Etiket arşivi: Hayrettin Karaman

Dînî Lider Olarak Kabul Edilen Şahıslara İtaatin Ölçüsü Ne Olmalıdır?

İslam’ı kaynak göstererek kendilerine itaat edilmesini isteyenler arasında topluluk liderleri ile tasavvuf önderleri (şeyhler) de vardır. Müminler İslam’ın itâatla ilgili temel kurallarını bilmezlerse sırayı şaşırır, yetkileri altüst eder ve sonunda yollarını da şaşırırlar.
 
Bağlayıcı kanun ve kural koyan manasında tek ‘hâkim‘ Allah Teâlâ’dır. Peygamberler ancak onun vahyi ile kural koyabilirler. Doğrudan O’nun vahyine dayanmayan, yorum ve ictihadla ulaşılmış bulunan kurallar tartışmaya ve değişime açıktır.
 
Allah’a, Hz.Muhammed (s.a.)’e ve Ülü’l-emre itaat edilmesi gerektiğine dair emirler Kur’an’da sıkça geçmektedir. Bu sıralama, aynı zamanda bir hiyerarşik sıralamadır. Aşağıdan yukarıya doğru bu hiyerarşiyi açmamız gerekirse: ‘Mahlûk kim olursa olsun Hâlik’a isyan noktasında ona itaat edilemez.‘ Ya da Yaratan ile yaratılanın emirleri yan yana geldiğinde, tercih mutlak olarak Yaratan’ın emirleri doğrultusunda yapılmalıdır.
 
Bu noktadan değerlendirdiğimizde, Ülü’l-emre itaatın şartı, onların emirlerinin Allah’ın emirleriyle mutabık olmasıdır. Resul’e itaat için de aynı şey geçerlidir. Fakat burada bir özellik vardır.
 
Resul kavramının zımnında emri ve buyruklarının, nübüvvetin tabiatı gereğince Allah’ın emir ve buyruklarıyla mutabık ve muvafik olması zaruridir; çünkü dini açıklamada Peygamber’in hataya düşmesi ve günah işlemesi, örnek olacağı için, Allah tarafından engellenir. Şayet hata ve zelle olsa bu da yine ümmete bir örnek tatbikat olarak intikal etmez. Bu yüzden de Allah tarafından mutlaka ikaz edilen beşer nev’i, yalnızca Peygamberlerdir.
 
Bu itaat kavramı bize İslâm’ın siyaset teorisinde, siyasetin aşkın referansını veriyor; İslâm’da siyasetin, siyaset mekanizmasında geçen din-devlet, din-toplum, devlet-toplum ve fert-toplum ilişkisi ve devlet kavramı içerisinde yer alan yasama, denetleme, yürütme, yargı gibi bütün ilişki ve fonksiyonların bir İlâhi referansa bağlı olduğunu ve Allah’a itâat mükellefiyeti içerisinde cereyan edeceğini gösteriyor.
 
Şeyhlerin, liderlerin, imamların dini ve dünyevi/siyasi emirlerine mutlak manada, sorgusuz süalsiz itaat edilemez.
 
Tarikatlar fetva ve ictihad kurumları olmayıp, alimlerin ortaya koydukları şeriat kurallarına tavizsiz uyarak nefis terbiyesi, ilmi ve imanı kesinleştirme; yani ayne’l-yakin, hakka’l-yakin mertebelerine erdirme eğitimi, gizli şirki de aşarak kulluğu yalnızca Allah’a tahsis devletine erme (ihlas)yolu… olarak başlamış ve meşrulaşmıştır.
 
Bu büyük vazifeyi (irşad ve terbiyeyi) yapabilecek kemale ermiş bir şeyh asla ‘laik bir ülkede, şuna değil de buna oy verin’ diye bağlayıcı bir emir çıkarmaz. Çıkarması yakışık almaz. 
 
Şeyhlerin isimlerini kullanarak şayia çıkaran edepsiz ve hırslı ‘sözde müritler’ olabilir.
 
Bir kimse ‘Şeyhler, liderler, başkanlar yanılmazlar, günah işlemezler, hata etmezler, ağızlarından ne çıkarsa Allah’tandır, onlara itaat etmemek Allah’a ve Resulü’ne itaat etmemek demektir‘ dese ve böyle inansa şirke düşer, İslam’dan çıkmış sayılır. 
 
Şeyhi bir yana bırakalım, Allah Resulü bile vahye değil de ictihadına, tecrübesine, beşeri bilgisine dayanarak bir söz söylediğinde hata edebilir. Bu sebeple ashâbı, gerektiğinde O’na ‘Bu sözünüz vahye mi dayanıyor, yoksa kendi reyiniz mi‘ diye sorarlardı ve ‘Bu benin reyim‘ derse onu uygun görmediklerinde kendilerine göre doğru olanı söylerlerdi, Peygamberimiz de bazen onların reyine uyardı. 
 
Din bahsinde hakem Kur’an’dır, Sünnet’tir, icmadır, hasılı şeriattır. Şeriata aykırı bir emir, hangi konuda ve kimden sadır olursa olsun reddedilir, ona itaat edilmez. 
 
Belli bir partiye oy verme ile ilgili emir şeyhin, imamın, liderin reyine, şahsi meyil, menfaat ve kanaatine dayanabilir ve isabetli de hatalı da olabilir. Bu konuda ona itaat edilmediğinde müridin başına kötü bir hal gelmez, manevi eğitimi de bundan zarar görmez.
 
Yetmiş iki bucuk fırka sapkın yollarını hep âyetlere ve hadislere dayandırmışlardır. Her hükmü ve emri için bir ayeti, bir hadisi okuyan önderler anlamada kasten veya bilgi eksikliği yüzünden doğrudan sapmış olabilirler. Ehli ile istişare etmeyen ve tek adamlığa soyunan liderlere körü körüne itaat edenler sorumluluktan kurtulamazlar.
Prof. Dr. Hayrettin Karaman

Fitne ve Mümin!

Fitne, Kur’an’da ve hadislerde sıkça geçen ve asıl mana ile ilişkili olarak farklı manalarda kullanılan, bu manalara göre de ‘mümin davranışın’nın nasıl olacağı konusunda emirler verilen ve tavsiyelerde bulunulan bir kavramdır.

Tarihimizde bu kavramın arkasına sığınılarak (kavram istismar edilerek) zulme rıza gösterme, bazı hakları kısıtlama, ıslah teşebbüsü yerine köşesine çekilip bozulanın düzelmesini Allah’tan, İsa’dan, Mehdi’den bekleme yolunu seçme gibi yanlışlar da yapılmıştır.

Son günlerde yine fitne gündeme getirilmiş, fitnenin tarafları kavramı kendi lehlerine yorumlamayı tercih etmişlerdir.

Bir heyet olarak yazdığımız ‘Kur’an Yolu‘ isimli tefsirimizi esas alarak ‘İslam’da fitne‘ konusuna açıklık getirmeye çalışacağım.

Kur’an’da bir çeşit fitne karşısında mümin davranışının nasıl olacağını açıklayan birkaç ayetin meali şöyledir:

Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat aşırılığa sapmayın; Allah aşırılığa sapanları sevmez./Onları (dininize ve vatanınıza karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün; sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Harâm civarında onlar sizinle savaşmadıkça siz de orada onlarla savaşmayın. Şayet sizinle savaşmaya kalkışırlarsa o zaman onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir!/ Eğer onlar vazgeçerlerse, artık Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.”(Bakara: 2/190-192)

Bu âyetlerin tefsirinde ‘fitne‘ kavramı hakkında şu kapsamlı açıklamayı yapmışız (Okumayı kolaylaştırmak için iç kaynakları zikretmedim, merak edenler tefsire bakabilirler):

İslâm kültüründe geniş bir kullanım ve etki alanı kazanmış olan âyetteki fitne kelimesi, genellikle ‘sınama, deneme, maddî ve mânevî sıkıntı, üzüntü, belâ ve felâketle imtihan etme‘; özellikle hadislerle diğer İslâmî literatürde ‘dinî, sosyal ve siyasî kargaşa‘ anlamında yaygın olarak kullanılan bir terimdir. İnanç uğruna mâruz kalınan ağır işkence için de fitne kelimesi kullanılmıştır.

Fitne her zaman insan için bir sıkıntı veya risk anlamı taşır. Ancak fitne olarak değerlendirilen bir durumla karşılaşan insanın bunun bir imtihan olduğu bilincini koruyarak bu tehlikeli sınavı başarıyla sonuçlandırması mümkündür. Bu açıdan bakıldığında fitne, inanma iradesini daha da güçlendirme, ahlâkî bakımdan arınma, insanın imanındaki kararlılığını ve erdemli yaşayışını kanıtlama fırsatı vermesi itibariyle ferdin veya toplumun dinî ve ahlâkî gelişmesine katkısı olan bir imtihan ve deneme yolu olarak da değerlendirilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de otuz dört âyette fitne kelimesi, yirmi altı âyette de türevleri geçmektedir. Fitnenin Kur’an’daki kullanımına göre anlamlarını tesbit etme hususunda en önemli kaynak olarak bilinen ve bu bakımdan bazı özel araştırmalara konu olan Taberî’nin Câmi’u’l-beyân’ı da dikkate alındığında fitne ve türevlerinin Kur’an’da başlıca şu mânalarda kullanıldığı görülür: Sınama (ibtilâ), deneme (ihtibâr) ve imtihan (Bakara 2/102; Tâhâ 20/40, 85, 90, 131); şirk, inkâr, müşriklerin müslümanlara uyguladıkları, inkâr ve şirke döndürmeyi amaçlayan baskılar (Bakara 2/191, 193, 217; Nisâ 4/91); dalâlet, sapma, saptırma (Mâide 5/41, 49; Sâffât 37/162); azap, işkence, ateşe atma (Ankebût 29/10; Zâriyât 51/13, 14; Burûc 85/10); düşman saldırısı (Nisâ 4/101); Allah’ın, kullarına farklı imkânlar vererek birbirlerine karşı niyet ve tutumlarını ortaya çıkarması (En’âm 6/53; Furkan 25/20; bk. Taberî, VII, 206-207; XVIII, 193-194); günah (Tevbe 9/49); şeytanın hile ve tuzağı (A’râf 7/27); şeytanın zayıf ruhlu kişilere aşıladığı bâtıl inanç ve kuruntu (Hac 22/53); nifak (Hadîd 57/14; bk. Taberî, XXVII, 226); delilik (Kalem 68/6).

Taberî sık sık Arap dilinde fitnenin asıl anlamının ‘deneme ve sınama‘, bilhassa ‘ateşe atarak deneme‘ olduğunu belirtir ve öteki kullanımların da temelde bu mâna ile ilişkili bulunduğuna işaret eder. Deneme ve sınama bazan insanlar için daima bir risk taşıyan mal mülk, evlât, sağlık gibi nimet sayılan değerlerin verilmesiyle olduğu gibi, çok zaman yokluk, hastalık, musibet, şeytan veya düşman tasallutu gibi üzüntü ve sıkıntılara mâruz bırakılmakla da olmaktadır (I, 461-462; XVI, 162, 196-197, 200, 235).

Kur’ân-ı Kerîm’de fitne kavramının ifade ettiği deneme ve sınamanın çeşitli şekillerine işaret edilmiştir. Fitne Allah tarafından kullarına yöneltilmiş bir deneme ve sınama olabilir. Allah insanların iman ve ahlâktaki samimiyetlerini kanıtlamaları için bir fitne (imtihan) olmak üzere onları hayırla da şerle de (hem nimet hem de sıkıntılarla) sınar (Enbiyâ 21/35).

İnsanlar ‘dünya hayatının geçici güzellikleriyle‘ imtihan edilirler (Tâhâ 20/131). Mal ve evlât birer fitne (imtihan) vasıtasıdır (Enfâl 8/28). Bol rızık veya genel olarak herhangi bir nimet de fitnedir (Zümer 39/49; Duhân 44/17; Cin 72/17). Buna karşılık insanlar bir kederle (Tâhâ 20/40), çeşitli belâlarla da (Tevbe 9/126; Hac 22/11) imtihan edilirler.

Fitne insanlar arası ilişkilerde de söz konusu olabilir. İnkârcıların müslümanlara karşı olumsuz tavırları müslümanlar için bir fitnedir; zira böylece onların sabır ve sebatları denemeden geçirilmiş olur (Furkan 25/20). Öte yandan müslümanların mâruz kalacakları herhangi bir sıkıntılı durum da kâfirlerin bundan yanlış sonuçlar çıkarmalarına yol açan bir fitne olabilir. Nitekim müfessirler ‘Rabbimiz! Bizi inkâr edenler için bir sınama (fitne) konusu yapma‘ (Mümtehine 60/5) meâlindeki âyeti, ‘Bizi onların eliyle veya başka bir şekilde eza ve cefaya uğratma; aksi halde inkârcılar, bizim hakkımızda ‘Eğer bunlar doğru yolda olsalardı böyle sıkıntılara mâruz kalmazlardı’ şeklinde yanlış düşüncelere kapılırlar‘ tarzında açıklamışlardır (bk. Şevkânî, V, 246).

Kur’an’a göre insan inkârcılık, münâfıklık gibi yanlış inançları veya kötü davranışları sebebiyle kendi kendisinin de fitnesi olabilir (Hadîd 57/14; bk. Şevkânî, V, 198). ‘Kalplerinde eğrilik olanlar’ın Kur’an’daki müteşâbih âyetleri dillerine dolamalarının hedefi ‘fitne çıkarmak‘ (Âl-i İmrân 3/7), yani inananların zihninde şüphe ve tereddütler meydana getirmektir (Taberî, III, 180).

Kur’an’da ashâbü’l-uhdûd diye anılan inançlı insanlar da inkârcılar tarafından ateşe atılmak suretiyle işkenceye tâbi tutulmuş ve böylece fitneye mâruz bırakılmışlardır (Burûc 85/10). Bazı âyetlerde müşriklerin müslümanları dinlerinden vazgeçirmek, tekrar inkârcılık ve putperestliğe döndürmek maksadıyla giriştikleri yıkıcı faaliyetler, kezâ münafıkların, farklı metotlarla da olsa aynı yöndeki girişimleri (Tevbe 9/47-48; bk. Taberî, X, 145-147) fitne kavramıyla ifade edilmiştir. 

Fitne kavramı Kur’an’daki anlamlarıyla hadislerde de geniş ölçüde geçmektedir Hadislerde ayrıca ‘Deccâl fitnesi‘, ‘Mesih fitnesi‘ şeklindeki deyimlerle kıyamet alâmetleri diye bilinen gelişmelere de fitne denildiği görülür. Hadislerde fitne ‘dinî ve siyasî sebeplerle ortaya çıkan sosyal kargaşa, anarşi, iç savaş‘ anlamında da yaygın olarak geçmekte; İslâm’ın ilk asırlarından itibaren vuku bulan dinî ve siyasî çalkantıları, sosyal huzursuzlukları haber veren bir konumda da kullanılmaktadır. Bu hadislerde fitne genellikle İslâm ümmetinin birlik ve bütünlüğünü tahrip eden bir komployu veya her türlü yıkıcı faaliyetleri ifade eder.

Bunların birinde Hz. Peygamber ‘Birtakım fitnelerin yağmur selleri gibi evlerinizin arasından aktığını görüyorum‘ buyurmuştur (Buhârî, ‘Fiten’, 4). Hadis bilginleri burada özellikle Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle başlayıp sonraki dönemlerde devam eden kargaşa ve iç savaşlara işaret edildiğini belirtirler. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste ‘Zaman yaklaşacak, ameller azalacak, aç gözlülük yayılacak, fitneler açığa çıkacak ve adam öldürme olayları artacak‘ denilmiştir (Buhârî, ‘İlim’, 24, ‘Fiten’, 5).

Ayrıca Buhârî, zamanla insanlar arasında bilgi ve dindarlık farkları kalkıp herkesin cehalette ve dinî konulardaki gevşeklikte birbirine benzemeleri, amellerin azalması, fitnenin çoğalması, öldürme olaylarının artması, can güvenliğinin ortadan kalkması gibi olumsuz gelişmelerin vuku bulacağını haber veren hadisleri ‘Fitnelerin Zuhuru’ başlığını taşıyan babda toplamak suretiyle fitne kavramının kapsamını dinî, ahlâkî, ilmî ve sosyal çöküş anlamlarını kapsayacak şekilde geniş tutmuştur (bk. Buhârî, ‘Fiten’, 5). ‘Yakında fitneler meydana gelecektir. O sıralarda oturan ayakta durandan, ayaktaki yürüyenden, yürüyen de koşandan hayırlıdır‘ (Buhârî, ‘Fiten’, 9, ‘Menâkıb’ 25; Müslim, ‘Fiten’, 10, 12-13) anlamındaki ifadelerle başlayan hadiste de genellikle ilk iki asırdaki kargaşa ve iç savaşlara işaret edildiği düşünülür.

İslâm âlimleri genellikle Hz. Osman’ın öldürülmesiyle (35/656) doruk noktasına ulaşan kanlı siyasî buhranı ilk fitne sayarlar ve bu olayı ayrıca ‘büyük fitne‘ diye de adlandırırlar.

Fitne kavramının tarih boyunca Müslümanların ruhunda ürkütücü tesirler uyandırmasında ilk dönem Müslümanları arasında ortaya çıkan üzücü olayların özellikle ilk iki asırda yaşanan siyasî çalkantıların bıraktığı derin izlerin payı büyüktür. Onlar, fitnenin Kur’an’daki ağırlıklı mânasını da dikkate alarak, bu çalkantıların vuku bulduğu zamanları dine, İslâm cemaatine ve meşrû idareye bağlılıkları konusunda denendikleri ve bu bağlılıklarını ispat etmek durumuyla karşı karşıya bulundukları dönemler olarak düşünmüşlerdir.

Hz. Osman’ın öldürülmesiyle başlayıp Cemel Vak’ası (36/656), Sıffîn Savaşı (37/657), bu savaştan sonra başlayıp uzun yıllar devam eden Hâricî ayaklanmaları, Emevî iktidarına karşı ayaklanan Abdullah b. Zübeyr’in Hicaz’daki hâkimiyetine son vermek üzere Yezîd b. Muâviye’nin gönderdiği ordunun Medine yakınındaki Harre’de Medineliler’le savaşarak şehri yağmalaması (63/683), aynı maksatla Abdülmelik b. Mervan tarafından gönderilen Haccâc b. Yûsuf kumandasındaki ordunun altı ay kadar süren Mekke muhasarası ve işgali ile Abdullah b. Zübeyr’in öldürülmesi (73/692) gibi kanlı olaylar ve iç savaşlar İslâm toplumunun karşılaştığı ilk fitne hareketleri olarak tarihe geçmiştir.

Özellikle Hz. Osman’ın şehid edilmesi olayı Müslümanların dinî ve siyasî kamplara bölünmesine yol açan, daha sonra Sünnî-Şiî ihtilâfının kökleşmesiyle gelecek kuşakları derinden etkileyecek olan fitnelerin başlangıcı sayılır.

Konumuz olan âyetin ‘Fitne, öldürmekten daha kötüdür‘ cümlesinde geçen fitne kelimesinin, hadislerde geçen ‘siyasî ve sosyal karışıklıklar’ anlamıyla ilgisi olmayıp, tefsirlerde kısaca ‘Allah’a ortak koşma; müşriklerin Müslümanlara uyguladıkları, inkâr ve şirke döndürmeyi amaçlayan, daha genel olarak onların imanlarını tehlikeye sokan maddî ve mânevî baskılar, İslâm ve Müslümanlar aleyhindeki tertipler ve propagandalar’ şeklinde açıklanmıştır. Âyete göre bir Müslümanın böyle bir tehlike sonucu imanını kaybetmesi, muhtemelen mâsum birini öldürmesinden daha büyük bir suçtur (veya kendisinin Müslüman olarak öldürülmesinden daha kötüdür).

Mekke döneminde müşrikler tarafından yoğun baskılarla, zulüm ve hakaretlerle uygulanan bu fitne faaliyetleri hicretten sonra da bilhassa Medine dışındaki Müslüman kabilelere yönelik olarak sürdürülmüş; henüz Müslümanlığı yeterince benliklerine sindirememiş olan bu kesimlerden bir kısmının putperestliğe dönmelerine bile yol açılmıştır (bk. Nisâ 4/91; Taberî, V, 201-202).

Ayrıca bu şekildeki bir inkâr tehlikesi yalnız ilk dönemlerde olmuş bitmiş bir durum olmayıp sonraki zamanlarda benzer durumlar yaşandığı gibi, günümüz dünyasında da Müslümanlar dinleri, inanç ve ahlâkları konusunda zaman zaman son derece ağır imtihanlar yaşamakta, çok yönlü ve çok çeşitli yıkıcı faaliyetlerle karşı karşıya kalabilmektedirler. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’in, söz konusu fitneler karşısında mutlaka tedbirli olmayı ve olabildiğince bu tür gelişmelerle mücadele etmeyi amaçlayan uyarısının önemi devam etmektedir.

Hadislerde geçen ‘fitne zamanında susmak, pasif kalmak, bir köşeye çekilmek’ gibi davranışlar genel geçer bir kural olmayıp şahısların özel durumları, müminleri birbirine düşüren sebep konusunda ‘kimin haklı, kimin haksız olduğunun’ bilinememesi, düzeltme teşebbüsünün daha büyük zarar doğurma ihtimalinin kuvvetli olması gibi hallere mahsustur. Asıl kural ise müminin, haklının yanında yer alması, iyi ve meşru olanı gerçekleştirme, kötü ve gayrimeşru olanı engelleme vazifesini ifa etmesidir.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman

Hakimler ve Savcılar Masum mu? “Masumiyet”i Nasıl Değerlendirebiliriz?

Devamlı ‘laik’ olduğu hatırlatılan bir ülkede, her şeye rağmen halkın hayatında iyi kötü devam eden İslam sağa sola çekilerek kullanılıyor. Son günlerde bazı çevrelerde birden bire ‘yolsuzluk hassasiyeti‘ depreşti, onunla yatıp onunla kalkıyorlar, İslam’ı da ‘yolsuzluğa karşı çıkmanın ve yolsuzları cezalandırmanın farz, örtmenin haram olduğu‘ noktasında kullanıyorlar (İlahiyat cephesinden kullananlar var). İşte bu yaklaşıma karşı benim de bazı diyeceklerim var:

1. İslam bir bütündür, onu hayatın rehberi edinecek olanlar parçalayamazlar; işine geldiği yerde Müslüman, işine gelmediği yerde laik olunamaz.

2. Evet, İslam’a göre yolsuzluk, kamu hukukuna tecavüz, kul hakkına el uzatmak büyük günahtır; engellemek için –başta din ve ahlak eğitimi olmak üzere- her türlü tedbir alınmalıdır. Ama İslam’ın başka kuralları da vardır:

a) Berâet-i zimmet asıldır: Suçu usulüne göre ispat edilmeyen kimse masumdur, suçsuzdur, sicili temizdir, şeref ve haysiyeti dokunulamazdır.

b) Kötü zan, iftira, gıybet, itham haramdır.

c) Ceza yalnızca suçu işleyene; doğrudan veya dolaylı olarak suçlu olana verilir; suçluyu aşan ve taşan ceza zulümdür.

d) Hikmet, ‘bilgiyi ve kuralları yerinde kullanmayı, dengeleri gözetmeyi, pire için yorgan yakmamayı, iki kötüden birine mecburiyet varsa az zararlı olanın tercihini, özel menfaatin kamu menfaati için terk edilmesini…‘ gerektirir.

Mesela bir hastayı ameliyat edip vücudundan habis olmayan bir uru çıkarmak istendiğinde bakılır; ‘hasta bu ameliyatı kaldırmaz, kalbi durabilir’ denirse ameliyat ya terk veya tehir edilir; hikmet bunu gerekli kılar.

3. Ağzını açan ‘yargının bağımsız olması‘ndan, ‘yargıya müdahale edilmemesi‘nden söz ediyor. Öyle şeyler söylüyor, öyle tedbirler ve teklifler ileri sürüyorlar ki, insan şöyle düşünmeden edemiyor: “Bu ülkede güvenlik güçleri, valiler, diğer bürokratlar, milletvekilleri, bakanlar, başbakan ve cumhurbaşkanı ahlaktan ve adaletten sapabilir, kendi menfaatlerini ülkenin menfaatine tercih edebilirler, yolsuzluk yapabilirler ancak bir sınıf müstesnadır: Savcılar ve hakimler; bunlar gökten yeni inmişlerdir, tamamı masumdur (günahsız ve hatasızdır), ancak bunlara güvenilebilir ve ülke yönetimi (sözde denetim, ama aslında yönetimi) bunlara bırakılmalıdır…”

Allah aşkına, böyle bir gerçeklik tarihte ve günümüzde, bizde ve dünyada nerede ve ne zaman görülmüştür, var mı böyle bir şey!?

Tarih boyunca, hak edenler yanında masumları ve mazlumları da idama, zindana, sürgüne, ağır tazminata mahkum edenler yargı mensupları değil mi?

Bazen ‘Vicdan ile cüzdan arasında sıkıştıklarını‘ kendi mensupları içinden ‘dürüst‘ olanların da itiraf ettiği yargı mensupları herkesi denetleyecek, peki onları kim denetleyecek? Kendileri mi?

Bu ne demektir?

Demokrasilerde son söz milletindir. Doğrudan veya dolaylı olarak milletin denetimi söz konusu değilse demokrasi de yoktur.

İslam’a gelince, hakimlerin cahil, hain ve hatalı da olabileceklerini bizzat Peygamberimiz (s.a.) açıklamışlardır:

Hakimler üçe ayrılır: İkisi cehennemde, biri cennettedir. Hakkı bilen ve onunla hükmeden hakim cennettedir. Bilgi eksikliğine rağmen halkın davalarını hükme bağlayan kimse cehennemdedir. Hükmünde bilerek haksızlık eden kimse (hakim) de cehennemdedir‘.

Bu hadis, tecrübe ve akıl bize, bütün ‘hakimlerin ve savcıların masum olmadıklarını‘ bildiriyor.

Hayrettin Karaman

Zalimlik ve Ahlaksızlık!

Benim rüşvete fetva verdiğimi, yolsuzlukların örtülmesini istediğimi söyleyen veya ima eden ahlak yoksunlarına, eğer Müslüman iseler, iftiranın, karalamanın, itibar katlinin dünyada ve ahretteki sorumluluğunu hatırlatıyorum. Müslüman değilseler, dillerinden düşürmedikleri ‘evrensel ahlak kitabında yaptıklarının yeri var mı‘ diye soruyorum.

Benim elli civarında kitabım, binlerce sayfa yazıyı içeren sitem var; buralarda ne söylediğim, ne yazdığım ortada, bunları bırakıp da kapalı kapıları zorlayanlara sesleniyorum: Dini konuşma ve açıklama bakımından açamayacağım bir kapım yoktur, arkadan dolanmaya, casusluk yapmaya gerek yok, bana sorabilirsiniz.

Ben yolsuzluğun üstü örtülsün, yolsuzluk yapanların üzerine gidilmesin filan demem; ama:

Din, hukuk ve ahlaka aykırı olduğu halde suçu sabit olmamış, hüküm giymemiş, hükmü temyizde tasdik edilmemiş insanlara –ki, bunlar henüz masumdurlar- sırf itham ve iddialara dayanarak ‘suçlu’ muamelesi yapmam, yapılmasına razı olmam, onların ve ailelerinin maruz kaldıkları maddi ve manevi işkenceye itiraz ederim.

Yolsuzluk iddiaları ile ilgili bilgileri hukuka ve ahlaka aykırı olduğu halde elde edip çarşaf çarşaf ilan edenlere ‘zalim ve ahlaksız‘ derim.

Kendilerini aynı zamanda ‘savcı, hakim ve yüksek hakim‘ yerine koyup insanları suçlayan ve mahkum edenlere, ‘yahu sizde hiç insaf, vicdan, utanma duygusu, Allah korkusu, manevi sorumluluk hissiyatı… yok mu’ derim.

Şeytana ve nefse uyup ister özele, ister kamuya yönelik bir haksızlık yapan, suç işleyen, milyonların kul hakkını yiyen kimselere -bu suçlar sabit olduğunda- asla müsamaha etmem, cezalarını çekmelerini isterim; ama cezalarını çekerken de ‘keşke yapmasaydılar, hem kendilerine hem çevrelerine yazık ettiler‘ der, üzülürüm.

Bazılarının iftira ettikleri gibi bana başbakan, belediye başkanı iken, ‘Hocam, daha güçlenmemiz, davayı sağlama almamız gerek. İhale verdiğimiz kişilerin kârlarından komisyon alabilir miyiz?‘ diye bir soru sormadı ve ben de ne ona, ne de bir başkasına ‘Evet‘ diye cevap vermedim.

Bana o değil ama birçok kişi, ‘Devletten veya belediyelerden haklı ve meşru olarak ihale alıp istifade ve kâr eden kimseleri, yardımda bulunsunlar diye hayır kurumlarına yönlendirsek bunda bir sakınca var mıdır‘ diye sordular.

Buna verdiğim cevap şudur:

Hayır işlesin diye teşvik ve sevkettiğiniz kimseler Müslüman iseler ve siz istemeseniz bu yardımı yapmayacak idiyseler ve/veya bir daha iş ve ihale alamam diye bu yardımı yaparlarsa bundan ecir (sevap) alamazlar. Ama kayıtlı ve şeffaf olmaları şartıyla hayır kurumları bundan istifade edebilirler; çünkü onların bir zorlamaları ve baskıları söz konusu değildir, verenin de baskı altında verdiği bilgisine sahip değillerdir.

Hemen kaydedeyim ki, insanları bir yerlere toplayıp manevi baskı yaparak yardım toplandığında da yukarıdaki sakınca (sevap alamama) sakıncası vardır. En uygunu insanlara, baskı yapmadan, mecbur bırakmadan ihtiyacı bildirmek ve hür iradeleriyle istedikleri kadar yardım etmelerine imkan vermektir.

Bir yerlere yardım edecek diye bir kimseye ‘layık, ehil, en iyisi, en hesaplısı, kamu için en yararlısı olmadığı halde‘ ihale verilirse yapılan ihanet olur ve elbette caiz olmaz.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman

Maaşımı bankadan alsam faiz olur mu?

Kapitalist sistem hayatın her anında kendini hissettirince faizden kaçmak o kadar zorlaşıyor. Helal kazanç konusunda hassas olan insanlar da bu konuda doğruyu bulmak istiyorlar. Faizle ilgili en çok merak edilen soruları İlahiyatçı Prof. Dr. Hayrettin Karaman’a sorduk.

Faiz konusunda merak edilen o kadar çok soru var ki… Konu hassas olunca insanlar da şüpheli şeylere karışmak istemiyorlar… Tabii bir de kapitalist sistem hayatın her anında kendini hissettirince faizden kaçmak o kadar zorlaşıyor. Helal kazanç konusunda hassas olan insanlar da bu konuda doğruyu bulmak istiyorlar.

Faizle ilgili en çok merak edilen soruları İlahiyatçı Prof. Dr. Hayrettin Karaman’a sorduk. Alanında sadece Türkiye’de değil dünyada da otorite olarak kabul edilen Prof. Dr. Hayrettin karaman faizle ilgili sorularımıza net cevaplar verdi…

Emek karşılığı kazanılan paraların ödenmesi

Bugün gerek özel şirketler gerekse devlet kurumları bir şekilde bankalarla çalışıyorlar. Çalışanların maaş ödemeleri de bu paralardan veriliyor. Emek karşılığı alınan maaşların bir şekilde bankayla irtibatlı olması bu paraları kazananlara bir vebal yükler mi?

Faiz bir salgın hastalık halini aldı, mikrobunun girmediği yer yok. Ekonomiyi faizden arındırmak imkânsız denecek kadar zor hale gelmiştir. Kapitalizm faizsiz olmaz, dünyaya hâkim güçler ise kapitalizmi bırakamazlar. Bu durumda farklı bir ekonomi modelinin, kapitalizmi reddeden ülkeler birliğince -seçenek olarak- uygulanmasına ihtiyaç vardır. Bu ülkeler birliği olsa olsa İslam ülkeleri arasında oluşabilir, ufukta böyle bir birliğin oluşacağına dair alametler görülmüyor; çünkü adına İslam ülkesi denilen ülkeler de faizci kapitalist ekonominin (ülkelerin, dünya patronlarının) egemenliği altında bulunuyorlar.

Siyasî ve ekonomik bir birlik ve dayanışma olmadan bir İslam ülkesinin tek başına faizsiz ekonomiye geçmesi ve bunu hem içeride hem de dışarıda (diğer ülkelerle ilişkilerinde) uygulaması oldukça zordur. Yine de faiz daha ziyade yoksulları, geri kalmışları yaktığı için inşaallah bir gün canı yananlarda birlik ve dayanışma şuuru uyanır ve bu şuur hayırlı sonuçlar verir.

Faizin her tarafı sardığı bir ülkede yaşayanların yolları az veya çok faize düşer, bankaya uğrar, faiz ödemek veya almak mecburiyetinde kalırlar. Bir Müslüman mecbur kalmadıkça parasını faize yatırmaz ve reel faizi alıp yemez, istemediği halde kesilen veya yatırtılan parasına reel faiz tahakkuk ederse bunu alır ve -kendisi muhtaç değilse- yoksullara dağıtır.

Kazancının tamamını içki, fuhuş, faiz, kumar gibi İslam’da haram olan yollardan elde etmiş bir kimsenin ikramı, hediyesi, bağışı kabul edilmez. Yarıdan fazlası helal olan kazanç sahiplerinin ikram ve hediyeleri kabul edilebilir.

Faizcilik yapan, içki üreten ve satan, kumar oynatan, fuhuş yaptıran kimselerin yanında (veya şirketlerde) zaruret bulunmadıkça çalışmak caiz değildir.

İslam’a göre caiz, meşru, helal olan bir işte -zaruret sebebiyle- çalışan kimse o işin sahibinden ücretini alır; bu ücretin helal olmayan bir yoldan kazanılmış olması işçiyi ilgilendirmez; işçi meşru bir iş yapmıştır ve onun bedelini almaktadır; pis olan para değildir, parayı kazanmanın yolu, sebebi, işidir. Belli bir yüz milyon lirayı birisi kumardan kazansa ona haram olur, aynı parayı meşru bir iş yaparak -mesela bir malı satarak, evini tamir ederek- kumarcıdan alan kimseye ise bu para helal olur.

Aynı şekilde faizden elde edilen para, anaparanın sahibine haramdır, ama bunu bir yoksula bağışladığında -bağış yoluyla elde edildiği için- yoksula haram olmaz. Burada -kazancın tamamı faiz ve haram olduğu için- yukarıda açıklanan kural ile bir çelişme var gibi gözükebilir, ama çelişki yoktur; çünkü faiz son aşamada (üretim girdisi olarak), anaparasıyla faiz kazanmayan yoksulların cebinden çıkmaktadır, yoksula verilen faiz, onun cebinden haksız olarak alınmış olanı tekrar cebine koymaktır.

Helal yoldan kazanılmış bir paranın bankadan alınması, mesela maaşların bankadan ödenmesi bu parayı haram kılmaz; çünkü para (maaş, ücret, satılan bir malın bedeli) faiz çemberine dahil değildir.

Bir şirket kurulurken faizli kredi alınmış ise yanlış yapılmış demektir, ama bu krediyle üretilen mal, alıcısına haram olmaz; çünkü satılan helal bir maldır, ödenen de helal bir paradır.

Enflasyon oranında faiz

Enflasyon oranında faiz helal midir? Yoksa faiz yerine altın, döviz vs. mi alınmalı? 

Faiz olursa, oran ne olursa olsun helal olmaz. Enflasyon oranında fazlalık faiz değildir. Mesela birine yüz lira ödünç verseniz, alt ay sonra enflasyon yüzde otuz olduğu için yüz otuz lira alsanız bu otuz liralık rakam fazlalığı faiz değildir, alt ay önce verdiğiniz paranın -satın alma gücü bakımından- eşit karşılığıdır.

Bu böyle olmakla beraber faizcilik yapan bankalara para yatırarak buradan enflasyon oranında faiz almak caiz olmaz; çünkü:

a) Bu bankalar sizden aldıkları parayı reel (enflasyon oranından fazla) faizle satmak suretiyle para kazanmakta ve size de o paradan ödeme yapmaktadırlar.

b) Bankaya para yatırmak bir akit yapmaktır; bu akit, faizli para alım satım aktidir, sonunda kâr da olsa zarar da olsa yapılan akit faizli akit olduğu için İslam’a göre meşru değildir.

Elinizde para var da bunu meşru yoldan nemalandıramıyorsanız özel finans kurumlarına yatırabilirsiniz.

Forex piyasası

Uluslararası para hareketleri ya da para takas işlemleri diye adlandırılan Forex piyasasında Dolar-Euro paritesinin veya Dolar-Paund paritesinin aşağı ya da yukarı hareketlerinden alım ya da satım yapıyorsunuz ve bundan dolayı para kazanmış oluyorsunuz. Burada yapılan işlemler sonucu kazanılan para helal midir? 

Forex farklı devletlere ait paraların alım ve satımıdır. Piyasayı iyi takip edenler bu alım satımdan para kazanabilirler. Mesela TL ile dolar almak istenirse -bütün paralar için hüküm aynıdır- bu alım satımın peşin olması gerekir. Vadeli olarak para alım satımı caiz değildir.

Hisse senetleri

İçki ve benzeri işler yapan, dolayısıyla kârlarının bir kısmı buradan gelen şirketlerin senetlerini sadece ticaret amacıyla olsa da satın almamak mı gerekir? 

Hisse senedini aldığınız şirket veya şirketler grubu, genel ve esas iş olarak ne yapıyor, ne üretiyor, ne alıp satıyor buna bakmak gerekir. Mesela tekelin veya bankanın hisse senedini alırsanız, bu iki kurumdan birinin genel ve esas işi haram içki üretmek, diğerininki haram olan faizli işlemler yapmak olduğu için bu ve benzeri şirketlerin senetleri alınıp satılamaz.

Esas işi ve fiilen işlerinin kahir ekseriyeti meşru ticaret ve üretim olan bir şirket, bazen faizli kredi alıyor veya parasını bankaya yatırıyorsa, kezâ sattığı ürünler arasında -bu ürünlerin küçük bir cüzünü, yüzdesini teşkil eden- içki vb. şeyler varsa Müslümanlar, şirketin esas işini, iş ve işlemlerinin çoğunu göz önüne alarak bunun hisse senedini satın alabilirler. Onların niyeti, yapılan işin helâl kısmına iştirak etmek, yalnızca bu kısma ortaklık olmalıdır. Bu böyle olmakla beraber, öncelikle tercih edilmesi gereken şirketler, az da olsa harama bulaşmayan şirketlerdir. Eğer böyleleri varsa, bunlar da güvenilir ve başarılı ise, onlara ortak olmak (hisse senetlerini bulup almak) mümkün ise diğerlerine gitmek caiz olmaktan çıkar.

Devletin borç senetleri

Ziraat Bankası’nın bono, Hazine’nin de gelire endeksli senetlerinden (GES) alıp satmak faize girer mi?

Devlet vatandaşından borç para alır, buna karşı üzerinde faizi veya başka bir şekilde getirisi yazılı senet verirse “faizli borç” almış olur. Verdiği getiri faizdir ve fertlerin birbirinden alıp verdiği faize nispetle manevî-dinî sorumluluğu daha ağırdır. Bir kişiden faiz alanın yediği haramı ve kul hakkını telafi etmesi mümkündür; günahına tevbe eder, aldığı faizi de sahibine iade eder. Devletten faiz alan kimse ise, devlete vergi ödeyen milyonların hakkını yemiş olur.

Bankaların ve şirketlerin ihraç ettikleri tahviller ve bonolar faizli borç senetleridir. Bunları satın alanlar, üzerlerinde yazılı olan faiz oranlarında faiz gelirini alıp yemektedirler ki, İslam’a göre bu işlem ve bu gelir haramdır.

Hazine’nin çıkardığı gelire endeksli senetler (GES) ilk çıkarıldığında “endekslendikleri gelir kaynakları” helal gelirlerin kaynakları olduğunu ve devletin bu kaynaklardaki hakkını senet mukabilinde satın alana devrettiğini göz önüne alarak (böyle olması gerektiğini, buna çevrilmesi lazım geldiğini söyleyerek) müspet karşılamıştık. Bu gelir kaynakları şunlardı: Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), Devlet Malzeme Ofisi (DMO), Devlet Hava Meydanları İşletmeleri (DHMİ) ve Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü (KIYEM). Bunlardan bütçeye aktarılan hasılat payları, malî bir hakkın devri yoluyla “senet alanlara” devredilmiş olacaktı. Özel görüşmelerde bazı ilgililere “Bu senetlerin ’gelire endeksli senet (GES)’ değil, ’gelir ortaklığı senedi (GOS)’ olması gerektiğini, maksat bu ise adının da böyle olması gerektiğini, ayrıca bu senetlerin ’devletin borçlanma enstrümanlarını çeşitlendirme‘ amacıyla ve borçlanma mahiyetinde olmaması, devletin hakkı olan bazı helal gelirlerin ’senet mukabilinde bedeliyle geçici devri‘ mahiyetinde olması gerektiğini” ısrarla söylemiştim.

Gelire endeksli senet (GES) olduğu sürece bu senetler de “devlet tahvili gibidir. Gelir ortaklığı senedi (GOS) haline gelmedikçe bunların geliri de faizdir.

Nemalar alınabilir mi?

Tasarruf keseneğinin neması alınabilir mi? 

Memurlardan tasarruf maksadıyla kesilen meblağlar sebebiyle ödenen faizin alınıp kullanılabilmesi için bunun faiz olmaması gerekir; faiz olduğu müddetçe alınıp, maliki tarafından kullanılamaz, fakirlere verilir. Ödenen ve adına faiz denilen bu meblağın faiz olmaması niyete ve hesaba bağlıdır; şöyle ki:

Memurun rızasına bakılmaksızın kendisinden kesilen para onun hakkıdır, bu para yine onun rızasına bakılmaksızın bankalarda işletilmekte, faize verilmekte veya devlet tarafından faizle kullanılmaktadır. Memur, kendisine zaman zaman verilen ve adına faiz denilen meblağı alıp bir yere kaydettikten sonra istediği gibi sarfeder ve bunu devletin kestiği anapara olarak kabul eder (bu niyetle alır ve harcar). Faiz diye ödenen meblağlar, kendisinden kesilen para miktarına ulaşınca, bir de geçen zaman içinde paranın ne kadar değer kaybettiğini (enflasyon miktarını) hesaplar veya hesaplattırır. Rızası dışında kesilen para kendisine ödenirken, kesildiği günün değeri (alım gücü) üzerinden ödenmelidir, bu fark memurun hakkıdır. Bu sebeple enflasyon farkını da tamamlayıncaya kadar kendisine verileni alıp harcamaya devam eder. Anapara ve buna ilave olarak enflasyon farkını aldıktan sonra verileni ise -bu anaparadır dense bile- alamaz; çünkü bu faizdir, daha doğrusu alır ve fukaraya dağıtır, bankada bırakmaz.

Hayat sigortası

Hayat sigortası caiz midir? 

Bir kimseden belli zamanlarda belli miktarda para alınıyor, bu para diğerlerinden alınanlarla beraber çeşitli yollardan nemalandırılıyor, yine önceden belli bir nisbeti, belli zaman geçince o kimseye (sigortalıya) ödeniyor. Bunun meşru olabilmesi için yapılan işlem, İslam hukukuna göre meşru olan bir hukukî işlem (muamele) olmalı, para da meşru şekillerde nemalandırılmalı, helal-haram kaidelerine riayet edilmelidir.

Meselemizi bu umumî kaide içinde ele aldığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: Sigortalının ödediği para “ödünç” olsa, alacağı ancak verdiği kadar olur, fazlası faizdir. Sigortalının ödediği para ortaklık sermayesi olsa, bu takdirde kâr ve zararda ortaklık sözkonusu olmalıdır. Sigortada, sigortalıya ait kâr ve zarar, nispet (oran) olarak önceden belirlenmediğine göre buna “kâr ve zararda ortaklık” demek de mümkün değildir; çünkü daha kâr belli olmadan sigortalıya verilecek miktar belli olmaktadır. Ayrıca sigorta şirketlerinin hemen tamamının bankalarla alakası vardır, bir kısmı ise zaten bankaların yan kuruluşları gibidir. Toplanan sigorta primleri, haram-helal kaidelerine riayet edilmeden nemalandırılmaktadır. İşte bu sebeple “adına hayat sigortası vb. denilen” mezkûr işlem, İslam’a göre meşru değildir.

Konut ve ihtiyaç kredisi

Kirada oturan birisinin birikmiş bir miktar parası var, ancak bir ev almaya yetmiyor? Bu durumda konut kredisini almak caiz midir? 

Helalinden kazandığınız, fakat bir ev almaya yetmeyen paranızı yine helal yoldan işletip nemalandırarak çoğaltmak ve bununla bir ev almak en tabii hakkınızdır. İslam, evi, Müslüman’ın aslî ihtiyaçlarından biri saymış, zekât matrahına da dahil etmemiştir; yani kişinin evinden vergi de almamaktadır.

Bugün Müslümanların birçoğu bu durumdadır, evi yok, kirada oturuyor (kirayla evde oturmak mesken ihtiyacını tam olarak karşılamaz, kiracı huzursuzdur, geleceğinden emin değildir), biriktirdiği parayı helal yoldan işletme ve nemalandırma imkânları yok denecek kadar azdır, enflasyon canavarı, binbir emekle elde edilmiş parayı her gün oburca yiyerek değerini azaltmakta, para pul olmaktadır; özel finans kurumları, dövize çevirme, borsada oynama, altına yatırma gibi helal saydığımız işletme ve nemalandırma yolları bazen, enflasyon farkı kadar bile gelir (nema, kâr) getirmemektedir.

Bunlar birer gerçek olduğu kadar, dünyada ve ülkemizde faizcilik ve bunun en yaygın kurumu olan bankacılık yoluyla yoksulların, dar gelirli kesimin, sermayeyle iş yapmayanların, hatta bir kısım sanayicilerin zarara uğratıldığı, helal kazançlarının haksız olarak ellerinden alındığı, risk ve zarar paylaşılmaksızın büyük kârlar elde edildiği, çoğu kez faiz kadar üretim ve yatırım yapılamadığı için öz sermayelerin küçüldüğü, enflasyonun kudurduğu da bir gerçektir. Aslında bütün dünya iktisatçıları faizli ekonomi yerine kâr ve zararın, kazanç ve riskin adil olarak paylaşıldığı bir sisteme geçmenin yollarını aramalı, modelini oluşturmalıdırlar. Aksi halde halkların çoğunluğu ve geri kalmış ülkeler durmadan fakirleşecek, mutlu azınlıklar ve kalkınmış ülkeler servetlerine servet katacaklar, ama bunun sonu sosyal ve uluslararası felaket olacaktır.

Bu genel değerlendirmelerden sonra sizin meselenize gelelim:

a) Öncelikle helal yollardan (özel finans kurumları, hisse senetleri, güvenilir tüccar ve sanayiciler bulup ortaklaşa işletme, döviz ve altına yatırma, alım-satım) paranın değerini koruma ve miktarını arttırma çarelerine başvurmak gerekir.

b) Bunun yolu ve imkânı bulunamazsa, paraya da aslî ihtiyaçlardan biri için (ev de aslî ihtiyaçtır) ihtiyaç varsa reel kazanç neresi veriyorsa oraya başvurulmalıdır. Bu durumda sorumluluk, darda kaldığı, aslî ihtiyacını başka türlü gideremediği için faize başvuranda değil, onu buna mecbur kılan, toplumun bu gibi ihtiyaçlarını gidermenin meşru yol ve imkânlarını hazırlamayan ilgililere aittir.

Türkiye’de verilen mesken ve araç kredilerini almanın caiz olması şu şartlara bağlıdır:

1. Verilenin teşvik kredisi olması (faiz yoluyla paradan para kazanmaya değil, belli sektörleri teşvik etmeye ve vatandaşların aslî ihtiyaçlarını sağlamayı kolaylaştırmaya yönelik bulunması, bu maksatla veriliyor olması).

2. Eğer reel faiz ihtiva ediyorsa alanın buna gerçek manada muhtaç olması ve ihtiyacını başka bir kaynaktan aynı şartlarda karşılama imkânından mahrum bulunması. Bir insan kendisinin, ailesinin ihtiyacı sebebiyle veya işi bunsuz yürümediği için bir (veya daha fazla) arabaya, meskene, işyerine muhtaç olabilir. Bunları almak için yeterli parası yoktur, sermayeden ayırsa -yalnızca kârı azalacak değil- işi yürümez hale gelecektir, faizsiz olarak kredi alacağı bir kaynak yoktur, kiralama veya murabaha (vade farkıyla satın alma) yöntemleriyle almaya kalkışsa arada önemli bir fiyat farkı bulunmaktadır. İşte bu gibi durumlarda -lüks olan arzusunu değil, mübrem, gerekli, olmazsa rahatsız edici, zarar verici olan- ihtiyacını gidermek için faizli kredi alabilir. Geçmiş zamanlarda da âlimler bunu -bu şartlarda- caiz görmüşlerdir.

Kredi kartı

Kredi kartıyla alışveriş caiz midir? 

Kredi kartıyla borçlanmada eğer borç, “süresi içinde, faiz tahakkuk etmeden, süresi geçtiği için borç faizli krediye dönüşmeden” ödenirse bu alım-satımda bir sakınca ve günah yoktur. Alınan küçük yüzdeli ek ödeme, parayı tahsil eden, kefalet ve vekalet yoluyla işlemi takip eden kurumun (bankanın) komisyonu; yani para havalesinde aldıkları gibi hizmet ücretidir. Özel finans kurumları ise, kart hamilini vekil kılarak malı aldırıp sonra onlara satmak şeklinde işlem yapmakta, satarken bir kâr koymaktadırlar. Vade farkı faiz değildir, malı parayla sattığınızda faiz oluşmaz.

Gecikme cezası 

Gerek su, gerek doğalgaz, gerekse telefon ve benzeri faturalar zamanında ödenmediği zaman gecikme cezası uygulanıyor. Gecikme cezası faiz midir?

Su ve benzeri hizmet abonelerinin gecikme zammı veya cezası ve depozitolarının zayi olmamasıyla ilgili sorularınıza benim bilgi ve kanaatim şu cevabı vermemi gerektiriyor:

1. Su bedellerini zamanında ödemeyen abonelerin idareye verdikleri zarar ve getirdikleri külfet ikidir:

a) Para değer kaybettiği için bedelin -değer olarak- eksik alınması.

b) Takip, kapama ve açmanın getirdiği külfet ve masraflar.

Eğer borcunu zamanında ödemeyen şahıs bunu kasten veya aynı mahiyette olan ihmal, tedbirsizlik ve sorumsuzluk sonucu yapmış ise verdiği zararı, sebep olduğu ek masraf ve külfeti karşılamak mecburiyetindedir. Yokluk, yoksulluk, acizlik yüzünden yapmış ise (bunu da objektif ölçütlerle tespit etmeniz mümkün ise) zammını değil, aslını bile ödemesi gerekmez; toplum her şahsın temel ihtiyaçlarını teminden sorumludur, bunun su kısmı da sizin idarenize düşer.

Kasıt veya ihmal yüzünden su ve atık borcunu zamanında ödemeyen şahıstan iki farklı ödeme alabilirsiniz:

a) Gecikme müddetince paranın değer kaybı (bunu ilan edilen enflasyon nisbetinde yapabilirsiniz, meclis enflasyonu gözönüne alarak bir gecikme zammı nispetine karar verebilir.)

b) Borcunun zamanında ödenmemesi sebebiyle idarenin takip ve yazışma suretiyle verdiği hizmetin bedeli (bu da yaklaşık bir nispette kararla tesbit edilebilir.) Bu arada su kapatılmış ve açılmış olursa bunun bedeli ayrıca alınacaktır.

2. İdare nasıl geç ödenen borcu, ödeme tarihindeki değeriyle alıyorsa, anlaşma yaparken aldığı depozitoyu da, aldığı tarihteki değeriyle ödemelidir. Çünkü idare bu meblağı, emanet olarak alıp bir kasada muhafaza etmiyor, kullanarak istifade ediyor. Bunu borç alınmış, sonunda meblağın sahibinin idareye borcu bulunmadığından takas edilememiş ve ödenme mecburiyeti hasıl olmuş bir “abone alacağı” olarak kabul etmek gerekiyor. Borçların ödenirken -alındığı tarihteki değeri üzerinden- ödenmesi gerektiği genel bir ödeme kuralıdır. Bu ödemeyi bir esasa (ölçüye) bağlamak gerekir. Eğer birçok yıldan sonra enflasyon ortalamasını hesap etmek ve bunu karara bağlamak zor ise başta dövize endeksli hale getirmek mümkündür.

Borsa ve senet ticareti

Borsada hisse senedi alım satımı yapmak caiz midir?

Hisse senedi alım-satımına iki farklı yönden bakmak gerekir:

a) İmal edilmesi, ticareti, hizmeti caiz olan bir konuyla meşgul bulunan bir şirketin hisse senedini alarak ona ortak olmak. Şüphesiz bu tasarruf caizdir; alan, şirketin malvarlığına hissesi nispetinde ortak olur, kâr ve zararına katılır, dilediği zaman da hissesini başkasına satabilir.

b) Ait olduğu iktisadî değerden bağımsız olarak değer kazanıp kaybeden bir hisse senedini, eldeki parayı değerlendirmek, değerini korumak, iniş-çıkışları gözeterek para kazanmak maksadıyla alıp satmak. Borsadaki alışverişler daha çok bu ikinci maksada yöneliktir. Bu manada borsada oynamak (!) tam olarak değilse de biraz kumara, piyangoya benziyor, gerçek değerin üstünde ve dışında kâğıtların pahalanıp ucuzlamasına sebep oluyor, ekonomiye ve üretime önemli bir katkısı olmaksızın paralar kazanılıyor ve kaybediliyor. İşte bu bakımdan borsada “oynamayı” makbul bir ticaret olarak görmüyorum.

Ancak mevcut düzende ve şartlarda oynama olmadan borsanın da olmayacağı, halbuki parayı faizle nemalandırmaya karşı borsanın bir meşru seçenek olduğu gerçeğini de görmezlikten gelemiyorum.

Ekrem Altıntepe’nin Prof.  Dr. Hayrettin Karaman ile Ropörtajı / Moral Dünyası Dergisi