Etiket arşivi: çocuk eğitimi

Psikopatlar niye çoğalıyor?..

32 yaşındaki oğlu için gelen anne şikayet ediyor: “Doğru dürüst okumadı ama okul bitti. Şimdi de iş beğenmiyor. Bulduğumuz işlere ‘yorucu.., bana yakışmaz.., bu paraya çalışılır mı..’ gibi gerekçelerle gitmiyor. Bütün gün evde. ‘Onu getir, bunu al’ şeklinde emirler veriyor. Yapmak istemediğimizde ‘Beni doğurdunuz, yapmak zorundasınız, çocuğunuz değil miyim?’ diyor. Direnirsek üstümüze yürümeye başlıyor. Artık korkuyoruz. Ne yapabiliriz?”

Bir başka anne benzer şeyleri henüz 16 yaşındaki oğlu için anlatıyor. Her sabah özel şoförün okula götürdüğü, haftalık harcaması asgari ücretten fazla olan, kredi kartı ile istediğini alabilen ve bunların az olduğunu, okulu nasılsa bitireceğini, babasının işinin onu beklediğini ve bu nedenle gençliğini çalışarak geçirmesinin anlamsız olduğunu söyleyen, sabahlara kadar barlarda gezen, kızdığı zaman kendisine küfür eden, el kaldıran bir çocuk.

Bir baba, 14 yaşındaki çocuğunun kendisini yaraladığını ağlayarak anlatıyor ve benzer bir öyküyü aktarıyor.

Hepsinin son cümlesi benzer: “Doğduğundan beri bir dediğini iki etmedik, koruduk, sevdik. Hiçbir şeyini eksik bırakmadık. Niçin böyle oldu?”

Öğrencinin Jaguar marka arabası olur mu?” tartışmaları bu konuyu ele almamı zorunlu hale getirdi. Yazmadan önce tartışmaları bir kez daha gözden geçirdim. Tartışılan konu: O öğrencinin Cumhurbaşkanı’na gitmesiymiş. Oysa tartışılması gereken konu: Çocukların kaç yaşında, nelere sahip olmalarının daha doğru olduğu olmalıydı. Çünkü özel üniversitelerin park yerlerine girdiğiniz zaman göreceğiniz araba markaları, tartışılan Jaguar’dan ucuz olmayacaktır.

Aslında üniversitelere gitmeye ve arabalara bakmaya bile gerek yok. Sokaklardaki, kafelerdeki gençlere, hatta genç bile sayılamayacak küçük çocuklara bakın. Sadece kıyafetlerine değil, ellerindeki cep telefonlarına, taşıdıkları çantalara ve en önemlisi konuşmalarına bir bakın. Ailesi varlıklı olan çocuk ve gencin bunlara hakkı var mı? Herhalde vardır. Zaten tartışılması gereken de bu değil. Tartışılması gereken; çocuklara ve gençlere zamanı gelmeden alınanların ve izin verilen davranışların, onların gelişimine ve topluma nasıl zarar vereceği olmalıdır.

Çevreye ve kendine zarar verici davranışların olması, herkesin kendisine borçlu olduğunu düşünen ve bu nedenle isteklerinin hemen ve eksiksiz yerine getirilmesini isteyen, yapılmadığı zaman saldırganlaşan, emek sarf etmeyen, sorumluluklarını yerine getirmeyen kişileri 18 yaşın altındalarsa ‘davranım bozukluğu‘yla, üstünde ise ‘antisosyal kişilik bozukluğu‘yla tanımlıyoruz. Yaygın olarak bilinen adı ile bu kişilere ‘psikopat’ diyoruz. Son yıllarda bu sorunla ilgili başvurular giderek artıyor. Bu artışın en büyük nedeni; çocuk yetiştirme biçimimizdir.

SORUMSUZ VE DOYUMSUZ ÇOCUK

Doğduğundan beri bir dediği iki edilmeyen, her istediğine kavuşan, isteğinin yaşı ile uyumlu olup olmadığına bakılmayan, emek sarf etmeden, değerini bilmeden alınanları, yapılanları hak görerek yetişen bir çocuğun; sorumluluk sahibi, doyumlu, çalışarak kazanmanın erdemine inanan, bir şeyleri elde etmek için emek sarf etmesi gerektiğini bilerek çalışan bir birey olmasını beklemek mümkün mü?

Avrupalı ve Amerikalı aileleri ‘çocuklarına bakmıyorlar, yazları çalışmalarını istiyorlar’ diye kötüleyenlerin düşüncelerini gözden geçirmelerinde yarar var. Çocuklarımızı sevmekle onları doğru yetiştirmek arasındaki farkı anlamamıza yardımcı olur, diye daha önce de yayımladığım, ‘Geleceğin Psikopatlarını Yetiştirme Yolları’nı tekrar yayımlıyorum:

Daha küçükken çocuğa istediği her şeyi vermeye başlayın! Bu şekilde o, herkesin onun geçimini sağlamak zorunda olduğuna inanacaktır.– Kötü sözler söylediği zaman gülün! Böylece o kendisinin akıllı olduğuna inanacaktır.

– Ona düşünmeyi ve beynini kullanmayı hiç öğretmeyin! 21 yaşına gelince kendi kararlarını, kendisi versin diye bekleyin!– Yerde bıraktığı her şeyi kaldırın; kitaplarını, ayakkabılarını, kıyafetlerini… Onun için her şeyi siz yapın ki o, bütün sorumluluklarını başkalarına yüklemeye alışsın!

– Onun gözünün önünde sık sık kavga edin ki aile bir gün parçalanırsa çok fazla üzülmesin.– Ona istediği kadar harçlık verin ki hiçbir zaman kendi parasını kazanmanın ne olduğunu öğrenmesin.

– Yiyecek, giyecek ve konforla ilgili bütün arzularını yerine getirin ki, istediklerine ulaşmak için çalışmak gerektiğini öğrenmesin.– Komşulara, öğretmenlere, polislere karşı daima onun tarafını tutun ki, onların hepsine karşı peşin hükümleri oluşsun.

– Bütün bunları ve benzerlerini yaparak yetiştirdiğiniz çocuğunuz bir gün suç islerse, kendisinden özür dileyin! Ama onu felaket dolu bir hayata hazırladığınız için kendinize teşekkür etmeyi ihmal etmeyin!!

(Bu belge, ABD Houston Polis Müdürlüğü tarafından hazırlandı ve kentteki tüm evlere ve okullara dağıtıldı.)

Prof. Dr. Bengi Semerci

Bir de ben ekleme yapayım.

ABD de anne ve babalar aralarında anlaşarak haftanın bir veya iki günü çocuk ne isterse ona “HAYIR” diyorlar.

Kısaca kendinize ailenize ve topluma bir “BELA” yetiştirmek istiyorsanız çocuğunuzun her istediğini yerine getirin.

Doç. Dr. Ömer ÖZKAN

Hukuk Fakültesi

Çocuk Eğitiminde Muhammedi Metot

O (a.s.m.), yolda ve yorgun gördüğü çocukları devesine bindirir, onları böylece şereflendirip sevindirirdi. Kuşu ölmüş bir çocuğa, taziye ziyaretinde bulunma inceliğini bile göstermiştir. “Çocuklarla çocuklaşın” buyuran Güzeller Güzeli (a.s.m.), bu tavsiyesini bizzat uygulamış; onlara hediyeler vererek, şakalar yaparak, sevgi iletişimini çok güçlü kurmuştur.

Onları mide açlığından çok, gönül açlığı ilgilendirmiştir. O güzel gönüllü insanlar, yüreklerindeki sevginin azalmasıyla tedirgin olmuşlar, hemen sevgilerini yeniden coşturmanın yolunu aramışlardır…

Ne mutlu onlara ki, en muhteşem gönül doktorunu da yanı başlarında bulmuşlar ve dertlerine en etkili, en evrensel reçeteleri yazdırmışlardır.

İşte onlardan biri Efendimize (a.s.m.) gelir ve kalbinin katılaştığından dertlenir. İnsanlığın gönül doktoru Efendimiz (a.s.m.), kıyamete kadar geçerliliğini yitirmeyecek olan muhteşem reçetesini yazıverir:

Kalbinin yumuşamasını dilersen, ya bir fakiri doyur ya da bir yetimin başını okşa.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2-263)

Anne-babanın ve özellikle de bütün eğitimcilerin gözleri gönüllerinde olmalı, sürekli sevgi düzeylerini denetlemelidirler. Çünkü asıl açlık, gönül açlığıdır. Gönlün sevgi seviyesi düşükse çocuklara karşı davranışımızı doğru ayarlama imkânımız kalmaz. Bir başka deyişle sevgisiz eğitim olmaz.

Bu düşüncelerimi dile getirdiğim bir konferansımda dinleyicilerime sormuştum:

Peki, siz acaba son kez ne zaman bir yetimin ya da öksüzün başını okşadınız?

Bir beyefendi hemen elini kaldırdı ve içimi ezen şu cevabı verdi:

Hocam! Sen bırak öksüzü yetimi de, bize çocuklarımızın başını en son ne zaman okşadığımızı sor!

İşte bu ilgisizlik, sevgisizlik bataklığını günden güne derinleştiriyor. Fakiri, yetimi, öksüzü koruyup kollayan, aslında asıl iyiliği kendine yapıyor. Çünkü bu suretle, sevgisini bereketlendirip gönlünü çoraklaşmaktan kurtarıyor.

Şartsız sevginin Sultanı (a.s.m.)

Sevgisine karşılık beklememek, aldığına bakmaksızın vermek duygusunda, Efendimiz (a.s.m.) eşsiz bir örnektir. Bu özelliği sebebiyle Rabbimiz, o Güzeller Güzeli’ni kendi sıfatlarıyla övmüş ve “Sen, müminlere Rauf ve Rahim’sin” buyurmuştur.

Tevbe Suresi’nin 128. ayeti, hepimizin ezberinde, hep canlı ve taze olarak bulunmalıdır:

Andolsun ki, size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona pek ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir.

Kendisine düşmanlık eden inançsızlara bile gönlünü açmayı, onları da kurtarmaya çalışmayı inanılmaz derecede ileri götürmüş, bu yüzden de Rabbimiz tarafından şöyle uyarılmıştır:

Demek sen, bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa arkalarından üzülerek, adeta kendini tüketeceksin!” (Kehf Suresi, 6)

Halbuki Efendimizin (a.s.m.) görevi, sadece hakikati duyurmaktır. Ancak O’nun (a.s.m.) emsalsiz sevgi ve şefkatle dolu gönlü, adeta hiç kimsenin cehenneme gitmesine razı olamıyor. “İnanmıyorlar” diye kendini kahredecek, paralayacak derecede üzüntülere düşüyor. Ve O’nu (a.s.m.) bu hali sebebiyle Rabbimiz uyarıyor ve bu dünyanın bir imtihan dünyası olduğunu bildirerek teselli ediyor.

Ve başka bir ayet-i kerime de buyuruyor ki: “Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu iman edecek değildir.” (Yusuf Suresi, 103)

Yine Rabbimiz, O’nun (a.s.m.) şefkat ve sevgisinin nasıl bir sonuç doğurduğunu şöyle açıklamıştır: “Allah’tan bir rahmet eseridir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen kaba, katı yürekli olsaydın, onlar çevrenden dağılır giderlerdi.” (Âl-i İmran Suresi, 159)

Yüceler Yücesi, bu özelliği sebebiyle hem Efendimizi (a.s.m.) övmüş, hem de O’nun (a.s.m.) bu güzel vasfını bizlere örnek göstermiştir.

Kötüler için çırpınır,

Günahkârlar için gözyaşı döker.

Hayatı sevgi ve şefkatten ibaret.

Bizlere örnek; bir ders, ibret…

Peki, bizler, onun inançsız karşıtlarına davrandığı gibi davranabiliyor muyuz çocuklarımıza?

Bu kadarını bile başarabilsek, çocuklarımız, yüreklerini hiçbir şekilde koparmazlar bizden. Hem gerçekten insan olurlar hem de her şartta seven, gerçek kişiler haline gelirler.

“Çocuklarınıza yardımcı olunuz!”

Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurur: “Her doğan çocuk muhakkak İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra anasıyla babası onu Yahudi yahut Nasranî yahut Mecusi yapar.” (Buhari)

Gerçekten de çocuklar doğuştan tertemizdir. Bütün kötülükleri sonradan öğrenir. Yani, içine doğdukları dünya onları rengine boyar, kendisine benzetir.

Efendimiz (a.s.m.), “Çocuklarınıza iyilik üzere olmaları hususunda yardımcı olunuz” buyurmuş, bu yardımın nasıl olacağını uygulayarak da göstermiştir. Mesela, yemek sırasında, mevcut duruma müdahale edip doğrusunu yaptırmış; yemeğe besmele ile başlamayı, sağ elle ve kendi önünden yemeyi bizzat tatbik ederek öğretmiştir.

Ceza denince, bazı anne-babaların aklına ilk önce dayak geliyor. Oysaki bu ceza şekli, akla en son ve bütün çözümlerin tükendiği noktada gelmeli; mümkünse hiç uygulanmamalı.

Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.), dayağa izin verir ama ona öyle bir sınırlama getirir ki dayak sertçe bir masaja ve kendine getirme harekâtına döner. Çünkü yüze, başa, karna, kasığa vurmayı ve dayağa kendini tatmin duygusunu katmayı yasaklamıştır. Dayak, çocuğu yaralamamalı ve sağlığını bozacak şekle gelmemeli. Çünkü maksat, çocuğun canını yakmak değil, suçu önlemek ya da hatadan vazgeçirmektir.

Çocuklara olan sevgisi ise dillere destandı. Buyururdu ki: “Çocuklarınızı öpüp seviniz. Her öptüğünüzde cennetteki makamınız bir derece yükselir.”

Akra b. Haris, Efendimizin (a.s.m.) Hz. Hasan’ı öptüğünü görünce:

Benim on çocuğum var ama hiçbirini öpmedim” dedi.

Efendimizin (a.s.m.) verdiği ibretli cevabı mutlaka duymuş olmalısınız:

Merhamet etmeyene, merhamet edilmez.”

Bir başka zaman da Efendimize (a.s.m.) bir bedevi geldi ve hayretle:

Demek siz çocukları öpüyorsunuz, oysa biz onları hiç öpmeyiz” dedi.

Bunun üzerine, şefkat madeni Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurdu:

Yüce Allah, senin kalbinden merhameti kaldırmışsa ben ne yapayım!

Sevgisini sadece çocuklarına, torunlarına söylemezdi. Bu sevgiden bütün çocuklar nasiplenmiştir. Dostlarının çocukları, öksüzler, yetimler, hicret sırasında Medine’de kendisini karşılayan kız çocukları, düğünden dönen çocuklar, hatta başka din mensuplarının çocukları… Bunların hepsi, o muhteşem yüreğin muhabbetinden gıdalanmıştır.

Seven insanların en güzeli

Güzeller Güzeli (a.s.m.), çocukları şefkatle kucaklar, bağrına basardı. Bir dizine Usame’yi, diğerine de torunu Hasan’ı alarak, “Allah’ım, bunları sev, çünkü ben onları seviyorum” buyururdu. İbn Abbas’ı da bağrına basarak, “Allah’ım ona Kitap’ı öğret” diye dua ettiğini biliyoruz.

Bir defasında, hasta torununu ziyarete gitmiş, çocuğun durumuna çok üzülmüş ve ağlamıştı.

Niçin ağlıyorsunuz ey Allah’ın Resulü?” diye soranlara şu cevabı vermişti:

Bu, merhamettir. Allah, onu dilediği kulunun kalbine koyar. Ve ancak merhametli kullarına rahmetiyle muamelede bulunur.”

Güzeller Güzeli’nin (a.s.m.) bir âdeti de çocukları omzunda taşımasıydı. Bir gün Hz. Hasan’ı omzuna oturtmuş, sokakta gidiyordu. Karşısından gelen sahabe, bu manzarayı görünce:

Ey Hasan, ne güzel bir bineğin var. Senden önce hiç kimsenin, bu kadar güzel bir biniti olmadı” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (a.s.m.):

Ama amcası, binici de ne güzel!” buyurdu.

Gözümün nuru diye tarif ettiği namazda, hem de Allah’a en yakın olduğu secde sırasında, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin, Efendimizin (a.s.m.) sırtına binerlerdi. Güzeller Güzeli (a.s.m.), çocuklar incinmesinler diye secdesini uzatırdı.

Bazen torununu kucaklamış olarak namazını kılar, bazen de torunlarını zor durumda görüp hutbesine ara verir, onları kucağına alıp tekrar minbere çıkar ve hutbesine devam buyururlardı.

Bazen kucağına aldığı bebekler, üzerini ıslatırdı. Efendimiz (a.s.m.), bundan dolayı asla kızmaz, yüzünü asmaz, sadece temizlik için su ister, kirlenen yeri kendisi yıkardı.

Nebevî bir tavsiye: “Çocuklarla çocuklaşın”

Bir defasında Efendimiz (a.s.m.), sabah namazını her zamanki gibi uzunca kıldırmayı arzu etti. Fakat namaza başlayınca, cemaatteki hanımlardan birinin çocuğu, “Anneee! Anneee!” diye ağlamaya başladı. Güzeller Güzeli (a.s.m.), bu feryada dayanamadı ve namazı düşündüğünün aksine çok kısa kıldırdı.

Resulullah Efendimiz (a.s.m.), hasta çocukları ziyarete gider ve onların tedavileriyle de yakından ilgilenirdi.

Efendimize (a.s.m.) bir ara hizmet etmiş bulunan bir Yahudi çocuğu hastalanmıştı. Onu da ziyaret etti ve şefkatini göstererek ilgilendi. Bu durumdan çok etkilenen ve mutlu olan çocuk, İslam’a yöneldi.

O (a.s.m.), yolda ve yorgun gördüğü çocukları devesine bindirir, onları böylece şereflendirip sevindirirdi. Kuşu ölmüş bir çocuğa, taziye ziyaretinde bulunma inceliğini bile göstermiştir.

Çocuklarla çocuklaşın” buyuran Güzeller Güzeli (a.s.m.), bu tavsiyesini bizzat uygulamış; onlara hediyeler vererek, şakalar yaparak, sevgi iletişimini çok güçlü kurmuştur.

Evet, babaların en güzeli böyleydi. O (a.s.m.) en güzel baba, herkese babalık yaptı; herkes de O’nun (a.s.m.) kucağına koştu.

Şimdi, O’nu (a.s.m.) seven babalar, bu yüreğin neresinde? Eğitimin olmazsa olmaz ilk şartı, sevgi merkezli olmasıdır. Çünkü eğitim her şeyden önce yürek işidir.

Vehbi Vakkasoğlu

vehbivakkasoglu.com

Çocuğunuza gölge olmayın, başka ihsan istemez!

Geçtiğimiz günlerde orijinal adı “The joy of painting” olan ve çocukken pazar sabahları severek takip ettiğim “Resim sevinci” adlı programa denk geldim. Kıvırcık saçlı bir ressam olan Bob Ross, televizyon ekranlarında bir doğa resmi çiziyor ve her aşamayı izleyiciyle paylaşıyor.

Bob, resim yaparken başka bir boyuta geçiyor adeta… Öyle ki, yaptığı resimlerin bir parçası oluyor. Dağların eteklerindeki ağaçları bile düşünüp, onlara arkadaşlar çizmeyi ihmal etmiyor. Haydi, birazcık kulak verelim:

… Fırçamızla tualimize dokunuyoruz. Çok kolay! Korkmadan dokunuyoruz… Hatalar değil de sadece küçük mutlu kazalar vardır. Şuraya yaşlı bir ağaç çiziyoruz. Belki de şurada yaşayan mutlu küçük çalılıklar vardır; işte tam şurada… Belki de çalılıkların arasında sevimli minik sincaplar neşeyle geziniyorlar. Biraz kahverengi, biraz titan beyazı alalım… Tamam…

Bir insan yaptığı işi bu kadar mı sever, dedirtiyor! Haliyle Bob’un kendi içindeki bu derinlik yaptığı resimlere aksediyor. Çizerken ve anlatırken kendinden geçiyor. Yelpaze fırçalar tualinde raks ediyor. Darbe sözcüğü, zihnimde istemsiz bir ürpertiye sebep olduğu halde, onun fırça darbelerini zikredişi, fısıltılar halinde ruhumu okşuyor. (Bugüne kadar hiç izlemediyseniz, bir kez izleyin. Sonra bu yazıyı okuyun olur mu?)

Onu izlerken Bob’un ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. İçindeki cevheri keşfedip açığa çıkarabilmişti.

Nehrin doğal akışına müdahale edilmemişti…

Su, yolunu ve de yatağını bulmuştu…

Bob’un nasıl bir ailesi olduğunu ve çocukluğunu merak ettim. Biyografisini araştırdım. 14 yaşında okulun kendisine göre olmadığını fark edip, asker olmak için okulu bırakmış. Arta kalan zamanlarında sanat okullarına gidip resim yapmış ve tekniğini geliştirmiş. 52 yaşında da lenf kanserinden vefat etmiş.

Ardından, başka bir senaryo hayal ettim. Bob’un içindeki resim sevincini hafife alan ve onu akademik beklentilerle boğan bir ailesi ve öğretmenleri olsaydı sonuç ne olurdu acaba? Karnesini alınca yabancı dil, matematik ve fen derslerinden aldığı notlar düşük olduğu halde; resim dersindeki başarısı yine de ailesini mutlu edebilir miydi? Acaba, ona matematik-fen notları yükselsin diye ilave ders mi aldırtır; yoksa resim kurslarına mı gönderirlerdi? Acaba, şu an bir ressam değil de, ailesinin isteğiyle doktor ya da mühendis olsaydı; yine böyle mutlu olur muydu? Ve içindeki mutluluğu başkalarına da bulaştırıp, onları da mutlu edebilir miydi?

Bu müdahalecilik neden?

Cevap için bilinçaltındaki kayıtlara bakalım:

… Saygın bir mesleğin olsun. Önemli bir isim olmaya çalış. Güzel ve bol kazancın olursa rahat yaşarsın. Dünya mücadele üstüne kurulu bir yer! Yılmadan mücadele etmelisin. Ayakta kalmak için hırslı ve rekabetçi ol. Yoksa büyük balıklar seni yer, vs…

İnsanların sevdikleri, mutlu oldukları ve hayata değer kattıkları bir işle meşgul olması onlara saygınlık kazandırmaz mı? Saygın olanlar sadece doktor ve mühendisler midir? Bir sürü insanın hayatını etkileyip, onlara güzel bakma aşısını yapan resim doktoru Bob Ross saygın değil miydi? Peki, akademik bir yaşamı istemeyen ve suyun yolunu bulması için engelleri kaldıran Bob aç mı kaldı? Hayatını idame ettiremedi mi? Yoo, hayır! DVD’leri dünyada en çok satanlar listesine girdi. Yani büyük balık küçük balığı yemedi.

Yaşamın mücadele olduğuna odaklanmış bakışla bir anne annelik kıvamını, baba da babalık kıvamını yakalayamaz. Kâinata da, Sultan’ına da muhatap olamaz. Halil ve dost olamaz. Akışına bırakamaz. Numunelerin ve gölgelerin içinde kaybolur, gider. Aslolanın membaına ulaşamaz. Ruhu daralır, bunalır. Hatta bir bardak su bile boğulmasına kâfi gelir.

Hâlbuki kâinattaki düzen, ”yardımlaşma ve dayanışma kanunu” üstüne kurulmuştur. Gezegenler birlik içinde, omuz omuza… Sema ve arz da! Hava, su ve toprak… Toprak sıcaktan bunalıyor. Yağmur yetişiyor imdadına… Sonra çiçek olmak isteyen tohum başlıyor duaya. Bütün sebepler elbirliği içinde hizmet ediyor ona. Ta ki o bir tohum, çiçek açabilsin diye. Yakıcı ve yanıcı iki element el ele verip insan faydalansın diye suyu oluşturuyor. Küçültülmüş bir kâinat olan insan, vücudundaki her aza da birbiriyle ahenk içinde çalışıyor. 

Hayvanlar âleminde de bu böyle! Hayvan duyguları uzmanı Prof. Mac Bekoff ”Yabani Adalet” isimli kitabında ”yabani hayvanların acımasız ve vahşi olduklarına dair görüşler tamamen yanlış” diyor. Yıllardır yaptığı bilimsel araştırma sonuçları da aynı gerçeği dillendiriyor. Yüzde 95’i olumlu yönde! Mesela Bekoff çalışmalarında, baskın ve güçlü kurtların oyun oynarken bilerek zayıflara yenildiğini görmüş.

Hani nerede rekabet, çekişme?

Science dergisi Aralık 2011 sayısında yer alan deneylerde fareler kapana kısılmış arkadaşlarını kurtarmak için çok sevdikleri çikolatayı bile reddetmişler. 1958’de yapılan başka bir deneyde, aç farelere, yalnızca kardeşlerine elektrik şoku veren çubuğu çekmeleri karşılığında yiyecek verilmiş. Fareler bunu yapmaktansa aç kalmayı tercih etmiş!

Hani nerede cidal, mücadele?

Belki bizi yanıltan şey bazı hayvanların etle beslenmesidir. Esasında bizler de et, tavuk ve balık yemek için neler yapıyoruz, hatırlayalım. Her hayvan bitkiyle beslenseydi, eti yenmeyen ölmüş hayvanlara ne olacaktı? Hem aç bir kaplan vadesi dolan bir ceylanı yerken, farklı bir boyutta, ”Ya Rezzak, ya Mümit” sesleri duyulur varlık âleminden…

Bu bakış açısıyla insan derin bir nefes alır. Yani aile nefes alır. Çocuklar nefes alır. Böyle bir ailede çocuk olmak ne büyük bir lütuftur! Bu bakışla, âlem sayfasındaki nurani satırlar görünür ve okunaklı hale gelir. Hayat yavaşlar. Hırslar ya azalır, ya yön değiştirir. Kişi, başına gelen olayların altında ezilmez. Dünyanın kederleri gözünde ufalır. Hatta elemlerden bile lezzetler çıkarmaya başlar. İnsanın içindeki kâinat, bir çocuk gibi şenlenir ve varlık âlemi ışıklanır.

Her şey bana hizmet için burada…

Mevcudat tüm ihtiyaçlarım için ”Buyrun, emredin efendim, lebbeyk!” der.

İşte tam burada dünya ile olan bağ zayıflar.

Kalbe hicret yolculuğu başlar.

Yüreğin git gide genişler.

Öyleyse haydi, mahiyetinin sırrının peşine düş!

Derinlere in!

Problem göl sineği mi?

Ben Isparta’nın Eğirdir ilçesinde büyüdüm. Eğirdir yedi renkli gölü ile meşhurdur. Lakin son yıllarda bir sinek (gümül) problemi başladı ki hiç sormayın; halk çok rahatsız!  Ancak ilginçtir ki, babam ve rahmetli babaannem eskiden Eğirdir’de böyle bir sıkıntının olmadığını söylemişti. Daha doğrusu bu sineklerin bir sorun oluşturmadığını…

Nasıl yani, dediğinizi duyar gibiyim. Eskiden insanlar, sineklerle dost muydu da, rahatsız olmuyormuş? Evet, şu an göl sineği problem, çünkü karnını iştahla göl sineklerini yiyerek doyuran temizlikçi kavinne balığı yaşamıyor artık…

Neden mi? Sinek larvalarıyla beslenen kavinne gibi balıkların maddi değeri yoktu. Altmışlı yıllarda maddi kazanç elde etmek amacıyla göle etçil bir ”dişli balık” türü aşılandı. Bu dişli, kavinne gibi balıkları yiyerek beslendi. Sonunda obur dişli balık, temizlikçi kavinnelerin soyunu tüketince, sinekler de hatırası olarak kaldı…  Doğal olana müdahale edince, kaçınılmaz son…

Görüyorsunuz ya, ekolojik düzen ve türler arasındaki hassas denge de, dayanışma kanununa götürür bizi. Kavinnenin sinekleri yemesi vahşet olmadığı gibi aslan ve kaplanların da kemirgenlerle; tilkilerin tavşanlarla beslenmesi de vahşet değil rahmettir. Hassas dengeler için türler birbirlerine besin zinciri olmaktadır. Asıl vahşet doğal akışı müdahalelerle bozmaktır.

Çocuklarımızın büyüme sürecinde de göl sinekleriyle karşılaşıyoruz. Bu sinekler de nereden çıktı böyle diye, afallıyoruz değil mi? Hatta ilaçlama yöntemleriyle (!) sineklerle mücadele etmeye çalışıyoruz. Hâlbuki rahatsızlık veren göl sineği sebep değil sonuçtur.

Doğal olamıyoruz, doğal yöntemlerle çocuklarımızı yetiştirmiyoruz. Doğal halini kabullenmiyoruz. Doğal haline saygı duymuyoruz. Değiştirmeye çalışıyoruz. Başkalarına özendiriyor, kıyaslıyor ve örnekler veriyoruz. Çocuğun kendisi olmasına, olduğu haliyle var olmasına izin vermiyoruz. Başka kültürlerin suni telkinleriyle çocuk büyütüyoruz. Suni kodları girince de doku uyuşmazlığı yaşanıyor haliyle. Eee… Sonra da göl sineğinden şikâyet ediyoruz!

İnsan ona hikmetli sebepler çerçevesinde verilen, ilgi ve kabiliyetlerine göre yaşarsa mutlu oluyor. Aslında insan böylelikle özüne ulaşmak istiyor.

Ah,ah! Kendi içimize bir yolculuk yapacak zamanımız olsa… Mahiyetimizin sırrını çözmek için sığ sulardan derinlere inebilsek… Orada, bir çocuğa nasıl rehberlik edileceğinin doğal kodlarının saklı olduğunu göreceğiz. Samimiyetle, içimizdeki derinliklere inmeyi arzuluyorsak, yaşamın bir mücadele olmadığı hakikatiyle işe başlayabiliriz. O zaman evladını da hırslandıran ve hızlandıran bir karaltı ve gölge olmaktan sıyrılırız diye düşünüyorum.

Şimdi, çocuklarımıza yaptığımız yersiz müdahaleleri gözden geçirmeye var mısınız? Nehir aksın, su yatağını bulsun…

Berrin Göncü

Moraldunyasi.com

Çocuklara iktisat bilinci nasıl kazandırılır?

Aile eğitimi sırasında çocuk, anne-babanın sözlerinden çok davranışlarından etkilenir. Onları taklit ederek sosyal davranışlar kazanır. Anne-baba çocuğa ahlakî davranışlar kazandırmak için her gün pekçok şey söyler, nasihatler eder. Eğer anne-baba bu sözleri ve nasihatleri günlük hayatında yaşamıyorsa, çocuğun öğrendikleri bilgi düzeyinden öteye geçmez. Çocuklar aile büyüklerinden ve öğretmenlerinden birçok şeyler duyarlar, ancak bunlardan pek azı çocuklarda tutum ve davranış değişikliğine yol açabilir. Çocuk sevgi, saygı, şefkat, yardımlaşma, işbirliği, dürüstlük, çalışkanlık, başkalarının haklarına saygı gibi sosyal ve ahlakî davranışları, okulda verilen teorik bilgilerle değil, ailede görerek ve yaşayarak kazanır.

Müslüman anne-babalar olarak, hemen hepimiz, Allah’ın “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” emrini biliriz. Buna rağmen bazı ailelerde nimete gereken saygı gösterilmemekte, her gün tonlarca bayat ekmek ve yemek artığı çöpe atılmaktadır. Demek bu ailelerde Allah’ın “israf etmeyiniz” emri bilgiden ibaret kalmakta, davranışlarına yansımamaktadır.

Seneler önce akrabam olan genç bir bayanı çöpe ekmek atarken görünce şöyle demiştim: “Ekmek nimettir. Neden çöpe atıyorsun? Nimete saygın yok mu?” Genç bayan, “Ne yapayım, eşim ve çocuklar bayat ekmek yemiyor” diyerek kendisini savunmuş; nimete saygısı olduğunu göstermek için de ekmeği öpüp alnına götürdükten sonra çöp kutusuna atmıştı.

Genç bayanın ekmeğe gösterdiği saygı teğet bir saygıydı, gerçek saygı değildi. Bu aile tanıdığım bir aileydi. Yemeğe “Bismillah” diyerek başlıyor, sonunda “Elhamdülillah” diyerek Allah’a şükrediyorlardı. Ancak bu besmele ve şükür gelenekten ve ezberden ibaretti. Çünkü onlar da anne ve babalarından öyle görmüşlerdi. Muhtemelen bu genç bayanın da bayat ekmeği çöpe atan bir annesi vardı. Onun kızı da ileride anne olduğu zaman aynı şeyi yapacak; bunun nimete karşı bir saygısızlık ve israf olduğunu düşünmeyecektir.

Nimetin gerçek sahibi

Müslüman anne-babalar olarak yemeğe başlarken “Bismillah”, bitirince “Elhamdülillah” deriz; çocuklarımıza da öğretiriz. Eğer bu kelimelerin ne anlama geldiğini ve niçin söylediğimizi anlayacakları bir dille açıklamazsak, çocuklar bu kelimelerin ne anlama geldiğini kavrayamaz, teğet bir dille söylemiş olurlar.

Çocuklarımızın bu kelimeleri duygusal zekâlarıyla kavramaları için şöyle bir açıklama yapılabiliriz: “Çarşıdan bir yiyecek aldığımız zaman karşılığında satıcısına para ödüyoruz. Halbuki o yiyeceklerin gerçek sahibi satıcılar değildir, Allah’tır. Acaba o yiyeceklerin gerçek sahibi olan Allah verdiği bu nimetlere karşılık bizden ne istiyor? Nimetlerin gerçek sahibi (Mün’im-i Hakiki), bizden üç şey istiyor: Zikir, şükür ve fikir. Yemeye başlarken ‘Bismillah’ (Allahım, Senin adınla başlıyorum) dememiz zikirdir. Yedikten sonra ‘Elhamdülillah’ (Allahım, verdiğin bu nimetler için Sana teşekkür ederim) dememiz şükürdür. Yerken bu nimetleri Allah’ın yarattığını, rahmetiyle binlerce canlı türünü yiyeceksiz bırakmadığını düşünmek fikirdir.

Çoğu evlerimizde çocuklara “Bismillah” ve “Elhamdülillah” (zikir ve şükür) demeyi öğretiyoruz, fakat aynı hassasiyeti fikir konusunda göstermiyoruz. Böylece Allah’ın bizden istediği üç şeyden ikisini yani zikri ve şükrü yerine getirmiş oluyoruz. Ancak yerken bu nimetin bize nasıl ulaştığını pek düşünmüyoruz ve çocuklarımızla bunu konuşmuyoruz. O zaman Allah’ın bizden istediği üçüncü şeyi yani fikri yerine getirmemiş oluyoruz. Fikir eksik olduğu için nimetin kıymetini takdir etmiyor, gereken saygıyı göstermiyoruz. Eğer nimete saygımız olsaydı, her gün tonlarca yemek artığı ve ekmek çöpe atılır mıydı?

“Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz”

Amerika’da master yaptığım yıllarda, çalıştığım üniversitenin yemek salonu açık büfe şeklindeydi. Öğrenciler ve hocalar dilediği yemekten, salatadan, meyveden veya tatlıdan dilediği kadar alabiliyordu. Yemekhanenin giriş kapısında “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” anlamına gelen şu yazı vardı: “Take what you need. Eat what you take.” (Yiyeceğin kadar al, aldığını da ye.)

 Bir gün aynı masada yemek yediğimiz Çinli bir arkadaşı, tabağında kalan son pirinç tanesini almaya çalışırken görünce dayanamadım; denemek için dedim ki: “Bir pirinç tanesi için neden bu kadar uğraşıyorsun? Bırak tabakta kalsın.” Çinli arkadaşın verdiği cevap çok düşündürücüydü:

 “Her Çinli bir pirinç tanesi israf etse, Çin nüfusuyla çarp bakalım kaç ton pirinç yapar? Biz kalabalık bir ülkeyiz, israf etme lüksümüz yoktur.”

 Yine denemek için dedim ki:

 “Şu anda Çin’de değil, Amerika’dasın. Tabağında bırakacağın pirinç tanesi Çin’i değil, Amerika’yı zarara uğratacaktır.” Güldü. “Amerika’yı bu şekilde zarara uğratmak onurlu bir davranış olmaz” dedi.

Çinli arkadaşı bu onurlu davranışından dolayı tebrik ettim. Bir Müslüman olarak düşüncesini paylaştığımı söyledim. Rabbimizin bu konudaki, “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri sevmez” buyruğunu açıkladım. Çok hoşuna gitti. Tam o sırada, Ürdünlü bir arkadaş tabağındaki yemek artıklarını çöp sepetine boşalttı. Bunu gören Çinli arkadaş Ürdünlüyü göstererek, “O Müslüman değil mi?” dedi.

 O kadar üzüldüm ki, ne diyeceğimi bilemedim. “Dur, bunu kendisine soralım” dedim. Ürdünlü arkadaşa seslendim. Çinli ile aramızda “nimete saygı ve israf” konusunda geçen konuşmaları aktardıktan sonra dedim ki: “Arkadaş seni yemek artıklarını çöpe dökerken görünce, ‘O Müslüman değil mi? Neden israf ediyor?’ diye sordu. Ben de bunu kendisine soralım dedim.”

Ürdünlü arkadaş Çinliye döndü. Kendinden emin bir şekilde, “Ben kendi ülkemde israf etmem. Amerika’yı sevmiyorum. Burada, ne kadar çok israf edersem Amerika’yı o kadar zarara uğratmış olurum” dedi. Çinli, “Amerika’ya kızarak davranışını değiştirmen onurlu bir düşünce değil” dedi.

 Allah’a inanmayan Çinli ile Allah’a iman etmiş Ürdünlü arasındaki bu düşünce farkı nerden kaynaklanıyordu? Şüphesiz aileden ve okuldan aldıkları eğitim farkından kaynaklanıyordu. Muhtemelen Çinli de Amerika’yı sevmiyordu. Buna rağmen tabağında kalan son pirinç tanesini dahi israf etmeyecek bir ahlaka sahipti.

Kutu

Çocuklara iktisat bilinci kazandıracak oyun

Gerekli olanlar:

Birkaç buğday tanesi

Bir kaşık un

Bir dilim ekmek

Çocuklarımıza oyunla nimetin kıymetini anla­tabilir, duygusal ve zihinsel yönden nimeti israf etmeyecek bir hassasiyet kazandırabiliriz. Oyunun adı “Bu bize nereden ve nasıl geliyor?” olsun. Oyuna temel gıdamız olduğu halde en çok israf edilen ekmekten başlayabiliriz. Oyun için, birkaç buğday tanesi, bir kaşık un ve bir dilim ekmek gerekecektir. Aynı oyunu başka günlerde sebze ve meyve türü yiyecekler için oynayabiliriz.

Bütün aile üyeleri sofra başında toplandığı için yemek sa­atleri sohbet için iyi bir fırsattır. Özellikle akşam yemekleri sohbet için oldukça uygundur. Bismillah diyerek yemeğe baş­ladıktan sonra anne veya baba (tercihen anne) çocuğa “Ye­meğini yerken benimle bir oyun oynamak ister misin?” diye­rek dikkatini çeker. Oyun çocukların en sevdiği işlerden biri olduğu için kabul edecektir. Anne eline aldığı bir dilim ekme­ği çocuğa göstererek “Söyle bakalım bu ekmek bize nereden ve nasıl geliyor?” diye oyunu başlatır. Çocuğun aklına gelen ilk cevap bakkal veya fırın olacaktır. Anne “Oraya nereden geliyor?” diyerek çocuğa yardımcı olur. Sonra birkaç buğday tanesini gösterir. “Ekmeğin temel maddesi bu gördüğün buğ­day taneleridir” der ve sorar: “Buğday nereden geliyor?” Ço­cuğa ipuçları vererek oyunu yönlendirir ve şu sonuca varıl­masını sağlar:

“Buğday taneleri çiftçi tarafından toprağa eki­lir. Toprak olmadan buğday taneleri filiz verip büyüyemez, başak veremez. Buğday tanesini de toprağı da yaratan Al­lah’tır. Çiftçinin görevi sadece buğdayı toprağa ekmektir. On­dan sonra elinden bir şey gelmez. Toprağa ekilen buğday ta­nesinin büyümesi için su (yağmur) gerekir, ısı ve ışık (gü­neş) gerekir, hava gerekir. Yağmuru, güneşi ve havayı yara­tan Allah’tır. Buğday taneleri toprakla beslenerek büyür, ba­şak verir. Bir başakta 20-30 adet buğday vardır. Çiftçi buğday başaklarını toplar, harmana getirir. Buğday tanelerini başaktan ayırır, çuvallara doldurur. Çuvalları değir­mene götürür. Değirmende buğdaylar öğütülür, un haline ge­tirilir. Un çuvallara doldurulur. Çuvallardaki unlar fırınlara götürülür. Fırıncı bir kazana un doldurur. Üzerine su döker. İyice yoğurarak hamur yapar. Hamuru küçük parçalara ayıra­rak içinde ateş yanan fırına koyar. Fırında pişen hamurlar ek­mek olur. Fırıncı pişen ekmeklerin bir kısmını raflara dizer, bir kısmını bakkala satar. Biz de gider, en yakın bakkaldan veya fırından ihtiyacımız kadar ekmek alırız.”

Oyundan çıkarılacak ders: Ekmeği çöpe attığımız zaman başta buğdayı yaratan Allah’a, sonra ekmek oluncaya kadar emeği geçen çiftçiye, değirmenciye, fırıncıya ve ekmeği satın almamız için gereken parayı kazanan babamıza saygısızlık yapmış oluruz.

Ali Çankırılı

Moral Dünyası Dergisi

Çocuğum, nazik olsana!

Nezaket kelimesi başkalarına karşı gösterilen incelikli, kibar davranışı ifade eder. Kelime Arapça bir kelimedir. Başkalarına karşı nezaket gösteren insanlar toplum tarafından sevilir. Çünkü onlar ince davranış sergilerler ve bu nedenle davranışlarında inciticilik azdır. Bilakis nazik davranışlarla karşıdakine verdiği değerle kolayca insanların sevgisini kazanabilir.

Nezaket kuralları ve nazik davranma şekilleri toplumdan topluma farklılık gösterebilir. Hatta aynı toplum içinde bölgeler arası farklılıklar görülebilir. Bizim toplumumuzda nezaket kurallarının ana belirleyicisi dinimizdir. Özellikle Peygamberimizin “sünnet-i seniyye” olarak adlandırılan davranışları nezaket kurallarının sınırlarını çizmesi açısından önemlidir. İslam literatüründe bu konu “adab-ı muaşeret” olarak adlandırılmıştır. Osmanlı döneminde başta sıbyan mektepleri ve rüşdiyeler olmak üzere birçok eğitim kurumunda “adab-ı muaşeret” temel derslerden biri olmuştur. Günümüzde okul müfredatında böyle bir dersin yokluğu ise düşündürücüdür.

Çocuk eğitiminin en önemli devresi şüphesiz 0-7 yaş devresidir. Sonrasında 7-12 yaş dönemi gelir. 0-7 döneminde çocuklar genelde anne-babalarının yanındadır. Bu nedenle çocuklara nezaket kurallarını öğretmek, bu kuralları bir davranış kalıbı haline getirmek öncelikle anne-babanın görevidir.

Çocuklar nasıl öğrenir?

Çocuklarımıza nezaket kurallarını nasıl öğreteceğimize geçmeden, şunu çok iyi bilmek gerekir ki çocuklar kelimeler yoluyla değil, yaşantılar ve deneyimler yolu ile öğrenir. Atalarımızın “Bir kulağından girip diğer kulağından çıktı” sözü bu gerçeğe işaret eder. Anlatarak ve nasihat ederek çocuk eğitiminde sonuç olmak pek mümkün olmaz. Çocuk zihninde iz bırakan video kayıtlarıdır, soyut kelimeler değil. Bu nedenle bir çocuk ne kadar çok olumlu yaşantı ve deneyimle karşılaşırsa, o kadar çok iyi eğitilir.

Şüphesiz çocuklara nezaket kurallarını kazandıracak en önemli adım anne-babasının yaşantısında nezaket kurallarını görmesidir. Hayatının önemli kısmını anne-babasının yanında geçiren çocuk, anne-babanın yaşantısında nezaket görmezse nasıl nazik olabilir ki? Evde kaba konuşan bir baba varken, çocuğun kibar olmasını beklemek mümkün değildir. Sürekli bağıran bir annenin çocuğunun isteklerini nazik bir şekilde belirtmesi de beklenemez. Anne-babasının bir başka büyüğün elini öptüğünü görmeyen çocuk el öpmeyi modelleyemez. Bu nedenle anne-baba çocuklarının nasıl olmasını istiyorlarsa, önce kendileri öyle olma yoluna girmelidir.

TV ve nezaket

Çoğu çocuk çizgi filminde, çizgi film kahramanları kabadır. İsteklerini zorla alır. Verilmediğinde şiddet uygular. Bir başka arkadaşına komik ama kibar olmayan şakalar yapar. Onun düştüğü acı duruma güler ve onunla dalga geçer. Kısacası çizgi filmler nezaketin düşmanlarıdır. Anne-babaların çocukların kibar konuştuğu, büyüklerine ve yaşıtlarına saygı gösterdiği çizgi filmleri izleyerek büyümesi nezaket eğitiminin önemli bir parçasıdır.

Çocuklar için öğrenmenin önemli bir yolu da oyunlardır. Çünkü çocuk oyunlardaki yaşantısal deneyimi gerçek gibi algılar. Anne-babalar çocukları ile oyun oynarken, ellerindeki bebekleri nazik bir şekilde konuşturarak çocuklarına doğru mesajı verebilir. “Arkadaşım bana oyuncağını verir misin?” şeklinde birbirinden bir şey isteyen bebekler çocuğa nasıl davranması gerektiğini öğretir. Yani kurgulanmış, içine nezaket davranışları yerleştirilmiş oyunlar çocuklara nezaket kurallarını aktarmada güzel bir kanal olabilir.

Hikâye ve masallar

Makalemizin başında çocuğa yaşantısal örnek sunmamız gerektiğimizden bahsetmiştik. Bu yaşantısal örnekler canlı canlı anne-babadan gelebilir. Oyunlar yoluyla çocuk bu örnekleri görebilir. Bir diğer bu örneklerin görüleceği yer şüphesiz hikâye ve masallardır. Çocuklarımıza okuduğumuz öyküleri içine küçük nezaket kurallarını serpiştirebiliriz. Örneğin bir hikâyede eve büyük birisi gelmiş olabilir. İçeride oynayan çocuk hemen salona girip eve gelen kişiye “Hoş geldin” demiş olabilir. Ya da o büyük eve geldiğinde ayağa kalkıp ona yer vermiş olabilir. Çocuklar hikâye ve masalları zihinlerinde bir gerçek gibi algılarlar ve hikâyelerde duydukları ve gördükleri manzaralarla davranışlarına şekil verirler.

Nezaketsiz ve kaba bir toplumda, nazik çocuklar yetiştirmek akıntıya karşı kürek çekmek gibi oldukça zordur. Ancak bu toplumu değiştirecek ve dönüştürecek birileri varsa onlar da geleceğin büyükleri olan çocuklardır.

Mehmet Teber

Moral Dünyası Dergisi