzyonu sonucu; Rabbimiz artık “cami” gibi bazı mekânlar ve “ibadet” gibi bazı ritüellerde, o da sun’î olarak akla getirdiğimiz, bir “yabancı” olur! Yani hayatımıza dokunmayan, hiçbir muarefe ve yakınlık, tanışıklık ve alışverişimizin olmadığı!

İnsanın Allah’a yabancılaşması ise, eşyaya yabancılaşmasını, dolayısıyle kendisine yabancılaşmasını doğurur! Bu insanda ilk kaybolacak duygular “hayret, haşyet, muhabbet” olur! Bilim’in Yanlış Bilgi Virüsleri’yle zihni ve duyguları enfekte olmuş bu insan için; yumurtadan kuş çıkması, insandan insan çıkması, topraktan çiçek – meyve çıkması, elhasıl hiçbir şey hayret ve merak duygusu uyandırmaz! “Bilimsel bir açıklaması vardır elbette! Neyseki Bilim’in bulduğu bir neden, nasıl olduğuna dair keşfettiği bir mekanizma ve izah vardır nasıl olsa!…

Elhasıl Bilimsel Makale ve Yayınlarda; herşeyin otomatik makina gibi işlediği ve “Uzun Zaman + Madde ve Enerji + Tabiat ve Kanun + Tesadüf ve Zorunluluk + Evrim ve Devrim = Herşey Mümkün” inancından doğan bir Kâinat Modeli’ne dayanan; yani denklem ve formüllerinde Allahû Teâlâ’nın olmadığı “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” bir kâinat tasavvuru inşa edilir! Bilimsel Yöntem ve Bilim(sellik) Kriterleri’nin dayattığı zorunluluk icabı, Bilimsel Yayınlarda failsiz ve öznesiz kurulan cümlelerle; bilinçaltına küfür ve şirk virüsleri telkin ve tekrarlarla takviye edilir!

Gözleyip – incelediği; deneyselleyip – ölçtüğü herşeyi Yatay Neden – Sonuç Etkileşimleriyle, yani Determinizm İnancı’na göre formüle edip, buna göre ifade kalıplarına döken ve şematize eden Bilim; bu Deterministik Şablonla, eşya güya kendi kendine ve kendi tabiatından kaynaklanan bazı özellikler ve “Uzun Zaman + Madde-Enerji + Tesadüf-Zorunluluk = Herşey Mümkün” gibi batıl formül ve itikadlarıyla; saatin altındaki dişliler gibi sanki “kâinatın da altında otomatik işleyen kanun – mekanizmalar var(mış); Allah olsun olmasın(!) bu mekanizma ve kanunlar sayesinde evren otomatik olarak kendi kendine işleyebilir ve işler(miş)!” gibi; eşyayı nedenseller ve nasıllama (tasvirler) yapar! Böyle yaparak; Es Samed olan Allah (hiçbirşeye ihtiyacı olmayıp, herşeyin O’na ihtiyaç ve zaruret duyduğu) yerine; Bilim’in yerine ikame ettiği “Samed olan Kâinat” inancı zihinlere ilka edilir!

Eğer Bilim’in türlü sebep – mekanizma, tesadüf ve zorunluluklarla kendi kendine işleyen bu kâinat tasavvurunu kabul edersek; o zaman, yani illiyet ve nedenselliğin hâkim olduğu; herşeyin varlık ve devam ve çalışma sebebi, diğer sebep ve mekanizmalarla nedensellenip, açıklanabildiği ve nasıllanıp, tasvir edilebildiği böyle bir evrende Rabbimiz ne iş yapıyordur!? Eğer Bilimsellik Felsefesi’ne bağımlı, Bilimsel Kriter ve Yöntemlerine bağlı kalarak, herşeyi sebeplerle determine edip, açıklayıp, çözdüğümüze inanıyorsak; yani varlık ve çalışma ve devamında hiçbir cihette Rabbimiz’e ihtiyaç duymayan bu kurgusal evrende, Rabbimiz neyin nedeni ve faili olmaktadır!?

Bilim’in iddia ettiği gibi; gerçekten, herşeyi başka nedenlere dayayarak nedensellediğimize ve nasıl işlediğini tasvir ederek açıkladığımıza inanıyorsak; böyle bir evren Rabbimiz’e hangi konuda muhtaçtır veya muhtaç mıdır acaba!? Peki böyle bir evrende “iman”a nasıl yer açacağız!? Madde’yi nasıl şeffaflaştırıp, arkasını göreceğiz; varlığın perdesini aralayıp, Rabbimiz’e nasıl delil bulacağız!?

Bu soruyla noktalayıp, yazımızın ikinci kısmına haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 09.Mart.2016

www.metabilgi.org

www.metabilim.org

www.islamibilim.org

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları-3

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

 

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

 

Felsefî Yöntem ve Felsefî Düşünce içerisinde ortaya çıkan bir problem ve soru; Vahyî Yöntem içerisinde belki hiç karşılaşılmayacak bir problemdir. Dahası: Felsefî Metod’un kendi düzleminde, kendi kavram ve yöntemlerinin sonucu olarak doğan; yani yönteminin zorunlu sonucu olarak yürüdüğü yolda karşısına çıkan, karşılaştığı problem ve soru(n)ları; Vahyî Yöntem ve enstrüman – kavramlarla cevaplamaya çalışmak doğru değildir. Çünkü problem, Nübüvvet / Vahiy Sistemi’nden doğmamış ki, o sistem içerisinden cevap vermek zorunda olalım.

 

Yani kes – yapıştır yöntemiyle Nübüvvet Sistemi’nden alınan bir uygulamanın; din dışı, yani seküler, lâik bir sistem içine alınıp, çözüm diye entegre edilmesi; kendi sistemi içinde faydalı olan o uygulamanın işlevini kaybedip; o seküler sistem içerisinde faydasız, hatta zararlı olmasına bile yolaçabilir.

 

Yani Felsefe ve Bilim’in eksik veya yanlış, sığ veya dar yöntem ve tanım ve ta’rifleriyle şekillendirdiği yolda karşılaştığı problemler ve girdiği çıkmaz sokaklar; cevaplamakta aciz kaldığı veya cevabının doğrulama – yanlışlamasında aciz kaldığı soru(n)lar; gene kendi düşünme sistem ve metodundan kaynaklanmakta olup; kendi yöntem ve sisteminden kaynaklanan bu problemlere, gene o sistem içinde kalınarak veya başka sistemden devşirme usulüyle, eklektik / demonte çözümler bulunamaz.

 

Ya ne yapmalı? Başa dönüp, sistem tekrar check ve revize edilmeli; daha doğrusu ve en iyisi; paradigma değişimiyle, sistem tamamen terkedilmeli. Çünkü problem sistemden doğuyor, sistem kaynaklı; yapı kendi problemini üretiyor.

 

Örneğin: Daha önceki haftalarda “yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz; soruları bilmek, cevapları bilmekten çok daha önemlidir ve doğru soruyu bilmek, doğru cevabı bilmekten çok daha önceliklidir; çünkü doğru cevaba, doğru soruyla ulaşılır” demiştik. Konuya uyarlarsak; Felsefe’nin vahiy mi – akıl mı öncelikli ve asıl?” sorusu yanlış, dolayısıyle bu soruyu doğru kabul ederek verilen tüm cevaplar da yanlış ve en azından eksik ve kusurlu oluyor.

 

Bu soru ve soru(n)un ortaya konuş ve ifade tarzı yanlış derken, yani asıl problem: Sorudaki “akıl” ve “vahy”in yanlış tanım ve ta’rif edilmesi. Dolayısıyle bu yanlış soru’nun zihnimizi manüple ederek gösterdiği yanlış bir ilüzyon ve yanılsama var! Yani soru, cevabı yanlış yerde aramamıza neden oluyor. Yani soru’nun kendisi sorun!

 

Bu sorudaki temel hatalardan birincisi: “Akıl” ve “vahiy”in anlam ve tanım, ta’rif ve konumlandırmasının yanlış olması. Bu yanlıştan doğan diğer yanlışta: Soruyu doğru kabul edenin zihninde; “akıl ve vahiy arasında bir öncelik – sonralık sıralaması var ve olmalı” yanılsaması doğurması ve bu yanılsamanın doğru olduğu önkabulü üzerinden cevaplar üretilmeye çalışılması.

 

Bu yanlış sorunun gerçekte olmayan bir problemi var(mış) gibi göstererek; zihnimizi teshir ve aldatma ve yönlendirmesinden kendimizi kurtararak; kendi müslüman bakış açımız, yani kitabımız Kur’ân–ı Kerîm’in bize öğrettiği kavram ve terminoloji (yani kitabımızın Kavram ve Anlam Haritaları’yla) konuya bakarsak; “akıl – vahiy” arasındaki ilişki ve etkileşiminin “göz – ışık” münasebetine benzediğini görürüz. Yani gözsüz ışığın ve ışıksız gözün bir anlam ve fonksiyonu olamayacağından; “akıl” ile “vahiy” için, aralarında bir öncelik – sonralık ve önem ilişkisi kurulamayacağı belirginleşmeye başlar.

 

Burada “akl”ın göze ve “vahy”in de ışığa benzetilmesinden; “akıl” olmadan “vahiy”in bilinemeyeceği ve anlaşılamayağı; “vahiy” olmadan da, “akıl”ın karanlıkta el yordamıyla, Güneş yerine kendi el feneriyle mes’âfe alamayacağı sonucu çıkar. Zaten vahyin akıl sahiplerine hitab/p ettiği; yani aklı olmayanın dinen de sorumlu olmadığı bilinen bir gerçek. Sonuç olarak: “Akıl”ın da Rabbimiz’in bir “tecelli” ve “mahlûk” ve “âyeti” olduğu unutulmayarak; “akıl” ve “vahiy” birbirlerine karşıt konumlanmış, birbirlerine antitez ve birbirinden ayrı ve bağımsız 2 ayrı seçenek değildir.

 

Başka bir konu: Şeytan imtihana tabi tutularak, o ma’lûm testten geçmeseydi; şu ânda o âlemde melekler gibi ibadet etmeye ve ihtiram görmeye devam edecekti. O test, kendisinde tohum hâlinde saklı bulunan kötü huy ve zaaf ve davranışları meydana çıkardı…

 

Müşterisi olup, satın almaya talip olduğumuz bir otomobilin her yerini kontrol edip, zorlu testlerden geçirerek; gerçek değerini ortaya çıkarmaya çalışmamız, böylece almaya değip değmeyeceğini anlamamız gibi; insanları imtihan ve testten maksatta; sınavı kaybedip, sınıfta bırakmak değildir. Tıpkı okul ve sınavdan maksadın, öğrenciyi sınıfta bırakmak olmaması gibi. Buradan çıkan sonuçlardan birisi: Okul, öğretme ve sınav ve yarışmanın amaçlarından birisi: Öğrenciye birşeyler öğretmek, dersi çalışma ve öğrenmeye zorlamak; böylece seviyesini yükseltme ve ölçmedir; sınıfta bırakma ve eleme değil…

 

Başka bir konu: “İnsan büyük bir âlem ve âlem büyük bir insandır” ve Kur’ân–ı Kerim “kûl” emriyle yazılmış 2 boyutlu (en – boy) âyetlerin bulunduğu “Kitap Kâinatı” ve kâinatta 3 boyutlu harflerle “kün” emriyle (ve her kisi de nokta / zerrelerin biraraya gelmesiyle) yazılmış âyetlerin bulunduğu “Kâinat Kitabı”. Buradan bakarsak: “Dünya” ve içindeki “insan”; bu âlemin hem Fatiha ve Besmelesi, hem de kalbi ve gözbebeği; başka açıdan hem meyvesi ve hem de çekirdek ve tohumu…

 

Belki de bu Kâinat Kitabı’nın “helezonik, sarmal DNA molekülü” ile aynı şekle benzer “Samanyolu Galaksimiz”, mikro ve makroyu bağlayan arka ve ön dış kapaklarıdır. Belki gökte dönen “gezegen – yıldızlar” ile vücudumuzda dönen “atomlar” başka bir dış kapaktır veya “Asıl Arş” ile “Kâlp Arşı” da, mikro ile makroyu bağlayan başka bir kapaktır…

 

Kur’ân’daki Fatiha, Bakara, Neml Sûre ve Âyetleri gibi; kâinatta da Dünya Suresi, İnsan Suresi, Ağaç Suresi, Su Suresi, Karınca Suresi ve Ahmet, Mehmet, Erol Sûreleri gibi; şahıslar adedince ayrı ayrı İnsan Sure ve Âyetleri var…

 

İleride kitap gibi 2 boyutlu değil, çok boyutlu, yıldız haritalarına benzer; yani âyetlerin birbirleriyle 5 – 10 koldan iplikçiklerle bağlanıp, linklenerek, köprülendiği; yani sırayla her bir âyetin merkeze alınıp, diğer âyetlerle münasebetinin tespit edilip, böylece yeniden yeniye oluşan Kur’ân Anlam Harita ve Görüntüleri’nin çıktığı; böylece yepyeni anlam perspektifleri doğacak “kürevî” ve “dinamik” bir Kur’ân Tefsiri; “Kur’ân Harita / Simülâsyon” ve “Holografik Görüntüsü” (bir anlamda; bizimle direkt konuşan, sorularımıza cevap veren; bir nevi canlı ve şuurlu, konuşan bir Kur’ân Tefsiri) gösterilebilir.

 

Sonra bu “Dinamik Kur’ân Haritası”nı ve bu haritanın gösterdiği “Kâinat Coğrafyası”nı, içiçe birbirlerini gösteren ve yansıtan bir ayna gibi karşılıklı tutarak; böylelikle üzerlerindeki harf, âyet ve surelerin birebir karşılık ve bağlantılarını görüp, iplikçik ve köprülerle çift yönlü bağlantılarının kurulduğu ikinci bir (gene yıldız haritalarına benzer ve gene çok boyutlu ve hareketli, dinamik) “Kur’ân – Kâinat Simülâsyon” ve “Holografik Görüntüsü” elde edilip, keşfedilebilir…

 

Kur’ân–ı Kerîm Kitabı’nı okumaya eûzu–besmeleyle  başlamamız gibi, bu Kâinat Kitabı’na muhatab/p olduğumuzda da; bu Kitabı da okur ve faydalanırken eûzu–besmeleyi dilimizle ve davranışımızla söylemek bundan dolayı gerekmektedir. Yani buradaki “Kur’ân – Kâinat Bağlantı ve Yansıması”nda; ilk vahyolunan âyetlere de (“Yaratan Rabbi’nin ismiyle, O’nun adına / adıyla oku insanın yaratılışını ve diğer kâinat âyetlerini…”) ve ni’metin başında söylediğimiz “besmele”ye de ve “ihlâs”a da işaret ve atıf vardır…

 

Kâinat Kitabı, “Büyük / Tekvinî / Kevnî Kur’ân” olduğu için; Kelâmî Kur’ân Âyetleri’ne (hatta harflerine) benzer getirmekten aciz oluşumuz gibi; Kâinat Ayetleri’nin en küçüğüne bile aynı, hatta benzer (nazire) getiremiyoruz. Mes’elâ kuşların, ancak “uçak” gibi kaba ve karikatürize bir modelini yapabiliyoruz.

 

2 boyutlu yazılmış “Kelâmî Kur’ân” ile 3’ten çok boyutlu yaratılmış “Kevnî Kâinat” Kitap ve Âyetleri’nin birbirine yansıma ve bağlantılarını araştırırken; birbirlerine “işaret, remiz, imâ” gibi atıflarına da dikkat edilmeli. Belki burada “Huruf-u Mukattaâ”nın şifre ve kod çözücü anahtar işlevi vardır. Kâinat Düzleminde, “Huruf-u Mukattaâ”nın simetrik veya asimetrik olarak karşılık ve izdüşümü nedir; yansıma ve iletişim / alışveriş kanalı hangi süreç veya nesnelerdir?…

 

İşaret” demişken; cevizin kabuğu ve içindeki cevizin, beyin kafatası ve beyne benzemesi örneğinde; o cevizin tasarım ve dizaynının böyle olmasının, cevizin öncelikle beyne yaradığına işaret olarak koyulduğunu ve her bitki (ve diğer yaratılmışlar A.K.) için Rabbimiz’in böyle işaret ve şifreler koyduğunu merhum Tahsin TOLA abinin (R.Â.) sözlerinde okumuştum…

 

İslâmî B/İlim’in Yöntemi olarak teklif ettiğimiz; “kûl” emriyle vahyolup, söylenen Kur’an-ı Kerîm Kitabı ile “kün” emriyle yaratılan Kâinat Kitabı konusunda; Bilim’in Bilimsel Yöntemi’nin değil eli, hatta göz ve hayâlinin bile ulaşamayacağı daha çok deney ve gözlem ve ölçümler; açılım ve keşifler yapılabilir. Şimdiki teknolojiden çok daha ileride teknolojik başarılar elde edilebilir.

 

Ancak benim bugünlerde dikkatimi çeken: “Allah’ın sözü, Allah’ın kitabı, âyetleri” diye abdest almadan dokunmadığımız ve devamlı yüksekte tutup, yukarılara astığımız (öyle yüksekteki artık elimizle ulaşıp, okuyamıyoruz!) kitabımız Kur’ân–ı Kerim’e bu kadar saygı ve hürmet gösterirken; “bu da Allah’ın yarattığı, bu da Allah’ın kitabı, âyeti” diye insan’a ve diğer yaratılmışlara saygı göstermememiz; bilâkis zarar vermemiz açıkça bir çelişki! Sanki bu mahlûkat Rabbimiz’in âyeti, Rabbimiz’in yarattığı / eseri değilmişte; tesadüfen, doğal olaylar neticesi olmuş gibi davranıyoruz herşeye! Misâlen: Elimizi gıdıklayan küçücük bir karasinekten bile (sanki bize zarar veriyor ve acıtıyormuş gibi) rahatsız olup; “Sahibi ne der!? Bu Sinek Âyet ve Kitabı’nı öldürüp, yere atarsam; bu direkt, yazar ve ustası, nakkaş ve sahibi olan Allahû Teâlâ’ya saygısızlık ve hakaret olarak gitmez mi!?” diye aklımıza bile gelmeden; nefes alma kolaylığında, nabzımızda en ufak bir değişme bile olmadan o sineği öldürüp; sanki sahipsiz ve kıymetsizmiş gibi ayağımızla çiğniyoruz! Eğer bilsek veya hissedip, farketsek ki; o sinek sadece “sinek” değil! Keşke o sinekle ölen sadece “sinek” olsa!

 

Merkezde ufak bir açı değişikliğinin, muhitte büyük bir açı ve yön değişikliğine sebep olması gibi; o sineği öldürmemiz ve ölümünün, “Mikro ve Makro Sonsuz”a doğru (limit sonsuza giderken) ne gibi bir değişiklik ve kırılma meydana getirdiğini bilemiyoruz!

 

Burada “İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları” isimli Yazımızı bitiriyoruz. Dikey ve yatay düzlemde birbiriyle doğrudan veya dolaylı bağlantılı bir sürü konudan bahsettik. Kâinat Resminden bazı pazıl parçalarını bu yazıya yerleştirdik ama resim tamamlanmadı; zaten bu dünyada tamamlanması da mümkün değil; çünkü Rabbimiz’in ilmi sonsuz (üstelik belki yarattığı mahlûkatta sonsuz sayıda / sayısız olabilir).

 

Tabloda yerleştirdiğimiz pazıllardan; hangi pazılların eksik ve nereye geleceklerini bulmak nisbeten kolay. Bu mes’ele İslâmî B/ilim Çalışmaları’nın ana konularından birini oluşturuyor. Bu konuda elimizde hazır bir yol haritası ve anahtar yok. Geçmişte oluşturulmuş hazır bir yöntem; buradan, üzerine basarak takip edebileceğimiz ayak izleri de yok. Diyagramlarla birbirine bağlanmış Kavram Haritaları’mız ve hazır cevaplarımız da yok ama sorularımız var! Bu sebepten neyi nerede arayacağımızı ve nereyi kazacağımızı az – çok biliyor, en azından tahmin edebiliyoruz. Bu sebepten birlikte yol alıp, deneme – yanılmalarla birlikte öğreneceğiz inşâallah.

 

Bu yazımızda “fihrist” gibi kuşbakışı bazı konulara değindik, bu geniş konulu arazinin bazı yerlerine işaret taşları bırakmakla yetindik. Hiçbirisine detaylı ve derinlemesine inemedik; hatta arazinin derinlik ve sınırlarını bile belirleyemedik ki, sıra bina dikmeye gelsin. Üstelik bu arazi 1’den fazla yapıya izin verecek genişlikte. Yani “fizik, kimya” gibi çeşitli ihtisaslara göre ve belki yeni üretilecek ihtisas dallarına göre inşa edilmesi gereken bina sayısı çok fazla. Elhasıl “İslâmî B/ilim Projesi”; takım ve heyet işi, üstelik disiplinlerarası çalışmayı gerektiriyor.

 

Başlangıç olarak belki; Eski Yunan ve Roma Felsefe ve bilgilerinin esas tutulup, Kur’ân tefsir ve açıklamalarının bile o fen – felsefeye göre yapıldığı ortalama hicrî 300’den sonra başlayan Asr-ı Saâdet’ten kopma ve kırılmaların tamiriyle başlayabiliriz mes’elâ.

Ayhan Küflüoğlu

 

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları-2

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Gelelim “delil” ile “ispat” arasındaki münasebete. İspat ameliyesinde “delil”in fonksiyon ve işlevi nedir?, Deliller sadece aklî midir?, Delil ve ispat çeşitleri nelerdir?…

Aklın ve akla getirilen delil – ispat, bürhan ve hüccetler; İman Kalesi’nin üzerine konan şüphe sinekleri, kuşku kirleri, vehim tozları ve zan paslarını silmek ve temizlemek içindir. Yani delil’in işlevi “menfî”dir, müsbet değil; yani mevcut imanımıza taş eklemez, sadece mevcut taşları tamir ve muhafaza eder.

Yani “delil ve hüccet”, İman Kalesi’ni ayakta tutan binanın kolon – kiriş ve temel gibi taşıyıcı elemanlarından değildir. Demek delil – ispat; İman Kalesi’ni çatlak ve yıkılmasına ve kirlenmesine sebep olan zararlı şeylerden koruyan bir “bekçi” konumundadır.

Yani “akıl (akletme / düşünme)” dediğimiz şey; kendisine gelen veri ve haber ve bunların delil – açıklamalarını işleyip, kâlp/b veya şuur veya ene’nin onay ve reddine sunarak; mevcut iman’ın eskime ve zayıflama ve ölümüne engel olmaya çalışır.

Halbuki “iman”ın yaşayıp, ayakta durması ve kuvvetlenip, büyümesi için, “aklî deliller”den çok daha fazla şeye ihtiyacı vardır! Yani İman Kalesi’ni tek başına entelektüel zekâya hitap eden aklî deliller taşıyamaz; yoksa o bina en hafif “vehim zelzeleleri”yle bile yıkılmaya müsait, gevşek bir zemin ve temel üzerine kurulmuş demektir! “İman” (insanın enfüs ve afakını aydınlatan ve insanın davranışlarını kalibre edip, amele sevkeden ve herşeyle yakınlık ve kardeşlik ve ünsiyet kurmasına sebep olan) öyle bir nurdur ki; onun taşıyıcı ana elemanları aklî ve naklî delillerden çok daha kuvvetli ve farklı ve fazla sayı ve çeşittedir.

Kalbî Deliller, Aklî Deliller, Vicdanî Deliller, Vehmî Deliller, Hissî Deliller, Enfüsî ve Afakî Deliller gibi; insanın maddî ve manevî her kuvve ve duyu, his ve letaif, mide ve gözü için delil ve ispat, karine ve işaret çeşitleri farklıdır. Göz Midesi’nin rızkı ve gıdası, delil ve ispatı, elemi ve hazzı, hidayet ve dalâleti farklıdır; aklın ayrı, kalbin ayrı, vicdan’ın ayrı, sır’rın ayrı; kulak’ın farklı, dili’n farklı, elin farklı ve hiçbirisi birbirinkini anlamaz ve varlıklarını hissetmez; hatta gıda ve delil olarak bile kabul etmez!…

“Deney, gözlem, ölçmeyle” keşfedilecek “varlık” ve bunlar hakkında üretilecek “bilgi” çeşidi vardır. Peki bunun dışında olan (yani epistemolojik veya ontolojik veya teknolojik, yani beşerî sınırlarımızdan dolayı hiçbir zaman keşfedemeyeceğimiz) “varlık ve bilgiler” için (en azından bunların red veya kabulü, yanlışlama veya doğrulaması veya mümkün olup olmadığı için bile olsa) hangi yöntem(ler)i kullanabiliriz? Bunun anahtar ve yöntem ve cevapları, Risale–i Nur’da!

Burada “hakikât”i arama, keşif ve tespitinden önce cevaplanması gereken öncelikli soru bence şu: Ali’yi tanımayan ve hayatında Ali’yi hiç görmemiş birisi Ali’yi ararken, kalabalık içinde karşı karşıya gelse, hatta omzu çarpsa bile Ali’yi farkedememesi gibi; “hakikât”in ne olduğunu bilmeyen birisi, “hakikât”i aramak için çıktığı yolda bulduğu veya omzuna çarpan, önüne düşen şeyin “hakikât” olup olmadığını nasıl anlayıp, karar verecek!?

Şöyle: Hayatında hiç “limon” görmemiş ve ismini bile duymamış ve tatmamış birisi, limonu gördüğünde “rengi olduğu ve bunun da sarı” olduğunu görür ve tadarak limonun “bir tadı olduğu” ve “tadının da ekşi” olduğunu hisseder. Bu örnekteki gibi; o kişinin hayatında hiç “limon”un varlık ve özelliklerini, hatta ismini bile duymamış ve görmemiş olması; limonla karşılaştığında, limonu tanıyıp – tanışmasına mâni değil başlangıçtaki bu cehaleti.

İşte başlangıçta “hakikât”i bilmeyen ve tanımayan insanın durumu da bu limon örneğindeki gibidir. “Ateşin yaktığı, suyun boğduğu” gibi hakikâtleri yaşayarak öğrenir insan. Yani hakikât veya hakikâtin yansıması o insanın fıtratında kodlu, yaratılışında başlangıçta nefsinde tanımlıdır. “Ta’lim–i Esma” konusu biraz da buna bakıyor.

Peki “bâtıl”ı hak zannedip, bilip; hakikât diye yapışanların durumunu nasıl izah edeceğiz? Şöyle: İnsan bâtıl’ın “bâtıl” tarafına yapışmıyor zaten, o bâtıldaki “hak” kısma bakarak ve cazibesine kapılarak; o kapıdan bâtıl mesleğe girip, o porttan bağlanıyor ve taraftar oluyor bâtıl’a. “Mutlak Hak(ikât)” olduğu için “Mutlak Bâtıl”ın olması zaten imkânsız! Yani tüm bâtıllar, hak’la karışık olup; ancak bu hak’la bağlantısı yoluyla nefes alıp, ayakta durabiliyor ve taraftar bulabiliyor.

(Haşa!) “Allah yok” diyen bir insan bile hakikî anlamda Cenabı Hak’kı red ve inkâr etmiş olmuyor; kendisinin tanımladığı veya batıl din – felsefelerin tanımlayıp, anlattığı veya oradan buradan yalan – yanlış duyduğu; yani aslında hiç olmamış, vehmî bir Tanrıyı reddediyor! Çünkü ve zaten Rabbimiz’i hiç tanımamış ve doğru anlatan olmamış ki O’nu red ve inkâr edebilsin!

Bu açıdan ateistin kabul etmeyip, inkâr ve reddettiği zihnindeki o sahte Tanrıyı biz de reddediyoruz ve “evet senin dediğin gibi bir Tanrı gerçekten yok, bu konuda müslüman olarak biz de sizinle aynı fikirdeyiz” diyoruz.

Burada konuyu değiştiriyoruz, münasebetini daha sonra kurarız. “Kuvvet” nedir? Rabbimiz’in ezelî ve ebedî “kudret”inin eşyada tecelli ve tezahürü olan “kuvvet” nedir? Biz “kuvvet ve enerji”yi göremeyiz. Böyle birşeyin varolduğu ve özelliklerini, eşya üzerindeki te’sir ve etkilerinden farkedebiliriz. Eşyada “şiddetli ışık, ses, patlama, parçala(n)ma” gibi tezahür ve etki, eser ve sonuçlarını görebiliriz. (Burada “bilmek ve inanmak”, “delil ve ispat” konularını hatırlamakta yarar var.) Yani “kuvvet” denilen şey; mecazî değil kelimenin tam anlamıyla “soyut ve manevî” bir varlık ve etkidir!

Hatta “kuvvet’ denilen şey (eğer varsa); enerji ve maddeyi zorlayıcı yaptırım sahibi başlıbaşına bir varlık ve etki mi; yoksa eşyanın uyduğu kural / programlardan biz mi “bir kuvvet ve enerji var” zannına kapılıyoruz!?” gibi bir soru ve haklı bir şüphemiz de var ve saklı tutuyoruz!

Mes’elâ; bir bilgisayar simülâsyon / oyun / programında, “havaya atılan taş, devamlı yukarıdan aşağı düşsün” diye bir program / kural / kod / algoritma yazmış olsak; burada taşın düşmesinin sebebi; o bilgisayardaki taşın “kütlesi” ve bilgisayardaki yerin “çekim kuvveti” mi!? Hayır, o oyunda böyle bir “çekim” ve “kuvvet”i yok, taşın da “kütlesi” yok! Yani taşın düşmesinin tek ve yegâne ve asıl sebebi: Bilgisayarda yazdığımız o “program / kod / komut / emir / kanun;” yani bizim istek ve irademiz ve böyle bir tercihte bulunmamız.

Bunun gibi; reel evrenimizde de taş, herhangi bir “kuvvet / enerji” sebebiyle değil de; Rabbimiz’in yazdığı ve uyguladığı bir program ve kural, kanun ve irade, iş ve emir sebebiyle hep yere düşüyor olamaz mı!? Yani biz bu program ve irade, emir ve komut gibi soyut ve manevî yaptırım ve emirleri göremediğimizden; “yerin ve kütlelerin itme – çekme kuvveti var; taşlar bu sebeple yere düşüyor, gezegenler bu sebepten düşmüyor” gibi yanlış bir akıl yürütme ve delil – ispat, neticelendirme üretmiş olamaz mıyız!? Yani yaptığımız bu gözlemleri, yanlış bir neden – sonuç ilişki ve etkileşimi olduğu inancına oturtarak; yanlış yorumlamış ve açıklamış olamaz mıyız!?

Reel Evren’imizi Sanal Bilgisayar Evreni’ne kıyaslama ve benzetmenin, yanlış ve abartılı bir benzetme olduğu düşünülebilir. Ama gerçek evrenimizde de, yapısal olarak ve hammaddeleri de aynı olan atomların, (sadece proton – elektron ağırlık / sayı ve uzayda dizilişleri farklı 100 küsur element / atomun;) bir bilgisayar komutu gibi çalışarak, değişik varyasyonlarla biraraya gelerek; Makro Evren Monitörü’nde kendilerinden farklı ve ayrı, hatta zıt özellik ve mahiyette varlıklar ortaya çıkmasına bakarsak; “Gerçek Evren – Sanal Evren” benzetme ve kıyasının abartılı olduğunu düşünmüyoruz; yanlış olduğunu ise hiç düşünmüyoruz!

Önceki haftalarda; yanıcı ve yakıcı ve patlayıcı ve doğada normâlde gaz hâlinde bulunan oksijen ve hidrojenin, Mikro’da biraraya gelerek, Makro Evren Monitörü’nde kendilerinden ayrı ve farklı, hatta zıt özelliklerde (yani sıvı ve soğuk ve söndürücü ve harareti giderici) “su” meydana getirmesi gibi “bileşik”ler, buna örnek olarak verilmişti. Bütün’ün, parçası’na indirgenememesi nedeniyle; aralarındaki ilişki ve sonucun mantıksal tabana oturmaması ve su’yun inşa ve yapıtaşı nedeni ile varlık nedeni ayrımının yapılması gereği konularını önceki haftalarda yazmıştık.

Hatta mevcut evrenimizde; gayet yanlış ve eksik bir ifadeyle “fizik – kimya kanunları, tabiât yasaları” dediğimiz bu “İlâhî Kural / Kanun, yani Emirler”in; bilgisayar komut ve programlarından fazla bir farkları yok. “Kütle” gibi madde’nin bazı özellikleri dahi (görünmeyen anlamında) maddî ve fiziksel özellik ve somut nesneler değil…

Sonuç: Demek sadece “madde”yi konusu olarak kabul edip, maddî varlık ve süreçleri açıklamak için “manevî ve soyut varlıkları” ve “bunların işlev ve rollerini” kabul etmeyen, hatta reddeden Bilim’in Bilimsellik Felsefesi; bu ateist ve materyalist inancının sonucu olarak herşeyi madde’ye irca ve indirgemeye çalışmaktan vazgeçmesi gerekli ve zorunlu…

Elhasıl biz “kuvvet”i ve kainatta uyduğu “kanunlar”ın varlığını; Rabbimiz’in “ilim – irade – kudreti”ni beraber tazammun eden “kün” emrinin eşyanın alıcı ve verici mahiyetinde olan “melekûtî yön / vechesi”nin imtisaliyle; eşyanın maddî ve fiziksel, yani “mülk” boyutunun da ister istemez o “melekûtî” boyutunun emrine uymasını gözleyerek biliyor ve anlıyoruz.

Örneğin: Suya “don” emrini “soğuk”un lisanıyla emrediyor ve vahyediyor Rabbimiz. Kâinatta geçerli carî “kanunlar”; itibarî ve vehmî ve zihnî olup, haricî vücud / mevcudiyetleri yoktur; dolayısıyle “kuvvet ve enerjileri” de yoktur. O hâlde bu “kanunlar”ın; madde’yi belli hareketlere zorlayan ve belli yönlere sevkeden, madde’nin özellik ve mahiyetini belirleyen “sebep ve etken” olarak kabul edilmeleri mantıksal olarak yanlış ve saçmadır!

O itibarî kanunlara had ve sınır çizen; yani mevcut kuvvetlerin o kanunlara uymasını sağlayan ve eşyayı da o kuvvetlere uymaya zorlayan; kuvvetlerin hamele ve taşıyıcı ve iletici, alıcı – vericileri; hatta bazen o kuvvetlerin bizzat kendileri “melekler”dir. Yani Arş’tan ferşe, semâdan arza; eşyaya uymaya zorunlu oldukları emir ve vahiylerin tebliğ ve nakli de “melekler” vasıtasıyla olmaktadır. Yani kâinattaki kuvvet ve enerjileri, belli kaide / kanun / program / demiryollarına uymaya sevkeden ve zorlayan ve o kuvvetlerin taşıyıcı ve hamele, nazır ve ileticileri ve bazen de bizzat kendileri; meleklerdir! Zaten “melek” kelimesinin etimolojik kökeni de; onların bu nezaret ve görevlerine imâ ve işaret, bu rollerini ihsas ediyor.

Peki kâinattaki her nevi “kuvvet ve enerji”nin kaynağı nedir; “madde” midir? Hayır. Rabbimiz’in “kudreti”nin eşyada tezahür ve tecellisine “kuvvet” diyoruz biz.

“Kanun” ve “melekler”den konu açılmışken; o “kanun” ve “melekler”in kardeşi olan ve “emir, kanun, irade” cinsinden olan “ruh”tan bahsetmemek olmaz. Kâinatta hareket ve bir nev’i canlılık ve şuur’u sağlayan “melekler” gibi; ruh’ta aynı görevi bedenimizin hareket ve canlılık ve şuur’unu sağlayarak yapıyor. Cansız yaprağın veya atomun hareket etmesi ve zikri; “rüzgâr” gibi, “melekler” gibi dışarıdan bir etkiyle sağlanması gibi biyolojik bedenimizin hareket etme ve canlılığı da (ama bu sefer içeriden) ruh’la sağlanıyor. (Ayrıca “vahiy” kelimesinin etimolojisinin de “hayat” ve “ruh”la bağlantılı olduğunu not edelim.)

Âyette geçen ifadesiyle; ruh’un “Rabbimiz’in emir’lerinden” olması; yani ruh’umuzun “irade, emir, kanun, program, kuvvet” cinsinden olması; sanki ruh’un bir bilgisayar komut ve programı gibi (harddiskteki programların diskin ağırlık ve hacim ve kütlesini arttırmadan, diskte çalışması gibi; yani bilgisayardaki yazılımın yer kaplamayan, bir nevi zamansız ve mekânsız olması gibi;) ruh’ta fiziksel bedenimizde yer kaplamayarak (yani o da bir nevi zamansız ve mekânsız) sanki vücudumuzun canlılık ve hayatîyetini ve şuurunu sağlayan bir nevi program ve ana işletim sistemine benzemekte. Âyette ruh’a “emir” denmesi; bende bilgisayar komut ve programlarını benzediği işareti oluşturuyor.

Bu arada ruh’un etimolojik olarak “rüzgâr”la aynı kökten geldiğini de not edelim. İnsana ruh üflenerek canlanması, İsa Âleyhisselâm’ın çamurdan yaptığı kuşlara üfleyerek kuşların canlanması mu’cizelerini de buna ekleyelim. Ayrıca “konuşma” ve “kelâm etme”nin de bir nevi üfleme cinsinden olduğunu da unutmamak gerek.

Biz konuşmamızla muhatabımıza emir ve komut vermemiz veya etki edip, birşeylere ikna etmeye çalışmamız veya sözlerimizin te’siriyle düşünce ve duygu ve davranışlarında değişiklik meydana getirmeye çalışmamız; yani irademizle muhatabımızın iradesinde değişiklik meydana getirmek için; muhatabımıza doğru yönelerek, ona doğru konuşmak; konuşarak havada belli dalgalanma ve ihtizazlar meydana getirmemiz, hep bir nevi “emir, irade, üfleme”ye girer.

Rabbimiz’n “kün, kûl” gibi emirleri de bir çeşit konuşma / kelâm ile gerçekleşmekte olup; bu emir ve iradenin sonucu olarak “havada, atomda, esirde, eşyada” hareket ve ihtizaz ve dalgalanmalar meydana gelmektedir. Televizyonumuzun kumandasının tuşlarına basarak (elektromagnetik dalgalar, wifi, bluetooth, infrared vs.) cansız televizyona bir takım emirler vermemiz ve yaptırmamız da; “ruh, irade, emir, komut, konuşma, rüzgâr, elektomagnetik rüzgâr, dalgalanma, melekler, kanun, ilim – irade – kudret, kuvvet, enerji, madde, canlılık, hareket, zikir” gibi konular bağlamında ele alınabilir…

Tekrar konuyu değiştiriyoruz, birbirleriyle ilgisiz ve kopuk görünen bu konuları sonradan bir üst kümede bağlayabiliriz. Hz. Âdem (Â.S.)’ın zelle / hatası affedildi ama davranışının sonucu ve fıtratında yaptığı tahribat veya değişiklik aynı kaldı ve ihrac edildiği konum ve makama tekrar idhal ve iade edilmedi. Eski hâline iade için dünyada çalışması istendi. Buradan çıkan sonuçlardan biri: Yani Rabbimiz biz insanların hata – günahlarını (pişman olup, tevbe – istiğfar edersek) affedip, amel defterinden silebiliyor ve siliyor ama bu günahın fıtrat ve kaderimizde yaptığı değişikliğin tamir ve bakımı için ayrıca çalışmamız gerekiyor! Demek iyi – kötü her amel ve davranışımızın dünyada da mükâfat veya cezası var!

Demek ki her türlü amel ve davranış, sevap ve günahların tek karşılığı sadece kabir ve ahirette değil; dünyada da sonuç ve karşılıkları var. Hatta en basit görünen davranış ve amellerimizin bile; gelecek neslimiz ve şu ân içinde yaşadığımız topluma da yansıyan sonuç ve karşılık, yankı ve etki, yansıma ve izdüşümleri var!

Tamam kimse kimsenin günahını yüklenmiyor ama “maddî özellik, kusur ve zaafların” DNA’yla gelecek nesillere aktarılması gibi; “manevî özellik ve fazlalık – eksiklikler” de aktarılıyor. Yani imtihan sorularımız ve avantaj – dezavantajlarımız, imkân ve risklerimiz; geldiğimiz nesille ve içine doğduğumuz toplumla belirleniyor. Cinsiyet, milliyet, maddî–manevî artı ve eksiler, zenginlik, göz rengi, zekâ gibi.

İrademiz dışı geldiğimiz soy ve içine doğduğumuz aile ve toplumla belirlenen bu imkân – risk ve sorularda; bizim irade alanımız içerisinde olan, sadece vereceğimiz cevaplar, verdiğimiz tepkiler! Yani göreceğimiz müfredat ve dersler ve imtihan sorularını biz seçmiyoruz ama vereceğimiz yanıtlar; doğru veya yanlış cevap vermek irade alanımız içerisinde.

Gene başka ama ilgili bir konu: Rabbimiz’in bize irade ve ihtiyar vermesinin en büyük hikmetlerinden biri, bence: O irademizi gene kendi irademizle O’na teslim ve iade etmektir! Burada, O’nun emir – yasaklarına uymaktan daha üst bir aşamayı kastediyorum.

Böyle bir insan anlar ki: O’nun cebir ve emir ve zorlamaları, kendi tercih ve istek ve hürriyetimizden çok daha hayırlı ve faydalıdır! Yoksa iş bize kalsa, ne isteyeceğimizi bile bilemezdik! Hatta başlangıçta, yani Daire–i İlim’de olduğumuz zamanlarda; yaratılmayı bile isteyemezdik! Çünkü ilim dışında vücud giyip, mevcud olmamıştıkki!

Bu âlemde böyle bir soruya faraza cevap verebilsek bile; doğru cevap vereceğimiz şüpheli; çünkü “vücud giyinip, mevcud olmak ve dünyaya hem de insan olarak gönderilmek ister misin?” sorusuna yanlış bile olsa bir cevap verebilmek için; “haricî vücud giyinip, mevcud olmak ve dünyanın nasıl bir yer olduğu ve insan olmanın nasıl birşey olduğu ve bütün bunların getirdiği imkân ve risk, zorunluluk ve sorumluluklar” gibi konularda bir bilgi, en azından bir tahmin ve fikrimiz olmalı ki kendimiz için en doğru cevabı verebilelim.

Yeri gelmişken, bu konuyla bağlantılı olarak: Rabbimiz sonsuz bir dünyada sonsuz yaşasak ve her çeşit sonsuz sınavlardan geçsek; hangi cevapları vereceğimizi, hangi davranışlarda bulunacağımızı, hangi sınavlardan geçer veya kalır not alacağımızı; yani olasılık ve ihtimâlleri “olmuş kesinliğinde” biliyor, bu bilgi ilminde saklı. Emin değilim ama, belki Rabbimiz bize, bu dünya ve ahirette; bizim sonsuzda olan bu “Potansiyel Davranış Motifi” ve “Amel Terkibimiz”e, Sonsuz’da oluşan bu “Girişim Deseni”mize göre muâmele ediyor ve edecek ve buna göre Cennet veya Cehennem ve derecelerine yerleştirilecek olabiliriz!

Yani Sonsuz İlm–i İlâhî’deki, “Sonsuz Ayhan Davranışları”nın terkip ve karşılık ve sonucu olarak, ahirette ve dünyada en münasip karşılıkları alıyor ve alacak olabiliriz! Dünyada başımıza gelenler ve kabir ve ahirette alacağımız ceza ve mükâfatlar, sadece bu dünyadaki 50 – 60 senede yaptığımız sınırlı davranışların karşılık ve sonucu olmayabilir. Sonsuz İlm–i İlâhî’deki, Sonsuz Ayhanlar’ın, Sonsuz Adl–i İlâhî’de yaptığı etki veya sonuca göre; bize dünyada ve ahirette karşılık verilip, muâmele ediliyor / edilecek olabilir. Hem belki, öbür âlemde ebedî yaşayacak olmamızın ve alacağımız ceza ve mükâfatın da ebedî olmasının bir sırrı hikmeti de belki budur!

Zaten zaman ve mekândan münezzeh, ezelî ve ebedî olan Rabbimiz’in mahlûkatına nazar ve muâmelesi; bizim “dünya”da ve “şimdiki zaman–mekân”la sınırlı ve sonlu mevcudiyet ve davranışımıza bakarak olması mümkün değil! Biz bile geçmişten beri tanıdıklarımıza o geçmişte yaşadıklarımızı hafızada tutarak davranıyoruz; o tanıdığımıza davranış ve tutum ve hislerimizi, şu ândaki sohbetimizdeki davranışlarıyla belirlemiyoruz yani.

Bu ihtimâlin doğru olması tahminimiz eğer doğruysa; buradan “Kader ve Kaza, Hayır ve Şer” gibi konulara bir açılım çıkabilir. Hatta “Kötülük / Teodise (Şer) Problemi”ne de belki bir çözüm ve açıklama çıkabilir. Mes’elâ ma’sum bir bebeğin gördüğü fecî zulüm; o bebeğin (eğer ölmeyip) Sonsuz Yaşasaydı ve Sonsuz Çeşitte İmtihanlar’dan geçseydi çıkan sonuca göre; Rabbimiz’in Adalet ve Hikmet ve Rahmetiyle o bebeğe “şimdi”de uygun gördüğü en hayırlı “karşılık” veya “ceza” ve belki o bebek ölmeyip, yaşasaydı; küfre girip, Cehennem’e gitmesine engel olan bir “mükâfat” bile olabilir!

Kameramızla dünyanın şimdisi’nde yakın çekimde yaptığımız bir filmde; bir adamın koşarak olanca gücüyle başka bir adamı itip, önündeki çukura attığını gördüğümüz sahnede, zulüm ve şer olarak algıladığımız bu olay; kameranın açısını genişletip, sahnenin devamını izlediğimizde; o kişinin o kişiyi olanca gücüyle çukura itmekle, halbuki o insanı yukarıdan aşağıya düşen bir piyanodan veya çarpmakta olan bir otomobilden kurtarmaya çalıştığını göreceğiz. Elhasıl sonsuzda nasıl bir iz bıraktığımızı bilmiyoruz.

Burada anlattıklarımıza hem bir delil ve hem de bir örnek olarak; “Hızır Âleyhisselâm’ın ma’sum bebeği öldürme hâdisesi”ni verebiliriz. Bu hâdise; “gelecekte olacak bir hâdisenin, geçmişe etki ederek, olmasının önüne geçilmesi” olarakta okunabilir veya “Rabbimiz’in ilminde bulunup ama dünyada bilfiil gerçekleşmemiş bir davranışın, karşılığının verilmesi” olarakta okunabilir… (Doğrusunu Rabbimiz bilir.)

“İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları”nın üçüncü ve son kısmına haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu / 29.Ocak.2016