Etiket arşivi: din

Gurbet, Din ve Sanat ve Sanatçı

Gurbet düşünce tarihinin
ana temalarından biri,
peygamberler, veliler,
büyük yazarlar gurbeti
yaşamışlar, birçoğu
gurbette ölmüş.

Psikanalizde gurbet insan zihni üzerinde olumsuz, ayrıca üretici zekâlar üzerinde olumlu izleri olan bir durumdur.

Hz. Peygamber ASM Mirac’a giderken ilk duraklarından biri Medine’dir Cebrail orada ona “Sen buraya göç edeceksin” derken, hayatındaki gurbeti haber verir. Peygamberlik geldiği yıllarda da vatanından gurbeti ihtiyar edeceği söylenir. Varaka İbn-i Nevfel tarafından. Varaka “Hiçbir peygamber yok ki vatanından çıkarılmasın” Burada çıkarılmak, sürgün veya gurbeti ihtiyar etmek insanın düşüncelerini mayalayan ve geliştiren bir çok yönlü zihinsel fon, itici ve üretici bir tutumdur.

Dostoyevski’nin Sibirya sürgünü, onun romanlarındaki bütün tipleri toplamak için bir üretici tutumdur, yazar ilk yıllarda bunu anlamaz, ama daha sonra anlar. “ Kader beni romancı yapmak için bu sürgünü bana uygun görmüş “ der.

İNSANIN KENDİNE EN BÜYÜK DÜŞMANLIĞI

İnsan dostları arasında kendisine en büyük düşmanlığı eder, kabiliyetlerini gündelik işlerle, oyunla oynaşla geçirir, zahiren güzel bir durumdur ama böyle zekâlar üretici zekâlar olamazlar.

Bu yüzden büyük insanlar hep gurbete atılmışlar, gurbeti terk edip insanlarla ülfet ettiklerinde ise üretici yanlarını kaybetmişler, bir debdebe ve şatafatın içine düşmüşlerdir, arının kovanındaki balda boğulması gibi .

Edebiyatımızda gurbet konusunda çok şiirler söylenmiş ve çok şarkılar türküler bestelenmiştir.

Gurbet o kadar acı ki
Ne varsa içimde
Hepsi bana yabancı
Hepsi başka biçimde
Der şairin biri , içindeki gurbeti haber verir ki üretimin maya ve hamuru o içindeki gurbettir.
Süleyman Nazif Malta adasına sürgün edilir İngilizler tarafından, orada ünlü Daüssıla şiirini yazar.
Bu şeb de cuşiş-i yâdınla ağladım durdum
Gel ey kerime-i tarih olan güzel yurdum
Şaire bu mısraları yazdıran gurbetin tesiri ile ağlamasıdır. Bütün şiir gurbeti anlatır sanatlı bir biçimde.
Ufukların nazarımdan nihan olup gideli
Bu fenanın karardı her şekli

SON DEVRİN GARİPLERİNDEN BEDİÜZZAMAN

Gurbet teması üzerinde duran son devrin en büyük gariplerinden biri Bediüzzaman’dır. Bediüzzaman’ın büyük sanatçı kimliği gurbetten büyük oranda enerji almıştır. Bütün ömrü boyunca gurbeti yaşamıştır, Burdur’da küçük bir camide yalnız yaşamıştır, orada ilk defa yeni dönemin eserlerinin başlangıcı olan Nurun İlk Kapısın yazmıştır.

İlk gurbet , ilk büyük eser, Nurun İlk Kapısı daha sonraki eserlerinin fidanlığı gibi bir eser. Dil sadedir, Meşrutiyet öncesi ve sonrası yazdığı eserlerindeki hava onda yoktur.

Burdur’dan sonra gurbet daha koyulaşır, Barla’nın dağları yeni gurbet mekânıdır, Bediüzzaman’ın zihinsel ve görsel kütüphanesidir Barla. Haşir ve daha birçok risaledeki kapılar Barla gurbetinden ahirete ve imana açılan kapılardır. Haşirdeki işaret ve hakikatler, suretler hep Barla gurbetinin varlık ötesine açılan kapılarıdır.

Bunları İstanbul ‘da boğazda bir yalıda yazamazdı, veya Van ‘da .

RAHAT ZAHMETTE ZAHMET RAHATTADIR

Hastadır Bediüzzaman, gurbettedir Bediüzzaman, zulmün kıskacındadır Bediüzzaman onlar olmasaydı o da olmazdı. Sıradan insanlar hasta iken dağıtır, bir şikâyet deposu olur, ama büyük zatlar öyle değil.

Yarab garibem, bikesem, zaifem, natüvanem, alilem , acizem , mededhahem zidergahet ilahi ,

Bu hikâyet olan şikayet işte Bediüzzaman’ın altın ve fildişi kulesi, gurbette olan zaif olan medet ister, medet üretici bir medet ister, elinden tutmuştur Allah , eli milenyumun en büyük eserlerini vermesine neden olmuştur. Daha nasıl medet etsin, “ rahat zahmette zahmet rahattadır” işte onun rahmet eseri olan eserleri bu zahmetten doğmuştur.

Proust küçük bir odada duvarları yalıtılmış bir odada yüzyılın en büyük romanını yazmıştır yedi cilt. Geçmiş zamanın Peşinde roman bitince zihinsel gurbeti bitmiş ve ölmüştür.

Sanat gurbet çanağında mayalanır, gurbeti terk eden çanağını kırar ve mayasını dağıtır. Bu yüzden Hoca Efendi gurbeti terk etmez.

HÜZÜN SANATIN VE DİNİN KAYNAĞI

İnsan günlük hayatta sürekli tekrar ettiği metinleri evinde okuması ile gurbette okumasının tesirleri farklıdır. Gurbet zihne ve düşünceye farklı bir boyut verir, hüzün sanatın ve dinin kaynağı.

Peygamberimiz “Kur’an’ı hüzün ile okuyun” demiş, Bütün bunlar gurbetin ve hüznün düşünceye küşayiş vermesi ile izah edilebilir

Bediüzzaman kendini renkli gurbetler içinde görür. Dünyayı bir gurbet olarak ifade eder, Nasıl insan gurbetten ülkesine dönerse ölüm de bu gurbet olan dünyadan gerçek vatana göçtür. Bu yüzden Salihler bir an önce göçmek istemişler, Bediüzzaman, Resulullah (ASM)Hazret-i Yusuf bu kabileye dahildir.

BEŞ MUHTELİF RENKLİ GURBET

“ Gayretli arkadaşlarım ve dünya denilen diyar-ı gurbette medar-ı tesellilerim!

Madem Cenâb-ı Hak sizleri, fikrime ihsan ettiği mânâlara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkatimin ziyade elîm kısmını tayyedip bir kısmını sizlere hikâye edeceğim. Şöyle ki: Şu iki üç aydır pek yalnız kaldım. Bazen on beş yirmi günde bir defa misafir yanımda bulunur. Sair vakitlerde yalnızım. Hem yirmi güne yakındır dağcılar yakınımda yok dağıldılar. İşte gece vakti, şu garibâne dağlarda, sessiz, sedasız, yalnız, ağaçların hazinâne hemhemeleri içinde, kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.

Birincisi: İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş’et eden hazin bir gurbeti hissettim. (Mektubat)

Bediüzzaman özellikle iç içe gurbetler yaşamıştır, Allah onu bu iç içe gurbetlere iterken onun fikren terakkisini hazırlamıştır. Onlardan biri de Kostruma’daki gurbettir. O gurbeti hayatın gözünde nurlu siyahlık olarak görür ki insan gözünün siyah kısmı görür, beyaz kısmı değil. İşte ona gurbetin katkısı bu verdiği örnektir. Oradaki hayatını gurbet adesesinden yorumlar.

HÜZÜNLÜ, RİKKATLİ, FİRKATLİ, UZUN GURBET GECESİ

“Vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim:

Dünya gamından geçip,
yokluğa kanat açıp,
Şevk ile her dem uçup,
çağırırım dost, dost!
diye dostları arıyordu. Her neyse…

O hüzünlü, rikkatli, firkatli, uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlâhîde zaaf ve aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilâf-ı me’mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla, Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binaen gelen inâyet-i İlâhiye ile harika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki, bu surette kolaylıkla kurtulmak pek harika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları çok teshilât ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahati bitirdim.

GURBETİN VERDİĞİ GÜÇ

Fakat o Volga Nehri kenarındaki camideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki, bakıye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaîsine karışmak artık yeter. Madem sonunda yalnız kabre gideceğim; yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim, demiştim. Fakat maatteessüf, İstanbul’daki ciddî ve çok ahbap ve İstanbul’un şâşaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şan ve şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı”(Lem’alar)

Bu metinde de gurbet gecesinin onun duasına verdiği gücü anlatır, o sayede duası kabul olmuş ve kaçarak Türkiye’ye gelmiştir. Acaba onun Rusya ‘daki gurbeti ona neler kazandırmıştır, Allah bilir. Ama bu kadar büyük bir adamın her hali, hayatının her safhası onun eserlerine ve ruhuna ve ifadesine büyük güç katmıştır.

Bediüzzaman’ın bir gurbeti veya gurbetini keskinleştiren bir saik de akrabalarının olmayışı ve onlardan uzak oluşudur. Akrabalar da insanın fikren gelişmesine engel bir durum olduğu için Allah onu onlardan da uzak tutmuştur. Sanat harici âlemden gözünü kesmek ve içine dönmek ile mümkün, bütün sanatçılar deruni psikolojilere sahiptir, dış dünyanın, ailenin, çevrenin, hürmetin insanı oyalayan tarafı yüzünden Bediüzzaman bu olumsuz saikten de uzaktır.

İHTİYARLARIN GURBETİNE ÇARELER

Annesinin ölümü, kardeşinin oğlunun ölümü, onu tahrib eder, Barla’nın derelerinde bu teessürat yüzünden garibane dolaştığını anlatır. Ama Allah ona çok koyu bir gurbet ihsan etmiştir, ilgisini dağıtacak ruhsal konsantrasyonunu bozacak her türlü halden ve olaydan, kişilerden uzak tutmuştur.

Bediüzzaman üdebanın bir kimsesizlik olarak yorumladığı gurbeti bütün safahatıyla yaşamış, onun karanlığından dinin beyazlığına, inancın ümit atmosferine sığınmış ve ihtiyarlara da gurbetin elemini def için telkinlerde bulunmuştur.

“Altıncı Mektupta izah edildiği gibi, o gece, ıssız, sessiz, yalnız, ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden gelen hazîn bir sadâ, bir ses, rikkatime, ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu.

İhtiyarlık bana ihtar etti ki:

Gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi; öyle de, senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünya gündüzü de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılâp edeceğini kalbimin kulağına söyledi. Nefsim bilmecburiye dedi: Evet, ben vatanımdan garip olduğum gibi, bu elli sene zarfındaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara ağlayarak kaldığımdan, bu vatan gurbetinden daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbettir. Ve bu gece ve dağın garibâne vaziyetindeki hazîn gurbetten daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbete yakınlaşıyorum ki, bütün dünyadan birden mufarakat zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor. Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, bir nur aradım. Birden, iman-ı billâh imdada yetişti. Öyle bir ünsiyet verdi ki, bulunduğum muzaaf vahşet bin defa tezâuf etseydi, yine o teselli kâfi gelirdi. Evet, ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlıkımız var; bizim için gurbet olamaz. “(Lemalar)

SAFİ HALİS BİR KUR’AN HİZMETİ

Bediüzzaman bu gurbetlerin kendisine katkısını ifşa eder. Bütün bunlar ona iman hizmetini safi yaptırmak ve boş işlerle meşgul etmemek içindir. İşte gurbetin katkısı budur ona .

“Hattâ, şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilâfında tecerrüdüm ve meşrebime muhalif, yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim; ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim, doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’âniyeyi hâlis, sâfi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır. Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi altında bir dest-i inâyet tarafından merhametkârâne, Kur’ân’ın esrarına hasr-ı fikr ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim. Hattâ eskiden mütalâaya çok müştak olduğum halde, bütün bütün sair kitapların mütalâasından bir men, bir mücanebet ruhuma verilmişti. “ (Barla L)

Gurbeti peygamberimiz de tebcil eder.

Dinin garip olarak doğduğunu ve gariplerin eliyle ilerlediğini belirtir, ve insanlara da bu dünyada bir garip gibi yaşamayı teşvik eder.Çünkü hayatı peygamber oluncaya kadar bir düşünsel gurbettir, anlaşılıncaya kadar bir ictimai gurbettededir, Medineye’ye göçü bir gurbettir. O uzun süre öz yurdunda garip gibi gurbette yaşamıştır. Bu gurbetin düşünceler üzerindeki gücünden kaynaklanır.

Necip Fazıl da

Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya
Derken, yaşadığı dönemdeki düşünsel yalnızlığını ve garipliğini ifade eder.

Bediüzzaman kendini bir gurbetzede olarak görür, ama bütün bu gurbetlerinde kendisi ile ünsiyet ettiği şey arkadaşları ve kitaplarıdır. Bütün bağlılığı dünyanın alâyiş ve nümayişi değil, şöhreti görüntüsü değil kitaplarıdır. Onların her biri için hayatını tereddütsüz feda etmeyi yerinde görür.Gurbet büyük adamların doğum sancısıdır, ondan uzak düştüklerinde üretmeyen tek düze hale gelirler.

Prof. Dr. Himmet Uç

Müsbet Milliyet ve Menfi Milliyetçilik

Milliyeti şöyle değerlendirirsek, her insanın fıtri olarak kendi milletini sevmesi müspet milliyettir ve güzeldir, Ama bu, başka ırk ve milletlerden olanlara düşmanlığa dönerse menfi milliyetçilik olur, dolayısıyla zararlıdır.

Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.” (Hucurat Sûresi, 49:13)

Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat Sûresi, 49:13.)

Bediüzzaman hazretleri insanlar arasında tanışmak ve yardımlaşmak ile ilgili açıklaması şöyledir:

“Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf (tanışmak) ve teâvün (yardımlaşma) düsturunun beyanı için deriz ki: Nasıl ki bir ordu fırkalara (tümen), fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddit münasebatı ve o münasebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün (yardımlaşma kanunu) altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri a’dânın (düşman) hücumundan masun (korunan) kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamat (karşılıklı düşmanlık besleme) etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye (Müslümanların sosyal hayat yapısı) büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife (kabile ve taife) inkısam (bölünme) edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri (birlik yönü) var: Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir, bir, bir, binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu ayetin ilân ettiği gibi, teârüf (tanışma) içindir, teâvün (yardımlaşma) içindir; tenâkür (karşılıklı inkâr etme) için değil, tehâsum (düşmanlık) için değildir.

Ayette bildirilen erkek ve dişiden murat, Hz. Âdem ve Hz. Havva’dır. Bütün insanlar onların torunları durumundadır. Hz. Âdem’in aynı zamanda ilk Ayette farklı milletlere ayrılmanın hikmeti, insanların birbirlerini tanımaları olarak nazara veriliyor. Gerçekten de her milletin kendine has bazı özellikleri vardır ve bu özelliklerden hareketle bir insanın hangi millete mensup olduğunu belirlemek mümkündür. Farklı milletlere mensup olma da çatışma vesilesi değildir. İnsana kıymet kazandıran mensup olduğu ırk değil, sahip olduğu faziletlerdir. Yoksa hemen her millette hem iyiler, hem de kötüler bulunmaktadır.

Menfi Milliyetçilik: Menfi milliyetçilik fikri her devirde başrolü üstlenmiş ve devletlerin tahribine de yol açmıştır. Osmanlı’da son dönemlerinde yaşanan vahdet şuuru yerine ırkçılık cereyanına itilmesi çöküşünü hızlandırmıştır. Çünkü Devlet-i Aliye adeta kavimler haritasına dönmüştü. Başta İngiliz, Fransız ve Portekizliler olmak üzere Avrupalı tüm sömürgeciler Asya’da, Afrika’da, Hindistan ve Uzak Doğuda sömürgeleştirme faaliyetlerini bu sözde “medenileştirme” görevlerine dayandırıyorlardı. ABD’de ise ırkçılık önceleri katliam ölçüsünde yerlilere, daha sonra da siyahlara yöneldi. ABD olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde varlığını sürdürmekte; özellikle ırk ayırımının yasal olarak sürdüğü Güney Afrika ile İsrail’de en katı ve acımasız biçimiyle egemenliğini yürütmektedir.

Irkçılık eğilimleri İslâm dünyasında ondokuzuncu yüzyılın sonlarında canlanmaya başladı. Batılı devletlerin Osmanlı Devletinin parçalama planlarının bir parçası olarak canlandırmaya çalıştıkları bu düşünce, İttihad ve Terakki yönetiminin benimsediği ırkçı politikaların da etkisiyle ayrılıkçı hareketleri besledi. Osmanlı Devletinin parçalanmasından sonra oluşan birçok yeni devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de ırkçılıktan önemli ölçüde etkilendi. Özellikle Fransız ihtilalından sonra hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları, Osmanlı içinde yaşayan farklı milliyetlerin kan bağına dayalı milliyetçilik heveslerini harekete geçirerek, büyük birlikteliğin dağılması sürecinin başlamasına sebep olmuştur. Zira İmparatorlukların dağılması uluslaşma sürecini de meydana getirmiş.

Görüldüğü üzere hilekâr ve aldatıcı Avrupa zalimleri Müslümanlar arasına bu menfi milliyetçiliği sızdırıp ta ki parçalayıp onları yutsunlar. Menfi milliyetçilik emeli taşıyanlar hele güçlü sayılan ırkların diğer ırkların üzerinde egemenlik kurma ve sömürme girişimlerinde meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanıldı, ezilen kesim ise karşıdakine müteyakkız yani dikkatli ve uyanık olmaya meylettirdi, o da fırsatını kollar ne zaman imkân elline geçerse o zaman kin ve nefret duygusunu muzaaf bir şekilde gösterir. İşte Menfi milliyetçilik, ırkçılık tarzında bir yaklaşımdır. Bu tarz milliyetçilikte kendi ırkından olanları üstün görmek vardır. Bu fikirde olanlar, kendi ırklarından olanları, haksız bile olsalar başkalarına tercih ederler. Başkasını yutmakla beslenmek, menfi milliyetçiliğin en belirgin özelliğidir.

İnsan, yaratılışı gereği kendi akrabalarına daha bir yakınlık duyabilir. Mensup olduğu milleti diğer milletlerden daha fazla sevmesi de bu yakınlığın bir gereği olabilir. Bunda bir problem söz konusu olamaz. Ama bazıları kendi kabile ve milletini sevme duygusunu, başka kabile ve milletlere düşman olmak şekline getirirse, problemler işte o zaman başlar. Birinci hâl gayet normaldir, ama ikinci hâl zararlıdır. Örneğin bir insanın benimsemiş olduğu partiyi desteklemesi gayet normaldir. Ama bu, benim partimden olanlar iyi diğerleri kötü şekline gelirse çok ciddi problemleri de beraberinde getirir. İnsan, insaflı olmalıdır. Kendi milletinden olanların bazen haksız olabileceğini kabul etmeli, bizden olanlar daima haklıdır gibi genellemelerden kaçınmalıdır.

Bediüzzaman, “menfi fikr-i milliyet’ dediği şey, ırkçılıktır. Irkçı olmayan milliyet ise, ‘müsbet milliyet sınıfına girmektedir!” “milliyet” tanımı ile kasdı budur. Nitekim, sık sık “Milliyetimiz de yalnız “müspet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti”dir” diyerek bunu vurgulamaktadır.

Hadis-i şerifte ferman etmiş:

İslam, Câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur“.  Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmekten meneden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzuda birçok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: “İslâm dini, kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.” Buharî,

Kâfirler, kalplerine cahiliyet taassubundan (körü körüne bağlılık) ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvada ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise her şeyi hakkıyla bilir.” Fetih Sûresi, 48:26.

İşte şu hadîs-i şerif, şu âyet-i kerime, kat’î bir surette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.

Netice itibariyle, menfi milliyetçiliğin tarihin ispatiyle çok zararları görülmüştür. Örneğin Emeviler, fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için hem İslam âlemini küstürdüler, hem de kendileri çok zarar gördüler. İşte menfi milliyetçiliğin neticesi görüldüğü üzere tahriptir, yıkımdır ve felakettir. “Dil, din bir ise millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.

Müsbet milliyet: Buda toplumsal hayatın ihtiyacı dâhilinde meydana gelmektedir. Bireyler, kavimler, cemaatler hatta devletler kendi aralarında yardımlaşma ve dayanışmayı gerektiren faydalı bir kuvvet ve önemli bir ihtiyaçtır. İslam kardeşliğine bir vasıtadır. Ancak İslam milliyeti, İslamiyet’e hizmetkâr olmalı, kal’a ve zırh olmalıdır. Müsbet milliyet, her insanın kendi milletinden olanlara sahip çıkması, onların problemlerini çözmek için gayret göstermesidir. Bu tarz milliyet, diğer milletlerin inkârı ve kötülenmesi değildir, kişinin kendi akrabalarıyla daha yoğun münasebet içinde olması gibi, kendi milletinden olanlarla daha yoğun bir teşrik-i mesai yapması vardır.

Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere “milliyetçi”lik için müspet bir kullanım söz konusu değildir. Bununla birlikte, her nasılsa, Risale-i Nur’un milliyetçiliği ikiye ayırdığı, menfî milliyetçiliğe karşı olup müsbet milliyetçiliği tasvip ettiği şeklinde genel bir hüküm çıkarılmıştır. Aslında “müspet milliyetçilik” değil, söz konusu “müspet milliyet”tir. Bununla da hususan “müspet ve mukaddes İslamiyet milliyeti” kast edilmektedir. Görüldüğü üzere Risale-i Nur, “İslâm milliyetçiliği” dahi önermemektedir. Maharetçe geri bir Müslüman saatçi yerine, mahir bir Rum veya Ermeni saatçiyi tercih gibi, “Emaneti ehline tevdi edin” İlâhî emrine dayanan hakkaniyetli bir tavrı desteklemektedir.

Bediüzzaman diyor ki: “İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.

İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ ”Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.” Mâide Sûresi, 5:54.

âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.

CÂ-YI DİKKAT BİR HAL: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye (Müslüman unsurlar, milletler) içinde en kesretli (çokluk) olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam (bölünme) etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Hâlbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.

Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin (övünülecek şeyler) İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.”(26 mektup/3.mebhas)

Elhasıl, Bediüzzaman’ın dediği gibi:”Milletimiz bir vücuttur. Ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve İmandır.

Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.”

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

Kimlerin Psikolojisi Daha Sağlıklı?

Dinin Ruh Sağlığına Etkisi

Günümüzde araştırmalarla ortaya çıkmıştır ki dindar kişiler, dindarlık seviyesi düşük olan kişilere oranla psikolojik açıdan daha iyi durumda, daha iyimserdir. Dindar kişilerde daha az stres, depresyon ve intihar teşebbüsü görülmektedir.

Batı toplumlarında bu alanda yapılan 700 çalışmadan 500’ünün (% 71) dinle ruh ve beden sağlığı arasında olumlu bir ilişki olduğunu ortaya koyduğu görülmüştür.

Depresyon ve Din

Dinin, depresyonlu hastalar üzerindeki etkisi alanında 93 alan araştırmasından 59’unda, dinî ibadetlere daha fazla katılan kişilerde depresyonel düzensizliklerin daha düşük olduğu tespit edilmiştir.

Diğer bir araştırmada dindarlıkla hayattan memnun olma arasında, çalışmaların % 80’inde pozitif bir ilişkinin bulunduğu tespit edilmiştir.

Araştırmalara göre din, insanlara içinde bulundukları durum ne olursa olsun, ya da kişiler ne tür sorunlar yaşarsa yaşasınlar, bunların iyileşeceğine dâir bir umut ve duygusal iyileşmeyi sağlayacak motivasyon sağlamaktadır. Buna karşılık depresyon konusunda ne eğitimin, ne cinsiyetin, ne de evlilik durumunun, dindarlık kadar etkili bir faktör olmadığı anlaşılmıştır.

İbadet ve Depresyon

İbadete devam sıklaştıkça daha düşük seviyede psikiyatrik düzensizlik, cinnet, depresyon ve sosyal fobiye rastlandığı bulunmuştur.

Yine bu araştırmada, hayata bir anlam bulmada, günlük hayatın zorluklarıyla başa çıkmada ve hayatın sıkıntı ve zorluklarına katlanmada dindarlığın önemli bir yerinin olduğu tespit edilmiştir.

İntihar ve Dinî İnanç

İntiharla dindarlık arasındaki münasebeti inceleyen araştırmaların büyük çoğunluğu, dindarlıkla intihar arasında ters bir ilişkinin olduğunu ortaya koymuştur. Bilindiği gibi İslâm dini intiharı kesinlikle yasaklarken, diğer dinler de intiharı kabul etmemektedir. Dinî inançlarını yerine getiren kişilerin, uyuşturucu bağımlılığı, depresyon ve ümitsizlik gibi intihara yol açan risk faktörleri konusunda daha düşük oranlara sahip oldukları bulunmuştur.

Kaygı ve Din

Yapılan araştırmalar, dindarlık seviyesi yüksek olan kişilerde daha az kaygı ve korkunun olduğunu ortaya koymaktadır.

Dinî inanç, tutum ve davranışlar bir taraftan depresyon, intihar, kaygı gibi birtakım olumsuz ruhî durumları engellerken ya da ortadan kaldırırken, diğer taraftan da fertlerin psikolojik açıdan daha iyi olmalarına vesile olmaktadır.

Yine bu alanda yapılan araştırmalarda iyimserlik ve din, psikolojik iyi hâl ve din arasında olumlu ilişkiler tespit edilmiştir.

Sonuç olarak;

Dinin fert ve toplum hayatında birtakım ahlakî ilke ve prensipler vasıtasıyla, düzenleyicilik rolünün yanında, ruh ve beden sağlığı açısından da oldukça faydalı yönlerinin olduğu yapılan araştırmalarla gün geçtikçe daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Prof. Dr. Mustafa Köylü

Sünneti Terk Etmekle Ne Kaybederiz?

Sünnetin her meselesine uymak mümkün olmayabilir. Bediüzzaman’ın da ifâde ettiği gibi, sünnet-i seniyyenin herbir nev’îne tamamen bilfiil tâbi olmak, imanda kemâl mertebede bulunan evliya ve asfiya gibi kimselere ancak müyesser olur.

Sünnet-i seniyyenin terkinde günah olmamakla birlikte, büyük sevaptan mahrumiyet vardır. Peygamberimizin (asm) biz Müslümanlara iki büyük emânetinden biri olan sünnetin değiştirilmesi ise bid’attır, dalâlettir ve büyük hatâdır. Ehemmiyetsiz görülmesi, büyük bir kabahattir. Bediüzzaman, sünnetin ehemmiyetsiz görülmesini cinayet olarak vasıflandırır. Sünneti bile bile terk eden, Resûlullâh’ın (asm) şefaatinden mahrum kalır. Bu konu da Resûlullâh Efendimiz (asm) şöyle buyurmaktadır:

“…Kim benim sünnetimden (hayat tarzımdan) yüz çevirirse benden değildir”

“Dinin elden çıkışı sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer terkiyle ortadan kalkar.”

Bu iki hadis sünnetin ehemmiyetini en veciz bir şekilde izah etmiş ve ehemmiyetini açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Sünnet-i seniyye’nin dayanak ve referans noktası olması bu yüzden önemlidir. Nasıl omurilik soğanı çıkarılan bir kuş dengesiz hareket ederse aynen öyle de sünnet-i seniyyeye halis bir şekilde yönelip yaşamaya çalışmayan, önemsemeyen insan da hayatında dengesiz yollara sapar.

Risale-i Nur Enstitüsü

Namaz Hakkında Hadis-i Şerifler

İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu; “Namazın dindeki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir.” (Mecmâü’l-Evsat, 3:154, (2313.) İmam Taberâni, Mu’cemu’s-Sağir)

Ebu’d-Derda (r.a) şöyle dedi: “Dostum Muhammed (s.a.v) bana şöyle tavsiyede bulundu. Parça parça kesilsende, yakılsanda Allah ‘a ortak koşma ve farz olan namazı bilerek terk etme. Kim ki farz olan namazı bilerek terk ederse Allah ‘ın koruması ondan uzaklaşmıştır.” (Müsned:5/238, El-Bani Sahihi ibn Mace:3529, Beyhaki)

Abdullah bin Kurt radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu;  “Kıyamet günü kul, ilk önce namazdan hesaba çeki­lecektir. Namaz düzgün ise diğer ameller de düzgün olacaktır. Eğer namaz bo­zuk ise diğer ameller de bozuk olacaktır.” Taberâni, Terğib

Hz. Nevfel bin Muaviye radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; “Kim, bir namazı kazaya bırakırsa, sanki onun çoluk çocuğu ve malı mülkü elinden alınmış gibidir.” İbni Hibban

Abdul­lah b. Ömer (r.a.)’dan nakledilen bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular: “İkindi namazını kaçıran kimse sanki ailesi ve malı helak edilmiş kimse gibidir.” (Camiu’l Ehadis)

Hz. Ebû Ûmâme radıyallahu anh’dan rivayet edilen başka bir hadis-i şerifte Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu;  “Allahu Teâlâ’nın bir kula iki rek’at namaz kılması için tevfik vermesinden daha üstün bir şey yoktur. Kul namazla meşgul olduğu sürece başı üzerine iyilikler ve hayırlar saçılır.” (Müsned)

Cabir  İbn-i Abdullah (r.a.)’dan nakledilmiştir, Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Cennetin anahtarı namazdır, namazın anahtarı da abdesttir.” (Müsned)

Hz. Ömer radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; “Namaz dinin direğidir.” Hilyetûl Evliya, Cami’ûs Sağir

Hz. Ebû Katâde radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bir hadisi kudside Allahu Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu naklediyor; “Ben ümmetine beş vakit namazı farz kıldım. Ve kendi kendime söz verdim ki, kim (benim yanıma) beş vakit namazı vaktinde kılmaya özen  göstererek gelirse, onu Cennet’e koyacağım. Kim de namazlara dikkat göstermezse Benim onun için bir sözüm yoktur” ( Ebû Dâvûd)

Ebû Hûreyre radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bir kabrin yanından geçerken, “Bu kimin kabridir?” buyurdu. Sahâbe-i Kiram radıyallahu anhum, “Falancanın kabridir” dediler. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki; “Bu kabirdeki kimseye göre iki rek’at namaz kılmak, sizin diğer bütün dünyalıklarınızdan daha sevimlidir.” Taberâni, Mecma’uz zevâid

Hz. Ebû Zerr radıyallahu anh diyor ki: Bir defasında Peygamber sallallahu aleyhi vesellem kış mevsiminde dışarı çıktı. Ağaçlardan yapraklar dökülüyordu. Bir ağacın dalından tutunca ağacın yaprakları daha çok dökülmeye başladı. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, “Ey Ebû Zerr” dedi. Ben, “Buyur yâ Rasûlallah!” dedim. Efendimiz  sallallahu aleyhi vesellem, “Müslüman bir kul, Allah’ı razı etmek için namaz kılarsa, onun günahları şu yaprakların, bu ağaçtan döküldüğü gibi dökülür.” Müsned’i Ahmed

Hz. Aişe radıyallahu anhadan rivayet edilmiştir: Peygamber sallallahu aleyhi vesellem sabah namazının iki rek’at sünneti hakkında şöyle buyurdu; “Şüphesiz iki rek’at bana bütün dünyadan daha sevgilidir.” Müslim

Ebu Hureyre (ra)’den rivayet edilmiştir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: “Adem oğlu secde ayetini okuyup secde ettiği zaman şeytan ağlayarak uzaklaşır ve şöyle der: Helak oldum. Adem oğlu secde etmekle emrolundu da secde etti ve cennet onun oldu. Halbuki ben de secde ile emrolunmuştum fakat ben secde etmekten yüz çevirdim. Artık ateş benim içindir.” (Sahih-i Müslim: 81 rivayet edilmiştir)

Hz. Ebû Fâtıma radıyallahu anh’dan rivayet edilmiştir: Diyor ki; Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem bana, “Ey Ebû Fâtıma! Sen eğer (ahirette) benimle bu­luşmak istiyorsan secdeleri çoğalt (yani bol bol namaz kıl.)” Müsned’i Ahmed

ilmedavet.com