Etiket arşivi: HAMİT DERMAN

Tarihimizin İlim İrfan Merkezleri Medreseler

Medrese, Müslüman ülkelerde orta ve yüksek öğretimin yapıldığı eğitim kurumlarının genel adı. Medrese kelimesi  Arapça ders kökünden gelir. Medreselerde ders verenlere müderris denir.MEDRESE

Medreseler de hem dini ağırlıklı Fıkıh,Tefsir,Kelam,Akaid,Hadis gibi dersler verildiği gibi.Müsbet ilimler diye adlandırdığımız Sarf, Nahv (Morfoloji, cümle bilgisi), Mantık, Adab-ı bahis (Tartışma adabı), Belagat (Güzel konuşma, retorik), İlm-i heyet (Astronomi ve astroloji),Geometri, İlm-i hesap(Matematik) gibi dersler verilirdi.

Geçen akşam  Yazarlar Birliği toplantısında  Harran Ünv. İlahiyat bölümü öğretim üyesi Yrd.Doç Dr. Cüneyd Gökçe hocamızın ‘Şark Medreselerinde Dil ve Eğitim” adlı söyleşisinden Medreseler ilgili bir kaç anekdot aktarmak istiyorum.

– Medreselerde eğitim sisteminde öğrenciler

1-Fakke

2-Talip

3-Mella (Arapça İllimle dolu anlamına geliyor).

– Doğuda ders veren  Müderrislere Seyda denir.

– Medresede tatil Perşembe ikindide başlar.Cuma günü ikindide biter.Medreselerde vaktini boşa geçirmek yoktur.Talebeler tatilde bile derslerini tekrar amacı ile birbirlerine bilmeceler sorarlar.

– Medreselerde süre ve sınıf yerine Sıra kitapları vardır.Yani 1.sınıf,2. sınıf,3. sınıf yerine 1. Kitap,2.Kitap,3. kitap yar alır.Süre sınırlaması yoktur.Bir öğrenci zeki ise çok kısa zamanda medreseden mezun olup icazet alabilir.

– Medreselerde Sarf, Nahv (Morfoloji, cümle bilgisini bilmeyen birisinin ilerlemesi düşünülemez.

– Medreselerde en önemli kitapların başında Molla Cami gelir.Kitabın asıl ismi El favadil Diyaiye Fi Şerhil Kafiye’dir.Daha sonra bu kitap çok ünlü olduğundan Molla Cami ismini almıştır.

– Hoca ve talebe arasındaki ilişki çok büyük bir saygı ve sevgiye dayanır.Talebe hocaya konuşurken 3. şahısla konuşur gibi konuşuyordu. Örnek: Zatı alilerin bizden bir isteği varımıdır ?

– Doğudaki medreselerin temelinde Arapça yer alırdı.Batı ve Karadeniz’deki medreseler  ise daha çok Kuran-ı Kerim ve kıraatine önem verirlerdi.Bu durum daha sonra bazı müderrislerin etkisi ile aynı oldu.

– Seyda yani bir müdderis her ilimden anlardı.Kendisine sorulan her soruyu cevaplayacak bilgi ve birikime sahipti.Bunun içine Matematikte,fizikte,fıkıhta,kelamda olsa her ilimde belli bir bilgi birikimine sahipti

– Medreselerde en son okunan kitap cem-ul cevami’dir.Bu kitaptan sonra talebeye icazet(Diploma) verilir.Böylece talebe artık Mella olur ve ders verebilecek seviyeye gelir.

Medrese eğitiminin verildiği dönemde öğrenci hem dini yönden hemde bilimsel anlamda çok iyi bir eğitim alırdı.

Bediüzzaman Hazretleri bu eğitimi; Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir.  Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.“ (Risale-i Nur / Münazarat) sözleriyle çok güzel açıklar.

Yani nasılki midemizin gıdası ayrıdır. Gözümüzün ve kulağımızın gıdası ayrı ayrıdır. Gözün gıdası güzel manzaralar, kulağın ise seslerdir. Aynen öyle de aklımızın gıdası ile kalbimizin gıdası da farklıdır. Aklın gıdası bilim, mantık ve fenlerdir. Kalbin gıdası ise sahibini (yaratanı) bulmak onu tanımak ve ona tesbih, namaz, dua ve ibadettir. Biri eksik oldu mu, insan da eksik olur.

– Evet birileri bize hep  medreseleri geri kalmışlığımızın sebebi olarak göstermeye çalıştılar.Batıdan getirilen bazı eğitim sistemlerini kurtarıcı olarak tanıtmaya çalıştılar.Ölçüsü ,bize uymayan bir elbiseyi giydirdiler.Bu elbise hep dikkiş attı.Hep yama ile kapatılmaya çalışıldı fakat nafile bir türlü yamalar da tutmadı.Günümüz eğitim sisteminin durumu bizim aktardığımız yanlışı destekleyen en iyi örnektir.

Başka bir durum da yukarıda bahsettiğimiz Medreseler Avrupa’nın Ortaçağ diye adlandırdığı karanlık döneminde İslam dünyasını aydınlatan İlim ve İrfan yayan merkezler konumundaydı.Avrupa için karanlık olan bu dönem İslam dünyası için günümüz de çağdaş  Avrupa  Üniversitelerinde kitapları okutulan büyük İslam alimlerinin yetiştiği dönemdir.

Hamit DERMAN

Bulunduğu Makamlara Değer Katanlar

Çok güzel bir söz vardır: Bazı insanlar makamlarını yüceltir, Bazı insanları ise makamlar yüceltir. Bu söz tarihin çeşitli devirlerindeki  insanlar ve bulunduğu makamlar için de  geçerlidir.Son zamanlarda çevremizde gördüğümüz makam sahipleri acaba hangi kriter kapsamına girer bir düşünelim.

Tarihten makamına değer katan insanlara bir çok örnek verebiliriz.  Mesela Büyük İskender , Ömer Bin Abdülaziz,Selahaddin Eyyubi gibi tarihi kişilikler bulundukları makamlara değer katmış ve yüceltmişlerdir.Bundan dolayı tarihe mal olmuşlardır.Onları yücelten ve büyük adam yapan tarihte  yaptıkları büyük başarılardır. Hükümdarı oldukları devletler onları yüceltmemiştir.Eğer öyle olsaydı onlardan sonra gelenlerde günümüzde anılırlardı. Bulundukları makamı  yaptıkları ile kendileri  yüceltmişlerdir.

 Osmanlılar da Sokullu Dönemi vardır.Bu dönemde Osmanlı padişahları vardı.Fakat Sadrazamın gölgesinde kalmışlardır.Daha önce de Sadrazamlar gelmiştir.Hiç birisi Sokullu Mehmet Paşa kadar Sadrazamlık makamını yüceltmemiştir.Osmanlı padişahlarından ancak birkaç tanesinin ismini  hatırlarız.Fatih Sultan Mehmet,Yavuz Sultan Selim,Kanuni Sultan Süleyman gibi.Birçok Osmanlı padişahının ne ismini ne de yaptıklarını hatırlarız.Bu Padişahlar büyük bir imparatorluğun Hükümdarlığını yapmışlar fakat tarihte pek bir iz bırakmamışlardır.

    Türkiye Cumhuriyeti  tarihi de  öyledir. Türkiye tarihinde bir çok Başbakan gelmiştir. Fakat  bunlardan ancak bir kaçını hatırlarız. Adnan menderes,Turgut Özal gibi başbakanları hatırlarız.Sebebini sorarsanız bu liderler halk için yapmış oldukları hizmetlerle halkın gönlünde taht kurmuşlardır.Değerli İnsanlar bulundukları noktalara değer verir ve   yüceltirler.Makamlar insanlara değer vermez verse de geçici bir değer verir.Makamını hak etmeyen insanlar en geç hak ettiği yeri bulur.

     Yukarıda aktarmış olduğumuz görüşlerimizi destekleye güzel bir hikaye vardır;

KAVAK AĞACI  VE KABAK HİKAYESİ

     -Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:

-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?

-On yılda, demiş kavak.

-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.

-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!

-Doğru, demiş kavak.

Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:

-Neler oluyor bana ağaç?

-Ölüyorsun, demiş kavak.

-Niçin?

-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için

Evet çalışmadan emek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz. Kolay kazanılan, kolay elden çıkar.  Her işte alın teri ve emek şarttır. Emek harcanmadan kazanılanlar, temeli olmayan  binaya benzer. En ufak bir sarsıntı da yıkılır. Her zaman bu yüksek zirvelere   gelmek önem arz etmez. Önemli olan bu zirvelerde  kalabilmek ve zirvelere olumlu şeyler katabilmektir.Bulunduğu makamı yapacaklarıyla yüceltmektir.

Babalık Görevimizi Yerine Getiriyormuyuz?

Başta kendime bu soruyu soruyorum Babalık görevimi  yapıyor muyum?  Bu soruya vereceğim cevap tabii ki evet  olacaktır.Hiç kimse kendinde bir eksiklik görmez.Her zaman kendini dört dörtlük zanneder .Fakat  aslında durum öyle değildir.Her insan biraz daha düşünse kendisinde bir çok eksiklik bulur.

Babalık açısından baktığımızda sanki çocuğa elbise,kitap,harçlık verdiğimizde çocuğun bütün ihtiyaçlarını karşıladığımızı zannederiz. Ancak çocuğun ihtiyaçları maddiyatla bitmiyor.Çocuğun en önemli ihtiyaçlarını eksik bırakıyoruz.”Sevgi ,ilgi ve şefkat ” gibi manevi ihtiyaçları boş kalmaktadır.

Bunu çok güzel anlatan bir yazıyı size aktarmak istiyorum.Bu yazıyı mutlaka sonuna kadar okuyun.İnanın bu yazıyı okuduktan sonra bir baba olarak çocuğunuza çok farklı yaklaşacaksınız.

Bir gün susmayı öğrendim. Öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar susacaktım. Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı. Babam akşamları eve yorgun dönerdi.
Ben bütün gün evde sıkılır, onun gelişini iple çekerdim. Daha o kapıdan girer girmez boynuna atılır onunla oynamak isterdim. Babam sarılır, öper sonra da, hadi odana git, derdi. Yemek hazırlanınca annem çağırır bu defa masada bir araya gelirdik babamla. Onlar annemle konuşurken ben araya girer, sesimi duyuramayınca da bağırırdım. Babam sinirlenir, ‘Bütün gün insanlara kafa patlatmaktan bunaldım, birde sen kafamı ütüleme!’ derdi. Annem de ‘Bütün gün zaten seninle uğraştım, bir çift laf da mı konuşturtmayacaksı n babanla?’ diye çıkışır, beni odama gönderirdi.

”Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapishaneme doğru yol alırdım. Babam arkamdan, ‘Bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip, hâlâ ne istiyor anlamadım.’ diye bağırmaya devam ederdi. ‘Keşke benim de bir odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte otursaydık’ derdim içimden; ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim.

 Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır, televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği önemli birşey varsa beni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı. Azıcık hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı. Bir gün anladım
ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım.

Önce resim yaparak başladım işe. Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; ‘Bak, böyle uslu uslu oyna işte.’ diyordu. Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili bir şey sorsam afallıyordu. Ama bana kızarak beni artık odama göndermiyordu. ‘Son günlerde ne de akıllandı benim oğlum.’ diye komşulara anlatıyordu annem halimi.

Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı. Annem ‘Odanı topla!’diye odama kapattığında işe nereden başlayacağımı bilemiyordum. Ben bunlarla uğraşırken zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı beceremiyordum .

 Annem odama gelip ‘Bak sana resim yapmayı yasaklayacağım. ‘ dedi bir gün. Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden alırsa ben ne yapacaktım?

 Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım. Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur oturmaz çizdiğim resmi getirdim. Babam baktı. Hım, dedi ‘Çok güzel olmuş. Bu adam benim herhalde.’ dedi. Ben ‘Hayır o adam değil, bu çocuk sensin.’dedim. O ‘Hayır, bu adam benim, bu çocuk sensin, bu küçük kız da arkadaşın.’dedi. Ben yine ‘Hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin, bu küçük kız da annem.’ dedim. Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip: ‘Peki neden bizi küçük çizdin?’ dedi. Heyecanla başladım anlatmaya.

   Ben büyüyüp adam olacağım. İş bulup çalışacağım. Siz yaşlanıp küçüleceksiniz. Beliniz bükülecek, komşumuz Ahmet amca ile Ayşe teyze gibi küçücük kalacaksınız. Ben işten geldiğimde yorgun olacağım.Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda işyerinde kafam şişmiş olacağından sizi duymayacağım bile. Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde ‘Hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim.’ diyeceğim. Ve bir de bağıracağım ‘Her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar’ diye.

Annemle babamın gözleri  fal taşı gibi açılmıştı. Duyduklarına inanamıyorlardı .. Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki sonsuza kadar konuşsam hiç bıkmadan dinleyecekler gibiydi.

Farkında’ Olmalı İnsan… Kendisinin, Hayatın Olayların, Gidişatın Farkında Olmalı.

Unutmayalım !  Bu günün çocukları yarının büyükleridir.Bu gün biz onlara nasıl davranırsak ,onlara gerekli ilgiyi,sevgiyi,şefkati  göstermez isek onlarda yarın  aynısını bize yapacaklardır.

HAMİT DERMAN

İbretlik Bir Hayat Hikayesi

Hasan masasında oturmuş kitap okuyordu. Kitap okumayı çok seven ve  çok kitap okuyan birisiydi. Kitabın arasında bir şiire gözü ilişti. Şiiri okumaya başladı. Şiir çok duygusal ve etkileyici bir şiirdi.

Şiir şöyle başlıyordu:

Gitmişti makama arzuhal için

Bey dedi yutkundu eğdi başını

Bir azar yedi ki oldu o biçim

Şey dedi yutkundu eğdi başını

İlk kıt’ayı okur okumaz başka  dünyalara gitti. Birden çocukluk yıllarına gitti.Babasıyla birlikte köyden şehre okula kaydolmak için gittiğinde başından geçenler aklına geldi. Gözlerinden sicim sicim yaşlar dökülmeye başladı. İkinci kıtayı okumaya başladı.

Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı

Gözler çakmak çakmak benzi sapsarı

Bir konağa baktı alttan yukarı

Vay dedi yutkundu eğdi başını

………………………………………….

Döndü gözlerinde bulgur bulgur yaş

Sandım can evine döktüler ataş

Sordum memleketin nere gardaş

Köy dedi yutkundu eğdi başını

Kıtaları okudukça daha da duygulandı. Babasının nüfus memurun dan, Okul müdüründen yediği fırça ve hakaretleri birden gözlerinin önünden geçti.

Babası Hasan’ın nüfus cüzdanını çıkarmamıştı. Yani Hasan ilkokula kimliksiz kayıt olmuştu. Fakat ortaokul için kimlik şart idi. Hasan’ı okula kaydetmeye gittikleri zaman Okul müdürü Hasan’ın kimliksiz kaydı olmayacağını, şimdiye kadar neden kimlik çıkartmadıklarını, bu kadar cahillik ve sorumsuzluğun olmayacağını söyleyerek Hasan’ın babasını çok kötü bir şekilde azarlamıştı. Babada sessizce bu azarları içine atmıştı. Babasının Okul Müdüründen yediği azarlar bir kenara birde nüfus memurundan yediği azarlar Hasan’ın gönül dünyasında çok büyük yaralar açmıştı. Artık ne olursa olsun okuması gerektiğini düşünüyordu.

Babası okul okumamış olmasına rağmen çok aydın ve inançlı bir insandı. Bütün bu olanlardan sonra çocuğunun etkilendiğini düşünerek onu teselli etmeye çalışarak şunları söylüyordu:

-Oğlum okuyacaksın,

-Büyük adam olacaksın.

-fakat; insanlara iyi yaklaşacaksın.

-Her zaman Allah rızasını gözeteceksin.

-Görevi insanları ezmek için değil insanlara hizmet için düşüneceksin.

-Unutma ! İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.

Babasından dinlediği nasihatlerden sonra biraz daha rahatlamıştı. Fakat Hasan’ın yaşadıkları zihnine adeta kazınmış ve çok kötü bir yer edinmişti. Kendi kendine eğer okuyup büyük adam olursa herkese iyi davranacağını, kimseye kötü davranmayacağını, insanlara hakaret etmeyeceğini onlara değer vereceğini dair söz verdi.

Okumak onun için artık en büyük hedefti. Yıllar yılları kovaladı. Büyük zorluklarla da olsa köylü çocuğu Hasan okudu. Siyasal bilgileri bitirdi. Kaymakam olarak geri kalmış bir ilçeye atandı.

       Hasan şiirin diğer kıtalarını okudukça çocukluğunda babasıyla birlikte başından geçenleri ve şimdiki durumunu karşılaştırarak sevinç ve hüzünle karışık hüngür hüngür ağladı.

Artık hayallerini gerçekleştirmişti. Köylü çocuğu Hasan, Kaymakam Hasan olmuştu. Babasının nasihatlerini unutmadan kapısını ardına kadar halka açmıştı. Halkla bütünleşmiş. İlçe halkı ile birlikte çok güzel şeyler yapmıştı. İlçeye birçok güzel şeyler kazandırmıştı. İlçe halkı ona hep dualar ediyordu.

Bir gün İl merkezine giderken yolda kaza geçirdi. Kazada ağır yaralanmıştı. Hayatında yaşadığı olaylar gözlerinin önünden film şeridi gibi geçiyordu. O anda babasını hatırladı ve ağzından şu sözler döküldü .’’Baba sana layık olmaya çalıştım,sana layık olmaya çalıştım’’deyip şehadet getirdikten sonra ruhunu rahmana teslim etti.

“Kısas”ta Hayat Vardır!

Ülkemizin gündemi çok çabuk değişiyor. Her gün değişik bir gündem maddesini tartışmaya başlıyoruz. Son zamanlarda başbakanımızın ortaya attığı idamın gerekliliği ile ilgili sarf edilen sözleri dikkatle dinliyorum. Çok farklı görüşler ortaya atılıyor. Özellikle televizyonlarda bu konuyu ele alan aydınların çoğu idama karşı tavır alıyor. Bu tavrına dayanak olarak batı toplumlarının çoğunda idamın olmadığını gösteriyorlar. Ben şahsen bu görüşlere katılmıyorum. Halkın da benim gibi düşündüğüne inanıyorum.

Bir vatandaş olarak bir çok insan gibi, medeniyet ile idam cezası arasında bağlantı kuran- sözüm ona- aydın kesimine katılmıyorum. Bana göre bir kişinin işlemiş olduğu cezanın ağırlığına göre idamı hak ediyorsa idam cezası ile cezalandırılması  gerekir. ABD’de ve Avrupa Birliğinde bazı ülkelerde suçun mahiyetine göre  idam cezaları uygulanmış ve şimdide uygulanmaktadır.

Yüce kitabımız Kuran-ı kerimde de bu idam cezasının yani kısas cezasının uygulanabileceğine dair açık ayetler  vardır.

Bu cezaların dayanağı olarak Kuran-ı Kerim de geçen bazı ayetler  şunlardır:

Bakara 178.ayeti :

‘’Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir. Ancak öldüren kimse, kardeşi (öldürülenin vârisi, velisi) tarafından affedilirse, aklın ve dinin gereklerine uygun yol izlemek ve güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem dolu bir azap vardır. ‘’

Bakara 179.ayeti :

‘’Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (bu hükme uyarak) korunursunuz.’’

Ayetlerde anlaşıldığı gibi Kısas, aynıyla karşılık vermek demektir. İslâm hukukunda ise, kasten ve haksız yere bir kimsenin canına kıyma ya da bedenine veya uzvuna zarar verme suçlarını işleyen kimselerin, verdikleri zararın aynıyla cezalandırılmaları demektir. Bu ayette kısas, “cana can” kuralını ifade etmektedir. Mâide suresinin 45. ayeti, kısasa tabi suçları topluca belirtmektedir. İlgili şahsın vazgeçmesi halinde kısas diyete dönüşür. Hıristiyanlıkta adam öldürenin affedilmesi, Yahudilikte ise, mutlaka kısasa tabi tutulması esastı. İslâm, diyet uygulaması ile orta yolu getirmiş oldu.

Kısasta hayat olduğuna dair bir çok örnek verebiliriz. Uzağa gitmeye gerek yok.Özellikle çevremizde yaşanan kan davalarının devam etmesi buna en iyi örnektir. Yakın zamanda Mardin ilinde Bilge köyünde kan davası nedeniyle bir katliam yaşandı. Eğer bir kişi birisini öldürdüğünde  öldüren kişiye hapis cezası değil de kısas cezası uygulansa kan davasının sürmesi engellenirdi.

Kısasın uygulanmasına gelince ise öldürülen kişinin yakınlarına iki tercih hakkı sunulur:

1.Tercih: Ölenin ailesinin isteği doğrultusunda eğer maktulun ailesi kısas isterse katile devlet eliyle kısas yani idam cezası uygulanarak kan davasının sürmesi engellenir.Bir nevi maktulün öcü devlet eliyle alınmış olur.

2.Tercih: Öldüren kişinin, ölen kişinin ailesine diyet ödemesi.Bu yöntem de yöremizde genelde aşiretler arasında uygulanmaktadır.Fakat devlet eliyle olmadığı için çoğu zaman gereği tam olarak yerine getirilememektedir.Öldürülen kişi  güçlü bir aileye veya aşirete mensup ise çoğunlukla ölenin ailesi hem diyetini alıyor hem de daha sonra öcünü alıyor.Böylece kan davası devam ediyor.

Vermiş olduğum örnekte olduğu gibi eğer bu kan davalarında kısas uygulansa dava başlamadan biterdi. Çünkü devlet ya kısas yolu ile  yada diyet yolu ile maktulun hakkını katilden alırdı. Kan davası da sürmezdi.Kan davası ile gelecekte olabilecek ölümlerin yolu kesilir ve bu insanların hayatlarının devamı sağlanırdı.Böylece” kısasta hayat vardır.”ayetinin hükmü de yaşanmış olurdu.

Başka bir örnek vermek gerekirse yüz kızartıcı suçlarda kısas cezası uygulansa bu suçlar toplumda bu kadar fazla olmazdı.Yani birçok  küçük çocuğa tecavüz edip onları öldüren bir caniye idam cezasını uygulamazsanız ve  bu insan bozması canavarı hapiste besleyip daha sonra dışarı salarsanız.Sokaktaki çocukların hayatlarını tehlikeye atmış olursunuz.

 Sonuç olarak bazıları çeşitli nedenlerle idam cezasına karşı olabilir. Fakat buna karşı çıkarken kendi düşündüğü şeyleri sanki bütün toplum düşünüyor diye genel konuşmamalı. Çevrenizdeki insanlara sorsanız bu televizyonlarda idam cezasına karşı çıkan insanlar gibi düşünmediklerini görürsünüz. Sokakta herhangi bir insana idamın gerekliliği ile ilgili bir soru sorun. Size idamın geri gelmesi gerektiğini söyleyecektir.

Hasılı kelam bir baba bir anne olarak düşünelim.Kendimize soralım. Eğer birisi küçücük çocuğumuzu hunharca katlederse biz onu bağışlar mıyız? Yoksa bu caninin idamını mı isteriz? Bu soruya vicdanını dinleyerek verilecek  bir cevap idamın gereklimi ? yoksa gereksiz mi ? olduğunu açık bir şekilde ortaya koyar.

Hamit Derman

www.NurNet.Org