Etiket arşivi: Çetin Kılıç

Gözyaşı

TDK na göre yazılışı birleşik olmalı “göz yaşı” şeklindeki yazım ise imla hatasıdır. Gözyaşlarının merkezi limbik sistemimizin gözdesi hipotalamus ile otonom sinir sistemimizdir. Asetilkolin adlı nörotransmitterler lakrimal sistemi (gözyaşı oluşumunu sağlayan sistemin genel adı) harekete geçirerek gözyaşı üretimini sağlar. Bu üretime neden olarak stres, mutluluk, öfke, fiziksel acı ve duygusal dengesizlikler örnek gösterilebilir.

Gözyaşı Biyolojik sıvıdır, omurgalıların göz boşluğundaki bezlerin salgıladığı, gözlerin temizlenmesi ve nemlenmesini sağlayan berrak, tuzlu sıvıdır. Keder, sevinç ve korku gibi güçlü duygular; gülme, göz kaşıma veya esneme, gözyaşı salgılanmasının artmasına ve neticesinde ağlamaya sebep olabilir.

Shakespeare, “Ağlamak üzüntünün derinleşmesini önler” diye yazmış, Amerikalı yazar Lemony Snicket ise bu konuda şöyle demişti: “Bilin ki uzun bir ağlamanın ardından durumunuzda hiçbir değişiklik olmasa da kendinizi daha iyi hissedersiniz.”

Ruh sağlığı yerinde olan insanlar gerektiğinde ağlar ve başkaları ağladığında da anlayışla karşılar. Ağlayabilen insanlar strese bağlı hastalıklara karşı daha dirençli olur ve daha geç yaşlanır. Ne yazık ki erkeklere daha çocukken ağlamanın zayıflık olduğu öğretilir. Derin duygular gerçekte gücü temsil eder. Derin sevgiler olmadıkça, derin acılar ve gözyaşları da olmaz. Ressamda bulunan resim yapma kabiliyeti, manevidir, maddi değildir. Ancak, başkasına gösterebilmesi için, maddi bir aynaya yansıması lazımdır. Yapılan resimler, manevi olan resim kabiliyetinin maddeye yansımasıdır. Aynen öyle de, Allah’ın bütün isimleri ve her isimde bulunan, cemal ve kemal, manevidir; maddi bir aynaya yansımadan anlamamız mümkün değildir. Allah’ın rezzakiyetini ancak nimetlerin aynasında görebiliyoruz. Buradan da anlaşılacağı üzere gözyaşının akan bir sıvıdan öte manevi bir yanı vardır.

Ana rahminden dünyaya geldiğinde çocuktan beklenen ilk şey ağlamasıdır. Aylarca ana rahmini umut yuvası olarak tutan bir annenin çocuğundan ilk beklentisi ağlaması olur. Şu dünyanın garipliğine bak, annenin gülmesi için çocuğun ağlaması gerekiyor. Çocuğun ağlama sesini duymayan anne ağlamaya başlıyor bu sefer. Birinin gülmesinde öbürünün ağlaması var. Birinin ağlamasında öbürünün gülmesi var.

“Allah’ı anarken, Allah korkusu ile gözünden yaş akana, kıyamette azap olmaz.”
“Allah korkusu ile ağlayan göze, Cehennem ateşinin dokunması haramdır.”
“Sağılan süt, tekrar memeye girmediği gibi, Allah korkusundan ağlayan da ateşe girmez.”
“Ağlayın, ağlayamazsanız, kendinizi zorlayın, hüzünlenin! Kıyametteki azabın dehşetini bilseniz, ayakta duramayacak hâle gelinceye kadar namaz kılar, sesiniz kısılıncaya kadar ağlarsınız.”

Yüce dinimizin ağlayan Müslümanlara böyle müjdeleri var. Riyazüs Salihin’de geçen bir hadisi şerif; Peygamberimiz(sav) buyururlar ki
-Sizden önceki ümmetler zamanında o zamanın ümmeti Peygamberine geldi dedi ki
– Ben ne günah işlediysem Allah hiçbir şey yapmadı bana, niye acaba onu sor bir Allah’a, Allah vahi gönderdi o Peygambere
-Ona deki ondan gözyaşını aldım bundan büyük ceza yok.
Evde sabah namazına herkesi kaldıran baba beş yaşındaki çocuğu da kaldırıyormuş.
Anne
– Çocuğu ne kaldırıyorsun bak her seferinde ağlıyor deyince
Baba
-Seherlerde ağlamaya alışsın demiş.
Çocuğu ölen annenin ağlamışıyla soğan doğrayan annenin ağlaması bir olmaz soğuktur soğandan ağlayanın gözyaşı sıcak olur içi yananın ağlaması. Gözyaşı insan olmanın alametidir, insanoğluna verilen birçok latife üzüntüyü çeker, mustariptir insan. Bu dünya aşağıları aşağısıdır, bu dünya gülmek yeri değil hüzün yeridir, Peygamberlerin hangisi keyfetti. Samimi ağlamak insana hastır. Hasan Harekeni hazretleri Allah ağlayanlar sever buyurmuştur.

Şair Şirazi, Dünyada kimse gamsız olamaz olmuşsa eğer bilin ki Âdem evladı değildir. Diyor. Bir erkek, bir çocuk, bir kadın; Bunlardan bizi etkileyen en çok erkeğin ağlamasıdır, erkek ağlarsa ciddi bir şey var kanaati oluşur insanda. Kalp, feyiz, söz ve gözyaşı; En somut en tesirlisi gözyaşıdır şüphesiz Ağlayamamak merdut olmanın, kalp mühürlenmesinin alametidir. Ağlamayan insan yoktur. Ağlamak için herhangi bir nedenimizin bile olmasına gerek duymayız bazen.

Romalı şair Ovid
-Ağlamak rahatlatır, üzüntü gözyaşıyla akıp gider diyor.

Rivayete göre Hz. Âdem cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirilince, işlediği günaha o kadar çok ağlamıştı ki bütün melekler ona acımışlardı. Sonunda bu kadar çok ağlaması affedilmesini sağlamıştı.
Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Ya‘kub’un sevgili oğlu Yûsuf’un hasretiyle çok ağlamasından dolayı gözlerine perde indiğini haber vermektedir. Bütün semavî dinlerde aşırı derecede gülmek hoş karşılanmamış, buna karşılık ağlamak tavsiye edilmiştir. Nitekim Kur’an da az gülmeyi, çok ağlamayı tavsiye eder.

Hz. Peygamber, “Benim bildiğimi siz bilseydiniz az güler çok ağlardınız”

İslâm’da bedenî, ailevî, dünyevî felâket ve acılara ağlamayıp sabır ve tahammül göstermek tavsiye edilmekle birlikte, bu durumlarda taşkınlık yapmadan ağlamak yasaklanmamıştır. Buna karşılık nevha yani isyanı andıracak şekilde bağırıp çağırarak, saçını başını yolarak ağlama kesin olarak haram kılınmıştır. Kalben üzülmek ve gözyaşı dökmekte ise dinen mahzur yoktur. Nitekim Hz. Peygamber, oğlu İbrâhim’in ölümüne ağladığı için kendisine hayretini ifade eden bir sahâbîye, “Kalbimizde acı, gözümüzde yaş var; ama dilimiz Allah’ın rızasına aykırı bir söz söylemez” buyurmuşlardı.

Hz. Peygamber, “Kur’an hüzünle nâzil oldu” buyurarak onu okurken veya dinlerken yerine göre hüzünlenmeyi ve ağlamayı tavsiye etmiştir. Hz. Ömer, kız kardeşi Fâtıma’nın evinde dinlediği âyetlerin tesirinde kalarak ağlamış ve Müslüman olmuştu. Riyadan ağlamaklar konumuzun dışındadır.

Çetin KILIÇ

Kaynaklar;
sosyaldoku.org
Dr.Ömer Demirbağ
Canveren pervaneler diyanet tv
Bbc.com
İslam ansiklopedisi
Düşünbil.com
e-psikiyatri
Sorularlarisale

Uyan Ey Müslüman, Uyan Ey Türk

Bitsin bu kardeş kavgaları, dursun bu akan kan, ölmesin artık Müslümanlar, hele hele Müslümanlar birbirini öldürmesin artık. Avrupa’nın birçok ülkesinde sınırlar dahi kalmışken İslam ülkelerinde durum çok acı, her yer savaş alanı, her yer kan gölü, her yer barut kokusu. Çarşı, Pazar, okul, alış veriş şöyle dursun hayatta kalmak bile çok zor, orada yaşayan insanlar ne zaman nerede bomba patlayacak, ne zaman nereden bir füze gelecek diye endişe içindeler, sokağa çıkıp eve geriye sağ gelebilmek bile çok zor. Dikkat buyurun bunlar hepsi Müslüman, bunlar aynı Allah’a, aynı peygambere, aynı kitaba inanan aynı kıbleye dönüp namaz kılan insanlar.

Kardeşine silahı doğrultup tetiği çekerken” bismillah” diyerek çekiyor, ölen kardeşi de kelimeyi şahadet getirerek ölüyor. Adam canlı bomba olmuş patlayacak öldüğünde hurilerle dirilecek zannediyor, onu Peygamberi karşılayacak zannediyor. Çanakkale’de böyle olmadı mı? Müslüman ülkelerden toplanan askerler İslam elden gidiyor diye Çanakkale’ye getirilmedi mi? Taki Türk tarafından ezan sesi duyana kadar küffarla savaştıklarını zannediyorlardı.

Bu kâfirler, bu Siyonistler bu oyunu Hazreti Ali efendimizle Hazreti Aişe validemiz arasında olan savaşta da oynadılar, birtakım hile ve yalanlarla Müslümanları birbirine kırdırdılar. Hiç bitmeyen oyunlarını bu gün yine sahneye koydular, aynı yerde çocuklarını arayan annelerin, birbirine sarılıp ağlayan annelerin, aynı davaya baş koymuş annelerin, aynı acıyı yaşayan annelerin çocukları birbirini öldürüyor, birinin çocuğu asker, birinin çocuğu polis, diğerinin çocuğu dağda terörist.

Bütün bu olumsuzlukların çok sebepleri olabilir fakat bu sebeplerden biride menfi milliyetçilik fikri. Bediüzzaman hazretleri ” Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar.” Buyuruyor. Milliyetçiliğin bir kısmı olumsuz kötü ve zararlıdır. Taraflar birbirine düşmandır birbirine kötülük beslerler ortalık hep keşmekeş karmakarışıktır. Ortadoğu’nun hali buna şahittir.

İslâm, Cahiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyş’li bir efendi arasında hiçbir fark yoktur. İslâm dini, kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır. Bu sözler Peygamberimiz (sav) ait sözlerdir. Peygamberimiz(sav)’in bu sözlerinden de anlaşılacağı üzere İslam menfi milliyetçilik fikrini, ırkçılığı kabul etmiyor. Çünkü müspet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.

Acaba hangi millet ve ırk ’tan dünyada iki milyar var oysa İslam milleti Müslüman sayısı dünyada iki milyar belki daha fazla, şu millet bu millet diyeceğine İslam milleti deki iki milyar ebedi kardeşin olsun.(“ebediliğe” dikkat çekmek isterim) Sana sen şusun sen busun diyen Avrupa’da bu fikir ne kadar revaçta ne kadar taraftar buluyor, hiç!!, Adamların para birimi bile tek, Hollanda’dan metroya binen biri Almanya’ya geldiğini bile anlamıyor çünkü sınır kapısı yok. Ortadoğu’nun her hangi bir ülkesindeki insan aynı rahatlık konfor ve emniyet içerisinde aynı ülke içindeki yakın kasabaya gidemiyor.

Dünya üzerinde kim menfi milliyetçilik, menfi ırkçılık fikriyle ortaya çıkmış, böyle cemiyetler kurmuşsa hepsi ecnebilere yem olmuştur. İkinci meşrutiyetin ilanıyla ülkemizde de hürriyetçilik fikriyle böyle akımlar olmuş, etnik kökenler gündeme getirilmiş, ayrı dil konuşulsun istenilmiş, ama bütün bunları isteyenler, ecnebinin oyununa gelenlerin hepsi, hem kendileri çok zarar görmüş hem ülkemize, topraklarımıza, insanımıza çok zarar vermişler. Müslüman ülkelerinde insanları birbirine yabancılaştırmak birbirlerine düşman etmek öyle bir felakettir ki tarifi mümkün değil, hali hazırda İslam ülkelerinin hali buna şahit. Böyle divanece fikirler sadece düşmanlarımıza yarar.

Üstad Bediüzzaman hazretleri ” Büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle(tehlikelerle) beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!” Diyor.

Müsbet milliyet ise toplumun ihtiyacından ileri gelir yardımlaşmaya dayanışmaya sebeptir birbirlerinin çıkarlarına yararlarına fayda sağlar birbirlerine kuvvet verir. Üstad “Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyet’e hâdim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli.” Diyor. Çünkü İslamiyet kardeşliğinin içinde binler kardeşlik var, sadece dünyada değil kabirde, berzahta, ahirette, cennette hep kardeşiz. Ne kadar kuvvetli olursa olsun dünyadaki kardeşlik dünya için kardeşlik İslam kardeşliğinin yanında çok küçük kalır.

Üstad” Onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.” Yine “İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ “Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.”( Mâide Sûresi, 5:54) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.”Buyuruyor.

Müslüman milletleri içinde en fazla Türk milletidir, dünyanın her tarafındaki Türkler Müslümandır Türkler diğer milletler gibi Müslüman ve gayri Müslüm diye ikiye ayrılmaz nerede Türkler varsa nerede bir Türk topluluğu varsa Müslümandır, Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). “Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslamiyet’le imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik yani ayrılması mümkün değil. Tefrik etsen birbirinden ayırsan, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin(övünçlerin) İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme. Diyen Bediüzzaman Hazretlerinin tavsiyesine bu gün her zamankinden daha da muhtacız.

Çetin KILIÇ
Kaynak;
Risalei Nur Külliyatı

Hadis-i Şerifleri İnkar Edenlere

Peygamber Efendimiz (sav)’in hayatına uymak her Müslümanın görevidir, Peygamber Efendimiz (sav)’e uymak demek, onun hayatını bilmek demektir. İslam’da sünnet,sahih hadis, teşriin ikinci kaynağıdır. “Hayır, hayır! Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilâf ettikleri meselelerde seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça, iman etmiş olmazlar.”(Nisa, 4/65)

“O kendi heva ve hevesiyle konuşmuyor. O, kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.”(Necm, 53/3-4) “Allah ve Resulu bu işte hüküm verdiği zaman, artık mümin bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulune karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur” (el-Ahzâb, 33/36)

“Peygamber size neyi verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan sakının. Allah ‘tan korkun, çünkü Allah’ın azabı çetindir” (el-Haşr, 59/7) İmam Ebu İshak b. Rahuye: “Hz. Peygamber’den kendisine gelen bir haberin doğru olduğuna inandığı hâlde hayatî bir zorlama olmaksızın onu reddeden kâfir olur.” hükmünü vermiştir.

Fetava’l-lecneti’d daime adlı fetva kitabında şu görüşlere yer verilmiştir: “Sünnetle amel etmeyi inkâr eden kimse kâfir olur. Çünkü sünneti yalanlamak, hem Allah’ı hem Resulünü hem de ümmetin icmaını tekzip manasına gelir.(bk. Lecne, el-Mecmuatu’s-sanî, 3/194)

Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere Sünneti, hadisleri prensip olarak inkar eden dinden çıkar. Hasen hadis;Sahih hadis rivayetinin şartlarına sahip olmayan hadistir, hasen hadisin sıhhat tarafı ağır basan bir hadise ilişmemek gerekir. Bununla beraber, bir kimse samimi olarak, ilmî delillere dayanarak, bu hadisin sahih olmadığına inanıyorsa, bunu inkar etmekte de bir sakınca olmayabilir.

Resul-u Ekrem (sav)’in gerçi her tavrı her hali onun doğruluğuna ve peygamberliğine delildir, fakat her tavrının harikulade olması gerekmez, çünkü Allah, O’nu beşer suretinde göndermiş ta ki her konuda bize rehber ve öğretmen olsun, eğer her fiili olağanüstü olsa idi biz Müslümanlara bir imam ve bir mürşit olamazdı, hal ve tavırları ile ders veremezdi.

İşte bu nedenden dolayı sadece inatçı inkarcılara karşı peygamberliğini ispat etmek için ara sıra olağanüstü işlere mazhar olduğunu görebiliyoruz. İşte onun bu hallerine “mucize” adı verilmektedir. Resul-u Ekrem (sav)’in Peygamberliği vahye dayanır. Vahiy ise iki kısımdır, biri sadece tercümanlıktır ki; ayet ve hadisi kutsi de olduğu gibi hiçbir müdahalesi yoktur, O ancak kendisine vahyedileni söyler, diğeri ise yine vahye dayanır fakat tafsilatını ve tasavvur etmesini kendisi yapar, kendi düşüncesi, örf adet ve geleneklerde bulunan halkın seviyesine göre tarif eder. İşte bu nedenler bütün hareketleri vahye dayanıyor denilemez, yine bazı anlaşılması güç hakikatleri Kuran’da bulunan temsiller vasıtası ile yapar bu sayede insanlar çok zor idrak edilebilecek hakikatleri kolaylıkla anlayabilir.

Bazı hadisler ki, inkarcılar en çok bu nedene dayanır, tek bir kişiden rivayet edilmiş olmasıdır, diğer kişilerin bu hadisi söylememeleri ve yazmamaları olmadığını göstermez. Örneğin bir yemekte aynı yiyecekten 200 kişi yemiş ve doyarak kalkıp gitmiş. Bu hadiste elbette yemek ziyafetinin geçtiği yerdeki kişinin yani ev sahibinin sözü geçerlidir, eğer bunu yemek sahibi söylemiş ve diğer 200 kişi söylendiği zaman sessiz kalmış ise doğruluğunda şüphe yoktur, çünkü iştirak ettiği bir yemekte bereket olmadığını sahabe gibi yalanı asla kabul etmeyen güzide bir topluluk görse idi derhal müdahale ederdi, demek ki haberi vahid denilen tek kişinin söylediği hadisleri zayıf kabul etmek veya inkar etmek büyük hatadır.

Resul-u Ekrem (sav)gelecekten bahsettiği bazı olaylar devamlı tekrarlanan önemli vakıalara ait olabilmektedir. Örneğin Mehdi ile alakalı çeşitli hadisler vardır, bunlar vahye dayanır ve önemli tarihi şahsiyetlerle alakalıdır, dehşetli olumsuz hadiselerden dolayı ye’se düşüp karamsarlığa girmemek için İslam aleminin önemli bir silsilesi olan Al-i Beyt’e (Hazreti Hasan ve Hüseyin’den sonra gelen seyitler cemaati) sarılmayı tavsiye etmiştir, bu sayede her asırda ortaya çıkan büyük asfiya ve Mehdi gibi zatlar İslam yolundan ayrılmamış müminlere rehber olmuşlardır, bütün dalalet fırkaları bir bir sönüp etkisini kaybetmiştir, fakat çeşitli asırlarda gelen bu zatları tek bir şahıs gibi düşünen bazı kişiler ister istemez yanılgıya düşmüşler, birinin özellikleri diğerinden farklı olduğu zaman inkar yoluna gitmişlerdir. Hâlbuki hadisler haktır ve aynen rivayet edildiği gibi zuhur etmiştir, bu hali ile bir mucizedir, lakin hepsini tek bir şahısta farz etmek insanları yanıltmaktadır, bu durumda mehdi gibi zatları inkar etmek değil, her hadisenin farklı yönleri ile düşünülüp ele alınması gereklidir.

Resul-u Ekrem(sav), kendi başına geleceği bilmezdi, sonradan olacak bazı hadiseleri Allah kendisine bildirirdi, çünkü insanların başına gelecek kötü olaylar çoktur, bunları olmadan önce bilmek insana çok ızdırap verir. Mesela ölüm ve ecelin vakti bilinmez, eğer bilinseydi yaklaştığı vakitte inanılmaz derecede korkunç olurdu, işte bu yüzden Allah, resulüne, gelecekte olan üzücü hadiseleri tamamen bildirmemişti, çünkü o çok hassas ve eşsiz merhametli olan Resul-u Zişan (sav) ümmetine ve sahabelere karşı daima böyle kalmıştır, eğer hadiseleri bütün yönleri ile bilseydi çok fazla incinmiş olacaktı. Bundan dolayıdır ki gelecekte olan bazı olaylar kısmen ve ana yönleri ile bildirilmiştir.

Peygamber (sav) her konuda örnek alınması gerektiği için her halinin olağanüstü olması gerekmiyor. Bize öğretmen olması için bu tavırları göstermektedir. O halde onu sade bir insan nazarı ile düşünemeyiz. Hadisler konusunda tereddüdü olanların öncelikle iman hakikatlerini ve İslamiyet esaslarını tahkiki bir surette okumasını ve benimsemesini tavsiye ederiz.

Siyer ve tarihte şahittir ki sahabe efendilerimiz Kuranı Kerim ayetlerinden sonra en fazla Peygamber(sav) efendimizin sözlerinin muhafazasına çalışmışlar, sıhhatine özen göstermişler, en küçük hareketini dahi ihmal etmeyip kayıt etmişlerdir. Abdullah isimli, yedi âlim sahabe ”Abadile-i Seba” da denilen bu sahabe efendilerimiz, Abdullah ibni Ömer, Abdullah ibni Abbas, Abdullah ibni Mesud, Abdullah ibni Ravaha, Abdullah ibni Selâm, Abdullah ibni Amr ibni’l-As, Abdullah İbni Ebî Evfâ hazretleri, ayrıca yine sahabe efendilerimizden Abdullah ibni Abbas ve Abdullah ibni Amr ibni’l-Âs hazretleri de Peygamberimiz (sav) ait söz hareket ve ahkâmları yazıyla kayıt edenlerdendir.
Daha ondan sonra, başta dört imam, müçtehit ve binler muhakkik muhaddisler hadisi şerif naklettiler, yazıyla muhafaza ettiler.

Hicretten iki yüz sene sonra, başta İmam Buharî,İmam Müslim, bu kutsal vazifeyi omuzlarına aldılar. İbni Cevzî gibi binler münekkitler(kötüyü iyiyi ayıran ve onları söyleyen) çıkıp, bazı mülhidlerin(itikadı inancı bozuk) veya fikirsiz bilgisiz cahillerin karıştırdıkları hâdisleri tefrik ettiler, gösterdiler. Buna rağmen günümüzde de akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim bazı zatlar bu konuda inat etmekte, İmanı zayıf ve enâniyeti kavî bir kısımıda inkâra kadar gitmektedirler.

Din bir imtihandır, bir tecrübedir, alçak ruhlarla yüksek ruhları birbirinden ayırır, olaylardan öyle bahseder ki ne bütün bütün gizli kalsın, nede tam aşikar olup herkes tasdike mecbur olsun. Akla kapı açar, ihtiyarı elinden almaz. Çok açık olsa imtihan sırrı ortadan kalkar Ebu Bekir(ra) ile Ebu cehil ayrılamaz kömürle elmas karışırdı. Ayrıca, İslami meselelerde tabakalar vardır bazıları delil isterken bazıları için zannı galip yani kanaat yeterlidir. İmanı esaslardan olmayan teferruata olan meselelerden kesin delil, sağlam delil istenilmez ret edilmez teslim olunur.

Yine sahabe zamanında Yahudi ve Hristiyan âlimlerinden çoğu İslamiyet’e girdiler, bunların eski bilgileri malumatları da Müslüman oldu, onların geçmişteki bazı gerçeğe aykırı bilgileri İslam’ın malı zannedildi. Peygamber efendimiz “Ümmetimin içinde muhaddesûn vardır” buyurmuş. Muhaddesun; kendilerine ilham olunacaklar demektir. Allah’ın konuşma sıfatı sadece Kur’an’dan ibaret değildir. Peygamber(sav)’e gelen Kutsi Hadislerden tutun, evliya ilhamı, melek ilhamı ve hayvanat ilhamına kadar geniş ve sonsuzdur.

Bazı ehli keşif ehli velayet de bu ilhamları hadis kabul etmiş, halbuki evliyaullahın kalbine doğan manada aksama, hata olabilir. İnsan hatadan uzak olmadığı için bazı hadisi şerif ravilerinin bazı söz ve görüşleri de hadisi şerif zannedilmiş. Peygamber Efendimiz (sav) bazı hakikatleri tasvir ederken Arapların atasözlerinden ve kültürlerinden bazı nakiller yapmış, ta ki o hakikati herkes güzelce anlasın. Daha önce tesis edilmiş olan bu örfte ve atasözlerinde bir eksik bir kusur varsa bu Allah Resulü (sav)’e ait değil o örfü ve atasözlerini daha önce tesis eden topluma aittir. Peygamber Efendimiz (sav) sadece o argümanları hakikatin kolay anlaşılmasında istihdam ediyor. Öyle ise kusur atasözüne ait olup, onu kullanana ait değildir.

Ayrıca, pek çok temsiller benzetmeler vardır, bunlar müteşabih, mecazi manalardır ki alimlerin elinden cahillerin eline geçmesiyle gerçek kabul edilmiş. Mesela balık ve öküz bir misaldir oysa Allah’ın melekleri adeta koca bir balık ve öküz zannedilerek hadisi şerife ilişilmiş, yanlış mana verilmiş. Başka bir örnekte de Peygamberimiz(sav)’in huzurunda derin bir ses işitildi Peygamberimiz(sav) “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, tâ ancak bu dakika Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür” buyurdu, vakadan yirmi dakika sonra biri geldi Resulü Ekrem(sav)’e yirmi dakika önce meşhur bir münafığın öldüğünü söyledi.

Resul-u Ekrem (sav)buyurmuştur ki “Kim bile bile benim söylemediğim bir şeyi söylemişim gibi uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın”. İşte şimdi bu hadisi duyan hangi sahabe uydurma hadis çıkarabilir. Son olarak Recep Şentürk’ün bu konudaki görüşlerine de yer vererek yazımızı sonlandıralım. Fıkıh usûlü sayesinde hadisleri doğru algılayıp oradan hüküm çıkarmayı ve uygulamayı belirlemiş oluyoruz. Dikkat edersiniz her şey bir metotla oluyor. Bu da Müslümanlara has bir metottur. Rastgele, kafadan uydurulan bir şey yok. Hiç kimse kafasına göre ‘Bir hadis zayıftır, uydurmadır ya da Kur’ân’a aykırıdır’ diyemez. Ayrıca hiçbir hadis de Kur’ân ile çelişmez. Bu tartışmalar yöntem bilmemekten kaynaklanıyor. Âlimler bu eleştirel metotla özellikle İslâm düşmanlarının birtakım uydurma rivayetleri, sözleri hadislerin içine ekleme girişimlerine engel olmuş, uydurma hadisleri ayıklayabilmişlerdir. Hadis âlimlerimiz geliştirdikleri yeni metot sayesinde sahih, zayıf ve uydurma hadisleri analiz edebilmişlerdir. Bizim İslâm düşünce tarihi içinde en kritik düşünen, en eleştirel yaklaşıma sahip olan ilim adamları hadisçilerdir. Çünkü sürekli olarak Peygamberimiz (sav) adına birileri yalan bir şeyler uydurmak istemiş ve bizim hadis âlimlerimiz de bu hadisleri ayıklayıp reddetmek için sistem geliştirmişlerdir. Allah (cc) ümmeti Muhammed’i bu fitne ateşinden korusun. Âmin.

Çetin KILIÇ

Kaynaklar:
Risale-i Nur Külliyatı
Sorularla İslamiyet
Sorularla risale nur
Vehbi kara
Prof. Dr. Recep Şentürk

Mübarek Şefkat Kahramanları – Kadına şiddet

Konumuzun başlığını Bediüzzaman’ın kadınlara taktığı ad olan“Mübarek şefkat kahramanları” koyma ihtiyacı duydum, zira son zamanlarda dünyada ve ülkemizde kadına yapılan şiddet ve cinayetler gösteriyor ki toplumuz kadına şefkat kahramanı olarak bakmaktan çok uzaklaşmış. Bu noktaya nasıl geldik, neleri ihmal neleri yanlış yaptık. Hayatın en büyük lezzeti fıtrî vazifenin içindedir. Kadının fıtrî vazifesi hepimizin malumu sadakat ile yuva kurmak, anne olmak, yavrularını koruyup kollamak, hane içini çekip çevirmektir. Eskiler dâhiliye nazırı derlerdi.

Bu dünyada karşılık beklenmeden yapılan işlerden biride anneliktir, kadınlar bu vazifeyi mukabelesiz ve fedakarane yaparlar. Anne evladını tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda edebilir, kendini evladına kurban eder. Fakat fena cereyanlar ve su-i istimaller onun bu şefkat kahramanlığını köreltmiştir. Kadına, fıtratının rağmına saadet vaat etmeyi sözde görev edinen cereyanlar, erkeğin tahakkümünden kadını kurtarmayı, para ile moda tabirle ekonomik özgürlük ile bunu yapacaklarını sanıyorlar. Genel-İş Sendikası’nın yayınladığı Türkiye’deki kadın emeğine ilişkin raporunda, kadınların ekonomiye katılımının düşük olduğunu söylüyor. İşkadınları, çalışan kadın oranının yüzde 50’ye çıkarılmasını istiyor. Peygamberimiz(sav)’in eşi müminlerin annesi Hazret Hatice validemizde bir tüccardı, kadınlarımız müsait işlerde çalışmıştır elbet ama günümüzde kadın hiçte hak ettiği yerde değildir. Peygamberimiz(sav)”kadınlar size emanettir” buyurdu, maalesef biz bu emaneti koruyamadık.

Bediüzzaman Hazretleri annelere “Sizin hanenizdeki masum evlatlarınızla masumane sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir.” Diyerek asıl zevkin, eğlencenin, huzurun,sevincin, mutluluğun adresini gösteriyor. İnsanın ilk ve en tesirli mualimi onun validesidir” der Bediüzzaman. Anneden alınan telkinat ve manevî dersler kişiliğimizi oluşturur, sonra eğitim yolu ile öğrendiklerimiz annenin manevî derslerinin üstüne bina edilir. Şefkati, merhameti, acımayı, dürüstlüğü, adaleti, gayreti ve daha nice güzel ahlâkı annesinden öğrenen çocuk emin olun tahripkâr ve tacizkâr olmayacaktır.

Bir anne Allah’ın kendisine ikram ettiği şefkati, su-i istimal edilip masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan ahiretini düşünmeyerek, o çocuğun masum yüzünü geçici fâni şişeler hükmünde olan dünyaya çevirirse şefkati sû-i istimal etmiş olur,o çocuk huzuru mahşerde “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şikâyet eder.

Eğer anne o şefkati sû-i istimal etmeyerek evladını, ebedî cehennemden, dalalet içinde ölmekten kurtarmaya çalışsa, o evladın bütün ettiği hasenatının bir misli, annesinin amel defterine geçecek annesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi âhirette de değil davacı olmak, bütün ruhu canı ile şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlat olacak.

“Hemşirelerim kat’iyen beyan ediyorum ki kadınların saadeti uhreviyesi gibi saadeti dünyevileri de ve fıtratlarındaki ulvi seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çarei yegânesi, dairei islâmiyedeki terbiyeden başka yoktur.” Bu zamanda Bediüzzaman’ın bu kurtuluş reçetesine çok ihtiyacımız var. Bu mübarekleri ifsat eden komiteler kahrolsunlar, Allah bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin, âmin.

Çetin KILIÇ
Kaynaklar;
Risalei Nur Külliyatı
Nahide Çelikbağ – Bizim Aile Dergisi
Amerikanın sesi

Vaizlerin Nasihatleri Neden Tesirsiz

İlçenin belediye başkanı otobüs terminalinde bulunan mescidi başka bir amaç için kullanmak üzere ilçe müftüsünden istemiş, müftü bey ne kadar olmaz dedi ise de başkan ısrarcı olmuş. Bunun üzerine müftü bey başkana -Tamam, mescidi boşaltacağız ama bu haftaki vaazımda “seçmiş olduğunuz belediye başkanı terminaldeki mescidi elimizden aldı” diye söyleyeceğim deyince, başkan” pekala başka bir yer buluruz” diyerek mescidi almaktan vaz geçmiş.

Vaaz etmemiş sadece ”vaaz edeceğim” dediği halde vaazın tesirini görüyoruz. Müftü bey bu konuyu bize anlatırken şunu da ilave etti. -Biz bu kürsüleri iyi kullanamıyoruz, bu kürsüler komünistlerin elinde olacak bu ilçede bir yıla kalmaz komünist olamayan kimse kalmaz. 30 Tem 2019 – Diyanet İşleri Başkanlığı istatistiklerine göre, Türkiye’de 84 bin 684 cami bulunuyor. Vaizler buralarda haftada bir Cuma günü, ramazanda her gün, bazı özel günlerde de olmak üzere yılın birçok günü halkımıza nasihatlar ediyorlar.

Allah Teâlâ, Peygamber(sav)efendimize; insanları dine hikmetle, güzel öğütle ve en güzel usulle, yöntemle davet etmesini emretmektedir. Hazreti Muhammed (sav)efendimiz, çeşitli vesilelerle ve bilhassa namazlardan sonra sahabe ile sohbet edip, vaaz ve nasihatte bulunduğuna dair rivayetler mevcuttur,hutbeleri ise çoğunlukla kısa ve özlü idi. Cuma ve Bayram namazı hutbelerinde birkaç âyet okur, arkasından da cemaate vaaz ve nasihatte bulunurdu,vali olarak görevlendirdiği kişilere ise, gittikleri yerde insanlara vaaz ve nasihatte bulunmalarını öğütlerdi.

Osmanlı vaizleri, insanlarını hem dini hem dünyevi konularda aydınlatabilecek donanımla yetişmekte idiler. Ömer Nasuhi Bilmen, vaazı “nasihat” bağlamında ele alarak şöyle demektedir: “Nasihat, dinleyenlerin kalbini yumuşatacak bir tarzda güzel bir lisan ile insanlara dünyevi, uhrevî vazifelerini öğretmekten, onlara Cenab-ı Hakkın sevap ve azabını hatırlatarak kendilerini doğru yola sevk etmekten ibarettir.”

Vaiz Peygamber vazifesini sırtlanmış ve bunun ağır bir yük olduğunu bilen kişidir. Vaiz umum müderrisidir, onlar toplumun her kademedeki, her yaştaki insanların eğitmenidirler, eğitim sadece okulda olmaz, eğitim her yerde olduğu gibi camilerde birer eğitim kurumlarıdır. Zübeyde Meryem “Vaizin sözünün tesiri hal dilindedir “der. Vaiz, vaazını anlatacağı konuyu hayatına yerleştirmiş olarak anlatmalıdır. Bir vaiz “Teheccüd”ün ve “Duha”nın öneminden bahsedebilmesi için düzenli bir şekilde teheccüd ve duha namazı kılmalıdır. Sadakanın öneminden konu açabilmesi için infak ehli olmalıdır. Tesettürün ne kadar mühim olduğunu vurgulayabilmek için tesettürüne azami derecede özen göstermelidir. Örnekler uzatılabilir hasıl-ı kelam kâl’den ziyade hâl ehli olmalıdır. Tebliğden evvel temsil bu nedenle önemlidir.

Vaiz “İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran-104) buyruğunu kendi üzerine alınmalı ve o kurtuluşa eren sınıftan olmak için gecesini gündüzüne katmalı, iman kurtarma sevdasıyla uykuları kaçmalıdır.

Safi Mustafa Efendi,
Hatib isen ne Calidür maķamun
Ki her an yine minber sana cadur
Peygamber merkezidür rütbeni bil
Ki sahib-hutbe Mahbub-ı Huda’dur.

Hutbeye çıkan hatibin minbere çıkmasıyla camide bulunan cemaatin tümünden yüksek bir makama sahip olduğunu hatırlatarak, hatibin durduğu yer Hazreti Peygamber(sav)’in durduğu yerdir. Dolayısıyla o makamın kıymetinin ve öneminin bilinmesi gerektiğini bu mısralarla anlatmıştır. 

Bediüzzaman Hazretleri “Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddeâ ve müteharrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar. İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar. Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan, hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler.” buyurmaktadır. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.

Bu zamanda fen ve ilim hükmettiği için, bu zaman insanının kalp ve kafasını ancak ilim ve fen ile ikna edebiliriz. Yani bu asırda tahkik mesleği ön plana çıkıyor. Her şey delil ve ispat üzerine gidiyor. Biz meselemizi delil ve ispat ile sağlama almaz isek, bu zaman insanı bizi kale almaz. Ama bu zamandaki vaiz ve nasihatçiler ikna ve ilim yerine, parlak ve hissiyatı okşayan mübalağa yoluna başvuruyorlar. Bu da bu zaman insanını etkilemiyor. Eski dönemdeki insanlar gibi herkes iman ve itminan yönünden tam olmuş olsa idi, belki bu parlak ve coşkulu ifadeler bir işe yarayabilirdi. Bu asırda ekser insanların imanı ve itminanı tam olmadığı için, önce ikna ve ilim ile iman ve itminan verilmelidir.

Özet olarak bu asrın insanına tesir etmenin yolu tahkik ve iknadır, hissiyatı coşturmak ve mübalağaya kaçmak değildir. Bu zamanın vaizleri bir şeyden sakındırmak için ondan daha önemli bir şeyi hafife alabiliyorlar. Mesela “Gıybet etmek cinayet işlemek gibidir.” derken, gıybetten sakındırıp, ondan daha büyük ve tehlikeli olan cinayet günahını hafifletiyorlar. Yine “Bir dirhem faiz yemek zina etmek gibidir.” derken, zina gibi çok büyük günahı ondan daha küçük olan bir günaha kıyas yapıyorlar ki, bunların hepsi muvazenesiz ve ölçüsüz vaazlardır. Şeriatın dengeli ve tesirli sistemine uygun düşmüyor.

Belagat, halin gereğine göre konuşmak demektir. Bu asrın ahvaline uygun olmayan konuşmalar ve vaazlar belagate uygun düşmüyor. Hali ile bu tarz nasihatler de tesirsiz oluyorlar. Eski zamanın ahvali ile şimdiki zamanın ahvalini nazara almadan, gereklerini dikkatlice analiz etmeden yapılan nasihatler işe yaramaz. Eski zamanda ilim ve iknadan çok, hissiyat ve duygular ön planda idi. Böyle olunca da onları etkilemek için hikaye ve kıssalar yeterli olabiliyordu. Lakin bu asırda ikna ve ilim öne çıkmıştır. Dolayısı ile eski hikaye ve kıssalar bu asrın insanına tesir etmez. Öyle ise nasihler eski hikaye ve kıssalar ile bu asrın insanını ıslah edemezler demektir.
Allah tesirini halk etsin.

Çetin KILIÇ

Kaynaklar:
Risalei Nur Külliyatı
Sorularlarisaleinur
Dergi park
Zübeyde Meryem
Türkoloji