Etiket arşivi: hekimoğlu ismail

Gönüllü Köleler…

Ortaokulda iken Alphonse Daudet’nin bir hikâyesini okumuştuk. Hikâye şöyle:

Mösyö Segen’in bir keçisi varmış. Bunu iple bağlarmış ki kaçıp gitmesin. Keçi, ipin müsaade ettiği kadarıyla çayırda yayılır otlarmış fakat bir taraftan da yamaçlara tepelere bakarmış. Ağaçların kocaman kocaman yeşil yaprakları aşağıya sarkmış. Ah, dermiş, şu ipten bir kurtulsam, tepelere gidip bol bol ıtır yaprakları yesem ne iyi olurdu…

Bir gün muradına ermiş ve ipten kurtulduğu gibi dağın yolunu tutmuş. Hava kararıncaya kadar yemiş içmiş oynamış zıplamış gezmiş dolaşmış… Hürriyet ne güzel diye şarkılar söylemiş. Karanlık basınca karşısında parlayan bir çift göz görmüş. Kurt olduğunu anlamış. Çevikliği ile atılıp ona boynuz sallamış. Kurt da bu yaramaz keçi ile şakalaşmış. Zaman ilerledikçe keçinin takati kesilmeye başlamış. Ve sabah güneşi zavallı keçinin parçalanmış vücudu üzerine doğmuş…

İşte bu keçinin hürriyeti, hürriyetsizliğin ta kendisidir.

Özgürlük isteyenlere ithaf olunur…

Abraham Lincoln, Amerikan zencilerine hürriyet verdiğinde onlar bayram sevinciyle sokaklara fırlamışlar, artık özgürüz, diye. Sonra bakmışlar ki ev yok, yiyecek yok, yani yoksulluk… Bu sefer tekrar efendilerinin yanına dönmüşler. Demişler ki: “Biz özgürlük istemiyoruz, bizi eve alın.” Onlar da demiş ki: “Devlet köleliği yasakladı, sizi evlerimize alamayız; nereye giderseniz gidin.” Devlet, bu duruma el koymuş. Efendiyle köle arasında anlaşma yapmak şartıyla köleliği serbest bırakmış.

Yani köleler, gönüllü köle oldu…

Bir başka misal verelim…

Bir şahıs zengin olmuş, bakmış ki yaşı iyice ilerledi; hastalandı da. Demiş ki: “Mallarımın bir kısmını hayra hasenata vereyim de ahirette bana faydası olsun.” Çoluk çocuk karşı çıkmış: “Herkesin her şeyi var, bizim de alacağımız daha çok. Araba alacağız, yazlık alacağız.” Zengin adam servetinden sadaka verememiş. Bu da köleliğin bir başka şekli.

Daha çeşit çeşit kölelikler var. Sigarayı bırakamayan sigaranın kölesi. İçkiyi bırakamayan içkinin kölesi. Kısacası insanların ekserisi nefsinin kölesidir. Nefsinin istediğini yapanlar nefsinin kölesidir. Ondan sonra gelir, rejimin köleliği. Manevî değerlerini kaybedenler anarşinin kölesi. Anarşi evvela şahsın vücudunda başlar. Akıl, natürist eğitimin kölesi, kalp materyalizmin kölesi.

Camilerde İslamiyet var. Dışarıda Paris hayatı yaşanıyor. İslamiyet camilerde köle…

Herhangi bir şehir, düşmandan kurtuluş bayramını yapıyor. Evet o şehir düşman istilasından kurtuldu. Amma kültür istilasının altındadır. Ekonomik, kültürel esareti devam ediyor. Çokları bunun farkında değil. Kısacası, alışkanlıklar pranga olmuş, çeşit çeşit köleler türemiş.

Delikanlı askere gider. Sabahın beşinde kalkar göreve başlar. Sonra tezkere alır evine gider. Sabah ezanı okunur, delikanlı kımıldamaz. İşte bu delikanlı onbaşıya itaat ettiği kadar Allah’a itaat etmemiş sayılır.

İnsanlar öğretim üyelerine, ustaya, patrona, polise itaat eder, etmelidir. Fakat aynı şekilde Allah’a itaat edenlerin sayısı çok azdır.

Canının istediğini, aklının erdiğini, komşunun dediğini yapan Müslüman’ın Rabb’i kimdir?

Herkes bir şeylerin kölesi. En büyük özgürlük Allah’a köle olmaktır.

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Kim neyi arıyorsa, o kişi odur!..

Bir insanın boğulduğu su, eni boyu, derinliği ne olursa olsun, onun için bir okyanustur. Hadiselerin de hepsi böyledir. Bir hadisede yaralanan yahut ölen, bir bakıma dünya harbini görmüş olur.

 Hadiselerin üzerine çıkabilmek ve onları kendimizden ayrı düşünmek, doğru karar verebilmemizde en mühim esastır. Bunun için başkasının derdine derman bulabiliriz amma kendi derdimize derman olamayız. Bu demektir ki, derdi çarşaf gibi başımıza geçirmişiz ki, etrafımızı göremiyoruz…

Bir şarkı vardır,

Kenarlarda köşelerde

Kadehlerde şişelerde

Ben kalbimden başka yerde

İnan seni bulamadım…

Bütün şarkı ve türkülerden gelen feryatlar iman-ı hakikiyi aramak içindir. Amma hata etmişler, Mevlâ diyecek yerde Leyla demişler.

Mesela birisi şarkıda haykırıyor, “ararım seni her gün derdime yana yana.” Onun aradığı bir eş değil, o kalbinin istediğini arıyor. İman arıyor, ibadet arıyor, manevi hayatı arıyor. Her insan kendine göre bir şeyler arar.

Her insanın gönlüne göre aradığı bir şeyler vardır.

Şu kesindir; kim neyi arıyorsa, o adam odur… En güzel arayış Allah’ın rızasını aramaktır.

Asr-ı saadette sahabenin bütünü marziyat-ı ilahiyeyi aramış. Allah neden razı olur?

Allah’ın rızasını arayanlara kimisi derviş der, kimisi deli, kimisi zavallı der, kimisi de değişik gözlerle bakar. Çünkü insanlar iç dünyalarını ihya ederken dışına dikkat etmezler, viran olurlar. Aynı topraklarda dikenler de yeşerir, menekşeler de yeşerir. Kötüler diken gibidir çabuk büyür amma menekşeler rağbet görür, sevilir. Diken, gücüyle ayakta kalamadı, menekşe zayıflığıyla perişan olmadı. Tam tersine vazolara kondu, yakalara takıldı…

Cennet veresiye… Buradaki bir dilim baklava peşin. Onun için bir dilim baklavayı cennete tercih ediyorlar. Yani helaline haramına bakmadan o baklavayı yiyorlar. Dünya zevkleri böyledir.

Müslüman, her anında şunu sorgulayacak: Benim şu anki durumum İslam’a uygun mu? Mesela pilot öndeki göstergelere bir an dikkat etmese, irtifa kaybeder. Yani yükseklikten düşer ve belki de dağa çarpar.

Müslüman, yarına veya düne saplanmayacak, şu anı düşünecek. Zaten dünü düşünen insan keşkelere saplanır, bu da insanı mahveder. Bu sebepten derler ki sırat köprüsü kıldan ince kılıçtan keskin…

Önemli bir husus da şudur: Bu dünyayı cennet edemeyen ahireti hiç edemez… Çünkü İslamiyet, dünyamızı cennet etmek için gönderilmiş bir dindir.

Bir sürü sahte doğrular var, eğri cetvelle doğru çizgi çizilmez. Eğri büğrü İslami anlayışla da cennete gidilmez…

Hekimoğlu İsmail

Bir Namaz Hatırası…

Avrupa ülkelerinde bulunduğumda etrafımdaki hiç kimse namaz kılmıyordu. Çünkü onlar Hıristiyan’dı. Kendi kendime sordum: Ben neyim?Ben Müslüman’ım…Neremden belli Müslüman olduğum? Şahsi hayatımda Müslümanlığım belli. Fakat sosyal hayatta belli değil. Öyleyse namaz kılmam şart!

Amerika’da bulunduğum 60’lı yıllar… İzne çıkmıştık. Bir öğle namazı vaktinde okuldan uzaktaydım. Cami yok, kilise kapalı. Parka gittim. Orada ağaçların arasında, çimenlerin üzerinde namaza durdum. İçimde bir sevinç, bir ses… Çok şükür. Namaz kılıyorum.

Namaz kılacağım yeri seçtim. Gölgeye bakıp kıbleyi tayin ettim. Acayip duygular içindeyim. “Niyet ettim öğle namazının sünnetini kılmaya”, demedim… Dedim ki: “Allah’ım ben öyle bir yerde bulunuyorum ki Amerikalı öğretim üyelerine itaat ediyorum. Onlara itaat edip sana itaat etmemek olur mu? Kalbimi çalıştıran, bana hayat veren, sağlığımı devam ettiren, tahsil yapmak için bana akıl veren Allah’ım; Sana hamd için Sana şükür için namaz kılıyorum. Başımı toprağa koyacağım. Esmaül hüsnanın tecellisine karşı kendimi bir hiç hükmünde sayıp kainatın, her şeyin kumandan-ı azamı olan Allah’ım, Sana secde edeceğim. Allahu ekber…” tekbir aldım.

Hayalim diyor ki, yeryüzü bir mescit, Kâbe mihrap, Resul-ü Ekrem Efendimiz (sas) mânen imam, ben de cemaatim. Çevremde bulunan mahlukat namına Allah’a secde ediyorum…

Böylesine acîp bir duyguyla rükua eğildim, secdeye gittim.

Başımı secdeden kaldırmak istemedim. Amerika büyük bir devlet. O devletin büyüklüğü Allahu ekber yanında nokta bile olamaz.

Secdeden doğruldum. Bir de baktım, bir sürü insan dolmuş etrafıma. Büyük bir kalabalık. Onların ortasında ben namaz kılıyorum. Namazı bitirinceye kadar kalabalık dağılmadı. Selam verdim, kalktım. Kalabalıktan bazı insanlar secde ettiğim yere geldiler. Çimenlerin arasına bakıyorlar. Burada ne vardı ki, bu adam kafasını buradan kaldırmıyor? Sonra önümdeki ağacın gövdesine baktılar. Burada ne var ki bu adam yattı kalktı önünde? Sonunda biri gelip sordu, “Ne yapıyorsun?” Dedim ki: “Ben Müslüman’ım, namaz kılıyorum.” Bu sözü söylerken sanki dünyanın tepesine çıkmışım, herkese ilan ediyorum. “Ben Müslüman’ım! Namaz kılıyorum!”

Namaz, çok uzakta yabancı bir ülkede, gayrimüslimlerin içinde beni İslam sancağı gibi ayakta tuttu. Namaz kıldığımı gören, yanıma gelirdi. Sen Müslüman mısın?, derdi. Namaz, hayatıma nurunu serpiyordu…

Çilesini çekmediğimiz şey bizim değildir. Zor şartlarda namaz kılmanın çilesi varsa, Allah için çile çekmek en büyük saadet. “Çeşitli sebeplerle namaz kılmıyoruz.” diyorlar. Onlara diyorum ki: “Hiç değilse bazen, bir vakit namaz kılmak lazım. O namazla ne oluyor? Müslüman, Müslümanlığını ilan ediyor.

Midenin gıdasını vermeyince açlığın acısını çekiyoruz. Aynı şekilde adam diyor ki: “Sıkıntıdan patlıyorum!” Niye sıkılıyoruz? Beynimiz ilim ister, kalbimiz ibadet ister. Onların gıdasını vermeyince insan sıkılır. Hiçbir şey yapamazsa televizyonun karşısına oturur, saatlerce kalkmaz. Tabii o halin getireceği bazı psikolojik hastalıklar da olabilir.

Ben hastalanmadan önce bir gayem vardı: İstanbul’un bütün camilerinde namaz kılmak!.. Bir gün Ortaköy’de, bir gün Eminönü’nde, bir gün Levent’te… 10 yıl önce hastalandım. Camiye gidemiyorum. Yaş ilerliyor, seneler geçiyor. Nereye gidiyoruz? Ahirete. Benim ak saçlarım ahiret biletidir. Yolcuyuz biz. Çantamızı almış gidiyoruz. Çantamızda sevaplar olsun. Namazlarımı yeniden camide kılacak kadar yürüyebilmeyi isterdim.

Hekimoğlu İsmail

Önemli Olan, Allah’ı Memnun Edebilmektir

İhlas, her şeyin Allah’ın rızası için yapılması demektir ve mü’minler için çok mühim ve yegane kuvvet kaynağıdır. Bir insan, Allah için değil de para için, makam için, mal için bir şeyler yapsa; bunların hepsinin sonu vardır yani kırılacak şişeler hükmündedir.

Fakat Allah rızası için yapılan her iş, baki elmas hükmüne geçiyor. Şu kısa hayat yolculuğunda önemli olan Allah’ı memnun edebilmektir. Çünkü herkesi memnun etmek, hem bir şeye yaramaz, hem de mümkün değildir. İşte Allah’a asker olmak demek, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmaktır. Allah’ın rızasını kazandıktan sonra Allah dilerse insanları da bizden hoşnut eder…

Ben 20 sene askerlik yaptım. Asker emeklisiyim. Askerlikte en önemli nokta disiplindir. Disiplin, kumandana itaat etmek demektir. İnsan rüyalardaki gibi çok hoş çok güzel bir hayat yaşayabilir. Aynı insan savaşta ölmeye razı olabilir. İşte askerlik, hayatın en güzel halinden en zor haline kadar yaşanan bir meslektir. Asker, her durumda her halde kumandana itaat etmek zorundadır. İtaat etmezse askerlik biter. Sabah altıda kalk borusu çaldığında yatağından ok gibi fırlar, birkaç dakika içinde yatağını düzeltir, silahını, kasaturasını kuşanır, “gece nöbet tuttum, çok yorgunum” diyemez.

Amerika’daki askerlik günlerim dün gibi aklımda…

Sabah kahvaltısını fıstık ezmesiyle yapıyorduk. En güzel yemekleri yiyorduk. Her imkân var. Çift maaş alıyorduk. Biri Türkiye’den, biri Amerika’dan… Yani para da bol…

Amma öyle bir yerdeyiz ki, günah da bol!..

İşte orada Müslümanca yaşayıp yaşamamak ortaya çıktı. Sadece Müslüman olmak yetmiyor. Organlarımızı da tek tek Müslüman etmek meselesi var… İnsan bu organların hesabını verecektir. Allah sana göz verdi, ne okudun? Kulak verdi, neleri dinledin? Ellerin hayra mı yetişti, harama mı? Ayakların iyiliğe mi koştu, kötülüğe mi? Paranla günahı mı satın aldın, sevabı mı? Çekirdeği diriltip ağaç yapan Allah, öldükten sonra da bizi diriltecek, hayatımızın hesabını tek tek soracaktır.

İslamiyet ölçülü hürriyettir. Zaten ölçüsüz hürriyet, anarşizmdir. Müslüman’ın tek zinciri vardır: Onu, Allah’a bağlayan iman zinciri…

İman zincirini kabul etmeyen insan, beşeri ideolojilerin ve beşeri fikirlerin kölelik zincirlerini takmış takıştırmıştır. Allah’a köle olmayanlar, başkalarına köle olurlar. İslamiyet’i övmek yetmez. Önemli olan onu yaşamaktır.

Bediüzzaman Hazretleri buyuruyor ki: “Cenab-ı Hak, hizmetin mükâfatını, hizmet içinde derc etmiştir.” Allah’a itaat etmek zor görünse de onun lezzeti başka hiçbir şeyde yoktur…

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Her İnsanın Bir Gayesi Olmalı…

Risale-i Nur’da buyrulmuş ki: “İnsanın elindeki cüz’i ihtiyari ile işledikleri ef’allerinde, Cenab-ı Hakk’a ait netaici düşünmemek gerektir.” Çiftçi, çiftçiliğin esaslarına dikkat eder. Tarlayı sürer ve eker. Ne kadar buğday çıkacağı, Rezzak-ı Kerim olan Allah’a aittir.

Böyle yapmayıp, “Ben buğday eksem bir kısmını böcekler yer, bir kısmı çürüyüp gider, yeşerdiğinde de hayvanlar yer, harman yaparsam yakarlar, öyleyse ben buğday ekmeyeyim” derse işte o çiftçi Allah’ın işine karıştığı için fakir olur.

Diğer çiftçi, “Benim vazifem tarlayı iyi sürmek, buğdayı ekmek, vakti gelince sulamak; gerisi Allah’a kalmış” der ve para kazanır.

“Bize gayret yaraşır, merhamet Allah’ındır

Hükmü âti ne fakirin ne de şeyhin şahındır”

Bir çocuk hikâyesi vardır: Bir süt tenceresine iki kurbağa düşmüş. Biri demiş ki: “Tencerenin kenarlarını aşıp dışarıya çıkamayız, burada öleceğiz.” Böyle düşününce başını süte daldırmış ve ölmüş. Diğeri “benim vazifem yüzmektir” demiş, yüzmüş. Yüzdükçe sütün yağı çıkmış. O yağ taneleri birbirine yapışmış, bir top yağ olmuş. Kurbağa da o yağın üstüne çıkmış dışarıya atlamış, böylece kurtulmuş.

Her insanın da bir hedefi bir gayesi olmalı. O hedef onu koşturur. Mesela 1967’de Minyeli Abdullah’ı yazıyordum. Bazı Ağabeyler dedi ki: “Roman gâvur işidir, onu yazmayı bırak!”

Cervantes, Gogol, Anatole France, Victor Hugo, Shakespeare, Aleksandr Dumas gibi Batılı sanatkârlar, insanların iç dünyasına nüfuz edebildikleri için sınırları aşabilmişler. Sanat, Allah’ın Sani sıfatına istinat eder, Kur’an-ı Kerim, erişilmez bir belagat örneğidir. ‘Kur’an’da kıssalar var. Kıssalar romanın çekirdeği değil mi? Roman yazmanın nesi İslamiyet’e uygun değil?’ dedim ve yazmaya devam ettim.

Yazmak kanunen de suç sayılıyordu. Edepsiz gazeteler çıplaklığa sınır tanımıyor, İslamiyet’i anlatmak suç!.. Bunun için bir günde ne kadar yazmışsam yatsı namazından sonra yazdıklarımı toplar, saklardım. Ondan sonra yatardım.

Benim bir gayem vardı: Romanla İslamiyet’i anlatmak.

O gayeye koşarken eşimin, arkadaşlarımın, devletin karşı çıkmalarına bakmadan devam ettim. Allah’ın lûtfu inayetiyle Minyeli Abdullah romanı çıktı.

Hedef seçmek, bir şeyi gaye edinmek genellikle, ilhamen olur. Nasıl ki yuvadaki kuş yavruları, durmadan bağırıp ağızlarını açarlar, annelerini beklerlerse, gayesi olan kişi de aynı şekildedir. Bekliyor, o gayenin gerçekleşmesini bekliyor… O gayenin gerçekleşmesi, kuş yavrusunun annesinden gıda alması gibidir.

Kâinattaki nizamı açıkça görüyoruz. Kâinat durmadan çalışıyor. En ufak bir yavaşlama, bir kaza olmuyor. Yıldızlar birbirleriyle çarpışmıyor. Güneş sisteminde en ufak bir hata yok… Bu nizamı kuran ve devam ettiren Allah’tır. Hiçbir şey başıboş değildir. İlahi plan bir dantela gibi çekilmiş, dikkat edilirse dantelanın altındaki gerçekler görülebilir.

Hekimoğlu İsmail