Etiket arşivi: hekimoğlu ismail

En Büyük Fetih, İnsanın Kendi Vücudunda Yaptığı Fetihtir!..

Eğer vücudumuzu madde ve manası ile fethedebiliyorsak büyük bir Fatih olmuş sayılırız.

Nasıl fethedeceğiz?

Rahmetli Hikmet Polat demişti ki, “Bu asrın en büyük hususiyetlerinden biri de beyin tembelliğidir.

İslam’ın kılıcı ile gönlümüzdeki ve beynimizdeki uyuşukluğu lokma lokma doğrayacağız. Zevkimize uygun gelip de İslam’a uygun gelmeyen bütün kara yürekli alışkanlıklarımızı gözünün yaşına bakmadan tepeleyeceğiz. İslamiyet ne demişse kendimizde onu tatbik edeceğiz. Yaptığımız her işi Kur’an’ın mihengine vuracağız. Mihenk ölçü demektir. Yani yaptığımız iş Kur’an’a uygun mu değil mi? O zaman en büyük Fatih’iz işte!..

Her problemin çözümü, İslam’ı önce kendi vücudumuzda yaşamaktır. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Lut (AS)’ın karısından bahsedilir; felaketin sebebidir. Yusuf aleyhisselamın kardeşlerinden bahsedilir. Nuh aleyhisselamın oğluna işaret buyrulur. Kur’an’da Peygamberimiz (ASM)’ın amcası Ebu Leheb’den bahsedilir.

Yani Kur’an ne diyor? Yüce peygamberlerin çok yakınları arasından bile cahiller, inkârcılar çıkmıştır. Cahil, hakla batılı karıştıran demektir. Kur’an-ı Kerim 29 peygamberden misaller getiriyor; bunlarla diyor ki: Senin karın Lut aleyhisselamın karısı gibi olabilir. Senin oğlun Nuh aleyhisselamın oğlu gibi olabilir. Bütün bunlara rağmen senin vazifen İslam’ı öğrenmek, anlamak, yaşamaktır.

1954’ten beri diyar diyar dolaşıyorum. Allah diyenlerin sayısı artsın diye. Dindarların sayısının artması elimizde değil, nasip meselesi…

Kendilerine Fatih olamayanlar, başkalarına da Fatih olamazlar. Kendisini mesele olmaktan çıkaramayan insanlar, başka meseleleri çözemezler. Mesele, meseleyi çözemez…

Bir müzisyen düşünün, her gün kanun veya keman çalar. Sporcu her gün futbol oynar. Kadınlar her gün yemek ve temizlikle meşgul olur. Buna rağmen her gün bir saat de olsa dinî dersler yapmamanın ne kadar yanlış olduğu anlaşılır. Sabah namazına kalkamayan bir anne, çocuğu için bir gecede belki dört beş defa uyanır, of bile demez.

İşte sevgi budur…

Çocuğumuz için nasıl uykusuz kalıyorsak, Allah için de uykusuz kalabilmeliyiz. Çocuğumuza, gösterdiğimiz hizmeti, dinimize de gösterebilmeliyiz. Kahvehanede millet bağırdıkça biz evlerde Allah demeliyiz. Kumarhanede millet “rest” diye haykırdıkça biz evlerde peygamber demeliyiz, yolundan gitmeliyiz. İstanbul’da belki binlerce lüks otel lobisinde, odasında edepsizlik konuşuluyor, öyleyse biz de evlerde ilmimizi artırmalıyız.

Günde binlerce defa nefes alıyoruz. Her günde üç öğün yemek yiyoruz. Midemizi doyurmaktan bıkıyor muyuz? Niye midemizi doyurmaktan bıkmazken, ruhumuzu doyurmaktan bıkalım? Niye dünyanın alışverişini yapmaktan zevk duyalım da ahiretin alışverişini yapmaktan zevk almayalım? Günde yüzlerce defa kirlenmekten bıkmıyoruz da beş defa yıkanmaktan niye bıkalım? Namaz kılanlar, lisan-ı halle “Allah var” derler. Günde beş defa Allah’ın varlığını haykırmaktan bıkılır mı?

Çilesini çekmediğimiz şey, bizim değildir.
Hekimoğlu İsmail

Ben olmasam bu işler yürümez!..

Fabrikalarda ve orduda “ben olmasam bu iş yürümez” diyeni işten ayırırlar. Bu kuruluşlar şahsa bağlı yürümez, sisteme bağlı yürür. Görülür ki o olmadan da bu işler yürüyor. İşte organize yapmanın sebebi bu. O giderse yerine kim gelir? Mesela çok kıymetli ordu kumandanı emekliye ayrılır. Arkasındaki general ordu kumandanı olacak. Müdürün müdüriyetine son verilir. Bir başkası o makama gelir, belki daha iyi işler yapar. Böylece kuruluşlar şahsa değil, kanunlara bağlı çalışır.
Sen olmasan bu işler yürümez” deyip bir insanı yüceltmek de o kişinin manen kıt olduğunu gösterir. Bazen arkadaşlar odama gelip, “Sen varsın da bu işler yürüyor. Sen olmasan böyle gider mi bilmiyoruz.” diyorlar. Onlara diyorum ki: “Benden çok şey bekliyorsunuz. Ben o fikirde değilim.

İnsan kendini putlaştırmayacak. Allah, insanın enaniyetini bir hadiseyle kırabilir… Bu düzen bozulur, Allah’ın düzeni devam eder. Kendini göklerde gören şahıs, aklına değil hislerine uyuyor. İslamiyet Allah’ın dinidir. Allah dinini kıyamete kadar devam ettirecektir.

Kim bilir nereden gelen çiçek tohumu başka bir çiçeğe gelip çiçek açtırıyor. Nereden gelen rüzgâr bu şehrin havasını temizliyor…

Enaniyetin şerrinden Allah’a sığınmalı. İnsanın kütüphane dolusu kitaplar okuması, yıllarca ibadet etmesi, enaniyetle yaptığı bir hareketle mahvolup gidebilir. Bir kibritin bir sarayı yakması gibi…

İnsanlar tevazu gösterdikçe yükselir, gururlandıkça alçalırlar. Nice Nemrutlar, Firavunlar, Ebreheler gururlarına yenik düşmüş; nice peygamberler, evliyalar, alimler tevazuyla yükselmiştir.

Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki: “Bizim mesleğimizde benlik, enaniyet, şan ve şeref perdesi altında makam sahibi olmaktan, öldürücü zehir gibi ondan kaçıyoruz. Onu ihsas eden haletten şiddetle ictinab ediyoruz.

“Hangi meşhura kaldı ki dünya,

Bastığın yer belki kralların kalbidir…

Gururlanma ey insan değmez,

İnsan neyin sahibidir?..”

Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri, her namaz vaktinde hocası Üftade Hazretleri’nin abdest suyunu bizzat dökermiş. Ama her seferinde hocası rahat etsin diye suyu ısıtırmış. Bir gün suyu ısıtmamış. Namaz vakti gelince bunu hatırlayıp çok üzülmüş. Üftade Hazretleri abdest almaya çıktığında mahcubiyetle suyu uzatmış. Abdest aldıktan sonra Üftade Hazretleri durmuş. Ve Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri’ne demiş ki: “Evladım, bu su ocakta değil, senin gönlünün ateşiyle ısınmış.”

Samimi hizmet, insanın farkında olmadan yaptığı pek çok hatayı telafi eder.

Zeytinyağına motor yağı karıştığında nasıl yenmezse, niyete de Allah rızası dışında başka bir şey karıştı mı amel heba olur…

Hekimoğlu İsmail

Miraç (Sene 1954)

Sene 1954…

Miraç Kandili…

İmam efendi, miraçla ilgili olayları anlattı, minberden aşağı indi. O sırada bazı sorular, hem kafama hem de kalbime saplandı: “Peygamberimiz neden göğe çıktı? Nasıl çıktı? Ne yaptı?

Düpedüz, (haşa!) miraç ayetinden, imamın anlattıklarından şüphelenmeye başlamıştım. Aynı imam, daha evvel demişti ki, “Kur’an’ın bir tek harfine inanmayan kafir olur.

Beynim patlıyordu

Ben kafir mi oluyordum? Günlerce şehri dolaştım. Kime sorayım? Kim bana yardım eder? Arapça bilen bir hocaya aynı soruyu sordum. Ağladı… Ben de bekliyorum ki bu kadar duygulandığına göre bana da iyi bir cevap verecek. Mendille gözyaşlarını sildi. Ben hâlâ cevap bekliyorum. Yüzüme baktı, “Allah’ın hikmeti, evladım…” dedi. Büyük bir hırsla dönüp oradan uzaklaştım.

Bir arkadaşıma rastladım. Onunla sohbete başladım. Yahu, dedim, geçenlerde bir hoca miracı anlattı. Anlattığı şeyler kafama yatmadı!

Arkadaş beni evine götürdü. Kapıda bekliyorum; “Sözler” isimli kitabı getirdi; 31. Söz’ü açtı. “İşte, senin sorunun cevabı burada. İstersen içeri gir, okuyayım.” “Kendim okurum” dedim. Kitabı ödünç aldım, gittim eve…

Okudum… Bir şeyler söylüyor amma hiçbir şey anlamadım. Hutbeyi okuyan hocayı buldum, “Hocam, bende bir kitap var. Orada miracı anlatıyor. Okudum bir şey anlamadım. Siz okuyup anlatır mısınız?” Kitabı verdim. “Bir hafta sonra gel, konuşalım” dedi. Ondan sonra o hoca, hutbeleri Risale-i Nur’lardan yapmaya başladı.

Ben Miraç hadisesi üzerinde çok durmuşumdur. Onu anlamaya çalışmak için çok inat etmişimdir. Bunu anlayacağım, derdim. Defter, kalem, lügatler… Günlerce hatta gecelerce çalıştım 31. Söz üzerine…

Bir cümlesi beni irşat etti. O cümle şudur: “Miraç, eşyanın mahiyetinde seyr-i sülûktur.

Bu cümleyi de, bir çizgi film aydınlattı. Filmde bir adam, bir başka adamın damarından içeriye girdi. Başladı dolaşmaya. “Bu, alyuvarlardır, gıdaları taşır. Bu da akyuvarlardır, mikroplarla savaşır. Bunlar sinirler, duyguları nakleder. Bu da kemiktir, iskeleti oluşturur. Bunlar kaslardır, iskeleti hareket ettirir, bu gözdür, bu dildir…” diye çizgi filmdeki adam, vücudun mahiyetinde seyr-i sülûk ediyordu.

Buradan gelelim miraca… Allah, çok sıkıntılar çeken Peygamber’ini, kainatta dolaştırıyor. Gezegenler, denizler, bulutlar, ağaçlar, her şeyin mahiyetini gösteriyor. “Ey Resûlüm, işte ben bu kainata böylesine hakimim. Seni koruyan da benim. İtimat et, güven, tebliğe devam…

Evet, benim anladığım miraç, buydu ve böylece miraç ayetini inkardan kurtulmuştum.

Tabiat Risalesi’ni okudum; tabiatçılıktan kurtuldum. Ayet’ül Kübra’yı okudum, kainatı anladım. Risalet-i Ahmediye’yi okudum, Peygamber’imizi anladım. Risale-i Nur’da, benim her soruma cevap vardı… Hiç şüphe yok ki, bu kitaplar bizim imanımızı kurtardı.

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi

Nûr Kahramanları – 2

ABDULLAH YEĞİN

Üstad Hazretlerini, ortaokul talebesi iken tanıyıp ona soru sorma şansına ve yakın talebelerinden olma şerefine sahip olan bir büyük ağabeyimiz Abdullah Yeğin’ dir.

80 yaşını geçmiş ve halen hayatta olan bu değerli insanı, İstanbul’da talebelik yıllarımda (1970’li yıllar) tanımak ve derslerini dinlemek bahtiyarlığına nail oldum.

Fakülte mezunu olmasına rağmen Kastamonu tarzı konuşmasını yansıtırdı. Derslerde Üstadımızdan hatıralar anlatır, açıklamalar yapardı. O zaman sakalsız idi. Bulunduğu ortama ciddiyet ve vakar havası yayılır, bakışlarında bir derinlik sezilirdi ve “ağabey içimizi okuyor” hissine kapılırdık… Daima tefekkür ve nefsiyle murakabe hali onun karakteriydi. Olgunağırbaşlı ve vakur bir ağabey olarak, Hz. Bediüzzaman’ ın hizmet tarzına ömür boyu bağlı kalmış ve ‘ağabeylik’ konusunda hüsn-ü misal olmuştur.

MEHMED NURİ GÜLEÇ (FIRINCI AĞABEY)

22 yaş gibi delikanlılık çağında Üstad Bediüzzaman Hazretlerine bağlanıp hayatını kudsî iman ve Kur’an hizmetine adayan çok değerli İslam mücahidi Fırıncı Ağabey, halen hayatta olan bir Nur kahramanıdır. Bugün 83 yaşına rağmen bir genç gibi yılmadan yorulmadan değil Türkiye, dış ülkelerdeki programlara bile katılarak yüksek bir performans sergilemektedir. Maşallah, bin bârekâllah!

Fırıncı Ağabey, “Üstadın her elini öpüşümde başımdan öperdi” diyor. Bunda bir hikmet aranabilir. Çünkü onun zekâsı, hazırcevaplığı ve nüktedanlığı tahsil seviyesiyle kabil-i telif değildir…

Hz. Bediüzzaman, ihlâs ve kabiliyetini keşfettiği kimselere iltifat etmiş ve hizmette istihdam etmesini bilmiştir. Hem de bu zatlar, dua ve manevi himmetlerine mazhar olduklarından nadir şahsiyetler olmuşlardır.

Mehmet Fırıncı’ nın coşkulu ve muhabbet dolu dersleri, dinleyen cemaate ayrı bir lezzet bahşettiği gibi, hazır cevaplılığı ve nükteli sözleri ise zihinlerden silinmemektedir. Pek çok esprili ve nükteli sözünden iki örnek verelim. Bir tarihte bir kardeşimiz ona soruyor:

-Fırıncı Ağabey Risale-i Nûr nasıl bir tefsirdir?

Cevabına bakınız:

Kardeşim, Risale-i Nûr tefsir değil, iksirdir iksir!..

Elbette tefsirdir ama ondan da öte asrımızın manevi hastalıklarına “ilaç” olduğunu kafiyeli bir şekilde vurgulamış oluyor.

Dinleyenleri fazlasıyla güldüren bir diğer hazırcevabı da şöyle:

Kardeşlerle birlikte kızarmış tavuk ziyafeti yenilmekte. Tabii bu sırada Gavs-ı Azam Geylani’nin “kum bi iznillah!” fıkrası hatıra geliyor ve bir ağabey :

-Fırıncı Ağabey, haydi siz de bir “kum biiznillah” kerametini gösterin bakalım, deyince:

Ah kardeşim nerede o eski tavuklar! demez mi?

Üstadın himmeti olmasa herhalde bu nükteli buluşları dillendirmek zordur…

Fırıncı Ağabey’in sesi de güzeldir. Üniversite yıllarımda zaman zaman bizim ilahi ve marşlarımıza iştirak eder, birlikte söylerdik. Yine bir gün kendisine şu soruyu yöneltmiştim:

-Üstad Hazretleri Kur’an’ ı veya Cevşen dualarını nasıl okurlardı? Yani makam, ses-seda cihetiyle.

Mübarek ağabeyin cevabı şöyle olmuştu:

-Kardeşim bunu ifade etmek çok zor; nasıl anlatsam, kalbinden, ruhunun derinliklerinden kopup gelen bir inleme, bir feryat sesi gibiydi âdetâ.

MEHMED EMİN BİRİNCİ

Said Nursi Hazretleri’ nin pek yakınında olmasa da, İstanbul hizmetlerinde ve neşriyat hizmetinde O’nun bazı talimatlarını yerine getirme ve elini öpüp duasına mazhar olma şerefini kazanmış bir ağabeyimiz de “Birinci Ağabey“imizdir.

Fırıncı-Birinci diye kafiyelenip sözü edilen bu ağabeyleri, hem derslerdeki etkinlikleriyle, vakıf ve vâkıf oluşlarıyla, hazır asker gibi hizmette koşturmalarıyla tanıdım. Özellikle 1968-73 arası Av. Bekir Berk‘in, fırtına gibi mahkemeden mahkemeye yetiştiği yıllarda bu ağabeylerimiz, Bekir Ağabey’in Kiğılı Pasajı’ndaki yazıhanesinde ona yardımcı olup hizmetinde bulunurlardı. Pijama giymeyi unutmuş, rahat döşeği ara sıra bularak,  geceyi gündüze karıştırarak yazıhanenin deriden ve derin koltuğunda elbiseleriyle, bir-iki saat kadar -oturarak- uyuduklarını biliyorum. Böylesine yorgunluk nedir bilmeden, büyük fedakârlıkları üstlenmiş müstesna şahsiyetler az bulunur…

Rizeli olan merhum Birinci Ağabey, Lâzlığın izlerini hal, tavır ve konuşmalarında yansıtır, Hizmet-i Nuriye’ de düstur ve disiplini öne çıkarıp hassasiyetle uygulardı. Son birkaç sene Manisa’ya sık geldiği zamanlarda namazlarımızı zamanında ve tadil-i erkân üzere kılmamızı önemle ve ısrarla öğütlerdi. O da Fırıncı Ağabey gibi tevazu sahibiydi. Allah rahmet eylesin!

HEKİMOĞLU İSMAİL

Emekli Hava Astsubayı olan bu yazar ve mütefekkir ağabeyimizin asıl adı, Ömer Okçu‘ dur.. Erzincan’lı olup genç yaşında Üstad’ın elini öpüp duasını almış ve Nur Risalelerini Amerika’ya götürüp büyük hizmete vesile olmuştur.

Kendisindeki yazı kabiliyetini keşfeden merhum gazeteci, Mustafa Polat Ağabey‘in teşvikleriyle “Minyeli Abdullah” ve “Maznun” romanlarını kaleme almış ve giderek yazarlık kabiliyeti fevkalade inkişaf etmiş ve ortaya pek çok eser çıkarmıştır.

Yine, hitabet kabiliyeti sayesinde Anadolu’nun birçok il ve ilçelerinde O’nun konferans hizmetleri fütuhat ve inkişaflara vesile olmuştur…

Yeni Asya Gazetesi’nde yazmayı bıraktıktan sonra, Türdav Yayınevi’nin Müdürlüğünü sürdürüyordu. İşte bu sıralarda Cağaloğlu’ndaki yazıhanesine ziyaretine gitmiştim.

-Yazılarınızı özledik, niçin gazetemizde yazmıyorsunuz Ağabey? diye üzüntümü ifade ettiğimde:

Usul ve düsturlara uygun yazmıyormuşuz, diye sitemkâr bir ifade kullandı.. Ben de gayet sâfiyane:

-O zaman siz de düsturlara uygun yazarsınız Ömer Ağabey! deyiverdim. O ise bu sözüme hiç kırılmadan:

-İnşaallah o seviyeye gelince yazarız, şeklinde tevâzukâr bir söz sarf etmişti…

Hiç unutamam; ayrılırken beni kapıya kadar uğurladı ve son sözü şu oldu:

-Mehmet Kardeş, Fuzulî der ki: “Düşman bile ağlar halimize.”

Belli ki, anlatamadığı bazı hususları, yüreği parçalanarak bu sözle özetlemişti…

Ufak-tefek sürtüşmeler ve münakaşalar, mâbeynimizde büyük yaralar açabiliyordu. Öyleyse “Muhabbet fedaileri” olmalıydık…

Aradan çok zaman geçti ki, Zaman Gazetesi yayın hayatına başlayınca, orada köşe yazılarına yeniden başlamıştı. Hâlen yazmaya devam ediyor.

Allah kendisine uzun ve bereketli ömürler versin!

SAİD ÖZDEMİR

Üstadımızın halen hayatta olan ve çok yakın hizmetinde ve varislerinden, Üstadımızın “Tillolu Said” dediği bu muhterem ve aziz ağabeyimizin derslerinde çok az bulunabildim. Çünkü o Ankara’da ikamet ve hizmet ediyordu. Hiç konuşmasa dahi hal dersi alınabilen bir büyük ağabey.. Ondan da hatıralar dinlemek nasip oldu.

Hz. Bediüzzaman’ın elini öpüp duasını alan ve fakat dersinde az bulunan birçok ağabeyin bazıları vefat etmişse de birçoğu halen hayattadır.

Merhum Muzaffer Arslan, Merhum Mustafa TürkmenoğluMehmed Kırkıncı Hoca, Abdülkadir Badıllı, Ahmet Gümüş, Hamdi Sağlamer, Teyp Tahir, Musa Yukarı (Ayrancılarlı) gibi değerli Ağabeylerin feyizli derslerinden de zaman zaman istifade ettik elhamdülillah! Allah hepsinden râzı olsun!

Mehmed Gürler

Ensar Gibi Olabilmek

Bir gün bahçede geziniyordum. Elma ağacının bir dalı, öyle meyve vermiş ki; dal, meyvelerin ağırlığından eğilmiş. O sırada hafif bir rüzgâr çıktı. Dal sallanırken, anladım ki kırılacak. Elbette ki, ağacın, meyvenin aklı şuuru yok. Rezzak-ı Kerim olan Allah “Meyveni ver!” diye emretmiş, o da meyve ile dolmuş. Bu manzara karşısında çok duygulandım. Çünkü bu dal, meyvelerine kurban olacaktı.
Bahçıvan, elma yüklü dalın altına bir payanda koydu. Hey ya Rabbi, şu hale bak! Kuru bir dal, meyve yüklü dala destek oldu. İkisi de kıymetlendi. İkisi de ayakta durma şansına sahip oldu. İnanıyorum ki; o payanda, meyve yüklü dalla övündü ve sevindi. Her ikisinin birden dayanağı arttı.

Sadece elmanın dalı mı böyle? Allah bir kanun koyar, o kanunu insanda, hayvanda, ağaçta, çiçekte uygular. Bu sebeple, canlılar arasında benzerlikler çoktur. Her meyve yüklü dal, beni duygulandırır. Onu hayran hayran seyrederim.

İnsan da aciz bir varlıktır. Çeşitli şeylerden destek almak zorundadır ki, dayanağı artsın. Cebinde para olanın durumu farklıdır, yeri yurdu olanın durumu farklıdır. Herkesin mutlaka bir dayanağı vardır, bir dayanağa ihtiyacı vardır.

Hastanede yatarken çok ibretli manzaralarla karşılaştım.

Doktor geldi, hepimizi muayene ediyor. Yaşlı bir kadın, “Rica ederim doktor bey, beni tedavi etmeyin.” diye yalvarmaya başladı. Hepimiz dikkat kesildik. Kadın devam etti: “Mümkünse beni öldürünüz.” Doktor bunun sebebini sordu. Dedi ki: “Doktor bey, ben iyileştiğimde nereye gideceğim? Benim kimsem yok, beni huzur evine bırakacaklar. Onun için ben ölmek istiyorum. Mezardan daha huzurlu bir ev bilmiyorum.”

O kadının birdenbire çöktüğünü, solduğunu gördüm. Kati kanaatim var ki; onun bir yakını gelseydi, “Sen benim akrabamsın, benim evimde yaşayacaksın.” deseydi o kadın iyileşirdi.

Hekimoğlu İsmail