Etiket arşivi: Çetin Kılıç

Hz. Ömer (R.A.) kimdir?

Hz. Ömer (r.a),581 yılında Mekke’de doğmuştur.Babası, Hattab b. Nüfeyl annesi, Ebu Cehil’in kardeşi veya amcasının kızı olan Hanteme’dir. Küçüklüğünde, babasına ait sürülere çobanlık ettiği cahiliyye döneminde , Mekke şehir devletinin elçilik görevi onun elindeydi.Ayrıca kabileler arasında çıkan anlasmazlıkların çözümünde etkin rol alırdı.

Hz. Ömer, sert bir mizaca sahip, uzun boylu, buğday tenli, geniş alınlı olup, islâma karşı aşırı tepki gösterenlerin arasında yer almaktaydı. Sonunda O, dedelerinin dinini inkâr eden Muhammed (s.a.s)’i öldürmeye karar vermişti.

Ömer, Resulullah (s.a.s)’i öldürmek için onun bulundugu yere doğru giderken, yolda Nuaym b. Abdullah ile karşilaşti.Nuaym, Ömer’in ne yapmak istediğini öğrenince ona, kızkardeşi ve eniştesinin yeni dine girmiş olduğunu söyledi Bunu öğrenen Ömer (r.a), öfkeyle eniştesinin evine yöneldi. Kapıya geldiğinde içerde Kur’an okunmaktaydı. Kapıyı çalınca, içerdekiler okumayı kesip, Kur’an sayfalarını sakladılar. içeri giren Ömer (r.a), eniştesini ve kızkardeşini dövmeye baslamış Kızkardeşinin ona, ne yaparsa yapsın dinlerinden dönmeyeceklerini söylemesi üzerine, ona karşı merhamet duyguları kabarmaya başlamış ve okudukları şeyleri görmek istediğini söylemişti. Kendisine verilen sahifelerden Kur’an ayetlerini okuyan Ömer (r.a), hemen orada imân etti.

Resulullah (s.a.s)’in nerede oldugunu sordu. Resulullah (s.a.s)’in Daru’l-Erkam’da oldugunu ögrenen Ömer (r.a), doğruca oraya gitti kapıyı açtırdı içeriye girdi Resulullah (s.a.s), Ömer (r.a)’in iki yakasını tutarak; “Müslüman ol ya Ibn Hattab! Allahım ona hidayet ver!” dediğinde, Ömer (r.a), hemen Kelime-i şehadet getirerek imân ettiğini açıkladı Ömer (r.a)’in müslüman olusu, Resulullah (s.a.s)’in yapmis oldugu; “Allahım! Islâmı Ömer b. el-Hattab veya Amr b. Hisam (Ebû Cehil) ile yücelt” şeklinde bir duanın sonucu olarak gerçeklesmişti

Mekkeli müşriklerin, gösterdigi zorbaca tepkiden dolayi müslümanlar, Beytullah’a gidip namaz kılamiyor ve ancak gizlice bir araya gelebiliyorlardi. Ömer (r.a) müslüman olunca doğruca Beytullah’in yanına gitti ve müslüman olduğunu haykırdı. Orada bulunanlar şiddetli tepki gösterdi. Ancak o, müşriklere karsı savasını sürdürerek onların, müslümanlara gösterdiği muhalefeti kırdı ve bir avuç müslümanla birlikte herkesin gözü önünde Beytullah’ta namaza durdu. Onun bu şekilde saflarına katılması müslümanlara büyük bir moral olmuştu.

Abdullah Ibn Mes’ud; “Ömer’in müslüman oluşu bir fetihti” demiştir.

İmân ettikten sonra müşriklere karşı çok sert davranmış ve dinini her ortamda, kimseden çekinmeden herkese meydan okuyarak savunmustur.

Resulullah (s.a.s)’in önemli kararlar alacağı zaman görüşlerine başvurduğu kimselerin başında Ömer (r.a) gelir. Onun ileri sürdüğü görüşler o kadar isabetliydi ki; bazi ayetler onun daha önce isaret ettigine uygun olarak nazil oluyordu.

Peygamberimiz(sav)’e “Ey Allahın Resulü yanınıza kötü niyetli insanlarda geliyorlar hanımlarınız örtülerini örtseler” deyince tesettür ayeti inmiştir.

Ömer (r.a), Bedir, Uhud, Hendek, Hayber vb. gazvelerin hepsine katılmış, bunların bazısında komutan olarak görev yapmıştır.

Hudeybiye’de yapılan anlaşmanın müşrikler lehine görünen maddelerine karşı çıkmış Ancak o, Resulün, Allah Teâlâ’nin gösterdiği dogrultuda hareket etmekten başka bir şey yapmadığı uyarısı karşısında, hemen kendini toparlamış ve olayın iç gerçeğini kavramıştı.

Hz. Ebû Bekir’in kısa halifelik döneminde en büyük yardımcısı Ömer (r.a) olmustur. Hz. Ömer Hz Ebu Bekirden sonra 2. Raşid halife olarak is basina gelmiştir.

Arap yarımadasi O’nun döneminde islâmin hakimiyetine boyun eğmiştir.Kadisiye savaşıyla iran ordusunu hezimete ugratmış, iran’ın bölgelerini Islam’ın hakimiyetine boyun eğdirilmişti. Azerbaycanı sulh yoluyla ele geçirmiştir. Ermenistan bölgesini ve Suriye’yi, Kudüs’ü, Mısır’ı fethetmeyi başarmıştı fethettiği bölgelerdeki halk, müslümanlardan gördükleri müsamaha ve âdil davranışlardan etkilenerek kitleler halinde İslâma giriyorlardı

Devleti teşkilatlandırdı,askerlerin kayıtlarının tutulduğu ve fey ve ganimet gelirlerinin dağıtımının kaydedildiği “divan” teşkilatını kurdu. valilerden ayrı ve bağımsız çalışan kadılar tayin eden ilk kimsedir. Onun Medine’deki kadısı Ebû Derda (r.a)’dir (Eyüp semtinde Nur dershanesinin yanında meftun bulunmaktadır)

Üzerinde titizlikle durduğu en önemli konu adâlet meselesiydi O, mevki, rütbe, soyluluk vb. hiçbir ayırım gözetmeden hakların sahiplerine verilmesi için çok şiddetli davranmıştır. Bu konuda onun yanında bir köle ile efendisi arasinda bir fark yoktur. din ayırımı gözetmemiş, hıristiyan ve yahudilerden olan yoksullara da yardımlarda bulunmuştur.Hz. Ömer, fethedilen bölgelerde okullar açmış, buralara müderrisler tayin etmiş ve Kur’an-i Kerim’i okumak ve onunla amel edebilmek için gerekli olan eğitimin verilmesini sağlama yolunda gayret sarfetmiştir. Kur’an, Hadis ve Fıkıh ögretimi ile uğraşan bu âlimlere büyük meblağlar tutan maaşlar bağlamıştır. Hz. Ömer, devletin her tarafında camiler inşa ettirmişti. Onun zamanında dört bin tane cami yapılmış oldugu rivayet edilmektedir. ilk defa bir takvimin kullanılmasına Hz. Ömer zamanında başlanmıştır O, Hicri 17 de para bastırarak piyasaya sürdü.40 bin kişinin yaşayabileceği gibi şehirler tesis etti,

Hz. Ömer, toplumu ilgilendiren meselelerde karar vereceği zaman müslümanların görüşüne başvurur, onlarla istişare ederdi. O “istişare etmeden uygulamaya konulan isler başarısızlığa mahkûmdur” demekteydi. Hz. Ömer idarede görevlendirdiği memurlarına karşı oldukça sert davranır, onların bir haksızlıkta bulunmalarına asla göz yummazdı. Halka karşı ise son derece şefkatle yaklaşır, onların varsa problemlerini öğrenip çözümlemek için gece-gündüz çalışırdı. O bu hassasiyetini: “Fırat kıyısında bir deve helak olsa, Allah bunu Ömer’den sorar diye korkarm” sözü ile ortaya koymaktadır.

Hz. Ömer, inandığı şeyi yerine getirme hususunda şiddetli davranmakla tanınır O, bir şeyi emrettiği veya yasakladığı zaman ilk önce kendi ailesinden başlardı. Aile fertlerini bir araya toplayarak onlara şöyle derdi; “şunu ve şunu yasakladım. insanlar sizi yırtıcı kuşun eti gözetlediği gibi gözetlerler. Allah’a yemin ederim ki, her hangi biriniz bu yasaklara uymazsa onu daha fazlasıyla cezalandırırım.”

Akrabasından hiçkimseye devlet hizmetinde görev vermemiştir.

Fıkıh usulünün oluşumu Hz. Ömer (r.a) ile başlar Resulullah (s.a.s)’in hadislerinden baska hiç bir şey onun bu içtihadlarının üzerinde değildir Hz. Ömer’e, hak ile batılı birbirinden ayırd edici anlamına gelen el-Faruk lakabını bizzat Peygamberimiz vermiştir .Hz. Ömer (r.a), Hadis rivayeti konusunda çok titiz davranmıştır beş yüz otuz dokuz hadis rivayet etmiştir.

Pahalı, lüks elbiseler giymekten kaçınır, evinin yevmiye masrafı on dirhemi geçmezdi. diğer insanlar gibi gerektiğinde alelade işlerle uğrasmaktan çekinmezdi. Tanımayan kimse onun müslümanların halifesi olduğunu asla anlayamazdı. Çünkü çoğu zaman giydiği elbise yamalarla doluydu. Hz. Ömer güçlü bir hitabet kudretine sahip şiire de ilgi duyan ve şiir zevki olan sahabilerden birisidir,iyi ata biner ve güreş tutardı. O, her sene haccetmeyi asla ihmal etmemiştir.

Hz. Ömer (r.a)’in ümmetin sorumluluğunu üstlenen kimselerin yüklenmiş olduklari görevleri ne şekilde yerine getirmeleri ve makamlarının cazibesine kapılıp sıradan insanların yaşayış tarzından kopmadan hükmetmeleri gerektiğini, çağlari aşan bir örnek sergileyerek ortaya koymuştur.

Hz. Ömer (r.a) Hayber’de dağıtılan ganimetlerden kendi payına düşen araziyi vakfetmiştir islâmda ilk vakıf olayı budur.Hz. Ömer din konusunda o kadar tavizsizdi ki, şeytanlar bile onunla karşılaşmaktan çekinirlerdi.. Yetiştirdiği çocuklarının hepsi, tarihte iz bırakacak kadar önemli roller oynamıştır.

Kızı H. Hafsa (r.anha). Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.v) pak zevcelerinden biri idi.

Hazreti Ömer (ra) Bir şeye çok güler bir şeye çok ağlarım diyerek cahiliye dönemini gözler önüne seren anısını şöyle anlatır “Biz kızlarımızı diri diri toprağa gömerdik bende annesinin giydirdiği yeni elbiselerle kızımı gömmek için kazdığım kuyunun yanına götürdüm, ben kızımı kuyunun içine koyarken kızım benim elbiselerimin üzerindeki toprağı temizliyordu bu olayı hatırladıkça çok ağlıyorum tapmak için yaptığımız helvaları acıkınca yerdik. Bunu hatırlayıncada çok gülüyorum.”

1 Kasım 644’te, kendisinden alınan verginin azaltılmasını isteyen, ancak talebi kabul edilmeyen İran’lı hırıstiyan bir köle olan Ebû Lü’lüe tarafından Medine’de sabah namazında hançerle saldırıya uğradı. Hazreti Ömer (ra) “ölümüm, müslüman bir kişinin elinde kılmadığından ötürü Allah’a hamd olsun” diye dua etmiştir. Olaydan sonra Saldırgan intihar etti.

Hazreti Ömer Oğluna yanına çağırdı

Ey Abdullah, Müminlerin annesi Aişe’ye git! De ki: ‘Ömer sana selâm ediyor’. Sakın ‘Mü’minlerin Emîri’ diye birşey söyleme. Çünkü ben artık mü’minlerin emîri değilim: ‘Ömer b. Hattab iki arkadaşının yanına defnedilmek için izin istiyor?’

Bunun üzerine Abdullah gitti. Sonra Aişe’nin huzuruna girdi. Aişe’nin oturup ağladığını gördü. Abdullah dedi ki: Ömer b. Hattab sana selâm ediyor. İki arkadaşıyla beraber (hücre-i saadetinde) defnedilmek istiyor’.

Bunun üzerine Hz. Aişe ‘Ben o yeri kendi kendim için ayırmıştım. Fakat bugün Ömer’i nefsime tercih edeceğim’ dedi.

Ömer bin Hattab 3 gün sonra öldü. Hazreti Aişe’nin izniyle hücre-i saadete gömüldü.

Vefatı esnasında Hz. Ömer oğluna şunları söylemişti: “Ey oğlum! Vefat edeceğim esnada dizlerini sırtıma dayamak suretiyle yönümü kıbleye doğru çevir. Sağ elini alnımın, sol elini de çenemin üzerine koy. Ruhum çıkınca da gözlerimi kapat. Kefenimde aşırıya kaçma. Mezarımı da çok geniş kazmayın. Sakın cenazem götürülürken hiç bir kadın onu takip etmesin. Tabutumu yüklendiğinizde beni mezarıma hızlı bir şekilde götürünüz.” Abdullah b. Ömer şöyle anlatıyor: Babam Ömer (r.a.) hastalığının ölümle sonuçlanacağını anladığında “Eğer bütün dünya benim olmuş olsaydı bu çıkışın dehşet ve korkusundan şu anda hepsini fidye olarak verebilirdim” buyurdu.

Allah kendisine rahmet, bizleride O’nun şefatine nail eylesin Amin..

Çetin KILIÇ / LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

1. Kütübü sitte

2. Sevgi kutupları,

3. Enfal.de

4. A.Abdussamed (frmtr)

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Sıkıntı ve Stres İçin Hangi Dualar Okunmalı?



Sıkıntı; Günümüz tabiri ile “Stres“… 

Sıkıntıdan kurtulmak için sebeplere yapışmak gerekir. “Çalışmadan dua eden, silahsız savaşa giden gibidir“hadis-i şerifi de sebeplere yapışmayı emretmektedir. Kur’an-ı kerimde mealen, “Her zorluğun bir kolaylığı vardır” buyruluyor. Sıkıntıdan kurtulmanın da çaresi vardır. Hiç boş vakit geçirmemeli, kendine faydalı bir meşgale bulmalıdır. Sabır kurtuluşun anahtarıdır sözüne uymalı, çalışıp sabrederek bir çıkış yolu aramalıdır.

Psikolog doktorlar, sıkıntının başlıca çaresinin meşgale olduğunu söylüyorlar. Kendinize severek yapacağınız işler bulursanız, rahatlarsınız. Ayrıca manevi yönden, bazı dualar okumanız da faydalıdır. 

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

Her gün sabah akşam yedi kere, “Hasbiyallahü la ilahe illahü aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabb-ül arşil azim” okuyan, dünya ve ahiret sıkıntısından kurtulur.

La havle ve la kuvvete illa billah okumak, 99 derde devadır. Bunların en hafifi sıkıntıdır. “

Bir sıkıntıya düşünce, “Bismillâhirahmanirrahim velâ havle velâ kuvvete illa billâhil aliyyil azim” diyeni Allahü teâlâ, sıkıntı ve belalardan muhafaza eder.

“Rızka kavuşan çok Elhamdülillah desin. Rızkı azalan çok istiğfar etsin. Üzülüp sıkılan, la havle vela kuvvete illa billah desin”.

“Sıkıntıya düşen veya borçlanan, bin kere “La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim” derse, Allahü teâlâ işini kolaylaştırır.”

Sıkıntılı iken “Hasbünallah ve ni’mel-vekil” deyiniz”

Yasin okuyanın sıkıntısı gider.”

“La ilahe illallah kable külli şey’in, La ilahe illallah ba’de külli şey’in, La ilahe illallah yebka Rabbünâ ve yefni küllü şey’in diyen sıkıntıdan kurtulur.”

“Cuma namazından sonra, İhlâs, Felak ve Nas’ı yedişer defa okuyan, bir hafta, kaza, bela ve sıkıntılardan kurtulur.”

“La ilahe illa ente, sübhaneke inni küntü minezzalimin” diyen, uğradığı beladan kurtulur.”

“Sıkıntı için şu duayı okuyun: La ilahe illallahülazim-ül-halim la ilahe illallahü Rabbül-Arş-ilazim la ilahe illallahü Rabbüs-semavati ve Rabbül-Erdi Rabbül Arşil-kerim”.

“Sıkıntıya düşen 7 defa Allah, Allahü Rabbi, lâ üşrikü bihi şey’a desin”

“Sıkıntı için, “Allah, Allah Rabbünâ lâ şerikeleh” deyin”

“Sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden yalvararak, 14 secde âyetini [ezberden, ayakta] okuyup, her birinden sonra, hemen secde etmelidir.”

“Bismillâhirrahmânirrahim ve lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâhil’ aliyyil’azim okumak, sinir hastalığına ve bütün sıkıntılara iyi gelir. “

İmam-ı Cafer hazretlerinin sıkıntıya düşünce, okuyup, sıkıntıdan kurtulduğu dua şöyledir: 

Yâ uddeti ınde şiddeti, ve yâ gavsi ınde kürbeti! Ührüsni bi-aynikelleti lâ tenâmü vekfini birüknike ellezi lâ yürâmü 

Anlamı şöyledir: 

Güçlükte desteğim, sıkıntıda imdâdıma yetişen, her an görüp gözeten Rabbim, beni muhafaza et, sonsuz kudretinle, bana yardım eyle!

Hasan-ı Basri hazretlerine, kıtlıktan, fakirlikten, çocuğunun olmadığından şikayette bulunuldu. Hepsine de istiğfar etmesini söyledi. Sebebi sorulunca, şu mealdeki âyet-i kerimeleri okudu:

Çok affedici olan Rabbinize istiğfar edin ki, gökten bol yağmur indirsin; size, mal ve oğullar ile yardım etsin, sizin için bahçeler, ırmaklar versin.

Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:

İstiğfara devam edeni, Allahü teâlâ, her sıkıntıdan, üzüntüden, dertten, geçim darlığından kurtarır, ferahlığa çıkarır ve ummadığı yerden rızıklandırır.

Sadaka vermek ve 70 kere Estağfirullah min külli mâ kerihallah demek, sıkıntıları giderir. Bu istiğfarın anlamı, “Ya Rabbi, razı olmadığın şeylerden ne yapmışsam hepsini affet, yapmadıklarımı da yapmaktan koru” demektir. 

Sıkıntı için şunlara da riayet edilmelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

Sıkıntıları sadaka ile önleyin.

Tarak kullanmak, sıkıntıyı giderir.

Güzel koku ve temiz elbise sıkıntıyı azaltır.

Abdestten artan suyu içmek sıkıntıyı giderir.

Akik yüzük sıkıntıyı giderir.

Başkasının sıkıntısını giderenin sıkıntısı gider.

Sıkıntıda duam kabul olsun diyen, genişlikte çok dua etsin.

En üstün ibadet sıkıntıya sabretmektir.

Kur’an-ı kerimde de mealen buyuruluyor ki:

Sabır ve namazla Allah’a sığınıp yardım isteyin.

Ey iman edenler, sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah elbette sabredenlerle beraberdir.

[Doğru kılınan] Namaz, münker ve fahşadan [edepsizlikten, akla ve dine uymayan, esrar, içki, zina, livata gibi her türlü kötülükten, günahtan] alıkoyar.

Her sıkıntının ilacı beş vakit namazı doğru kılmaktır. Namaz doğru kılınırsa bütün sıkıntıları yok eder.

Depresyon, çağımızın en sık rastlanan hastalıklarındandır. Bu hastalığa neden olan sıkıntı ya da günümüzde sıkça kullanılan deyimiyle stres, pek çok hastalığı beraberinde getirmekte, kalp hastalıkları benzeri pek çok hastalığa neden olabilmektedir. Bunun sebebi incelendiğinde, hücreler arasındaki hassas dengelerin sıkıntıdan direkt olarak etkilendiği görülmektedir. 

Örneğin bağışıklık sistemimiz bizi, kanser dahil pek çok hastalığa karşı korumaktadır. Sağlıklı bir bağışıklık sistemi ancak stresten uzak bir yaşam tarzı ile mümkündür. Sıkıntı ve kuruntular olmadığında, lenfositlerimiz enfeksiyonlara, romatizmal hastalıklara ve hatta kansere karşı daha etkili bir mücadele vermekte ve başarı kazanmaktadırlar. 

Bunun için de dua ve tevekkül şarttır. Kuşkusuz Allah’a devamlı dua eden, başına gelen her olayın Allah’ın verdiği özel birer imtihan olduğunun farkında olan ve tevekkül eden bir mümin, sıkıntıdan daha çabuk kurtulacaktır. Yüce Rabbimiz’in sıkıntıları gideren ve duaya cevap veren sıfatları Kur’an’da şöyle bildirilmektedir:

O nesneler mi üstün yoksa, çaresiz kalıp Kendisine yalvaran insanın duasını kabul edip sıkıntısını gideren ve sizi dünyada halifeler yapan Allah mı? Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur? Elbette olmaz! Ne de az düşünüyorsunuz! 

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), sıkıntının hastalıklara yol açtığını şu hadisi şeriflerinde buyurmuşlardır:

“Her kimin huyu kötü olsa, kendi nefsini sıkıntıda tutar ve her kimin kederi çok olsa, kendisini hasta eder.” 

“Çok türlü kaygılanmalar, çok türlü hastalıklar getirir.” 

“Hak Teâlâ’nın yarattığı mahlûkta kaygıdan daha kötü ve daha şiddetli birşey yoktur.” 

“Hak Teâlâ şifâsını yaratmadığı hiçbir türlü dert yaratmamıştır. Her kim o şifâyı bilirse İlâç edip kurtulur, her kim bilemezse o dertle kalır. Fakat ölümün dermanı yoktur.” 

Sıkıntılı -günümüz ifadesiyle stresli- yaşam, iman etmeyenlerin, imanın kazandırdığı güzel ahlaktan uzak yaşamalarının sonucudur  Bugün doktorlar, stresin etkilerinden korunmak için huzurlu ve sakin bir yapıya, rahat, güvenli ve endişelerden uzak bir psikolojiye sahip olunması gerektiğini ifade etmektedirler. Huzurlu ve rahat bir psikoloji ise, ancak Kur’an ahlakının yaşanmasıyla mümkündür.  Rabbimiz’in iman eden kulları için vaadi ise şöyle bildirilmektedir:

“Erkek olsun, kadın olsun, bir mü’min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz.” 

De ki: “Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır…”

Aslında “kişinin hedeflerini gerçekleştiremediği, sahip olduğu güzellikleri koruyamadığı veya bu tür kayıp ihtimâllerini fark ettiğinde düştüğü ümitsizlik hâli” olarak tarif edilen depresyon, sadece bu çağın değil, tarih boyunca tüm insanlığın derdi, hatta “kaderidir” bile denilebilir. 

Zira insan yaratılış itibariyle acizdir, fakirdir, fanidir, ölümlüdür ve hayvanın zıddına bunların farkındadır da. Her şeyi isteyen, ama hiçbir şeye gerçek anlamda sahip olamayan, her şeyden korkan, etkilenen, incinen ama hiçbirine gücü yetmeyen, en güzel zamanlarında bile fâni, geçici olduğunu, her şeyin bir gün biteceğini bilen bir insanın depresyona girmesi değil, girmemesi ilginçtir bence. 

Bu da çoğunlukla gaflet sayesinde mümkün olur. Korktuğu şeyleri düşünmemeye çalışır, zahiren sahip olabildikleri ile kendini teselli eder, ölümü ve ayrılığı hatırına getirmemeye çalışır. Ama bazı “tevil edilemez” olaylar gaflet perdesini yırttığında o güne dek ertelenmiş korkular, ümitsizlikler bir sel gibi benliği sarar ve depresyon gelir. 

Depresyon neredeyse insan olmanın doğal bir sonucu gibi görünmektedir. Nitekim yapılan araştırmalar depresif bulguların uyku bozukluğu, yaygın sebepsiz fiziksel şikayetler, sık ağlama, gelecekten ümitsiz olma, kendine güven eksikliği, hâlsizlik, hayatından zevk alamama vb. insanların %60’ında değişik düzeylerde bulunduğunu göstermektedir. Bir psikiyatrist olarak, yeni tanıştığım insanların pek çoğunun şaka yollu da olsa “aslında benim de size görünmem lâzım” demeleri, bu gerçeğin belli-belirsiz itirafı gibi gelir bana. 

Peki bu denli yaygın ve umumî bir belâ olan depresyonla başa çıkmak mümkün değil midir acaba? Yok mudur bu acizlik, fakirlik, fânilik dertlerinin ilâcı? Vardır tabii, arayan bulur da, ararsa eğer. Zaten insanların en ziyade yanıldıkları, ilk anda çok rahatsız edici olan bu acizlik, fakirlik ve fâniliği çözümsüz zannedip düşünmemeye çalışmaları, yok farz etmeleridir aslında.

Zira bir dert açığa çıksa hâlli mümkündür, ama gözünü kapayıp kendini hayallerle avutan birisinin gerçek bir çözüm bulması tabii ki imkânsızdır. “Erkekçesine ölümün yüzüne gül, dinle bak ne ister?” ikazını dinleyen, “Evet, ben acizim, fakirim, fâniyim, bunlar beni çok incitiyor. Peki ama bu dertlerin çaresi nerede olabilir?” diyebilen insan ancak çözüme yakınlaşabilir. Bu da muhakkak ki az-çok çile çekmek demektir. Ama “zahmetsiz rahmet” yoktur ki. 

Başka türlü soralım: Depresyona girmiş ve “her şey boş, istediklerim olmuyor, ters giden olaylar beni yıkıyor, zaten sonunda öleceğiz, bu hayat çok anlamsız” diyen bir “hasta” mı, yoksa “boş ver bunları, kafana hiçbir şey takmayacaksın, ayağını sıcak tut başını serin, takma bir şey kafana, düşünme derin” diyen tesellici mi daha tutarlıdır acaba? Deve kuşu mantığı kullanan bu kişilerin “kafaları duvara çarptığında” aynı depresyon kuyusuna yuvarlanmaları kaçınılmaz değil midir? 

Aslında hepimiz “duvarları aynadan” küçücük bir odada değil miyiz? Tüm duvarlar ayna olduğundan iç içe geçmiş görüntüler bize geniş bir yerdeymişiz hissi verir ama, ufacık bir musibetin ikazı ile kafamızı çok uzak sandığımız o duvara çarptığımızda, aslında daracık bir zindanda olduğumuzu fark etmez miyiz? Hayaller uçup, uykular kaçmaz mı? En tatlı haller bile bize acı vermez mi? Kurduğumuz yalancı dünya cennetinin cilâsı her ölümle, her kayıpla, her hüzünle çatlamaz mı?

Eskide bir gazetenin magazin ekinde okuduğum bir haberi hiç unutmam. Bir grup sanatçı “felekten bir gün çalalım” diye toplanıp pikniğe gitmişler. Akşama kadar süren eğlenceyi uzun uzun anlatan yazı şu cümle ile bitiyordu: “Gün bittiğinde herkes çok üzgündü, çünkü çok güzel bir gün geride kalmıştı.” Ne garip değil mi? En güzel şeyler bile sadece yaşanırken lezzet verip, bitiminde yerine elem bırakıyor. Zira “zeval-i lezzet (lezzetin kaybı) elemdir”. 

Yine hatırlarım, gençliğimde sevdiğim takımın maçlarını radyodan heyecan ve zevkle dinlerken en nefret ettiğim şey, spikerin ikide bir “maçın son 15 dk.sı”, “son 10 dk.ya girdik” vb. demesiydi. O denli zevk aldığım şeyin az sonra sona ereceğini duymak acı veriyordu bana. Güzellikler daha yaşanırken bile, biteceklerini bilmek, o an alınan zevki bozuyordu. Zira “zeval-i lezzetin tasavvuru (lezzetin kaybını düşünmek) dahi elemdir.” 

Belki “tamam kabul, uzatma, biliyorsan bir çare öner” diyen olabilir, ama problemleri yarım yamalak dile getirip işin ciddiyetini tam kavramadan çabuk çözümler aramanın tehlikeli bir aldatmaca olduğunu unutmamalıyız. O yüzden biraz daha devam edelim bence. Ve bir genci düşünelim. Dünyalar kadar sevdiği biri var ve onunla mutlu bir gelecek hayal ediyor. Oysa fark ediyor ki “sonsuza dek beraber olacağız sevgilim” lafı tam bir yalan. Ne sonsuzu, gelecek yıla çıkacakları bile şüpheli. O denli sevdiği kişiden er veya geç bir gün ebediyen kopacak. O zamana kadar da muhtemelen hayallerine, ideallerine tam uymayan problemli, yarım yamalak bir beraberlikle yetinecek. Ve bunları görmezden gelip tüm kalbini ona bağlayıp kendini teselli etmeye çalışıyor. Nereye kadar? 

Bir de anne hayal edelim. Uğruna canını bile verebileceği evladı her an bir hastalıkla, bir musibetle karşılaşabilir. Tüm gün yanında bekçilik yapsa bile bir minicik mikrop o ciğerparesini yatağa düşürebilir, sakat bırakabilir veya ebediyen elinden alabilir. Ne yapabilir bu anne? Şefkat ateşini neyle söndürebilir? Kaybetme korkusunu nasıl unutabilir? Hangi aldatmaca ile kendini teselli edebilir? Konuşsun, cevap versin prof.lar, filozoflar! 

Ama yok! Onların diyeceği; “bunlar hayatın acı gerçekleridir, kabulleneceksin. Başka şeylerle meşgul ol, hobiler edin. Başarabildiklerine, sahip olabildiklerine bak, mutlu olmaya çalış, kendini gerçekleştir vs. vs.”

Biz de Bediüzzaman’ın ağzıyla soruyoruz: İdama mahkûm birisi, zindanın süslenmesinden zevk alabilir mi? Ebedi bir aşk isteyen bir kalbi fâni sevgiler tatmin eder mi? Dünya kadar bir cennetle ancak tatmin olan bir ruh, suyu-elektriği bile kesilebilen uyduruk villalarla kandırılabilir mi? 

Ama iman gözlüğü ile bakan bir insan için, âyetteki ifade ile “lâ havfün aleyhim ve la hüm yahzenun” geçerlidir. Onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.

Çünkü gerçek iman sahibi, sevdiğini Allah için sever. Sevgilisi Allah’ın rahmet ve cemalinin bir yansımasıdır. Ve ebedi hayatta hiç ayrılmadan sonsuz ve huzurlu bir beraberlik yaşayacakları ümidini taşır.

Sevdikleri elinden alındığında “ayrılık geçicidir” diye teselli bulur. Şefkat ettiklerini “hayrul-hafizin” ve “erhamür-rahimin” olan Allah’ın rahmet ve korumasına emanet eder.

Kur’an’ın dersi ile musibetleri, felaketleri, hastalıkları İlâhî birer ikaz, birer keffaret-üz zünub (günah temizleyicisi) bilir.

Dünya malını, makamını kazandığında da, kaybettiğinde de “veren de O, vermeyen de” der, esas bakî mal ve mertebe olan uhrevî makamları ve ebedî sevapları hedefler.

“Madem bu dünya geçici bir imtihan meydanıdır, imtihanda rahat olmaz.” deyip geçici sıkıntıları, zahmetleri hoş karşılar.

“Bu dünya bir karalama defteridir.” der, düzeltemediği pislik ve karışıklıklarla zihnini bulaştırmaz, kendi amel defterini temiz tutmakla meşgûl olur.

“Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.” der, pencerelerden seyreder, içlerine girmez.

Günah, gaflet ve isyana düşmüşse bile “Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez.” der, daima açık olan tövbe kapısından girip yeni bir beyaz sayfa açar. Bu dünyada da hakiki huzur ve saadeti bulur. 

Sadece çağımızın değil çağların hastalığı olan depresyondan kurtulmanın yolu çağlar ötesi mesaja kulak vermektir.

Derleyen: Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

kaynaklar:

  • diyanet
  • Sorularla İslamiyet

Cüleybib (R.A.) hakkında güzel bir kıssa..

Cüleybib (ra) genç bir sahabidir. Şehevi hisleri düşünce dünyasını çepeçevre sarmıştır. Bu halde iken Allah Resulü(sav)’nün huzuruna gelir ve ona sorar:

Ey Allah’ın Elçisi! Zina etmeme izin ver!” diyor.

Peygamber Efendimiz(sav);

Söyle bakalım. Bir başkasının senin annenle zina etmesine razı olur musun?

“Canım feda olsun, hayır, olmam.”

“Zaten hiç kimse annesiyle zina edilmesine razı olmaz. Peki kızınla zina edilmesini ister misin?”

“Uğrunda öleyim ya Resulallah(sav)! Hayır, istemem.”

“Öyleyse hiç kimse kızıyla zina edilmesini istemez. Bir başkasının kız kardeşinle zina etmesini ister misin?”

“Yoluna feda olayım, hayır, istemem.”

“Hiçbir kimse, kız kardeşiyle zina edilmesini istemez. Peki halanla zina edilmesi seni memnun eder mi?”

“Canım feda olsun, hayır, kesinlikle.”

“Halasıyla zina edilmesi hiç kimseyi memnun etmez. Peki birinin teyzenle zina etmesine razı olur musun?”

“Uğrunda öleyim, hayır buna da razı olmam.”

“Teyzesiyle zina edilmesine kimse razı olmaz.”

 Ardından da elini bu gencin göğsüne koyar ve şöyle dua eder:

Allah’ım! Onun günahını bağışla, kalbini temizle ve namusunu muhafaza buyur.

Cüleybib(ra), bu duadan sonra iffet abidesi haline gelmiştir, ama daha önceki hayatı bilindiği için kimse ona kız vermek istemez. Peygamberimiz(sav)’de onu evlendirmek istiyordu. En-sar’dan birinin kızına talip oldu. Re­sû­lul­lah(sav)’ın, kızlarını kendisi için istediğini zannederek  “Memnu­niyetle!” dediler. Sonradan Hz. Cüleybib(ra) için olduğunu öğrenince, “Hayır.” dediler.

Bütün bunları duyan kızı, “Allah ile Peygamber’i bir iş hakkında hüküm verdikten sonra, mü’min olan bir erkekle mü’min olan bir kadına, artık o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûl’une karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”Ayeti kerimesini hatırlatıp Allah’ın Resûl’ünü mü reddediyorsunuz? Beni Cüleybib (ra)’e verin. Çünkü Re­sû­lul­lah (sav) hiçbir zaman benim zararımı istemez.” dedi.

Bunun üzerine sahabi, uçurumun kenarından geri dönmenin sevinciyle Peygambe­rimiz(sav)’in yanına geldi. Kızlarını Cüleybib(ra)’e vereceklerini söyledi. Hazırlıklar ta­mamlandı, düğün yapıldı.

Düğünden çok az bir zaman sonra Peygamberimiz(sav) gazaya çıkmak için hazır­lıklar yapıyordu.

Cüleybib(ra), Re­sû­lul­lah(sav)’ın davetine hemen icabet etti. Bu savaşta kahramanca savaştı. Sonunda şehadet mertebesine kavuştu. Gaza bittiğinde Peygamberi­miz(sav), “Cüleybib nerede? Onu göremiyorum, araştırın.” buyurdu. Sahabiler aradı­lar. Onu yedi müşrikin yanında buldu­lar. Hazreti Cüleybib(ra) onları öldürmüş, sonra da şehit olmuştu. Gelip Peygamberimiz(sav)’e ha­ber verdiler. Peygamberimiz(sav) yanı­na gitti.

Üç defa “Bu yatan bendendir, ben de ondanım.” buyurdu. Sonra da onu eliyle defnetti.

İşte o gün herkes Cüleybib’in Allah ve Rasûl(sav)’ü katında ne kadar ehemmiyetli olduğunu anladılar.

Hazreti Cüleybib’in(ra) hanımı, kocasının yolunu gözlüyordu. Şehit olduğunu öğrenin­ce, “şehit hanımı” olduğu için Cenâb-ı Hakk’a şükretti.

Hele Re­sû­lul­lah(sav)’ın kendisi için, “Allah’ım, onun üzerine hayırlar yağdır. Hayatı boyunca sıkıntı yüzü gösterme.” şeklindeki duasına mazhar olunca dünyalar kendinin oldu.

Bu dua sebebiyle herkes bu kadına gıptayla bakardı, sahabe onunla evlenmek ve böylece Cüleybib’in hayır ve hasenatlarından hissedar olmak için birbirleriyle yarıştılar.

Rivayet edildiğine göre, o güne kadar dul kalan hiçbir kadının bu kadar çok talibi olmamıştır.

Allah şefaatlerine nail eylesin…

Dedim o’na: “Ya Cüleybib cennet ne kadar güzel”
Dedi bana: “İhlas var ya, cennetten daha güzel”
Dedim o’na: “Ya Cüleybib bu köşk ne kadar güzel”
Dedi bana: “Sohbet var ya, köşkten daha güzel”
Dedim o’na: “Ya Cüleybib sen ne kadar güzel”
Dedi bana: “Hamza var ya benden daha güzel”

Çetin KILIÇ /LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynak:

  • kütübü sitte
  • sorularla islamiyet
  • resulullahorg
  • rehber dergisi
  • nurnet

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Tefekkür Gafleti İzale Eder

Şuurlu bir insan semaya başını çevirince ne görür?

Güneşin,ayın yıldızların haşmeti ona ne söyler?

Yağmur, gök gürültüsü ona neyi anlatır ?

Nizam, intizam, zamanlama gibi mükemmelikler kimden bahseder? Bunları yaratan birisini anlatır Onu O nun büyüklüğünü söyler elbet.

Ya Peygamberimiz(sav), sahabe efendilerimiz, evliyaullah, veli zatlar, yaşantılarıyla, dürüstlükleriyle ahlak ve edepleriyle,ilim ve insanlığa kazandırdıklarıyla ayrıca yaşadıkları dönemin huzur ve güvenli oluşu, bir birleriyle, aileleriyle, çocuk ve komşularıyla olan mükemmel münasebetleri?

Bunları terbiye eden eğiten birinden bahseder.

Başta insan denen varlık olmak üzere tüm canlıların tüm ihtiyaçları tam zamanında ve yeteri kadar verilmesi, havanın ve suyun bileşenleri ,elde edilmesinin kolaylığı, gıdaların midelere vs organlara uyumluluğu, faydalı olması beslemesi ayrıca enerji ve şifa vermesi,bütün bunları ikram eden Birini söyler Birini anlatır.

Çevremizde olup bitenleri gözleyen şuurlu bir insana , ağacın yaratılışı yaprağının meyvesinin oluşumunu görmesi, doğan yavruyu, onun büyümesini fark edebilmesi, çiçeğin açmasını , koku vermesini hayretle izlemesi, tüm bunların olması için olması gerekenlerin tam ve eksiksiz olması yağmur, toprak, güneş, su ,anne, şefkat gibi zahiri ve batini şeylerinde hazır ve nazır olması. Bütün bunların bir yaratıcısının olduğunu ve o yaratıcının çok şevkatli olduğunu anlatır.

Yaratılmışların çokluğu, güzel hatta birer sanat harikası olduğu çiçeğin rengi ve kokusu kadar bülbülün sesi tavus kuşunun mest edici güzelliği yavruların sarılasıca ve sımsıcak oluşları, tüm varlıkların vücüt ve azalarının boy adet gibi birbirlerine uyumlu olması, göz, burun sayısı parmak kol bacak ölçüleri şaç kaş diş renk ve yapıları ayrıca yerli yerinde olması bunları yaratanın ilim sahibi ve cömert olduğunu söyler.

Tüm bunları görmemiz için verilen gözün, aklın, şuurun hikmetini düşünmeli şükretmeli , dönüp bir daha , bir daha bakmalı akletmeli  yine şükretmeliyiz.

İnsanlığımız  düşündüğümüz ve şükrettiğimiz kadardır.

Çetin Kılıç / Lüleburgaz

NurNet.Org

İlmin Enaniyeti

Asrımızın tehlikesini bu asırda iman ile kabre gidebilmenin ne kadar zor olduğunu Peygamberimiz (sav) hadisi şeriflerinde bizlere bildirmiştir. Hz Ali (ra) ve Gavsı Azam (ks)’da asırlar öncesinden Risale-i Nurları işaret ederek İslam ümmetine adeta kurtuluş reçetesini sunmuşlardır.

Risale-i Nurların müellifi Bediüzzaman hazretleri bu asrın içindeki tehlikeleri ayan beyan göstererek talebelerine ve islam alemine nurlar saçarak gidilen yolun selametli olması için tüm gayreti ile bütün ömrünü feda ederek her türlü sıkıntı ve ezalara katlanarak eserlerini yazmış ve bu günlere kadar ulaşmasını temin etmiştir. İçinden çıkılmaz dediğimiz nice konuları en anlaşılabilir şekilde izah ederek, koyunun yavrusuna süt vermesi misali bizlerin iz-anımıza sunmaktadır. Gündemimizi çokça meşgul eden bir konunun cevabını üstadımızın yazdığı yirmidokuzuncu mektupta bulabiliyoruz;

en tehlikelisi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir.

Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsanettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder—tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın. Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:

Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.”

Üstadımızın bu sözlerini okuyan kardeşlerimizin başka kapıya gitmelerine başka kaynak aramalarına ne hacet kalır?

Selam ve Dua ile

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

kaynak:

Risalei nur külliyatı