Etiket arşivi: Çetin Kılıç

Tarikatların kapatılması hususu

Allah(cc) Kuranı Keriminde Peygamberimiz(sav)’e ve Ümmetine”Kâinatta adem âlemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insî ve cinnî şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz”.Buyurmaktadır.

Ümmeti Muhammed’i her asırda olduğu gibi bu asırda da rahat bırakmıyorlar, savaşların, açlığın, terörün, çevre kirliliğinin, adaletsizliğin, daha sair ne kadar olumsuzluk varsa bunların müsebbibi sanki İslam dini imiş gibi bunu ortadan kaldırmak, buna hizmet eden tüm kolları kesmek istiyorlar. 

Biraz doğru tarih okuyabilseler Asrı Saadeti, Osmanlı’yı inceleseler, otuz yılda zekât verecek insan bulamayacak şekle gelen bir ekonomi, dünyaya şamil bir adalet, ilim vs. gibi birçok güzel şeyleri görecekler. Fatih Sultan Mehmet‘in yanında Akşemsettin Hazretlerini görüp de tarikatı anlayamamak ne hüzün verici.

Allah(cc)” insi ve cini şeytanlardan kendinizi muhafaza edin” diye buyurduktan sonrada bu durumdan korunmak için yine “Allah’a sığının “diye emretmiştir.

Üstad Bediüzman Hazretleri Felak süresinde “şerri”kelimesinin dört defa geçmesini “Bu asrın emsalsiz dört dehşetli ve fırtınalı maddî ve mânevî şerlerine ve inkılâplarına ve mübarezelerine aynı tarihle parmak basmak ve mânen “Bunlardan çekininiz” emretmek, elbette Kur’ân’ın i’câzına yakışır bir irşad-ı gaybîdir.”Diyerek asrımızda olacak dehşetli fırtınalara dikkat çekmiştir.

Bu ecnebi gaddarlar Balkan savaşları, İtalyan harbi, Birinci dünya savaşını çıkararak bütün şerlerini, zehirlerini siyaset ve basın yoluyla herkesin kafasına üflemişlerdir. Bu planlarıyla, sahneye koydukları bu oyunlarla bin senelik İslam medeniyetini mahv edeceklerini zannediyorlar. Bunlar, Allah’ın yaktığı güneşi üflemekle söndüreceklerine inanacak kadar ahmak. Bunlar en gür sedanın İslamiyet olduğunu duymayacak kadar sağır. Bunlar her an gözünün önünde cerayan eden ölüm ve dirilişleri görmeyecek kadar kör olmuşlar.

Bu şer tohumlarını atanların İslam dinine, Kuranı Kerime savaş açanların ıslah olmazlarsa şiddetli tokat yiyeceklerinden, hem bu dünyada hem ahirette perişan olacaklarından hiç şüphemiz yok. Bizler Kur’ân’ın hizmetine çalışarak bu imha plânından ve elîm ve dehşetli belâdan, halkın şerrinden kendinimizi koruyabileceğimizi çok iyi biliyor ve inanıyoruz ve böyle yaşıyoruz. Bunun böyle olduğunu Allah(cc) bir ikramı ilahi olarak defatlerle göstermiştir.

Başaramayacaksınız.

Çetin KILIÇ

Risale-i Nur Külliyatının Meyve Risalesi On Birinci bölümden istifade edilerek yazılmıştır.
Allah tesirini Halk etsin

Kafirlik zor zanaat

İnsan bir olan Allah’a inanarak bütün mahlukat içinde en mükemmel,en kıymetli,en nazik,en bahtiyar ve en mes’ud olabilir,aynı zamanda kainatın yaratıcısı,sahibi olan Allah(cc)’ye muhatap ve dost olabilir. Inanmasa,bilmese ne olur?
Mahlukatın en bedbahtı,en aşağısı,en biçaresi,en hüzünlüsü,en azab çekeni, en gamlısı olur.

Neden mi?
Çünkü insan sonsuz acizdir göz kapaklarına bile söz geçiremez. Çünkü insanın düşmanları çoktur sivrisineğe bile mağlup olur. Çünkü insanın ihtiyaçları çoktur,her an nefes almaya,her gün su içmeye ve yemek yemeye ihtiyacı vardır,fakat bunların hiç birisine eli yetişemez. Allah(cc)onu bütün tadları tanıyacak,bütün hisleri anlayacak aletlerle techiz etmiştir.

Mesela; Hiç yemediği bir meyveyi daha önce tadmadığını bile bilebilir,yavrusunu kaybetmiş bir annenin acısını hisseder,yeni doğmuş bebeğine sarılan annenin şevkatine de yabancı değildir. Yani elemleride lezzetleride bilir ve hisseder. Bunları bilen tanıyan insan elbette bu elemlerden uzak olmak,bu lezzetlerden istifade etmek ister,hem mütemadiyen hiç bitmeyecek eksilmeyecek şekilde ister.

İşte bu arzu ve isteklerine cevap verecek bunları yerine getirebilecek tek bir zat vardır oda Allah(cc),ancak onun hükmü bütün kainata geçebilir. Mesela;İnsanda beka arzusu vardır ,ölmeyi istemez yaşamayı ister,ihtiyarlamayı istemez genç kalmayı ister,hasta olmayı istemez sıhhatli olmayı ister,sahip olduklarının eksilmesine dahi gönlü razı olmaz.

Ama ölüm var, ihtiyarlık var hep sağlıklı olmak mümkün değil ,bazen sevdiklerimiz bizi bırakıp gidiyor yalnız kalabiliyoruz.
Bütün bu olumsuzlukları kim ortadan kaldırabilir? Bütün kainata sözü geçen Allah(cc). İnsanın arzuları ebed tarafına uzanmış, bu arzuları yerine getirecek zat öyle biri olmalı ki dünya kapısını kapayıp ahiret kapısını açabilsin,kabir kapısından geçen insanı ebedi aleme cenneti alaya götürebilsin.

İnsan sadece vücudundaki azalardan ibaret değildir, onun latifeleride vardır o sevmek ister,sevilmek ister,gülmek belki ağlamak ister,o hayal kurmak ister,kalbinin,ruhunun gıdalarını ister. Bütün bunlara cevap verecek kim? Bu istek ve arzuları yerine kim getirebilir? Hem semaya, hem arza emir verebilecek olan Allah(cc).

Bulutlara yağmur yağdır diyen O. Dünyaya dön diyen O. Toprağa emir veren O. Rüzgara sevdiğinin saçlarını okşamasını söyleyen O. Denize Yunus’uma zarar verme diyen O.
Güneşe biberi yeşert,dometesi kızart, patlıcanı karart diyen O. Ay’a habibimin eliyle şak ol diyen O. İnsanın bütün cihazlarını yaratan ve o cihazlarının ihtiyaçlarını an ve an yaratanda O. İnsanın bütün latifelerini yaratan O. O latifelerin ihtiyaçlarını yerine getirende O. Fırtınalı bir havada, denizde sandaldaki insan kime yalvarıyor, ona kim yardım edebilir.

Acıkan,susayan,hastalanan mahluk kimden medet umabilir? Yeni doğmuş bebeğe annesinin memelerinden sütü vermek ve o anneye şefkatli bir kalbi Allah’dan başka kim bahşedebilir? Mazlumun hakkını zalimden kim alabilir? Sadece bütün kainatı kabzayı tasarrufunda bulunduran Allah(cc).

İnsanın en kıymetli cihazı aklıdır hiç şüphesiz. İnsan bu aklıyla Allah’ı bulup tanıyıp itaat ederse o akıl,kainatın binlerce hazinesini açan pırlanta bir anahtar olur, eğer şirk ve küfre düşerse o akıl onun için  elem,hüzün,korku,bela getiren bir alet olur. Muhabbetini Allah’a veren küçücük insanı Allah kainat kadar büyütür genişlik verir. Onu mahlukata nazenin bir sultan yapar. Eğer şirke küfre düşerse Allah muhafaza öyle bir musibete düşerki, zeval ve fenada mahf olur.

Sevdiklerinden ayrılmak onun kalbini her dakika parça parça eder ama o gaflet veren içki, uyuşturucu gibi şeyler yüzünden hisleri iptal olur ve bu acıları hissetmiyor gibi gözükür.

Selam ve dua ile
Çetin KILIÇ
Risale-i Nur Külliyatının ikinci şua adlı bölümünden feyz alınarak yazılmıştır.

Hak arayışı

Hak, kısaca doğru olan demektir.
Hak toplumun ve kültürün köküdür. Toplumu, devleti, hukuku ve ahlakı şekillendirir.
Gelişmişliğin bir ölçüsü olarak haklar gösterilebilir. İnsanlığın hak anlayışıyla doğru oranda geliştiği söylenebilir. Bugün de vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini tanıyan devletlere “uygar” devletler denmektedir. İnsanların huzur içerisinde, birbirine güvenerek yaşaması hakların teslim edilmesine bağlıdır.
Konumuz, haksızlığa uğramış veya uğradığını zanneden insanlar ne yapmalı nasıl davranmalı?
Maddeci ve felsefi bakış, hakkımı yedirmem gerekirse söke söke alırım mantığıyla hareket etmektedir, hatta bunun için sokaklara çıkıp yürüyüşler, boykotlar yapmaktadırlar.
Hakkı yenen kişi ve kişilerin meşru şekilde, yasaların müsaade ettiği kadar gösteri ve yürüyüş gibi yollarla haklarını aramasına bir şey diyeceğimiz yok.
Bunu ifrat şekilde yıkma, yakma, çevreye zarar verircesine yapıyorsa buna terör denir, anarşi denir. Böyle bir fikri ve icraatı hoş görmemiz, tasvip etmemiz mümkün değildir.
Haksızlığa, adaletsizliğe uğramış Müslüman ne yapmalı?
Kur’ân-ı Kerim’de Hakk kelimesi ve türevleri 285 kadar âyette geçer.
Kâinatın her alanında hak uygulanmaktadır aslana pençe takan Allah,ağaca yaprak takmış. Arıya, kuşa kanat takan Allah, balığa yüzgeç takmış. Allah balığa kanat arıya yüzgeç taksa idi, her ikisine de haksızlık yapmış olacaktı.
Medeni varlıklar olan insanlarda da bu hakların tezahürü beklenmektedir. Oysa kuvveti elde eden insan bu kuvvete had koyulmadığı için elindeki gücü ruh yapısına göre ahlak yapısına göre kullanmakta ve bunun sonucunda bazı insanlar topluluklar hatta ülkeler ciddi haksızlıklara maruz kalmaktadırlar. Fıtratlara konulmayan bu sınırı Kur’an-ı Kerim koymuştur.
Gadap kuvveti, şehvet kuvveti, akıl kuvveti, Ku’ran-ı Kerim’in hükümlerine göre kullanılmaz Allah’ın emir ve yasaklarının dışına çıkılır ifrat ya da terfide girilirse o ülke değil o dünya bile yaşanmaz olur. Yakinen örneklerini görmekteyiz.
Dünya bir imtihan meydanıdır her şeyin çok doğru ve düzgün olması beklenilemez, bazı zorluklarla imtihan olunmadan ahirete gidilmiyor. Ebu Bekir Efendimizle Ebu Cehil’i birbirinden ayıran,birini Allah’ın Rahmetine mazhar eden birini esfeli safiline düşüren bu imtihan değilmidir?
Ahirete inanan insan bu dünyada hakkı yense bile biliyor ki, gasp edilen hakkını ahirette alacak. 
Uysal koyun gibimi olmalı?
Buradaki düstur “Dâhilde niza olmaz”Bu akıldan çıkarılmamalıdır.
Meşru yoldan adaletin, hukukun müsaade ettiği yolları denemesinde bir bahis olamaz.
Hadisenin birde takva ve hakikat yönüne bakacak olursak;
Size tokat atan adama sizde ona bir tokat atarak karşılık verebilirsiniz, kısasa kısas.
Yahut “la havle” çekersiniz.
Yahutta tokadın asıl sahibini bilip başınızı bile çevirmez, bu geçmişte yaptığım hatalardan dolayı Allah tarafından başıma geldi deyip sineye çeker, hatta günahlarıma kefarettir deyip şükredersiniz.
Bediüzzaman Hazretleri; Haksız yere hapis cezası verilenlere”Hakim zulmeder kader adalet eder.”Buyurmaktadır.
Ağrı’lı Nusret Hoca bir sohbetinde
-Şimdi içeriye jandarma gelse ne yapmalı dedi, ellerini uzatıp “işte böyle” deyip hiç bir mukavemet göstermemeyi öğütlemişti.
Muhsin Yazıcıoğlu da haksız yere görmüş olduğu işkencelerden sonra ” Devlete küslük olmaz” diyerek yapılan kötülüğün unutulmasını istemiştir.
Ali Çetinkaya; Zahirperest olmamak gerektiğini, insanlar sabretmenin mükâfatını bilse idi dünyada çekmiş oldukları sıkıntıların daha da çok olmasını arzu ederlerdi. Diyor.
Hâsılı kelam 
Müspet hareket 
Müspet hareket 
Müspet hareket.
Çetin KILIÇ

Adı Huzurevi…

(5 senedir huzurevinde yaşayan bir annemizin kaleminden duygusal bir hikaye..)

Buz gibi odalarla dolu kocaman binalar diktiler ülkeme. İçine ömürlerinin son demlerinde olan anneleri, babaları doldurdular. Adına huzur evi dediler. Oysa huzur hiç uğramadı oraya. Eskiden yaşlılarımızı kapatmazdık başka yerlere. Onların yüzü suyu hürmetine belalar def oluyor der, onları nimet bilirdik. Boyunlarını bükük bırakmazdık.

Dışarıdan huzurlu gibi görünen, bu sessiz sakin binalarda, ne fırtınalar kopuyor kimbilir. Kaç anne anlatmak, haykırmak istedi duygularını, kaç anne yazmak istedi bilinmez. O annelerin adına yazdım bu satırları. Bu mektup huzursuz odalardaki yüreği yorgun annelerin sessiz çığlıklarıdır….

Takvime baktım da 5 sene olmuş buraya geleli. Nasıl geçti o 5 sene bir de bana sor. Çok bakmıyorum takvimlere. İçim sıkılıyor, zaman geçmiyor. Eskiden su gibi akıp geçiyor zaman derdim. Şimdi öyle düşünmüyorum. Demek insan mutluyken çabuk geçermiş zaman. Hapishanedekileri şimdi daha iyi anlıyorum.gibii buraya bıraktığın gün anneler günüydü hatırlıyor musun? O günden beri anneler günü denen gün benim için daha da bir anlamsızlaştı. Her sene bugün anne olmak ayrı bir acı veriyor bana…

Sen küçük bir çocuktun daha. Hiç bir yere bırakmazdım ben seni, öyle savunmasız, öyle masumdun ki, kimselere güvenip yollamazdım. Yanımdan hiç ayırmazdım. Şimdi beni nasıl olupta tanımadığın insanlara teslim ettiğini düşünüyorum. Gözden çıkarılmış eski bir eşya gibi hissediyorum kendimi. Yıpranmış, işe yaramaz. Kırgınlık mı? Belki, kırgınım biraz…

Geçen gün eski komşumuz Mevlüde teyzenin kızı Şükran geldi. Yolda görmüş seni. “Neden bıraktın anneni” diye sormuş sana. “Kendisi istedi” demişsin. “Maaşıda var bakıyorlar, yeri sıcak, her işi görülüyor içim rahat” demişsin. Kendim istemiştim evet, bazen naz yapma kabilinden ” Yaşlanınca huzurevine gönderin beni, kimseye yük olmak istemem” derdim. Ama içten içe hiç konduramazdım bu durumu, ne kendime, ne sana. “Bırakmaz beni bir yere” derdim. Tıpkı küçükken benim seni bırakmadığım gibi, beni hiç bırakmazsın sanırdım.

Yaramaz bir çocuktun sen. Yerinde duramayan serseri bir mayın gibiydin. Kaç kez ısırdım dudaklarımı sana bağırmamak için, kaç kez sıktım yumruğumu vurmayayım diye. Ama hiç vurmadım sana, hiç kırmadım kalbini… Komşulardan biri sana “çok yaramaz” dedi diye aylarca onun yüzüne bakmamıştım. Kimse laf söylemesin, incitmesin isterdim. Tahammül edemezdim sana dikilen sert bir bakışa bile…

Geçen gün bana “bunak kadın” dedi bakıcının biri. Hasta bezini lavaboda unutmuşum. Arada oluyor tutamıyorum diye vermişlerdi. Diğerleride duydu ya, nasıl utandım bir bilsen… Daha ne laflar söylüyorlarda dilim varmıyor söylemeye. Kırar mıyım, incitir miyim diye kim düşünüyor ki? Çok hassastım eskiden bilirsin, çabuk alınırdım. Hem benden titizi mi vardı? Kimselerin işini beğenmezdim. Şimdi yemek yerken bile yoruluyorum,üstüme döküyorum. Bazen yatarak kılıyorum namazlarımı. Secdeye başımı koyup uzun uzun öylece kalmayı ne çok özledim…

Yaşlansam da geleceğe dair umutlar besliyordum buraya gelmeden evvel. Evladımı büyüttüm nasıl olsa, artık yorgunluklar biter, ben rahat otururum torunlarımı severim, sen sorarsın “anne ilacını getireyim mi, bir şeye ihtiyacın var mı?” diye. arkama yastık koyarsın, kesemediğim tırnaklarımı sen kesersin sanıyordum. Şimdi çoğu kez tırnaklarımı keserken kanattıklarını bilmezsin tabi…

Gerçi benden daha beterleride var burada. Emine Bacı vardı mesela. Köyden gelmişti. Bir ay kadar oldu öleli. Bir sene evvelde Alzheimer hastası olan kocası ölmüştü. Çok çekti zavallı. Üç oğlu varmış Emine Bacı’nın. Aslan gibiymiş hepsi. Ben görmedim, gelmezlerdi hiç. Üç adam bir anayı sığdıramamışlar evlerine. Bağ bahçe gezmeye alışmış kadın. Hiç oturup kalmamış yerinde. Burada nasıl zorlandı, neler çekti Allah biliyor. Her yaz köyüne gidecek diye umut ederdi. Haber göndermiş oğlu, “Annemin ancak ölüsü çıkar oradan” demiş. Köylülerden çıkarıp bakmak isteyenler olmuş, ona da izin vermemişler. Bir keresinde pencereden atlamaya kalktı da zor tuttu bakıcılar. En son oğlu bayramlık göndermişti, “zıkkım olsun ondan gelen” dedi, giymedi elbiseyi. Hiç oğlum, yavrum demedi. “Köyüm” dedi, “evim” dedi durdu gariban. Bir sabah yatağında ölü buldular. Ölümü bile yalnız oldu Emine Bacı’nın. Ooof off hangisini anlatsam, daha neler var neler…

Şu bakıcı kadını sevemedim bir türlü. Sanki özel olarak seçmişler. Bu kadar mı merhametsiz olur bir insan ? Hiç mi gülmez yüzü ya hu? Her gün odaya gelince burnunu tutuyor. Pis kokuyormuş. Pencereyi sonuna kadar açıyor. Mutlaka yarım saat açık tutuyor. Çok üşüyorum. Zaten parmaklarımda da can kalmamış sanki, kolay kolay ısınmıyor eskisi gibi…

Hatırlar mısın ilkokula gittiğin o yılları. Kışın kuzine sobayı yakardım. Sen gelmeden yemeği hazır eder, sobanın üzerine koyardım. Sen seviyorsun diye sobanın fırınında bir kaç tane küçük patatesi pişirirdim muhakkak. Okuldan gelir gelmez sobanın yanına koşardın. İlk işin tencereye bakmak olurdu. Genelde sevdiğin yemekleri yapardım. Ellerin üşümüş diye avuçlarımın içine ellerini alır ısıtırdım, öperdim öperdim…

Sık sık uğrarım demiştin. Tam 8 ay olmuş uğramayalı. İşlerin yoğunmuş, zamanın yokmuş. Torunlarımda sormuyorlar demek. Yeni eve taşınmışsın aldım haberini. Arkadaşın Zehra söyledi. Vefalı kızdır, arada geliyor sağolsun. Annesi de babası da yanında vefat etmiş. Hiç bırakmamış bir yere, yanından ayırmamış. İmrenmedim desem yalan söylerim… “Evi çok büyük” dedi. Kocaman odaları, geniş bir balkonu varmış evinin. Yeni mobilyalar almışsın, eskileri elden çıkarmışsın.Tıpkı beni çıkardığın gibi… Herşeyi sığdırdın da evine, bir beni sığdıramadın a kuzum. Hadi onu da geçtim. Bir kere “Anne gel evimi gör, bir kaç gün kal” bile demedin… Zehra’ya “Anneler gününde görmeye gideceğim” demişsin… Ben anneler gününü hiç beklemiyorum biliyor musun? Anne olmak acı verir mi insana? O gün bana acı veriyor yavrum. Artık kendimi bir anne gibi hissedemediğim için belkide… Bir evlat bir torun sevemezsen, çevrende anne diyen olmazsa sana, ne anlamı var anne olmanın?

Ölene imrenilir mi hiç? İmreniyorum işte. Kimin öldüğünü duysam “darısı başıma” diyorum. Hayaller umutlar, mutlu zamanlarmış insanı ayakta tutan. Onlar yoksa yaşamak zulüm olurmuş meğer…

Kim icat etmiş bu huzursuz evleri? Rahat yüzü görmesin deyip her gün beddua ediyorum. Huzur eviymiş. Hergün ölüp ölüp diriliyorum bu huzursuz odada. Hiç tanımadığım, mizacımın uymadığı insanlarla yatıp kalkıyorum. Hiç bir şey bana ait değil. Söz hakkım yok, elbiselerim bile benim değil sanki. “Allahım al emanetini ne olur, bu yükü taşıyamıyorum…”

Bu huzursuz evleri icat edenler mi çıkarmış anneler günü denen yalancı günü? İnsanlar yaşlı annelerini bu evlere kapatsın da sonra anneler günü olunca ziyaret etsinler diye öyle mi?

Bak yine geldi o uğursuz gün. Zehra geleceğini söylemişti. Gelsen de bir, gelmesen de artık. Ben anneler gününü hiç sevemedim biliyor musun? Dünyalara sığmayan anne yüreğim huzursuz bir odaya hapsedildi. Ne sevmenin, ne anneliğimin bir anlamı yok artık… Çok üşüyorum. Hem parmaklarımda da can kalmamış sanki, kolay kolay ısınmıyor eskisi gibi

(Alıntıdır)

Çetin Kılıç

Kalbin yarası vesvese

Vesvese; şüphe, tereddüt, kuruntu, insanın aldanması, nefsine yenik düşmesi ve şeytanın hilelerine karşı mağlûp olması gibi anlamlara gelmektedir. Vesvese dövülmeden ağlamaya benzer. Vesvese genelde bilgi eksikliğinden olur. Onun tedavisi de o eksikliği onun ilmini öğrenerek giderilebilir. Vesvese tuzağına düşmemek için öncelikle Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup anlayarak hayatımıza tatbik etmeliyiz. İmanı kuvvetlendirecek ortam ve sohbetlerde bulunmalıyız. Ve marifette ve imanda inkişaf ettirecek Risale-i Nurlar ile çok meşgul olmalıyız. 

Tahkiki iman; bütün manevi hastalık ve sorunların reçetesi hükmündedir. Bu yüzden bütün sorunları tek tek dert edinmek yerine, tahkiki iman üzerinde yoğunlaşıp o sorunların tamamını imha etmeliyiz. Yani bütün manevi hastalıkların tek panzehiri; sağlam ve tahkiki imanı elde etmektir. Vesveseden kurtulmak için, İhlâs Suresi ile birlikte muavezeteyn sureleri sabah ve akşam abdestli olarak en az üçer kez okunmalı. “Ve kul: Rabbi, eûzû bike min hemezâti’ş-şeyâtîn. Ve eûzû bike rabbi en yahdurûn.” “Deki:Ya Rabbi, Şeytanların vesveselerinden, onların yanımda bulunmalarından sana sığınırım!.”denirse iyi olur.

Şeytanın vesvesesi aslında zayıftır. Din bilgisi tam ve doğru olan ve bu bilgilerine uygun hareket eden insanları aldatması çok güçtür. Şeytan vesvese vererek, kötülüğe düşürmek için insanların bazı zaaflarından faydalanır. Bunlar aceleci olmak, şehvet, gadab, haset, hırs, çok yemek, süslenme sevgisi, dünya lezzetlerini haram yollardan aramak, ihtiyaçtan fazla toplanıp Allah için sarf edilmeyen dünya malı, cimrilik ve fakir olma korkusu, kendi görüş ve düşüncelerini beğenmek, hasımlarına karşı kin tutmak ve sû-i zân’ı sayabiliriz.

Musibete ziyade ehemmiyet verenlerde, musibeti büyütenlerde, musibetten ziyade korkanlarda, meselenin mahiyetini bilmeyenlerde, cahillerde, vesvese daha çok görülmektedir. Şeytanın birinci gayesi, insanın imansız olmasıdır. Bunu başaramadı mı onun ibadet etmemesine çalışır. Tek çıkar yol, ibadete devam etmektir. Vesveseye düşmüş insanın hiç telaş etmemesi gerekir, zira o hatırına getirdiği şeyler hayalden öte bir şey değildir, zira bunları düşündüğün için hayaline getirdiğin şeyler senin kalbinden çıkmıyorlar, bunlar sana şeytanın verdiği kuruntulardan başka bir şey değil, oysa sen kalbim ne kadar bozulmuş deyip telaş ediyorsun.

Nasıl ki namazda taharet namaza engeldir, ama insan içerisinde bağırsaklarında taharet söz konusu iken bu taharetin namaza engel değildir. Aynen bunun gibi kafanın içindeki kötü düşüncelerde sana zarar vermez ne zamana kadar? Kafana takıp gözünde büyütene, onları zararlı zannedip telaşa kapılana kadar.  Senin yapman gereken onları hiç düşünmemen, hatta zararsız olduğunu bilmen.

“Namaza duruyorum ne kadar kötü olumsuz şey varsa hiç olmadık şeyler gözümün önüne geliyor.” Bunu şöyle açıklayabiliriz, eşyalar, maddeler arasında gizli münasebetler vardır hatta çok ilgisiz olmasına rağmen bir şeye bakarsın seni hayalen çok farklı bir yere götürür. Üstad Bediüzzaman Hazretleri “Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet ise, hayalde sebeb-i kurbiyettir. Yani, iki zıddın suretlerinin cem’ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir. Bu münasebetle gelen tahattura “tedâi-yi efkâr” tabir (fikirlerin çağrışımı)edilir. Demiştir. 

Böyle bir sıkıntıya müptela olduysan ben ne kusur ettim deyip hayıflanma, kusurunu aramaya başlarsan müptela olduğun sıkıntı büyür, sen üzüldükçe o şiddetlenir. Hassas sinirli insanlarda bu daha da fazla görülmektedir. 

Ya ne yapmalı da bu dertten kurtulmalı?

Böyle düşüncelerin hatıra gelmesinde dinen bir sakınca yok, alevin resmi yakmayacağına, yılanı resmi ısırmayacağına göre bu hayallerde namazına, ibadetine zarar vermez. Bunu bilmelisin öyleyse onlarla meşgul olmayı bırak. İbadet ettiğinde doğru ve kusursuz oldu mu? Diye düşünmek hoş değildir, gururlanmamak için kabul oldu mu? Olmadı mı? Diyebilirsin.  Vesveseli adam amelini güzel görüp gururlanacağına kusurlu görüp tövbe etse daha iyidir.

Allah’a dua ederken” kusurlu ibadetlerimin kabulü” içinde niyazda bulunarak gurura ve kibre girmekten kurtulursun. Bazen en iyi namazı kılayım, en iyi orucu tutayım, en iyi ibadeti yapayım diye çabalarken farkına varmadan böyle vesveselere duçar olunuyor. Abdestim tam oldu mu? Kuru yer kaldı mı? Gibi şüpheler tekrar tekrar abdest almaya, acaba üç rekât mı oldu, dört rekât mı oldu? Gibi sıkça karşılaşılan şeylerde namazı tekrar etmeye başlayan kişide vesvese bir zaman sonra hastalık derecesine geliyor farkına bile varamıyor.

Bu halden nasıl kurtulacağız?
Acaba abdestimi en iyi şekilde aldım mı? Namazımı en iyi şekilde kıldım mı? Diye düşünmeyeceğiz. Allah emretti sen elinden geleninin en iyisini yaptın, hatta olabilir ki sen farkına varmadan kastı olmaksızın abdest azalarından birini yıkamadın o halde namaza durdun senin abdestin, namazın sahihtir. Dinde zorlama yoktur.
Abdest aldın namaza duracaksın acaba abdestim var mı? Diye düşünüyorsan kural şu;

Abdest aldığını hatırlıyorsan bozulduğunu hatırlamıyorsan abdestin vardır, huzurla namaza dur. Abdestini bozduğunu hatırlıyorsan abdest aldığını hatırlamıyorsan abdestin yoktur abdest almalısın.
İnsan bazen de imani konularda hayaline gelen şeyin aklına geldiğini zanneder karıştırır imanına itikadına zarar geldi zanneder. Oysa”Bir delilden neş’et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur”  

Ey Müslüman kardeşim Bediüzzaman Hazretleri” Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tevehhüm-ü küfür dahi küfür değildir” der. Öyleyse telaş etme imanına itikadına zarar gelmemiştir ama lüzumsuz tekrar edip durulursa o zaman tehlike var demektir. Zararlı fikir aklına yerleşebilir Allah korusun.

Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: “Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.” Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubh ise, surî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir.

Vesvese ifrata vardırmamak şartıyla uyanıklığa sebeptir araştırmaya sebeptir ciddi olmaya vesiledir lakaytlığı aldırış etmemeyi ortadan kaldırır. Bediüzzaman Hazretleri Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş, beşerin başına vuruyor. Şayet ziyade incitse, Hakîm-i Rahîme şekvâ etmeli, Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım.” Demeli diyerek Müslümanlara tavsiye buyurmuştur.

Ahir zamanda yaşayan ümmetler olarak tazyikatın çok olması kaçınılmazdır. Bediüzzaman Hazretleri zamanın olumsuzluğunu ve bu zamanda yapılması gerekeni şu sözlerle anlatmaktadır. “Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.”

Bu asırda yaşayanların hayatı bir harp meydanı gibi. Her yandan yüzlerce hücuma uğrayan bir insan, namaza durduğunda ihlâslı, huzurlu bir ibadete zor muvaffak olur. Ama o zorlukta ayrı bir değer vardır. Harp esnasında ve cephede tutulan bir nöbetle, sulh zamanında çarşı içinde tutulan nöbetin bir olmadığı açıktır. Vesveseye birde bu gözle bakalım; İman var ki, vesvese geliyor. Nasıl deniz korsanları, hazine taşıyan zengin gemilerine tecavüz eder ve define bulunan adalara saldırırlar, öyle de şeytan dahi, Mü’minin iman cevheri taşıyan kalbine hücum eder. Kur’ân, “Muhakkak, şeytanın hilesi zayıftır”der.

˝Ey maraz-ı vesvese ile mübtela! Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer. Ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür. Küçük görsen, küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder. Havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir. Mahiyetini bilsen, onu tanısan gider. Şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tardeder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.˝ 

Peygamber efendimiz(sav)”Böyle bir şey arız olduğunda, söz gelimi gadaplandığınızda, ayakta iseniz oturun, oturuyorsanız uzanın veya kalkıp abdest alarak iki rekât namaz kılın ve iç dünyanızda değişiklik yapın; ayrıca o sisi dağıtacak daha başka meşru bir kısım davranışlarda bulunun!”Buyurmuştur.

Vesvesenin manyetik alanından ibadet ile uzaklaşmalı ve psikolojik tesirinden çıkılmalıdır. Efendimiz (sav), bir sefer dönüşü bir defaya mahsus olmak üzere yorgunluktan uyanamayıp sabah namazı kazaya kalınca, “Burayı derhal terk edin; şeytan burada hâkimiyet ve saltanat kurmuş” buyurmuşlardı. 

Efendimiz (sav)’in Mi’rac yolculuğunu hatırlamanın vesveseyi, hususiyle namazda akla gelenleri, hattâ esnemeyi bıçak gibi kestiği ve keseceği söylenebilir.

Çetin KILIÇ

Kaynaklar:
Risalei Nur Külliyatı
Mumsema
Sorularla İslamiyet
Sorularla risale