Etiket arşivi: başa gelen belalar

Musibeti Biz mi Davet Ediyoruz?

Hayatta her şey bir sebep sonuç ilişkisi ile cereyan etmektedir. Allah, eşyayı yaratırken “Hakîm” yani hikmetle iş yapar sıfatı gereği her şeyi bir sebebe bağlayarak icat eder. Yaşadığımız musibetlerin başa gelme sebebini bu esasa dayanarak araştırılmasında evvela kendi davranışımızı kontrol etmeliyiz. Kendi davranışımızı kontrol ettiğimizde dışarıdaki davranışlar da büyük ölçüde denetlenmiş olur. O zaman soruyu şöyle ifade edelim: Hangi davranışım bu musibetin başıma gelmesini davet etti?

En mahrem ve özel duygu ve düşüncelerimizle kendimize cevap ve hatta hesap vermeliyiz bu makamda. Dinleyeni ve seyredeni olmayan bir konumda elbette ikiyüzlülüğe, yalana ihtiyaç duymadan dürüstçe cevabımızı veririz. Bu muhasebenin hâkimi vicdan olunca kaçacak yerimiz olamaz, değil mi? İşte bu sahnede mazideki davranışlarımızı gözden geçirmeliyiz. Hangi halimiz kusurlu idi de bu musibeti başımıza musallat etti? Bu arayış, cevaba yaklaştırır diye düşünürken bir de geleceği düşünmeliyiz.

Başımıza gelen musibet ile Rabbimiz, bizi önce sabır imtihanına tabi tutuyor da sonra mükâfatını mı verecek, acaba? Bu düşünce masumdur, suçu başkasına havale edici değildir ve hikmet arayıcıdır. Arayan Mevlasını bulur prensibine dayanarak başa gelen musibete bir sığınak da bulunmuş olur. Acaba şimdi yaşadığım musibet ile Rabbim beni sabırlarla terbiye ederek, kusurlarımın farkına varıp gittikçe daha güzel insan olmamı mı istiyor? Bu durumda bana düşen daha dikkatli olmaktır, böylece içerisinde bulunduğum sıkıntıyı tedbirlere dikkat etmekle aşabilirim inşaallah, demeliyiz. Bu derin muhasebeli duygular insanı daha dikkatli olmaya, daha sabırlı olmaya yönlendirirken yaşama sevincimizin heyecanını da artırır.

Yapılan muhasebeden, yaşanan hadiselerden anlaşılan o ki musibet şerrin kendisi olmadığı gibi bazen saadete de sebep olabiliyor. Yaşanan musibetin ardından o musibeti davet edici hatalar anlaşılıyor ve artık tekrarlanmıyor, bu da saadete vesile oluyor. O halde her içerisinde bulunduğumuz musibeti yaşarken ondan ders çıkarmaya gayret edip, azimle dikkatle ve özenle önümüzdeki hayatta doğru davranışlarda bulunmayı hedeflemeliyiz.

Saadetin de zaman zaman musibeti davet ettiğini biliyor musunuz? Yaşanan saadet, bizi dikkatsizliğe, gevşekliğe ve hatta tembellik gibi tedbirsiz davranışlara sevk ediyorsa felaketi uzaklarda aramamak lazımdır. Bundan alınacak ders, yaşadığımız saadetin düzenli ve huzurlu devamının şartlarına, kurallarına dikkat etmek olmalıdır.

Şimdi başa gelen musibetin evvelini ahirini böyle değerlendirmenin ardından beni bu imtihanlarla terbiye ederek daha güzel insan olmaya yönlendiren Rabbimi sevmeye, O’na şükretmeye nefsimden gayri engel kaldı mı? Nefis öyle bir engel ki anlatmaya çalıştığımız tedbirsizlikleri tembellikle yapmayan, bulduğu rahat ortamı da çalışmamakla hatalar yapıp musibeti çeken değil midir sorarım kendime!

Ne dersiniz?

Mehmet Çetin

mehmetcetin.de

Başımıza Gelen Musibetlere Kur’anî bakış…

Kur’an’da geçen peygamber kıssalarında önemli dersler vardır. Özellikle ikisinde bize musibetler üzerinden mühim dersler verilir ki bunlar Hz. Yunus (a.s.) ile Hz. Eyyub (a.s.) kıssalarıdır. Bu kıssalardan alınması gereken mesaj şudur: Musibetler, hal diliyle konuşan ve bizleri uyaran mesajlarla doludur. O mesajları iyi algılamak ve onlardan gereken dersi almak gerektir.

Musibetler, hal diliyle konuşan ve bizleri uyaran mesajlarla doludur. O mesajları iyi algılamak ve onlardan gereken dersi almak gerekir. Aksi takdirde musibet bir iken ikileşir, katlanır, hatta gafletle bizi yutan bir isyana dönüşebilir.

Kur’an’da geçen peygamber kıssalarında önemli dersler vardır. Özellikle ikisinde bize musibetler üzerinden mühim dersler verilir ki bunlar Hz. Yunus (a.s.) ile Hz. Eyyub (a.s.) kıssalarıdır. Üstad Bediüzzaman’ın Birinci ve İkinci Lem’alarda ele aldığı bu kıssalardan alacağımız bazı dersleri özet halinde kaydediyoruz. Tafsilat için adı geçen Lem’alar kitabına müracaat edilmelidir.

Hz. Yunus (a.s.) otuz üç yıl kavmini Hakka davet etmiş, ama bir kişi dahi kendisine iman etmeyince kavmini terk ederek cezalandırmak istemişti. Çünkü bir peygamberin kavmini terk etmesi o kavme azap gelmesine sebeptir. Fakat bu terk ilahî izin gelmeden olduğundan, Hz. Yunus (a.s.) Allah tarafından musibete uğramıştır. Ülkesini terk etmek üzere bindiği gemi hareket etmeyince, o günün inancına göre gemide “Efendisinden kaçmış bir köle!” olduğu söylenerek, bu kölenin Hz. Yunus (a.s.) olduğu kanaatine varılmış ve gece vakti dalgalı denize atıldıktan sonra, gemi yoluna devam etmiş. Büyük bir balık Hz. Yunus (a.s.) yutmuş!

Gece, dalgalı deniz ve milyonlarca balıktan bir balık! Bütün bu sebepler kurtuluş esbabını tamamen ortadan kaldırmıştır. Hz. Yunus (a.s.) başına gelen bu musibetin hikmetini anlamış olduğundan ve bütün dünyanın kendisine yardım etmesi halinde bile kurtulmasının imkânsız olacağını idrak ettiğinden dolayı, tam bir teslimiyetle Rabbine yönelmiş, “Senden başka beni kurtaracak, bana yardım edecek, merhamet edecek, fayda verecek hiç kimse yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Aslında bu başıma gelen, Senin takdirin ve kudretinledir. Ama suç benimdir, benim yüzümdendir. Çünkü ben nefsime zulmedenlerden oldum. Ben buna hak kazandım, kusur bendedir. Sen Sübhan’sın ya Rab!” demiştir.

Bu ilticanın ona süratli bir kurtuluş vesilesi olmasının pek çok sebebi zikredilebilir. Belli başlıları şunlardır:

Evvela, Hz. Yunus’un (a.s.) bu ilticası muztar durumda yapılan bir ilticadır. Muztarın duası ise makbuldür.

İkincisi, duası en yüksek ve halis bir tevhit sırrı içinde yapılmıştır. Çünkü o anda Allah’tan başka imdadına gelecek hiçbir sebep kalmamıştır.

Üçüncüsü, Hz. Yunus (a.s.) kaderi ve başkalarını suçlamayıp doğrudan doğruya nefsini suçlamıştır. Suçu kendi nefsine almış, böylece Allah’ı takdis ve tenzih ederek onun merhametini celb etmiştir.

Bu kıssadan alacağımız dersler var. Evvela, başımıza gelen musibetlerde başkalarından önce kendimizi suçlamalıyız. “Ne kusur işledim de başıma bu musibet geldi?” demeliyiz. Asla kaderi suçlayıp isyan tavrı içine girmemeliyiz. Çünkü musibette kendimizi sorgulamak yerine, kaderi tenkit edip isyan etmek musibeti ikileştirir ve Allah’ın dergâhından uzaklaştırır. Oysa kudret ve rahmetiyle musibeti kaldıracak olan Allah’tır. Onun kapısında acz ve kusuru itiraf ederek durmak ve o kapıdan ayrılmamak gerektir. Ta ki, onun rahmet ve kudreti celb edilsin. Aksi takdirde aciz varlıklardan medet beklemek, o huzurun edebine aykırı olduğu gibi, gizli şirke düşmek ihtimali vardır. O zaman rahmet ve kudret, “Haydi bakalım, medet beklediklerin sana yardım etsin!” dercesine adeta nazlanmaya ve çekilmeye başlar. Ve musibet, bizi Allah’a yaklaştıracak kamçı olacakken, O’ndan uzaklaştırır. İşte asıl musibet, bu şekilde dine ve itikada gelen musibettir. Bizi Allah’tan uzaklaştıran musibettir. Çünkü dünyevî musibetler çok olsa yüz senelik dünya hayatını tehdit ederken, dinî ve imanî musibetler sonsuz bir hayatın saadetini tehdit ederler…

Yunus’un (a.s.) balığı maddî bedenini yutup yok etmeye çalışırken, bizim günahlarımız ebedi bir hayatı sıkıp mahvetmeye çalışıyor. O halde Yunus (a.s.) münacatına biz ondan yüz kat daha muhtacız. Her an o mübarek peygamberin lisanıyla bu duayı okuyalım ve “La ilahe illa ente sübhaneke innî küntü mine’z-zalimin” diyelim…

Musibetin sabır yönü

İkinci örnek “sabır kahramanı” Hz. Eyyub’dur (a.s.). Bilindiği gibi üst üste gelen musibetler ve hastalıklardan sonra Hz. Eyyub (a.s.) öyle bir hale gelir ki, hastalığın yaraları bütün vücudunu sarar. Ancak o, Allah’tan geldiğini düşünüp sabreder ve asla “ah of” deyip şikâyet etmez. Fakat yaralar ne zaman diline ve kalbine ilişir, o zaman, “Ya Rab! Bu hastalık artık dille Seni zikrime, kalben Sana kulluğuma engel olmaya başladı” diye şikâyet eder. Dikkat edilirse bu şikâyet kendi rahatı için değil, kulluğuna zarar verdiği içindir, “Rabbi innî messeniye’d-durru ve ente Erhamü’r-Rahimin”, “Rabbim bu hastalığın zararı işte asıl şimdi bana dokundu. Sen Erhamü’r-Rahimin’sin” demiştir. Onun bu saf, halis, samimi, sırf Allah rızası için yaptığı münacatı kabul edilmiş ve Allah ona içtiği bir su ile harikulade bir şekilde şifa vermiştir.

Bu kıssadan da alacağımız pek çok hisse vardır:

Birincisi: Hz. Eyyub’un hastalığı kısa dünya hayatını tehdit ediyordu. Bizim günahlardan gelen manevî hastalıklarımız sonsuz bir hayatı tehdit ediyor. O halde onun yaptığı bu münacata biz ondan bin defa daha muhtacız.

İkincisi: Musibetler karşısında insanın şikâyet etmeye hakkı yoktur. Çünkü bu vücut Allah’ın mülküdür, mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder.

Üçüncüsü: Hayat, musibet ve hastalıklarla olgunlaşır, gelişir, tasaffi eder, vazifesini yapar. Sürekli istirahat halinde geçen monoton hayat, esasında şerlerin kaynağı olan yokluğa daha yakındır.

Dördüncüsü: Dünya madem imtihan meydanıdır. O halde hastalık ve musibetler, sabretmek ve sevabını Allah’tan ummak niyetiyle kulluğa kuvvet verir. Çünkü ibadet iki kısımdır. Biri müspet, biri menfi. Musibete uğramış insanın aczini idrak ederek Allah’a yönelmesi menfi ibadettir.

Şükür nimeti ziyadeleştirdiği gibi, şikâyet ve sabırsızlık da musibeti artırır, merhamet liyakatini ortadan kaldırır.

Tekrar edecek olursak, asıl musibet dine gelen musibettir. Böyle bir musibetten her vakit Cenab-ı Hakkın dergâhına sığınıp feryat etmek gerektir. Dinle ilgili olmayan musibetler, Rahman’ın ihtarı, hatta bazıları Rabbin iltifatı sayılır. Çünkü bir hadis-i şerifte, “Bir ağacı silkeleyince meyveleri nasıl düşerse, hastalığın verdiği acı ve titremeden de günahlar öyle dökülür.”

Rabbim, dünyanın imtihan meydanı, hizmet ve meşakkat yeri olduğunu, ücret ve mükâfat yeri olmadığını unutturmadan, hayatımızı tanzim etmeyi bizlere nasip eylesin ve musibet ve hastalıklarımızı, ebedi hayatımızın parlamasına vesile eylesin. (Âmin!)

İhsan Atasoy / Moral Dünyası Dergisi

Her musibet kendi günahımızın sonucu mudur?

Başınıza ne musibet gelirse, kendi elinizle işledikleriniz yüzündendir. Üstelik günahlarınızın birçoğunu da Allah affeder. (42:30)”

”Ben 35 yaşımdan beri 20 yıldır OKB, vesvese hastasıyım. Yukarıdaki ayeti okuyunca “Bu hastalık benim günahım yüzünden olmuş” diye mi düşünmem gerek? Bir de sakat doğan çocuklar var, onların günahı yok… Ya da bir yaşında yanan bir çocuğu düşünürsek… Başına bir dert gelmiş ama günahsız; nasıl anlamamız lazım? Bu ayete göre, “Bazı musibetler sizin yaptıklarınız yüzünden başınıza gelir” denilmemiş, “hepsi” denmiş… (Elif)”

Bu âyeti iki şekilde anlamak mümkün.

yıldırım şimşekBirincisi: insanın başına gelen musibetler, kendi eliyle işlediği günahların sonucudur. Üstelik Allah birçok günahı baştan affediyor. Yoksa her hatanın karşılığı dünyada verilseydi, insan felaketten felakete sürüklenirdi.

Peygamberimiz, bu âyeti Hz. Ali’ye şöyle açıklıyor: “Ey Ali, sana bu âyeti tefsir edeceğim: Dünyada iken sizin başınıza gelen bir hastalık, bir musibet veya bir bela sizin kazandıklarınızdandır. Allah, âhirette ikinci kez cezalandırmayacak kadar Halim’dir. Dünyada iken bağışlamış ise Allah bağışladıktan sonra tekrar dönmeyecek kadar Kerim’dir.”

Âyetin ikinci anlamı da başa gelen musibetler ya insanın sabrının sınanması, ruhen olgunlaşması, sevap ve yüksek mertebeler elde etmesidir veya günahlarının bağışlanmasına vesiledir.

Bu âyet nazil olduğunda Peygamberimiz şöyle buyurmuştu: “Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bir kamışın yaralanması, bir damar seyrimesi, bir ayak sürçmesi mutlaka bir günah yüzündendir. Allah’ın onlardan bağışlaması ise daha çoktur.”

Sizde vesvesenin olması, sizin bir günahınızın sonucundan öte, Allah’ın bir sınamasıdır, bir imtihandır, bir sabır denemesidir. Vesvese şeytandan olduğuna göre, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmaktır; bu yönüyle ibadettir, sevap kazanmanıza bir vesiledir.

Vesveseyi, şüphe ettiğin bir şeyin aslını öğrenmeye sebep olduğu için Peygamberimiz, “Vesvese imanın ta kendisidir” buyurarak meselenin bu yönüne de işaret eder.

Vesveseden kurtulmanın en pratik yolu, önem vermemek, üzerinde durmamak, gözünde büyütmemek, korkmamak, endişeye düşmemek, onu şeytandan gelen bir kuruntu olarak bilip Allah’a sığınmaktır.

Bazı çocukların sakat doğması veya bir yaşındaki bir çocuğun yanması gibi musibetleri farklı düşünmek gerekir.

Bu çocukların hiçbir suçu ve günahı yoktur. Bir kere her şeyin sahibi Allah’tır. Yüce Allah yarattığı bir varlık üzerinde istediği gibi tasarruf eder. Bunun mutlaka bir hikmeti, kaderî bir boyutu vardır.

Bir an için kendi tasarrufumuz altındaki varlıklar üzerinde istediğimiz işlemi yaptığımızı düşünelim:

Tavuğu alıyoruz, kesiyoruz, etini pişiriyoruz, misafirlerimize ikram ediyoruz. Tavuğa haksızlık mı etmiş oluyoruz?

Kuzuyu tutup kesiyoruz, etini kebap yapıyoruz, kuzuya eziyet mi ediyoruz?

Bütün bu soruların tek bir cevabı var: Hayır, iyi yapıyoruz.

Neden mi? Çünkü bu varlıklar bizim için yaratılmış, istediğimiz gibi onları kullanabiliyoruz.

Çocukların başına gelen musibetler de bir zulüm ve haksızlık değildir. Onlar için bir azap ve eziyet hiç değildir.

Çünkü onları yoktan var eden Yüce Allah’tır. Rahmeti, şefkati ve sevgisi ile yaşatan da O’dur.

Allah onları daha çok seviyor ve daha çok düşünüyor. Onlara hastalık, kaza ve musibet gibi bazı sıkıntılar veriyorsa, daha büyük sıkıntılardan kurtarıyor. Hayatın zorluklarına alıştırıyor. Daha çetin ve zor engelleri aşmak için bir geçiş oluyor.

Zaten hayatın başına gelen her şey güzeldir. Önemli olan kimden geldiğini bilmektir.

Mehmet PAKSU