Etiket arşivi: hekimoğlu ismail

Dırdırcı Kadın ile Kazanılan Makam

Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği bir örnek vardır; Bir gemide dokuz cani, bir masum bulunsa, o gemi batırılamaz. Aynen öyle de bir insanda dokuz kötü huya karşılık bir iyi huy bulunsa, o kişiye kötü diyemeyiz. Onun iyi huyunu nazara alıp, halimize razı olacağız.

Mübarek alimlerden Zenbilli Ali Efendi hanımından hiç memnun değilmiş. Bir gün yolculuğa çıkmış. Yolda giderken, iki kişiye rastlamış. Beraberce yollarına devam etmişler. Bir müddet gittikten sonra acıkmışlar; adamlardan biri, ‘Allah’ım bize yemek gönder’ diye dua etmiş. Bakmışlar ki karşıdan bir adam elinde bir tabak yemekle geliyor. Karınlarını doyurmuşlar. Tekrar yola çıkmışlar; yine karınları acıkmış. Bu Sefer diğer adam dua etmiş, “Allah’ım bize yemek gönder.” Yine karşıdan bir adam elinde yiyeceklerle gelip, bunlara ikram etmiş. Bir müddet daha gitmişler ve yine mola vermişler. Sıra Zenbilli Ali Efendiye gelmiş. Biraz düşünmüş ve sonra şöyle dua etmiş; “Ya Rabbi bu kardeşler kimin hatırı için senden yiyecek istedilerse ben de onun hürmetine senden yemek istiyorum. Bakmışlar ki, karşıdan iki adam ellerinde çeşit çeşit yemeklerle, şerbetler geliyor. Adamlar çok şaşırmış ve , “nasıl dua ettin” diye sormuşlar. Zenbilli Ali Efendi demiş ki, “Önce söyleyin siz nasıl dua ettiniz?” Adamlar, “Biz duamızda “Allah’ım, bize karısının zulmüne sabredip erenler arasına karışan Zenbilli Ali Efendi hürmetine yiyecek gönder” diye dua ettik” demişler. İşte o zaman Zenbilli Ali Efendi, işin farkına varmış. Arkadaşlarına, “Benim yolculuğum burada bitiyor. Evime dönmem gerekiyor” demiş. O mertebeyi karısının eziyetlerine katlanarak elde ettiğini anlamış.

Hekimoğlu İsmail

Camide Bütün Irklar Omuz Omuza…

İstanbul’un bazı semtleri vardır. Bu semtler belki on-on beş sene evvel kurulmuştur amma Hakkâri’den daha kalabalıktır. Buralarda oturan halk, Türkiye’nin muhtelif yerlerinden gelmiştir. Hemşehrilik ve ırkçılık gibi haller bütün hızıyla yürürlüktedir. Mesela Lazların, Kürtlerin, Çerkezlerin, Arnavutların kahveleri ayrı ayrı olabilir.

Şimdi düşünelim…

Herkes kendi kahvesinde otururken ezan okunmaya başladı. Namaz kılmak isteyenler kalkar caminin yolunu tutar. Camide herkes bir imama uyar. Bütün ırklar omuz omuzadır. Birlikte secde ederler. Aynı duaya amin derler. Camiden çıkınca yine herkes ayrı kahveye gider. Böylece yollar ayrılıverir.

Türkiye’de pek çok ırk bir arada yaşamaktadır. Bu ırkların örf ve âdetleri farklı olduğu gibi, dil meselesi de halledilmemiştir. Şark vilayetlerinden birinde “Ne mutlu Türk’üm diyene” levhasını birisine gösteriyorlar, o da diyor ki, “Türkçe nizani“, yani “Türkçe bilmem.

Fakat Türkçe bilenle bilmeyen namazda aynı sûreleri okuyabiliyor, birbirlerinin cenazesine koşuyorlar. İslamiyet adına söyleneni aynı şekilde kabulleniyorlar…

İster Arnavutların, ister Lazların, ister Kürtlerin, Çerkezlerin pazarına gidin. Oralarda bir doğruluk havasının estiğini göreceksiniz. Vebalden, hak geçmesinden korkan adamlarla karşılaşırsınız. Araştırsanız, bu halin İslamiyet’ten ve İslam’a bağlılıktan ileri geldiğini görürsünüz. Böylece İslamiyet bir atmosfer gibi her şeyi içine almış, her ırka faydalı olmakta, hayata gerçek manayı vermektedir. Elbette büyük şehirlerde terazide hile yapan vardır. Elmanın çürüğünü arkaya, iyisini öne dizeni görürsünüz. Bu adamın bozulmasının sebebi, menfaattir. Şahsi menfaatini dininden üstün tutan insan hangi ırktan olursa olsun zararlıdır.

İslamiyet kimseye “ırkını inkâr et” demiyor. Bir kimse hangi ırktan olursa olsun İslamiyet’i öğrenip yaşayabilir. Böylece üstün insan olmanın sırrı bulunmuş demektir.

Bir kısım milliyetçilerin ve bir kısım dindarların yanlış hareketleri umuma mal edilmemelidir. Hatalı kimselere kızmaktansa hatasız hale gelmeye çalışmak en faydalı yoldur.

Bazı gençler dindar olmaktan ziyade ırkçılığa meylederler. “Yaşasın Türk milleti!” deyince her şeyin tamam olduğu sanılabilir. Halbuki “Yaşasın Türk milleti!” demekle millet yaşamaz. Milleti yaşatacak, üstün insanlardır. Üstün insan olma hevesi ise herkesten evvel gençlere yakışmaktadır.

Görülüyor ki en fazla fırtınalı saha gençliktedir. Gençlerin esen yele göre istikamet almaları en azından karışıklıklara yol açacaktır. Şayet gençler de yönlerini İslamiyet’te bulabilirlerse o zaman milletimizin güçlendiğini görebilmemiz mümkün.

Bugünkü felaketlerin ve huzursuzlukların temelinde kendi anlayışını esas kabul edip kendi görüşlerini İslamiyet’ten üstün tutanların tutumu yatmaktadır.

Bu milletini layık olduğu seviyeye getirmek isteyen milliyetçiler, her şeyden evvel milletimizin Müslüman, İslamiyet’in de bir hayat nizamı olduğunu unutmamalıdır.

Hekimoğlu İsmail

Dindarsan, laftan çok işe önem ver!..

Bir gün keserle çalışırken, elime öyle vurdum ki, acıdan fır fır dönmeye başladım. Tam o sırada babam karşıma dikildi, “Oğlum ben sana demedim mi dikkatli çalış, keseri şöyle tut, gözünü dört aç, sağa sola bakma!

“Daha ne zaman keseri tutmasını, iş yapmasını öğreneceksin?” diye uzatıp durdu. Gerçi canımın acısından dinlemiyordum ama bana nasihat ettiğini çok iyi biliyordum. Canıma mı yanayım, onun laflarını mı dinleyeyim, derken asabım bozuldu, “Yeter be! Bana zaten olan oldu, bir de siz…” deyince babamın güldüğünü gördüm. Garibime gitti. Hemen sargı falan getirdiler, sardılar, biraz kendime gelince, babam aynı mütebessim çehre ile dedi ki;

“İşte evladım, nasıl ki bu hata senin canını acıttı ise her günah da insanı zor duruma düşürür. Zor duruma düşmüş adama nasihat etmek hiçbir zaman iyi değildir. Böyle kimselere yardım etmek en iyi nasihattir. Bu bakımdan sen iyi bir dindarsan laftan çok işe önem ver. İşin Müslümanca olmazsa lafın beş kuruş etmez. Hem de başkasının canını sıkar.”

İslamiyet, ölçü ve ahenk dinidir. Ölçü ve ahenk ise “güzel”i ortaya koyar. Güzel yaşanmış bir hayat, aynı zamanda bir eserdir. Hiçbir nazım ve nesir, güzel yaşanan bir hayat kadar güzel ve tesirli değildir.

Peygamber Efendimiz’in hayatı en üstün ve en tesirli bir eserdir. Öyle ki; O’nun biyografisi bile yaşadığı hayatın gölgesidir. Sahabe, “anam babam sana feda olsun” diyor, o kadar hayran bırakmış kendine…

Bir arkadaşım, Amerikalıya demişti ki; “Size İslamiyet’i anlatayım mı?” Amerikalı da dedi ki; “Ben senin hayatını beğenmiyorum ki dinini anlatasın! Bu konuda seni dinlemek istemiyorum. Sen, bira içmeyen Amerikalılara benziyorsun!” Gerçekten o arkadaşın ahlakı çok bozuktu. Şaka yapacağım, milleti güldüreceğim diye kötü şeyler anlatırdı.

Sonuçta bir Hıristiyan, Müslüman’ı beğenmedi.

İnandığı gibi yaşamak, belagatin en tesirlisidir. Dikkat edin, İslam büyükleri, susabildikleri kadar susmuşlar, sadece İslamiyet’i yaşamışlar.

Harf inkılâbından sonra Kur’an yazısını okuyamaz olduk. Risale-i Nur’lar da eskimez yazıyla yazılıyordu. Kitapları aldım, okuyamadım. Okuyanları dinleyemedim. Anlayamıyordum Risale-i Nurları… Fakat Bediüzzaman’ı ziyarete gittim, onun fakir yaşayışını gördüm, çok hoşuma gitti. Hayatını anlatan ağabeyleri dinledim, kitaplar okudum, O’nu çok beğendim. Yani ben Risale-i Nurları okuyarak değil, Bediüzzaman’ın yaşayışının tesirinde kalarak Nur talebesi oldum. Allah demenin yasak olduğu devirlerde Allah deyişine, elinde zengin olma imkânları varken, fakirane yaşamasına hayran kalarak bağlandım ona…

Zübeyir ağabeyi, Bayram ağabeyi, Hüsrev ağabeyi, Tahir ağabeyi düşündükçe diyorum ki; “Bu hayatlara nasıl hayran olmazsın!”

Onlar, dünyaya önem vermedikleri için önemli oldular!

Kesin olan şudur: “Müslüman, zengin olacak, fakir yaşayacak. Bunda öyle bir sır var ki; karşıdakine tesir eder. Debdebe içinde yaşayıp da İslamiyet’i anlamak zor…

Kendi hayatımdan bir misal vereceğim. İslamî çalışmalara başladığımda milleti kurtarmak için işe başlamıştık. Anlattıklarımızı tamamen doğru ve kabule değer şeyler görüyorduk. Bizleri dinleyenlerin bunları kabul etmemesine kızıp, üzülüp ümitsizliğe düşüyorduk. Hatta hasta olduğumuz devirler bile oldu. Bir doktor, “Sen bu beyninden ne istiyorsun!” diye bağırmıştı bana. Bütün meselemiz milletin kurtulmasıydı.

İslamiyet’i zamanla öğrendikçe bizim vazifemizin sadece ve sadece İslamiyet’i öğrenmek, anlamak ve yaşamaktan ibaret olduğunu anladık, çok rahatladık.

Şimdi sohbetlerde soruyorlar, “Hizmet nedir? Nasıl hizmet edebilirim?” Diyorum ki; İslamiyet’i öğren, anla ve yaşa! En güzel hizmet budur.

Hekimoğlu İsmail

Çalınan Kumaş

Bir adam, en iyi kumaştan bir elbiselik almış. Şalvar ve cübbe diktirecekmiş. Tanıdıkları demiş ki: “Bu havalideki terziler senin kumaşını çalar ve elbisen daracık olur.” Adam, “Asla!” demiş: “ben başında durur biçtiririm; kimse bir şey çalamaz!

Adam kıymetli kumaşı almış, bir terziye gitmiş. Kumaşı masaya koymuş. “Ölçümü alıp, kumaşı biçiniz.” demiş. Terzi, “baş üstüne” deyip, işe koyulmuş. Bu arada müşterisini eğlendirmek için bir şeyler anlatmış. Adam başlamış gülmeye. Öyle gülmüş ki gözleri yaşarmış. Terzi bir parça kumaşı kesip, tezgahın altına atmış. Sonra bir fıkra daha anlatmış. Adam kasıklarını tuta tuta gülmüş. Terzi, bir parça daha kumaş kesip saklamış. Tekrar onu eğlendirecek bir şeyler anlatmış. Adam gülmekten yerlere yatacakmış.

Terzi ciddileşmiş ve demiş ki: “Be adam, o kadar güldün eğlendin ki, neredeyse bu kumaştan sana bir elbise çıkmayacak!

Adam o zaman gerçeği anlamış, “Öyle ya, ben kumaşı çaldırmamak için burada bulunuyorum. Amma gülmekten malıma sahip çıkamadım.” diye üzülmüş.

Bugün ne elbise, ne hırsız terzi var. Asırlar öncesine ait bir ibret levhası önümüze konmuş. Fakat şurası bir gerçek ki, her insan malına sahip çıkmak ister.

Parasını, kalemini, çantasını kaybetmek istemez. En ucuz, en kıymetsiz şeyleri kaybetmek istemeyen insan, ömür gibi çok kıymetli bir şeyini boşa harcar, kaybeder, bir bakıma çaldırır.

Mevlânâ diyor ki: “Senin ömrün bir kıymetli kumaş gibidir. Onu çaldırmak istemeyenler dahi, eğlencelere dalıp yine çaldırıyor. 80 sene yaşayan bir insan, son günlerinde, ‘eyvah! ömrüm kuş tüyü gibi uçup gitmiş!’ der.” Ölüm, bir istasyon, bir terminal, bir otogar… Bir yolculuk, bir ayrılık noktası. El sallayan, gözyaşı döken olabilir; kalanları bırak, giden nereye gidiyor?

Müslüman, İslamiyet’i yaşarsa, ömür kumaşının üzerini en iyi nakışlarla işlemiş olur. Kumaş değer kazanır. İslamiyet’e uygun olan her iş ibadet sayılır; sadece ahireti cennet olmaz, dünyası da cennet olur.

Gafletteki adam kozadaki ipek böceğine benzer. O kendi dünyasından memnundur. Kaynar suya atılacağını bilemez.

Mesela devekuşuna demişler ki, kuş isen uç! Hayır, demiş, ben deveyim. Deve isen yük taşı, demişler. Hayır, demiş, ben kuşum… İnsan da böylesine mazeretlerle yüklüdür. Her türlü ibadete bir mazeret uydurur. Devekuşu olur. Devekuşu, başını kuma sokuyor. Kendisi avcıyı görmüyor fakat avcı onun gövdesini görüyor ve onu avlıyor. Gafil insan da kafasını eğlenceler, menfaatler, zevkler alemine sokar; İslami gerçekleri görmez. Fakat Allah onu görüyor.

Her şeyin bozulduğu bir dünyada, şartlar Hicret’teki kadar ağır değildir. Kurtulmak isteyene yollar açıktır.

Hekimoğlu İsmail

Ulvi Davalara Çıkamayan İnsan!

Sadakat; içten bağlılık, sağlam inanç, samimiyet, güçlü dostluk, vefa anlamlarını içerir.

Peygamber Efendimiz’in bir gecede Mekke’den Kudüs’e, oradan Sidretü’l-Münteha’ya gittiği İsrâ ve Mirâc hadisesinde, müşrikler her zamanki gibi Peygamberimiz’e inanmadılar. Doğruca Hz. Ebubekir’in yanına gittiler. Onun Peygamberimiz’e olan bağlılığını biliyorlardı; ancak Rasûlullah öyle bir haber getirmişti ki, inanılması güçtü. Hz. Ebubekir’in bu kez inanmayacağını düşünüyorlardı.

Müşrikler olayı anlatınca, Hz. Ebubekir, “Bunları o mu söyledi?” dedi. Onlar da “Evet!” dediler. Hz. Ebubekir’in cevabı son derece şaşırtıcıydı: “O dediyse doğrudur!

Bu hadise üzerine Ebubekir’e “Sıddîk” lâkabı verildi.

İnsan evvela kendisine sadık olmalıdır. Okuldan kaçan çocuk, sanat öğrenmeyen çırak kendisine sadık değildir. Sadık olmak isteyen bir insanın vücut şehrine haramlar girmemelidir. Allah’ın emirlerini tutmalı, ibadetleri yapmalıdır. İyi, daha iyi, daha iyi hallere nasıl ulaşırım diyerek çalışmalıdır. Çünkü kendisine emanet edilen ömre sahip çıkmayan bir insanın dostlarına, sevdiklerine, ailesine, ulvi davalara sahip çıkması, sadık olması mümkün değildir.

Büyük davalar, büyük insanların omuzunda yürür. Bu büyük insanların da en önemli vasıflarından biri, sadık olmaktır. Kıymetli insanlara gösterilen sadakat, insanı güzel sonuçlara götürür. Ashab-ı Kehf’in köpeği dahi sadakati dolayısıyla, mağara arkadaşlarıyla birlikte üç yüz küsur yıl uyuyup, yine onlarla birlikte yeniden uyanma şerefine ermiştir.

Mesela bazı mektupların başında Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “Aziz, sıddık, kahraman kardeşlerim” diye başlar…

Bu hitap, “Ben sizi aziz, sıddık, kahraman biliyorum; böyle değilseniz de böyle olun” manasına gelebilir.

İkincisi, bir duadır bu… “Böyle olmanızı dilerim.” demektir.

Üçüncüsü, bir temennidir. Mesela ben böyle bir mektubu okuduğumda “Üstad bana ne kadar önem veriyor” der, sevinirim. Aziz ne demektir, sıddık ne demektir, kahraman ne demektir? Bu kelimelerin manalarını lügatlerden ve ansiklopedilerden öğrenmeye, o manalara uymaya çalışırım. Üstadımızın bu mektupları gönderdiği ağabeylerimiz gerçekten öyleydi… Azizdi, sıddıktı, kahramandı…

Ben yirmi yıl askerlik yaptım. Dindar olduğum için her an askerlikten atılabilirdim. Bir gün kumandan sordu: “Seni askerlikten atarlarsa ne yapacaksın?”Sirkeci’de hamallık yapacağım.” dedim.

Gerçekten hamallığa razı olup, dinî bir hayat yaşamaya karar vermiştim. Bir komünist batıl davası için ölürken, ben de hak davam için mümkün olsa ölürdüm. Bir tek gayem vardı: Her şartta İslam’ı öğrenmek, anlamak ve yaşamak.

O zamanlar Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’nin Zeyrek’teki sohbetlerine giderdik. Onun huzurunda oturmak bize şevk verirdi. “Tövbe edin. ‘Allah’ deyin.” derdi. Bir gün kendisine dedim ki: “Hocam, ben zikrimi artırdıkça günahlara meylim de artıyor!” Buyurdu ki: “Bir cisim havada ne kadar çok hızla giderse, atmosfer de ona o hızla karşı koyar. Sen zikrine ibadetine devam ettikçe, elbette şeytan seninle uğraşacak. İbadetine devam edersen, bu hâl senden kalkacak. Daha güzel şeylere ulaşacaksın.”

Allah’a asker olanlara ne mutlu! Onlar verilen emirleri yapar ve düzeltemedikleri şu dünyanın çilesini çekmezler. Bilirler ki bu dünyanın bir sahibi var.

Dünyayı sahibine bırak, sen kendi kendine sahip olmaya çalış…

Hekimoğlu İsmail