Etiket arşivi: Hayrettin Karaman

Hayrettin Karaman yazdı: Ayakta su içmek zararlı mı

hayrettin_karaman_yazdi_ayakta_su_icmek_zararli_miAyakta su içmek sağlığa zararlı mı? Hadislerde oturarak su içilmesi gerektiği mi geçiyor? Hem sağlık hem de dini açıdan ‘ayakta su içilir mi içilmez mi’ tartışmasına fıkıh konusunda en büyük otorite olarak gösterilen Yenişafak Gazetesi yazarı Hayrettin Karaman da katıldı.

İşte Karaman’ın “Ayakta su içmek” başlıklı bugünkü o yazısı

Okuyucum şöyle bir yazı okumuş:

HER KİM Kİ AYAKTA SU İÇERSE KUSMAYA ÇALIŞSIN

‘İnsanlar ayakta suyu içerler ve bu su, hiçbir yere etkisi olmadan direk onikiparmak bağırsağına geçer. Su insanlar için önemlidir. Bu sıvıyı ayakta içtiklerinde vücuttaki su midede birikmez ve vücuda hiçbir faydası olmaz. Eğer insanlar sıvıyı oturarak içerse bunlar önce midede birikir, asitle karışarak mikropları ölür ve sonra onikiparmak bağırsağına geçer. Bu durumda oturarak su içme usulüne uymakla insan kolera dahil, bir çok insan hastalıklarından korunmuş olur… Peygamberimiz (s.a.) ‘Sizden biriniz ayakta su içmesin. Her kim unutur da içerse kusmaya çalışsın‘ buyurmuştur…’

Dinimize göre ayakta su içmenin hükmü nedir?’

Cevap:

HZ. MUHAMMED (SAV) DE HZ. ALİ DE AYAKTA YER İÇERDİ

Buhari gibi sahih hadis kitaplarında Peygamberimizin ve başta Hz. Ali olmak üzere birçok ashabın ayakta yeyip içtikleri nakledilmiştir. Soruda geçen hadis de sahihtir. Hadis ve fıkıh alimleri ilk bakışta çelişik gibi görünen bu rivayetleri şöyle uzlaştırmışlardır:

Normal, tabîî, daha faydalı olanı oturarak yemek ve içmektir. Ama insanın çeşitli halleri ve ihtiyaçları vardır, gerektiğinde ayakta da yenir ve içilir. Peygamberimiz (s.a.) de genel olarak oturma halinde yeyip içimiş, ama ihtiyaç duyduğunda, durum oturmaya müsait olmadığında ayakta da yemiş ve içmiştir. Bu sebeple bir mazeret yok iken ayakta yemek ve içmek tenzihen mekruh (yeme içme âdâbına ters) kabul edilmiştir.

Helal haram konusunda veya başka bir dînî konuda ayet ve hadis yazanların, nakledenlerin, delil olarak kullananların o konudaki ilgili bütün hadis ve ayetleri yazmaları ve söylemeleri gerekir. Aksi halde dinin hükmü sıhhatli bir şekilde ortaya konmuş olmaz. Meselâ bu konuda Buhârî’nin kitabına aldığı şu hadisi de nakletmek gerekir:

HZ. ALİ AYAKTA SU İÇİP ŞÖYLE DER..

Hz. Ali ayakta iken su içti ve şöyle dedi: ‘Bazı kimseler, ayakta su içmeyi hoş görmüyorlar, halbuki ben, şu yaptığımı, Peygamberin de (s.a.) yaptığını gördüm.

Ayakta içilen suyun doğrudan barsağa geçtiği ve vücuda faydasının olmadığı bilgisine, miladi 1349 da vefat eden İbn Kayyim’de de rasladım; bu bilginin eskilerden alınmış olması ihtimali var.

‘Ayakta içilen suyun doğrudan oniki parmak barsağına geçtiği ve vücuda hiçbir faydasının olmadığı’ bilgisini bir tıp profesörüne sordum. Şu cevabı verdi:

İçilen suyun emilimi zaten midede değil, bağırsaklarda olur. Suyun vücuda faydası bu emilime bağlıdır. Ayakta su içildiğinde su midede daha az kalır ve barsaklara daha hızlı geçer, ‘ama vücuda faydası olmaz‘ sözü bilime ve bilinene uygun değildir.

Cemaatte Kadınların Durumu Nedir?

Allah Resulu cemaatle namaz kılmayı hep teşvik etmiştir. Camide, mescitte, evde ve her yerde cemaat olunması önemli görülmüştür. Sadece erkekler değil, kadınlarında cemaate katılmaları istenmektedir.

Cemâat kelimesine “İslâm’ın kardeş kıldığı ve özel bir dayanışma çerçevesinde topladığı küçük büyük insan topluluğu” mânasını verirsek bu cemaat ilişkilerinde kadın ile erkeğin yeri, durumu, sınırları gibi konular önümüze çıkar.

Burada cemaatten maksadımız “namaz ibadetinde cemaattir“. Beş vakit namaz, Cuma ve bayram namazları, cenaze namazı, teravih namazı gibi cemaatle kılınan namazlarda kadınların vazifeleri ve durumları fıkıhçıları meşgul etmiştir. Kur’ân-ı Kerim’e ve Sünnet kaynağına bakıldığında kadınları cemaate katılmaktan meneden bir nassa rastlamak mümkün değildir. Aynı kaynaklar mü’minlere cuma namazının farz, beş vakit namazda cemaatin en azından müekked (güçlü) Sünnet kılındığını ifade ederken erkekleri muhatap almaktadır. Kadınlara Cuma ve cemaat farz kılınmamakla beraber yasaklama da bulunmadığına göre geriye iki ihtimal kalmaktadır: Ya teşvik edilmişlerdir, onlar için de namazı cemaatle kılmak efdaldir, daha sevaplıdır; yahut da cemaate katılmaları caiz olmakla beraber namazlarını evlerinde kılmaları evlâdır.

İslâm müctehidleri delilleri farklı değerlendirerek bu iki şıktan birini tercih etmişlerdir. Mesela Zahiriyye mezhebinin imamlarından biri olan İbn Hazm’e göre kadınların farz namazları cemaatle kılmaları, evlerinde tek başlarına kılmalarından efdaldir; cemaati teşvik eden hadisler hem erkeklere hem de kadınlara hitap etmektedir, kadınların namazlarını evlerinde kılmalarının daha üstün olduğunu ifade eden rivayetler sabit değildir. (Muhallâ, III, 129 vd.) Diğer müctehidlerin çoğu ise hadislerden ziyade “fitne“; yani “cinsel duygu, düşünce, fiil günahına girme ihtimali” gerekçesine dayanarak genç kadınların namazlarını evlerinde kılmalarının daha iyi olacağı hükmünü benimsemişlerdir.

Bize göre bu fitne gerekçesi, şartlara bağlı ve değerlendirilmesi izafi (göreceli) bir gerekçedir; iyi niyetli, edepli ve hayâlı İslâm kadınlarının bugün camilere gitmesinde, cemaatle namazlara katılmalarında, yer müsait olduğu takdirde cuma ve bayram namazlarını erkek saflarının arkalarında saf tutarak kılmalarında önemli faydalar vardır.

Hz. Aişe’nin imamlığında kadınların cemaatle akşam ve teravih, Ümmü Seleme Validemizin imamlığında da teravih namazı kıldıkları, Hz. Peygamber’in (s.a.) hayatı boyunca, beş vakit namazda, cemaate -mecbur kılınmamakla beraber- kadınların da katıldıkları, cenaze namazına kadınların da erkeklerin arkasında katılabilecekleri, erkeklerin bulunmaması halinde cenaze namazını kılma vazifesinin kadınlara düşeceği, hanımların bayram namazlarına katılmalarının Efendimiz tarafından teşvik edildiği, hatta hayızlı ve lohusa olanlarının bile -namaza katılmamakla beraber- namazgâha gelmelerinin, dua ve niyaza iştirak etmelerinin istendiği sahih hadislerle sabittir, bilinmektedir.

Kadınların, içlerinden birini imam yaparak kendi aralarında cemaat olup namaz kılmaları -bazı müctehidler mekruh olur demişlerse de- caiz kılan, hatta teşvik eden hadislere dayananlarca caiz görülmüş, iyi olur denilmiştir.

Kadınların erkeklere imam olmalarının caiz olmadığı konusunda ittifak vardır. Ümmü Varaka isimli bir sahâbî hanıma Hz. Peygamber’in (s.a.) izin verdiği ve kendisine bir müezzin de tahsis ettiği sabit ise de bu iznin, Peygamber Mescidine uzakça bir yerde oturan o hanımın “kendi aile efradına imam olması ile sınırlı bulunduğu” bilinmektedir.

Cemaatle namaz kılarken kimlerin hangi safta ve sırada duracakları konusu Hz. Peygamber (s.a.) tarafından belirlenmiştir. İmamın arkasında yaşlı, bilgili, saygı gören erkekler, onların arkasında yaşlılardan gençlere doğru diğer erkekler, arkada kadınlar dururlar. Bu düzenin bozulması, kadınların erkeklerle aynı hizada ve yanyana cemaat olmaları Sünnet’e aykırıdır, mekruhtur, caiz değildir. Hanefî mezhebi müctehidleri bu hususta daha da ileri giderek “aynı imamın arkasında aynı namazı kılmak üzere kadınlarla erkekler -aralarında bir ayırıcı rahle vb. bulunmadan- yanyana dururlarsa kadının iki yanındaki erkek ile arkasındaki erkeğin namazları sahih ve muteber olmaz” demişlerdir.

Maksadı üzüm yemek (ibadet etmek) olan kadınlarımız için camiye gitme, camide veya evde cemaatle namaz kılma, Cuma, bayram ve cenaze namazlarına -onlara ayrılan yerde ve saflarda- katılma konularında bir engel bulunmadığı -eskiden beri ilgili kitaplarda açıklandığı gibi- yukarıdaki özet açıklamalardan da anlaşılmış olmalıdır.

Maksadı bağcıyı dövmek olanlara gelince küçük bir uyarımız olacak: Bağcı o eski bağcı değil, dayak yiye yiye uyandı, tedbirini aldı, dövmeye giden dövülebilir, başkasına kuyu kazan kendisi düşebilir!

Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN

Kaynak: Nurdergi.com

Kürtaj yaptırmak caiz midir?

Kürtaj:

A- Tanım:

Dindeki hükmü bakımından kürtaj, ananın veya bir başkasının maddî veya manevî müdahalesi ile cenînin rahimde veya dışarı çıkarılarak öldürülmesidir.

Cenîn, hâmileliğin ilk gününden itibaren hâmile kadının rahmindeki çocuktur.
Özellikle cerrahi tıbbın gelişmesinden önce ilkel yöntemlerle yapılan cenîn katli günümüzde, ameliyat ortamında ve -genellikle- doktorlar tarafından yapılmaktadır.

B- Tarihî geçmişi:

Kur’ân-ı Kerim’de ve hadîslerde -muhtemelen nadiren uygulandığı veya hiç uygulanmadığı için- cenînin kasten öldürülmesine temas edilmemiştir. Fıkıh ilmi oluştuğu ve kitaplaştığı zamanlarda (hicrî birinci asrın sonlarından itibaren) önce cezâ hukuku bahislerinde cenînin kasten veya kazâ ile öldürülmesi konuları ele alınmış, daha sonra (müctehid imamların yaşadığı ve icitihad faâliyetinin yaygın olarak sürdürüldüğü ilk dört asırdan sonra) doğumu önlemek üzere rahimdeki çocuğun belli bir süre içinde imhâ edilmesinin câiz olup olmadığı konusu tartışılmıştır.

C- Bağlayıcı kaynaklarda kürtaj:

Kur’ân-ı Kerim’de “ve’du’l-benât” terimi ile ifade edilen “kız çocukların diri diri toprağa gömülerek öldürülmesi” cinayetine özel âyetlerle ve açıkça; cenînin öldürülmesi hâdisesine ise özel terimleriyle değil, bunu da içine alan genel açıklamalar yoluyla temas edilmiştir. Özellikle “haksız olarak nefsin öldürülmesini yasaklayan” âyetler cenînin katlini de içine almaktadır.

1. En’âm sûresinde (6/98) Allah Teâlâ’nın bütün insanları tek bir nefisten yarattığı, bu nefsin oluş aşamalarında ana rahminin de bulunduğu (nefsin bir müddet ana rahminde kaldığı) ifade edilmiştir. Sûrenin 151. âyetinde ise hem çocukların (evlâd) hem de nefsin öldürülmesi şiddetle yasaklanmıştır. Cenîn, “nefis” kavramına kesin, çocuk (veled-evlâd) kavramına ise ihtimâlli olarak dahildir.

2. Mümtehine sûresinde (60/12) Hz. Peygamber’e (s.a.v.), kadınlardan bazı suçlar, günahlar ve cinayetler konusunda -bunları yapmamak üzere- söz alması, yemin ettirmesi istenmektedir; bu günahlar ve cinayetler arasında “çocuklarını öldürmek” de vardır. Bu âyetteki çocuklara “cenîn” de dahildir.

Hadîslerde doğumu engellemek maksadıyla cenînin kasten imhâ ve katledilmesi konusu geçmemiştir. Azil konusunu işlerken zikredilen hadîslerde cenînin imhâ edilmesine değil, siperm ile yumurtanın buluşmasını engellemek maksadıyla yapılan azle “gizli veid” denilmiştir. İleride açıklanacak olan ve bazı fıkıhçıların “ceninin imhâsının, çocuk düşürme ve kürtaj yaptırmanın câiz olduğuna delîl kıldıkları “rûhun üflenmesi” ile ilgili hadîsin ise kürtaj ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

D- Fıkıhta kürtaj:

Bağlayıcı delîl ve kaynaklardan yola çıkarak nesneler, davranışlar ve ilişkilerin dinî hükümlerini (farz, vacib, mendûb, mubah, mekruh, haram… olmalarını) açıklamayı konu edinmiş bulunan fıkıh ilminde cenînin imhâsı iki yönden ele alınmıştır: a) câiz olup olmadığı, b) Kasten veya kazâ yoluyla cenîn imhâ edildiğinde uygulanacak cezâ.

1. Câiz olup olmaması bakımından kürtaj:

Fıkıhta kürtajın, cenînin öldürülmesinin ve çocuk düşürmenin câiz olup omadığı araştırılırken öncelikle bu nesnenin (ceninin) canlı ve insan olup olmadığının tesbiti üzerinde durulmuştur. Cenînin canlı ve insan olduğu sabit olduğu takdirde hiçbir fıkıhçı onun imhâsına cevaz veremez; çünkü İslâm’ın nefsi, doğmuş çocuğu ve insanı öldürmeyi kesin olarak yasakladığı bilinmektedir. Bazı fıkıhçıları bu konuda tereddüde sevkeden ve kürtajın belli bir süre içinde câiz olduğu görüşüne meylettiren sebep bilgi eksikliğidir, bir hadîsi amacından saptırmak ve yanlış yorumlamaktır, bu fıkıhçıların yaşadıkları çağda kendilerine ulaşan “yanlış tıp ve canlılar âlemi” bilgisidir.

Eksik ve yanlış bilgiler:

Genel olarak İslâm ilimlerinde ve özel olarak da fıkıh ilminde uzman olan Gazzâlî, İhyâu-ulûmi’d-din isimli eserinde azil konusunu işlerken cenînin imhâsı konusuna da temas etmiş ve şu önemli açıklamayı yapmıştır: “Azil, cenîni öldürmeye (ichâz) veya doğmuş kız çocuğunu toprağa gömerek katletmeye (ve’d) benzemez; çünkü -azilden farklı olarak- bu ikisi, olacağı değil, olmuşu (hâsılı) imhâ etmektir. Bu olmuşun (ceninin) çeşitli aşamaları vardır. Varlığının ilk aşaması, erkek menisinin (spermin) rahime girerek kadının suyu ile karışması ve hayat için müsait hale gelmesidir. Bunu bozmak ve imhâ etmek cinayettir. Sonra katılaşıp et parçası haline gelirse bunu imhâ etme cinayeti daha büyük olur. Rûh üflenip insan olarak yaratma ve şekillendirme tamamlanınca cinayet daha da büyür. Cinayetin en büyük olanı ise cenînin canlı olarak ana rahminden ayrılıp çıkmasından sonra onu öldürmektir… İnsanın varoluşunun başlangıcı meninin erkekten ayrılması değil de ana rahmine düşüp kadının suyu ile birleşmesidir” dedik; çünkü çocuk, tek başına erkeğin suyundan yaratılmıyor, iki eşten yaratılıyor. Bu da ya her ikisinin suyundandır yahut da erkeğin suyu ile kadının hayız kanının birleşmesinden yaratılmaktadır…” (İhyâ ve şerhi İthâf, V, 380).

Hicrî altıncı asrın başlarında (505/1111) vefât etmiş bulunan Gazzâlî o çağların bilgisine de tercümanlık etmektedir ve ifadesinde geçen şu noktalar, fıkıhçıların cenîn konusundaki hükümlerini değerlendirme bakımından önem arzetmektedir:

a) Gazzâlî gibi birçok fıkıhçı, dinî kaynaklarda erkeğin ve kadının çocuğun oluşumunu sağlayan katkılarına su denildiği için erkeğin menisine ve dolayısıyla spermine olduğu gibi kadının yumurtasına da su (mâ’) demektedirler.

b) İki su karıştığında yani aşılanma olduğunda hâsıl olan nesneye canlı demek yerine, canlı olmaya, can verilmeye müsait hale gelmiş nesne denilmekte, aşılanmış yumurta böyle nitelendirilmektedir.

c) Yumurta aşılandıktan sonra cenînin rahimde geçirdiği gelişme aşamalarının ikisine alâka ve muzğa ismi verilmektedir. Birçok fıkıhçı ve tefsirciye göre alâka “pıhtılaşmış kan”, muzğa ise “bir çiğnemlik çiğ et parçası” demektir. Bugün bize tıbbın öğrettiğine göre cenîn hiçbir zaman pıhtılaşmış bir kan veya bir çiğnemlik cansız et parçası değildir.

d) Çocuğun cinsi temas sonunda karı ve kocadan gelen sudan veya kocanın suyu ile kadının hayız kanından oluştuğu bilgisi de çağdaş tıp bilimine uymayan bilgilerdir.

e) Rûhun üflenmesi olayı aşağıda açıklanacak olan bir hadîste geçmektedir, rûh gibi onun üflenmesinin de ne mânâya geldiği, insanın yaratılmasında hangi işlevlere sahip ve neler üzerinde etkili bulunduğu konusunda -hükme dayanak kılınacak- bilgi yoktur.

f) Bütün bu eksik bilgilere rağmen Gazzâlî’nin, rahimde hâsıl olan birleşme anından itibaren hâsıl olan şeyi “insan varlığının bir aşaması” olarak kabul etmesi ve bunu imhâ etmenin cinayet olduğunu kaydetmesi apaçık bir gerçeğin tesbiti mâhiyetindedir.

Rûhun üflenmesi ile ilgili hadîs:

Buhârî ve Müslim gibi sahîh hadîsleri toplayan kaynaklarda rivâyet edilen bir hadîse göre Peygamberimiz (s.a.v.) insanların yaratılışlarını ve kaderlerinin (alın yazılarının) yazılmasını açıklarken şöyle buyuruyor:” Her birinizin yaratılması anasının karnında kırk günde toparlanır, sonra orada, aynı süre kadar alâka (katılaşmış kan veya asılan nesne) olur, sonra aynı süre kadar muzğa (bir çiğnemlik et) olur. Sonra melek gönderilir, ona rûhu üfler ve kendisine dört sözlük emir verilir: Rızkı, eceli, ameli (yapıp edeceekleri) ve ebedî hayattaki durumu; cenhnetlik mi, cehennemlik mi olacağı yazdırılır…” (Buhârî, Bed’u’l-halk, 6; Müslim, Kader, 1-5).

Buharî ile Müslim’de yer alan bu rivâyet dışında hadîsin Müslim’deki başka rivâyetlerinde önemli farklılıklar görülmektedir:

a) Rûhun üflenmesine kadar geçen süre yukarıdaki rivâyette 120 gün olduğu halde diğer rivâyetlerde üç rakam daha zikredilmiştir: 40, 45, 42.

b) Rivâyetlerin birinde kırk iki günden sonra göz, kulak, deri, et ve kemiğin yaratıldığı, sonra melek tarafından Allah’a “erkek mi, yoksa kız mı” diye sorulduğu, Allah’ın hükmettiği ve meleğin de yazdığı kaydedilmiştir.

Bu hadîslerin yer aldığı kaynaklar sağlam olduğu için sened (rivâyet eden şahıslar) bakımından olumsuz şeyler söylemek, “bu hadîsi uydurmuşlardır, yalan söylüyorlar…” demek doğru değildir. Ancak metin üzerinde yapılan inceleme sonunda hem birbiri ile çelişen farklı ifadeler, hem de ilim ve gerçeklik bakımından tutarsızlıklar tesbit edilince hadîsi Peygamberimiz’den (s.a.v.) ilk nakleden râvilerin veya onlardan alanların “yanıldıklarını, olduğu gibi nakletmekte hatâya düştüklerini” söylemek gerekir; aksi halde tutarsızlıklar ve gerçeğe uymayan açıklamalar Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ait olur ki, bunu bir müslümanın kabûl etmesi mümkün değildir. Çocuğun rahimde geçen hayatının safhaları Kur’ân’da (meselâ Müminûn: 23/14) ve hadîslerde dıştan bakan birinin göreceği manzaraya (görüntüye) göre açıklanmış, bundan insanların ibret almaları, Allah Tealâ’nın varlık, birlik, irâde ve kudretini anlamak için bu eserini de delîl olarak kullanmaları istenmiştir. Hadîsleri nakleden râviler ise bazı kelimeleri, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ağzından çıktığı gibi nakletme konusunda hatâya düşmüşlerdir. Hadîsler konusunda böyle düşünmemiz ve bu hükme varmamızın sebebi -aşağıda sıralanacak olan- önemli çelişkiler (ıztırab) ve bilinen gerçeğe aykırı açıklamalardır:

a) Rûhun üflenmesine kadar geçen süre için verilen rakamlar 40, 42, 45 ve 120 gün şeklinde değişiktir. Rûhun üflenmesi olayı belli bir süre sonunda olduğuna göre bu rivâyetlerin tamamının doğru (sahîh) kabûl edilmesi mümkün değildir.

b) Çocuğun cinsiyetinin Yaratıcı tarafından belirlenmesinin kırkıncı günden sonra olduğu açıklaması bilimin ortaya koyduğu gerçeğe aykırıdır; çünkü çocuğun cinsiyeti, hattâ bazı kişisel özellikleri hâmileliğin ilk gününden (aşılanmanın gerçekeleştiği andan) itibaren bellidir, sabittir.

c) Tıbbın ilgili dalında uzmanlaşmış ilim adamlarının verdikleri bilgiye göre hâmileliğin üçüncü haftasının sonunda kalp atmaya başlar, 24-25. günde göz ve kulakla ilgili ilk oluşumlar, kol ve bacak tomurcukları, 30. günde gözdeki lens, 36-42. günlerde el ve ayaklarda parmakları ayıran oluklar ve dış kulak taslağı oluşmuştur.

Konumuz bakımından daha da önemli olan husus, bu hadîsin “cenini öldürme, cenîn üzerinde tasarrufta bulunma” konusu ile hiçbir ilgisinin bulunmaması, insanın yaratılmasına ve kaderinin belirlenmesine ait açıklamalar yapmak maksadıyla buyurulmuş olmasıdır. Bu sebepledir ki hadîsçiler bu hadîsi “Yaratılış” ve “Kader” bahislerinde rivâyet etmişlerdir.

Fıkıhta kürtajın câiz olup olmadığını ortaya koymak üzere açılan bu alt başlıkta, fıkıhçıların hükümlerine dayanak kıldıkları akıl (bilgi) ve nakil (hadîs) delîlleri ile ilgili olarak yaptığımız bu giriş mâhiyetindeki açıklamalardan sonra mezheblere göre kürtajın hükmünü şöylece özetlemek mümkündür:

Hanefî mezhebinde:

Bu mezhepte, 120 günden sonra cenînin imhâ edilmesi ve düşürülmesinin câiz olmadığı hükmünde ittifak edilmiş, daha öncesi ile ilgili olarak da iki farklı görüş ortaya çıkmıştır. Birinci görüş bunun câiz olduğudur. Câiz diyenler yukarıda zikredilen hadîse dayanmış, 120 günden önce henüz çocuk olarak bir şeyin yaratılmadığını, mevcûdun insan olmadığını, kan, et gibi bir şey olduğunu, organlarının belirmediğini ileri sürmüşlerdir (İbn Âbidin, III, 176; İbn el-Hümâm, II, 495). İkinci görüş câiz olmadığıdır. Bu görüşü savunan Hanefî fıkıhçılara göre -önemli bir mazeret ve sebep bulunmadıkça- cenînin, 120 günden önce de imhâ edilmesi ve düşürülmesi câiz değildir; çünkü hac ibâdeti yapmak üzere ihrama giren bir kimsenin avlanması yasak olduğu gibi, kuşun yumurtasını kırması da, “yumurta kuşun temel unsurudur, kuş yumurtadan olmaktadır” denilerek câiz görülmemiştir. Burada da cenîn öldürüldüğü veya düşürüldüğünde günah sözkonusu olur, ancak bunu yapanın günahı ve suçu, doğup yaşayan bir kimseyi öldüren katilin günahı kadar değildir (el-Fetâvâ el-Hâniyye, III, 410). Bu eserde “önemli mazeret” için iki örnek verilmiştir:

a) Bir kadın çocuğunu emzirirken hâmile kalsa ve bu yüzden sütü kesilse, kocasının da süt anne kiralayacak imkânı bulunmadığından çocuğun açlıktan ölme tehlikesi belirse, bu durumda, 120 günü doldurmadığı ve organları belirmediği için henüz kan sayılan cenîni, dışarıda ve yaşayan bir çocuğu kurtarmak için düşürmek câiz olur.

b) Çocuk yolda takılsa ve doğum mümkün olmasa bakılır; eğer çocuk ölmüş ise bunun parçalanarak çıkarılması câizdir. Çocuk yaşıyorsa, anayı kurtarmak için onu parçalayıp çıkarmak câiz değildir; çünkü buradaki iki can birbirine eşittir ve öldürülenin bunu hak edecek bir suçu yoktur.

Görüldüğü üzere Hanefî mezhebi fıkıhçılarının bir kısmının 120 günden önce çocuk düşürmeyi câiz görmeleri, rahimdeki varlığın insan mı yoksa bir kan kümesi veya et parçası mı olduğu konusundaki yanlış bilgilerine dayanmaktadır. “Rahimdeki kitle hareket etmedikçe ve hareketin gaz vb. den değil de çocuktan geldiği bilinmedikçe çocuk olduğuna hükmedilemez” denilerek bu bilgi eksikliğine açıklık getirilmiştir. Günümüzde ise rahimde oluşan şeyin çocuk olup olmadığı yaklaşık onbeş gün sonra muayene ve test ile tesbit edilmektedir ve birçok organın ilk kırk gün içinde belirmeye başladığı da bilinmektedir. Bu bilgiler karşısında günümüzde, Hanefî mezhebi adına, 120 günden önce çocuk aldırmanın câiz olduğunu söylemek mümkün değildir, böyle bir fetvâ cinayete iştirak sayılır.

Malikî mezhebi:

Bu mezhebin fıkıhçıları kırk günden önce de olsa cenîni öldürme ve düşürmenin câiz olmadığını açıkça ifade etmişlerdir (Derdîr, II,266-267).

Şâfiî mezhebi:

Bu mezhebe bağlı bulunan bazı fıkıhçılar kırk günü tamamlanmamış bulunan cenînin düşürülmesinin -Hanefîlerinkine benzer gerekçelerle- câiz olduğunu söylerken Gazzâlî gibi fıkıhçılar bunun haram olduğunu ifade etmişlerdir ve bu görüşün mûteber olduğu kaydedilmiştir (Şebrâmellesî, VI, 179).

Hanbelî mezhebi:

Hanbelî mezhebi fıkıhçılarına göre hâmilelik üzerinden kırk gün geçtikten sonra çocuk düşürmek câiz değildir. Kırk günden önce câiz olduğunu söyleyen fıkıhçılar ise -yukarıda açıklanmış bulunan- eksik bilgilere dayanmışlardır.

Zâhiriyye mezhebi imamlarından İbn Hazm, 120 günden önce çocuğunu düşüren anneye mâlî cezâ, daha sonra düşürene ise kısas veya diyet gerekeceğini ifade etmiştir; bu ifade onun, baştan itibaren çocuk düşürmeyi câiz görmediğini göstermektedir (Muhallâ, XI, 31; Zeydân, el-Mufassal, III, 119-127).

Prof. Dr. Hayrettin Karaman / Sorularla İslamiyet

Allah’a borç vermek ne demektir? (Karz-ı Hasen)

Müslümanların en büyük problemlerinden biriside faiz kıskacına alınmasıdır. Hemen herkes faize bulaşmış durumda. Ancak İslamda bunun çaresi var. Eğer uygulanırsa sorun çözülür.

Allah Teâlâ kullarına büyük bir şeref ve sevap fırsatı veriyor; mealen “İhtiyacı olan birine hiçbir menfaat beklemeden, sırf bemim rızamı elde etmek için için ödünç para veren “bana ödünç vermiş olur”, ben de onun malvarlığını veya sevabını katlarım ve ona ayrıca ödüller veririm” buyuruyor(Bakara: 2/245; Hadîd: 57/11).

Faizciliği “Kendisine savaş ilan etmek” şeklinde değerlendiren Allah Teâlâ insanları faizcilere mecbur eden ihtiyaçların karşılanmasını elbette ister ve bundan hoşnut olur.

İhtiyaçlar iki şekilde karşılanır:

1. Bağışlama, geri almamak üzere verme (zekat, hibe, vakıf vb.),

2. Geri almak üzere verme.

Herkesin cebinde, kasasında hemen kullanmayacağı paralar vardır. Bunların, lazım olduğunda almak üzere (cari hesap gibi) bir yerde tutulduğunu, korunduğunu, alınan ile devamlı kalan miktarların hesaplanmasına dayalı olarak elde edilecek önemli bir miktarın, ihtiyacı olanlara faizsiz olarak ödünç verildiğini düşünelim; ne büyük bir hizmet gerçekleşir! İnsanların faizcilere, tefecilere mahkum olmaları nasıl da güzel engellenmiş olur!

Allah’a (Allah için) ödünç verme şerefine/sevabına talip olanları bu konuyu düşünmeye davet ediyorum.

Sırf bu hizmet için bir kuruluş yapılsın. Sağlam hukuki dayanakları ve sağlam yöneticileri olsun. Bu kuruluşun yeteri kadar şubeleri bulunsun. Hamiyetli insanlar yastık altında tutacakları, hatta bir gün bile olsa harcamayıp ertesi gün harcayacakları paraları bu kuruluşa yatırsınlar. Burada biriken paralardan, temel ihtiyaçları için talepte bulunanlara faizsiz olarak ödünç para verilsin. Teminatlar alınsın, imkanı olanlardan tahsil edilsin, ödeme gücü bulunmayanların borçları ise zekatlarla, bağışlarla ödensin…

Peki bu kuruluşun masrafı nasıl çıkacak?

Önce Allah rızası için bu kuruluşa bağış yapanların yardımlarıyla.

Sonra bu kuruluş tarafından kurulacak bir şirkete bir miktar sermaye aktarılıp ticaret yapılarak masraflar çıkarılabilir.

Bu kuruluşu Müslüman, hamiyetli, fedâkâr zenginler kurmalı, kendilerinin hiçbir maddi menfaatleri olmamalı, gerektiği kadar ücretli personel kullanılmalıdır.

Ümmetin bu parçası (bizler) tarihte çok güzel şeyler de yaptık; bu kuruluş o güzelliklere bir yensini ekleyecek ve belki diğer parçalara da örnek olacaktır!

İnanın bu hayal değil, sadece birkaç hamiyetli insanın sesime kulak verip harekete geçmesine bağlı ve tam anlamıyla gerçekçidir.

Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN

Yoga mı Namaz mı?

Namaz hakkıyla kılındığında –ki, bunun için de namazı devamlı kılarak mükemmeli yakalamaya gayret etmekten başka çare ve yol yoktur- o, insana ahlak eğitimi verir; kişiyi kötülük, günah, çirkinlik ve suçtan alıkoyar.

Türkiye´de emsalinin eksik olmadığını sandığım –yurt dışında yaşayan ve neredeyse dilini bile unutmuş olan- bir doktor, medya sayesinde her yıl birkaç gün gündeme oturuyor; her gün gazetelerde okuduğumuz “sağlıklı yaşama” kurallarını, kendi buluşları gibi sunuyor, sonra bırakıp gidiyor.

Hayır, yaptıklarına itirazım yok, belki faydalı da oluyor, ama abartılacak bir tarafı da yok.

Bir yazıya konu edinmemin sebebi ise “sağlıklı yaşama kuralları arasında” yer verdiği “her sabah on dakika yoga”dır.

Yoga bizim dinimize ve kültürümüze yabancı olan, Hindistan ve Uzak Doğu kültürüne ait olup son yıllarda bir moda gibi dünyaya yayılan bir rahatlama ve stres atma aracı, bir eksersizdir; üstelik masum da değil, birçok yerde bir dinin misyonerlik aracı olarak kullanılıyor.

Yoga yapan zihninin boşaltıyor, eğer bunda muvaffak olabilirse –ki, oldukça zordur- yoga sonrasında hayata girince, olayların ve eşyanın izdihamı içinde bunalan insan ruhuna bir şey sunmuyor, bir rehberlik misyonu yok.

Buna karşı Müslümanların namazı var. Namaza duran Müslümanın ellerini kaldırması iki önemli faaliyetin sembolü:

1. Allah´tan başka her ne varsa onları arkaya atıyor, zihnini ve kalbini onlardan (mâ-sivâdan) boşaltıyor.

2. Mümin gaflete düştüğü için farkında olamadığı “her yerde hazır ve nazır olan Allah” ile beraber oluyor, gaflet gidiyor, zikir (O´nu anma, hatırlama, manevi beraberliği yaşama) şuuru geliyor. Yogada boşalma var, boşluk var; ama insan için güç, güven, huzur ve sevgi kaynağı olan Allah yok. Namazda hem mâsivadan boşalma, onun ağır yükünden kurtulma var, hem de tekrar normal dünya hayatına dönüldüğünde – muhtemelen bir sonraki namaza kadar- müminle beraber olacak, onu yalnız bırakmayacak, bunalımlarında, çaresizliklerinde, şaşırmışlıklarında O´na rehber, güven ve huzur kaynağı olacak bir şuur var.

Namazın maddi hareketleri de hem yogadan daha anlamlı, hem daha zengindir.

Namaz süresince adım adım Allah´a yakınlaşan mümin bir noktadan itibaren miracı yaşamaya başlıyor ve oturarak okuduğu “tahiyyât” bölümünde âdeta Rabbi ile söyleşiyor; selam alıp veriyor, Hz. Peygamber´e nasip olan en büyük miracın hatırlarını anıyor, namazı sayesinde kendisine de nasip olan miracın mutluluğuna ve eğitici tesirine mazhar oluyor.

Namaz hakkıyla kılındığında –ki, bunun için de namazı devamlı kılarak mükemmeli yakalamaya gayret etmekten başka çare ve yol yoktur- o, insana ahlak eğitimi verir; kişiyi kötülük, günah, çirkinlik ve suçtan alıkoyar.

Bizim imanımızda ve kültürümüzde namaz gibi bir imkan var iken, onun yerini tutması mümkün olmayan yogayı –üstelik Müslümanlara- niçin tavsiye edelim?

Bu vesile ile Peygamberimizin (s.a.), sağlıklı yaşama ile yakından ilgili bulunan bazı tavsiyelerine yer verelim:

Acıkmadan yemeyin, acele yemeyin, midenizi doldurmayın (yaklaşık üçte birini boş bırakın; yani dört birimle doyacaksanız bunun üçünü yiyin), haram yiyecek ve içeceklerden uzak durun, imkan bulursanız gün ortasından sonra bir süre (bir saat civarında) uyuyun, yine imkan buldukça oruç tutun. Dünya hayatının geçici, amaç değil, araç olduğunu unutmayın.

Hayrettin Karaman / Yeni Şafak