Etiket arşivi: Gonca Anıl

Yüksek Puanla Kendini Bulmak(!)

İki anne parkta ayakta konuşuyordu. Çocuklarının yüksek puan almaları gerektiğinden, bu yüzden onlara daha çok çalışmaları için baskı uygulamak zorunda kaldıklarından… Belli ki gergindiler, kaygılıydılar. Geçip gidemedim yanlarından, kulak misafiri olduğum konu derin bir anlam taşıyordu içimde. Özür dileyerek böldüm ve size kendimden bahsetmek istiyorum müsaade eder misiniz, dedim, gülümseyip dinlediler.

Şimdi size de kendimden bahsetmek istiyorum.

mutsuzlukBen ilkokul ve ortaokulu küçük bir ilçede okudum. Başarılı bir öğrenciydim. Beşlik sistemde tek bir dördüm bile yoktu. O yıllarım resim ve kompozisyon yarışmalarına katılmakla geçti, çok keyif alırdım renkleri ve kelimeleri kâğıda dökmekten. Bütün defterlerimin arkasına kız resimleri çizer, çeşit çeşit kıyafetler tasarlardım. Misafirliklerde bile en sevdiğim oyundu, kuzenimle farklı ve özgün kıyafetler çizmek. Şiirler yazardım ben, kuzenim benim şiirlerimi bestelerdi.  Arkadaşlarım bana konu söylerdi, ben o konuda şiirler yazardım, kimileri o satırlarla sevdiği kıza ilanı aşk ederdi.

Sonra bir başka şehirde fen lisesini kazandım.  Fen lisesinde son derece başarısız ve mutsuz oldum.  Adı üstünde “fen” lisesi ve ben “fen” derslerinden hiçbir şey anlamıyordum. Sabahlara kadar çalıştım. Daha doğrusu çalışmaya çalıştım.  Kaygılıydım, her dersten başarılı olmak zorundaydım çünkü. Çabaladıkça herşey sarpa sarıyor ve içinde ne yazdığını anlayamadığım kitaplarla bir girdapa sürükleniyordum sanki. Kaygılı bir beynin öğrenemediğini işte daha o yaşlarda tecrübe ettim.

Son sınıfta genel bir liseye geçtim. Artık yüksek notlar, yüksek puanlar almaya başladım. Ve büyük(!) sınavdan iyi bir puan alarak, yüzde 2’lik dilime girdim. Büyük bir başarıydı sanırım. En iyi üniversitelerde istediğim bölümü okuyabiliyordum. Tıp, mühendislik, mimarlık, öğretmenlik…

Ve o yüksek puanla, mühendisliği kazandım, beş yıl boyunca iyi bir üniversitede eğitim aldım.

22 yaşıma geldiğimde bir mühendistim artık. Ülkenin en önde gelen firmalarından birinde iyi bir maaşla “Mühendis” olarak işe başladım…

Peki mutlu muydum? Hayır!… Kocaman “hayır”… 6 yaşımda anaokuluyla başlayan eğitim sürecim, 16 yıl sonra tamamlanmıştı… Ama ben, mutlu değildim. Mizacıma uygun olmayan bir iş ortamındaydım, bulunduğum konumun gerektirdikleri iç dünyamda çatışmalara yol açıyordu. Yaptıklarım ve yapmak istediklerim arasında uçurum vardı sanki. Kendimi kaybolmuş hissediyordum. Yanlış yerde yanlış bir işle meşguldüm sanki ve bu içten içe huzursuz ediyordu beni. İşe giderken servisim kaza yapsa da gitmesem diye dua eder hale gelmiştim bir süre sonra.

Ne aldığım yüksek puan, ne okuduğum iyi üniversite, ne de iyi bir kariyer imkanı, beni mutlu etmeye yetemedi. Aldığım yüksek maaş da… Benim kendi seçimimdi hepsi, zorlama baskı ile almamıştım kararlarımı. Sonradan anlıyorum ki en büyük ihtiyacım, benim kendimi, ilgi alanlarımı ve potansiyelimi tanımama imkân verecek, doğru bir rehberlikti.

İşte bu yüzden “çocuğum yüksek puan almalı, iyi kariyer yapmalı, çok para kazanmalı” diye kendini ve çocuklarını paralayan anne babalara ve öğretmenlere seslenmek istiyorum şimdi:

Çocuğun aldığı ya da alacağı puanlar sadece bir sonuç. Çoğu zaman da kendini tanıyamamanın ya da  üzerinde hissettiği baskının bir sonucu.  Asıl önemli olan ise çocuğun neler yapmaktan keyif aldığı. Yüce Allah’ın bahşettiği her insana “özel” yetenekler var. Neden herkes Matematiği sevmek zorunda ya da Fen’i başarmak zorunda? Başarılı çocuk deyince fen liseleri akla geliyor da neden dil, spor, sanat gibi alanlara da yatkınlık önemsenmiyor?

Her çocuğun iç dünyasında şekillenen mizacı ile ortaya koyduğu “özel” yanları var. Evet, bu her çocukta var. Okul başarısı düşük olsa da, ilk bakışta görülmese de, keşfedilememiş olsa da… Büyükler olarak yapmamız gereken işte çocuklarımızın o yanlarını keşfetmelerine rehberlik etmek. “Daha çok soru çözsün”e değil de “ne yapmaktan mutlu oluyor”a kafa yormak…

İnanın çok çabuk geçip gidiyor çocukluk yılları.Elde kalan ise uzun bir zaman kaybının getirdiği derin mutsuzluk ve içsel çatışmalar oluyor.Sonra o mutsuzluktan nasibini alıp, yeni başlangıçlarda kendini bulmaya çalışıyor insan.  Bu 10’lu yaşlarda çok daha kolay oluyor da, 30’undan sonra gerçekten çok zor.

Gonca Anıl / www.cocukaile.net

Bırakıp Gidemediğim Kariyer

Aslında ne kadar kolaydı kapıyı çekip çıkmak… Çalışan kadın olmak…

Şıkır şıkır giyinip süslenip; işi gücü, ne var ne yoksa evde bırakmak…

Evde sadece işler değildi kalan; kadınlığımı bıraktım yıllarca, yeteneklerimi ve huzurumu da. Fıtratım evde beni bekledi ve ben ise ondan bihaber dışarıda huzuru aradım. Onsuz olamadı, fıtratıma rağmen bulamadım mutlu olmanın yolunu…

Kadın olmanın en ayrıcalıklı hissini tatmıştım ilk defa; anne olduğumda…

Kapıyı çekip gittiğimde ardımda bırakacağım şey, daha büyüktü bu sefer… Bir yavru emanet etmişti Yaradan. Ben gidersem kim kalırdı yanında, kim “emanetim” diyebilirdi ona? Ben canımın parçasına arkamı dönebilirsem, kim canı gibi bakabilirdi?

Bir minik canlının en güvenli yurdu olmuştu, vücudum… Minik gözlerini açtığı dünyadan korkan çaresiz varlığı yanımda sükûn bulmuştu. İlahî gıdayı Yaratıcı’sı daha o gelmeden bende hazırlamışken, ben nerelere götürebilirdim bedenimi, ondan uzakta? Ben varsam tok, ben yoksam aç ve aciz; kalabalıklar içinde bile kimsesiz kalacağını bile bile; gidemedim.

Karnını herşey doyururdu belki, ona herkes “yavrum” diyebilirdi. Ama onun “annem” diyeceği tek kişiydim hayatta.

Varlığım ona huzurdu, yokluğum derinden bir ölüm acısı; onun canının yanacağını bile bile; gidemedim.

Şu fani hayat üç günlük bir ağaç gölgesiydi… Bizler ise gelip geçiyorduk dünyadan.

İlahî bir şefkatle bağlandığım  yavruma hangi mal mülk, para pulu miras bırakabilirdim? Ne kadar yaşayacağımı, onun ne kadar daha hayatta kalacağını bilmeden?

O büyürken yanında olmadığımda, hangi varlığa “senin içindi hepsi” diyebilirdim? Yıllar sonra “Seni, senin için bensiz bıraktım.” dediğimde geçer miydi yüreğindeki acılar, söner miydi içini kavuran yangınlar?

Anladım ki ona bırakacağım en büyük zenginlik, içinden çıkmayacak bir “anne duygusu”ydu. Ben öğrendikçe bir annenin bir çocuk için ne demek olduğunu, esirgeyemezdim kendimi ondan… Bu bir tercih değil, Allah tarafından verilmiş bir görevdi; nasıl karşı gelebilirdim?

Fıtratıma uygun davranarak çoğuna göre “Özgür kadın” olmaktan vazgeçtim, tembellik zannetti bunu kimileri; kimileri “Boşa mı okudun yıllarca?” dedi.

Okuduklarım boşa gitmesin, diye mi emanetimi bırakacaktım? Ona ve fıtratıma yaşatacağı zararları bile bile… Diplomalarıma yazık olmasın, diye mi yazık edecektim savunmasız yavruya?

Çalışan kadın olmanın kattığı prestije ve “Çocuk da yapıyor kariyer de.” diyenlerin dünyevi methiyelerine mazhar olamayacağımı bile bile… Belki de hayatımda ilk defa “Elalem ne der?” diye umuruma katmadan, “mühendis hanım” asaletinden vazgeçtim. Maaş kartımdan, çantalarıma uygun çizmelerden, kıyafetlerime yakışan kolyelerden, 15 dakikada kapı teslim yemek siparişlerinden vazgeçtim.

Uğraştığım şey çoktu, ama etrafımca “boş” algılandım, pek çok ortamda “neler yapıyorsun” diye sorulmaması pahasına, varlığımın kabul görmemesine rağmen de olsa gidemedim.

Tembel ve çağdışı anılacağımı bile bile; “çalışkan, üretken, modern, çağdaş” sayılmaktan vazgeçtim.

Vazgeçince anladım ki şu albenili dünyada üretmek sadece evin dışında değilmiş, kadının en büyük üretkenliği evindeki annelikmiş…

Yıllarca aradığım huzuru onda bulmuşken, yavrumu bırakıp gidişim onunla birlikte kendimi de çıkmazlara itmekmiş…

Bir canlının kalbindeki tahta hiç inmemek üzere yerleşip, en büyük kariyere sahip olmuşken; işte bu sefer fıtratımı çiğneyip gidemedim ve bütün kariyerlerden vazgeçtim…

Gonca Anıl

cocukaile.net

Tılsımlı Sorular

Kızım kendisinden yaşça büyük olan arkadaşı ile oynuyordu evimizde…Arkadaşı ilkokul birinci sınıfa gidiyordu. Öğleden sonraya yetiştirmesi gereken ödevini de yanında getirmişti. Bitirdikten sonra benden kontrol etmemi istedi. Sayfada küçük resimler vardı, her satırda yanlış olan resmi işaretlemesi isteniyordu.

İşaretlenmiş kağıdı aldım elime, bir süre baktım… Ne okullar okumuştum, diplomalar beni büyük insan yapmıştı(!) ya, cevaplar ne kadar da basit geldi gözüme…  Ama yanlışlar bu kadar ortadayken, kimisinde işaretlenenler farklıydı. Nasıl da kendinden emindi, ama cevapları kesin(!) yanlıştı.

Sorulardan birinde; resimde suyu açmış elini sabunlayan bir çocuk vardı, diğer resimde elleri kirli bir çocuk…Ne kadar açıktı, cevap ortada bağırıyordu… Eli yıkamak doğru, yıkamamak yanlış… Oysa küçük kız, yanlış olarak elini yıkayanı işaretlemiş. Şaşkınlıkla  “Neden bu yanlış?” diye sordum.“Çünkü suyu israf ediyor.” dedi.

Bir diğer soruda; ilk resimde masada kahvaltı yapan iki çocuk vardı, belli ki kardeşler… Diğer resimde de çocuklar var ama kahvaltı falan yok. Yanlış olarak kahvaltı yapan çocukları işaretlemiş. “Peki, bu neden yanlış?” dedim yine merakla. “Çünkü anne babasını beklemeden yemeye başlamışlar.” dedi.

Kitaba göre yanlıştı, ama çok duyarlı cevaplardı duyduklarım. Tahsilimden, yaşımdan utandım… Ne kadar da kolay gelmişti sorular bana…Anladım ki cevaplamak hiç de kolay değilmiş…Tersine iki minik soruyla karışan kafamla,  gözlerimin içine sorarak bakan küçük gözlerden bir kaçsam, nerelere kaçabilirdim…

Küçük kızın cevapları çok doğru ve anlamlıydı, sonuna kadar haklıydı…Ama olması gerekene göre yanlıştı. Kendimce bir şeyler geveledim, suyu göstermek için öyle yapmışlar, anne babası da gelecekmiş falan…Durdum… Kafamıza vura vura ezberletilen, tek doğru vardır, anlayışına kızdım.En çok da ruhumuzu teslim ettiğimiz eğitim sistemine…

Sonra içime bir hüzün oturdu. Acaba kaç öğretmenin bir çocuğun yanlış cevaplarına “Neden?” demeye zamanı olacaktı? Zamanı olsa sabrı yetecek miydi? Kaç öğretmen çocuğun, karşısında yorum yapmasına fırsat verecek kadar kendinden emindi?

Sınavlarla örülmüş eğitim sistemimizde her sorunun bir doğru cevabı vardı oysa. Her bir yanlış cevabı neden verdiğimiz sorgulanmaksızın, doğrularımızı alıp götürdü hep… Oysa yanlışların açıklamasında ne öğretiler gizliymiş, doğruların bize katamayacağı… Kim bilir ne fırsatlar kaçırdık, “yanlış, yanlış..” diye cevaplarımızın üzerine kırmızı kalemlerle koca koca çizikler atılırken… Çizikler aslında hayal gücümüze, yorum yapma becerimize atılıyormuş meğer, duyarlı taraflarımız törpülenmiş biz de ve belki büyüklerimizde farketmeden…

Keşke her çocuğun yaptığı yanlışları açıklamaya fırsatı olabilseydi…Bizimkilerden daha az kilometre yapmış gözlerle bakıyorlar hayata, hem de baktıkları her bir kareyi ince ince yorumlarla süsleyerek…

Sonra içimdeki hüznüm ikiye katlandı, bu olay kızımın haşhaş tanelerini hatırlatınca… Kızımın koltukların üzerine yaydığı haşhaş tanelerini gördüğüm gün, bunlar böyle mi yenilir, niye bir örtü istemedin, böyle yaptın, diye söylenirken buldum kendimi… Dört yaşındaki kızımın cevabı beni kendime getirdi: “Anne ben koltuğu süslemek istemiştim.” Evet, oldukça özgün ve estetik bir bakış açısıydı, neden olmasın…

Belki eğitim sisteminin tek düzeliğine, tek tipleştiriciliğine ve ezberci anlayışına geçemeyecek hükmüm…  Pek çok kişi gibi “Değişsin bu sistem!” diye haykırsam, “Çocukların kendilerini ifade etmelerine izin verilsin.” diye birilerine yalvarsam, biliyorum ki bir işe yaramayacak…

Ama ben ne yapabilirim, diye sordum kendime… Karşılaştığım ve hayatına dokunduğum her bir çocuğa o tılsımlı soruyu sorabilirim dedim… “Neden?”…

Siz de yaramazlık yaptığı için sizden köşe bucak kaçan ya da sınavdaki yanlış cevaplarından dolayı yüzünüze bakamayan çocuğunuza sormak ister misiniz… “Bunu böyle yapmışsın ama Neden?” Ve sonrasında cevabı ne olursa gönlümüze buyur etsek, bizim doğru olduğunu düşündüklerimizi dayatmasak ve kimsenin bunu yapmasına izin vermesek…

Bir soruyla cesaret bulur belki bir küçük yürek…  Belki bir çocuğun içindeki bir hayal canlı kalır. Belki donuk gözlerinde bir çocuğun, soğuk kışlar bahara döner… Yemyeşil çimler biter, içinde rengarenk çiçekler açar…Ve o rengarenk bahçelerde daha mutlu çocuklar büyür… Kim bilir…

Gonca Anıl

cocukaile.net

Süt Bankası Yerine Güven Bankası

Süt bankası, son günlerde bolca tartışılan ve çoğu kişiyi kaygılandıran bir konu.

Konunun dinimizce sakıncaları zaten ilahiyatçılarca ortaya konuldu. Emzirme konusunda hassasiyet taşıyan bir anne olarak devletin başlatmak istediği bu uygulamaya benim de itirazım var. Amaç nedir bu uygulamada desek, alacağımız cevap: “Anne sütü alamayan bebeklere, bilim adamlarınca formülü taklit edilemeyen mucizevi gıdayı sunmak… Daha sağlıklı nesiller için…

Bu konu benim bir hayli garibime gitti açıkçası. Sonuçları sakıncalı olmasa bile uygulanabilir olduğunu düşünmüyorum. Annelerin çoğu kendi çocuğunu emzirmekten acizken, sanki kendisi lütfediyormuş gibi yavrusunun ağzına çarparcasına göğsünü tıkarken, “Vah zavallı yavrucuklar, karınları aç kalmasın, sağlıklı büyüsünler.” deyip, tanımadığı çocuklara yavrusuna çok gördüğü sütten mi ayıracak? Bu bence bir hayal! Bir anne kendi bebeklerine gösteremediği şefkati, tanımadığı ve yüzünü bile görmediği bir bebeğe nasıl gösterecek? Banka için süt toplanması nasıl sağlanabilir? İş yerinde, evinde işlerle boğuşan anne bu fedakârlığı yapabilir mi? Buna enerji ve zaman ayırabilir mi ya da ayırmak ister mi? Günümüz annelerinin pek çoğu, uzmanlar “bebeğinizin sağlığı için 2 yıl emzirin.” diye bağırırken bile buna sabredemezken, süt bankası için süt verir mi? Kendi yavrusunun zarar görmemesi için bile zevklerinden vazgeçemeyip, emzirirken sigara içen kimi anneler mi başka çocukların sağlığını düşünecek? İstisnalar olacaksa da pek çoğu için cevabın “hayır” olacağını düşünüyorum.

Denirse ki bebeğini kaybeden anneler sütünü bağışlasın, Allah herkesin yavrusunu korusun, zaten üzüntüden sütün kesildiğini hepimiz biliriz. Kaldı ki emilmeyen bir göğüsten süt yavaş yavaş çekilir ve süt kanalları bir süre sonra boşalır. Sütü çeken bir kuvvet olmazsa vücut süt üretemez.

Yeni doğmuş bir yavrunun karnını doyurmaya ihtiyacı vardır, evet, ama asıl ihtiyacı olan güven duyabileceği sıcak bir kucaktır. Karnını her türlü doyurursunuz bebeğin, içeriği anne sütüyle kıyaslanamasa da devam sütleriyle de beslersiniz. Ama ya ihtiyacı olan güven duygusu? Annesini kaybetmiş bir bebeğin ihtiyacı olan sıcaklığı bir sütanne telafi etmeye çalışabilir, ama biberon denilen plastik parçasıyla içilen sütün içeriği ne olursa olsun bu ihtiyacı karşılayamaz. Ancak bir sütanne sorumluluğunu taşıyan bir kadın, emzirdiği çocukla gönül bağı kurabilir. Bu gönül bağı kurulmadan, kan bağışı yapmak kadar kolay olmaz süt bağışı, hiç kolay bir şey değil.

Pedagog Adem Güneş, “Çocuk anneden sadece süt emmez, daha da önemlisi güven emer.” diyor. O halde bebeklerin midelerini dolduracak sütten daha önemli şeyler yok mu konuşulması gereken?

“Çocuğum yesin de sağlıklı olsun.” diye ağzına kaşık tıkılan, “Yok, sen daha doymadın.” ısrarlarıyla iradesi kırılan, “Yemezsen üzülürüm.” diye duyguları sömürülen, “Bitirmezsen Allah seni taş eder.” diye korkutularak mideleri dolan ama ruhları boşalan çocukların ebeveynlerine karşı kaybettikleri güvenleri, yeniden kazanmaları için GÜVEN BANKALARI kurulmalı bence. “Çocuğumuz sağlıklı olsun.” derken ruh sağlığını tahrip eden anne babalara bir “Dur!” denmeli. Bütün çocukların fıtraten açlığa dayanamaz bir yapıya sahip olduğu ve birşekilde karınlarını doyurabilecekken, güven duygusu yoksunluğunun telafisinin olmadığı herkese anlatılmalı.

Nice anne sütü almış çocuklar ruhları mengeneye sıkıştırılmış gibi buhranlarla boğuşuyor büyüdüklerinde. Bu süt bankası yerine güven bankası yapılsın, yapılsın ki çocukların yaşama enerjilerini kıran anaokulu öğretmenleri, kişiliklerini hiçe sayan ilkokul öğretmenleri nasıl düzelir; cezalar sayesinde yaşamaktan soğutulan çocukların ruhları nasıl temizlenir, sorularına cevap bulunsun.

Sokakta, okulda, evde nereye gittiği ve ne yaptığı belli olmayan, kendi anne babasının, öğretmenlerinin dâhil hiç kimsenin umurunda olmadığı çocuk ruhlarının tahribatına çözüm bulsun önce devlet. Günümüz çocuklarının dillerine dolanan müstehcen şarkılardan, izlenen müstehcen ötesi görüntülerden kurtarsın tertemiz beyinleri, her şeyden önce.

“Yeni doğan her bebek, ne pahasına olursa olsun anne sütü içsin.” deyip projeler üretenler, önce o yavruların büyüdükleri aile ortamı, eğitim gördükleri okul ortamı ve saygı görmedikleri sosyal ortamları nasıl çocuk ruh sağlığı için daha uygun hale getirebiliriz diye düşünmeliler.

İnternette manidar bir cümle ile karşılaştım: “Tuhaf şey! Yabancı girmesin diye evlerinin kapılarını kilitliyorlar, sonra da televizyonlarını açıyorlar.” Ben de bu anlamlı cümleye şunu eklemek istiyorum:

Tuhaf şey! Daha sağlıklı büyüsün diye anne sütü veriyorlar, sonra da güven duygusunu tahrip edip, ruhsal gelişimini hiçe sayıyorlar.

Gonca Anıl / Cocukaile.net