Etiket arşivi: Himmet Uç

Bir büyük karakter: Bekir Berk

Bediüzzaman’ın etrafında davasının oluşum döneminde büyük karakterler yer almış.

Karakter diyorum, çünkü karakterler kimsenin yapmadığını, hatta anlayamadığı şeyi yapan, beklenmedik özellikleri olan, sabırlı inadına inatçı, dirençli, sıradan insanların iptilalarına sahip olmayan kişilerdir.

Mesela Allah Resulünün etrafında yer alanlar hep karakterlerdir. Bedirdeki üç yüz kişi karakterdir, hiçbir dünyevi beklentisi olmadan, küfrün azameti karşısında canlarını hiçe sayarak Allah Resulünün etrafında yer almışlar.

ALLAH TARAFINDAN HİMAYE EDİLENLER

Eğer bir beklentinin arkasından gidiyorsanız, hareketleriniz bir beklentinin çirkin bir beklentinin ipuçlarını veriyorsa sizden karakter olmaz, siz ancak sıradan bir tip olabilirsiniz. Etrafınızda hep tipler, menfaat beklentileri için bekleyenler varsa siz onların arasında enayi diye itilir kakılırsınız, çünkü tipler karakterleri kaldıramaz ve ezerler, tarih bunu böyle göstermiş.

Menderes bir karakterdi, ama saf bir karakter, bu yüzden darağacına gitti.

Bediüzzaman hiç örneği olmayan bir karakterdi eğer Allah’ın özel korumasında olmasaydı , bu kurtlar sofrası olan hayatın içinde gidemezdi, ama hayatındaki bütün tıkanma noktalarını ilahi bir ferasetle açan , büyük tıkanmalarda ise Allah tarafından sigortalı muamelesi gören insandı.

Küfür ile iman davasında

Allah kendi davası için davanın kopma noktalarında yukardan müdahale etmese dünyada imanın başarısı imkânsızdır.

Peygamberimize sabotaj düzenleyeceklerini Cebrail söyler ve Allah resulü anında müdahale eder ve onları yakalatır. Böyle onlarca olay var.

Allah resulünün dayanacağı olaylarda ise müdahale etmez, bir nevi “Resulüm sen onlara dayanabilirsin” der. Sırtına ölü hayvan cesedini koyarlarken müdahale etmez, ama secdede iken bir büyük taşı başına vurmaya kalkınca Allah o haine peygamberi göstermez. Nasıl dengeli bir koruma.

Bekir Berk de Üstadı gibi büyük bir korumadaydı, çünkü onun avukatlığı sayesinde hukuk denen guguk kuşlarının şarkısı velveleye döner onu bastırırdı. Kutlular, onun için “biz böyle bir adamı yetiştiremezdik Allah yetiştirdi ve gönderdi” der. Bediüzzaman ona çok özel bir ilgi gösterir. Bütün servetinin Bediüzzaman’ın kendisine verdiği vekâlet belgeleri olduğunu söyleyen, her zaman hassas ama kimsenin varamadığı derecede bir büyük adamdı. Vahdet Ağabey onunla çok seyahatlerde bulunmuş, onun de kendini sevdiği bir büyük insandı. Onunla bir iki davanın arifesinde görüşmüştük, Vahdet ağabeyinin sürdüğü arabanın arkasında oturur ve sürekli omuzuna “ulen vahdet” diye sataşır şaka ederdi. Vahdet abi ise “hep buyur ağabey “ diye mukabele ederdi. Hayatı boyuna korumada olduğunu gösteren büyük olaylar dinlemiştim, bir keresinde bir yol yapımında dinamit patlatılan yerdedirler, eğer patlamayı bekleseler mahkeme kalacak, o kıl payı patlamadan kurtulur ve öteye geçer.

ADAM GİBİ BİR ADAM

Diyarbakır’da Ali Köprücü unun o bölgelerdeki gezilerini mahkemelerini finanse eden adamdır. İstanbul’dan bir dostu ile selam gönderir Bekir Bey ona ve der ki “ orada adam gibi bir adam var köprücü ona selam” söyle. Adam sorar abi ne demek “ adam gibi adam, o da sen ona sor söyler sana” Köprücü bilinmez bir büyük adamdı, her şeye Bediüzzaman’ın gözüyle bakan saf ve fedakâr bir insandı. Kimse onun kadar Bediüzzaman’a saygı ile bağlı olabilir mi idi?

Adam ona sorar o da sadece başını sallar cevap vermez. Çok büyük zengin bütün servetini Bediüzzaman’ın davasına harcamış ömrünü de harcamış kalelerin yanında küçük tepeler olduğu bir insandı.

Benim izahlarımı dinlerken mutlu olur dersin sonunda illa söz ister heyecanını gösterirdi.

Bekir Berk bini aşkın davanın savunucusu bir büyük avukat.

Bayburt’ta öğrencilik yıllarımda küçük kutu gibi bir dershanede risale okuyoruz, iki ayda iki defa külliyatı okuduk. Kimin kolunu tuttuksa Bediüzzaman’ın mıknatısiyeti onu bu tarafa çekti.

O sırada Gümüşhane’de öğretmen okulunda bir öğrenci risale yakalatmış, onun mahkemesine geldi Bekir Abi. Dershaneye geldi, onun âdeti gittiği yerde muhakkak o üniversal yere, mekâna uğrar.

Birlikte bir arabada Gümüşhane’ye mahkemeye gittik. Birlikte Çoruh’un kıyısında fotoğraf çektirdik. Daha sonra Bursa müftülüğü yapan Zeki Hoca orada imamdı. Daha kimler yoktu ki,Vahdet Abi de oradaydı.

Daha sonra Mehmet Akay Abi Erzurum ‘da Mareşal Hastanesinde sürgün doktorken Bekir Abi bazı vesilelerle civardaki vilayetlerdeki mahkemeler için Erzurum’a geldiğinde bizim ilk dershanelerimizden Taş mağazalardaki bir eve gelmişti.

Allah onu işine göre heybetli bir adam olarak yaratmıştı. O nasıl ses tonu, onunla mahkemelerde adeta muterizlerin fikirleri boğazında kalırdı. Çok insan, hâkimler onu dinlemek için büyük saygı gösterirdi. Fırtına, velvele gibi bir adam! Ne gariptir ki büyüklüğün yanında çukur olan bu büyük adam da İlahi bir tecelli ile ömrünün son demlerini Resul-i Kibriya’ya mücavir olarak geçirdi.

Bekir Berk ve Mahkemeleri Bedir, Uhut gibi büyük savaşlara benziyordu, çünkü “ ahir zamanda harpler harflerle olacak “ demiş Allah Resulü.

Bugün yeni Bekir Berk’ler gerekir mi, evet gerekir, kalplerde akıllarda sıkışmış genişlemeyen iman çekirdeklerini savunan büyük akıllar lazım değil mi, evet lazım. Ama büyük adamlar büyük olaylar ve büyük fırtınalarla oluyor.

Bekir Berk tek başına bir davayı savunarak onu toprak altından yeryüzüne çıkardı, onun savunmaları sayesinde jurnalciler ve onların kiralık savunucuları bezdiler, o görevini yaptı ve gitti. Yaptığı iş bir büyük karakterin gayreti idi, başka türlü olamaz.

Onun filmi çekilse ne kadar harika olur, gayret ey ehli himmet ve ehli sanat.

Prof. Dr. Himmet Uç

Maraş “Necip Fazıl Sempozyumu” Açılış Konuşması

Necip Fazıl’ı anlamak için onun yaşadığı dönemin şartlarını ve o şartlar içinde ünlü şair ve yazarın içinde bulunduğu durumu hayal etmek gerekir.

Büyük Doğu dergisine köşesinde bir gece vakti yazmakta olduğu yazıyı ertesi gün dergide görecek olan yazarın yazının kendi başına ne tür gaileler açabileceğini düşündüğü muhakkaktır. O mücadele ortamı ve psikolojisi içinde yılmadan yıllarca her zaman hapishaneyi mesken etmeyi hesaba katarak yaşamak işte mücadelenin büyüklüğü ve bugün bizde olmayan ortam. Biz bugün onların mirasını yiyoruz, ünlü şair bir gün arabaya biner cebinde az bir miktar para vardır ve şoföre “beni şu kadar liralık İstanbul’da dolaştır” der.

DAVA ADAMLIĞI ve RUHU

Dava adamı sözü artık söz de kaldı, çünkü dava adamı hassasiyeti ve derinliği yok, “Haykırsam kollarımı makas gibi açarak durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak” diyen şairin ruhu bu. Eğer bütün golleri siz atıyorsanız artık maçın tadı tuzu kalmamıştır. Bugün dindarlar, sanki mücadele bitmiş gibi lüksün ve şatafatın, debdebenin saldırısına uğramış ama farkında değil, bu kadar debdebenin içinde dava adamı ruhu nereden kalsın.

Sempozyumda gördüğüm insanlar hepsi soğuk savaş döneminin mücadele ruhu içinde ama artık atı ve silahı elinden alınmış Köroğlu gibi insanlar. Onların heyecanını miras gibi geleceğe taşıyacak gençler yok.

Namık Kemal toplumu devleti ve insanları ayağı kaldırmak için devlet çarkının başındaki insanları tenkid etmeyi büyük oranda gaye edindi sanatına. Ama artık ruhu bozulmuş, atılım yapmaktan uzak toplumu yukarıdan aşağı bir mantık ile kurtarmak mümkün olmadı.

SELAHADDİN EYYUBİ FATİH YAVUZ

O devleti yönetenlere büyük adamları örnek gösterdiği Evrak-ı Perişan’ı yayınladı. Orada Selahattin Eyyübi, Fatih, Yavuz ve Emir Nevruz’u anlattı. Sonuncusu Moğolları Müslüman eden adamdı. Devleti yönetenler bu insanları icraatlarına örnek alacak insanlar mı idi. Ama kâmil bir adamdı Namık Kemal ne yapabilirdi ki başta, haleflere selefleri örnek gösteriyordu. Türkistan Erbab-ı Şebabı gibi ihtilalcı bir teşkilatla Monteskiyo, Volter, Jan Jak Ruso ‘yu örnek alarak yeni bir ruh ortaya çıkarmayı diledi, anlamadı ve anlaşılamadı, adalarda sürgünde emellerinin enkazı üstünde ölüp gitti.

Bolayır’da çok sevdiği Süleyman paşa’nın mezarına ve denize bakan bir yerde berzaha girdi. Mezar taşında
Ölmeden görürsem millette ümid ettiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun ben mahzun

Her büyük dava adamı gibi milletinde ümid ettiğini göremedi ve mezar taşındaki gibi mahzun gitti öteye. Yeni bir ruh getirmek isteyip de onu getiremeden ölen ne kadar büyük adam var. Enver Paşa ve daha niceleri.

Tanzimat, Servet-i Fünun ve daha sonra Milli edebiyat dönemleri, 1922 ‘den sonraki edebiyat ortamı göğe bakma durağı olmayan şaşkın seyyahlardan oluşan bir nesil yetiştirdi.

Mukaddes kitap sürekli “ Rabbüssemavati vel ard” imajı ile insanları göğe bakmaya öğütlerken, büyük şair Necip Fazıl hep yere baktı bohem yaşıyordu, sabahı görmeden karanlıkta başlıyor karanlıkta yatıyordu. “Ne sabahı göreyim ne sabah görüneyim, gündüzler sizin olsun verin karanlıkları “ diyor karanlığın melankolisi içinde “ yeryüzünde yalnız benim serseri “ diyordu.

Nebevi nazar insanı bir dakikada değiştirir ve sahabi unvanı ile ortaya çıkarır, medeni ümeme vali ve devlet adamı yapardı. Nebevi ortamdan gelen bir velinin nazarı da onun zincirinde bir değişim derinliğine sahiptir.

Abdülhakim Arvasi şaire bir bakar ve ruhunda en büyük ateşi yakar, karanlıkta kalan ruh birden aydınlığa çıkar. Ve şair mazisini sorgulamaya başlar.

Tam otuz yıl saatim çalışmış ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum

SEMADAN GELEN NUR VE BEREKET

Nasıl bir sızlanmadır değil mi, otuz yıl gökyüzüne uçurtma uçuran çocukların baktığı gibi bakan bir anlayış. Ne kadar var bu çocuktan. Gökyüzü mesajın merkezi oradan kitaplar gelmiş inzal-i kütüp, peygamberler gelmiş irsal-i rüsul, su gelmiş enzele minessema, bereket gelmiş, ışık gelmiş, bilmediğimiz nesnelerin inşasında daha neler neler. Allah “yükallibullahulleyle vennehar, inne fizalike liulil ebsar” diyerek gece ve gündüzün değişimindeki ibretlere bizi bakmayı teşvik ediyor.

Bütün Kur’an ‘ın mesajı bakmak ve düşünmek üzerine kurulmuş.

İnsanlar ikiye ayrılır, bedeninden çıkamayanlar,

başını kaldırıp semaya bakan ve oradan gelecek gelmiş olan mesaja göre yaşayanlar.

Bir de ikisinin arasında kalanlar, bazen aşağı bazen yukarı şaşkınca bakanlar. Marks insan bedenini mabutlaştırır, batı medeniyeti de.

Necip Fazıl bedeni yüzünden çektiği günahları Aynalar şiirinde anlatır.

Aynalar Yolumu Kesti
Aynalar bakmayın yüzüme dik dik
İşte yakalandık kelepçelendik
Çıktınız ummadık anda karşıma
Başımın tokmağı indi başıma
Suratımda her suç ayrı bir imza
Ben mişim kendime en büyük ceza
Ey dipsiz berraklık ulvi mahkeme
Acı hapsettiğin sefil gölgeme
Nur topu günlerin kanına girdim
Kudsi emaneti yedim bitirdim
Doğmaz güneşlere bağlandı vade
Dişlerinde köpek nefsin irade
Günah günah hasat yerinde demet
Merhamet suçumdan aşkın merhamet
Olur mu dünyaya indirsem kepenk
Göz yaşı döksem Nuh Tufanı’na denk?

GÖK YÜZÜNDEN GELEN MESAJ

Necip Fazıl bir evliya nazarı ile karanlık kaldırımlardan başını gök yüzüne kaldırır, ve uçurtma uçuran çocuklar gibi baktığı semadan manalar araştırır. Gökyüzü ve bir etkili bakış şairin dünyasını değiştirir. Çile’de bu değişimi bir otomobil kazasında çarpılmış insan gibi anlatır.

Kaldırımlardan gökyüzüne işte Türk şiirinin yüz yılı aşkın macerası

Necip Fazıl bu macerayı başlatan insan.

Bırak şiir de söz de kalsın yerde

Sen araştır göklere çıkan merdiven nerde?

Göklere çıkan merdiveni araştırmak ironik bir cümle. Bu merdiveni aramak bir neslin dramı ve bulamamak da bir neslin hüsranı!

Necip Fazıl ve Bediüzzaman bir nesli gökyüzüne ve mesaja bakmayı öğreten insanlar biri şiirin romantik ve yerine göre trajik özellikle eleştirel dili ile diğeri de hakikatleri aklın ve mantığın ölçüleri içinde nesle vermek.

Biri” Haykırsam kollarımı makas gibi açarak “diyor diğeri ise

“Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem “diyor.

Necip Fazıl ile ilgili çalışmalar yapılmıyor, yeni yorumlar ile bu yüz üzerinde kitap yapmış şahsa bakılmıyor, yeni neslin kafasında onun ve mücadelesinin hikayesi, trajedisi yok.

Hür Adam filmi çevrildi binbir zahmet ile , Ali Murat Güven” neden Erbakan ve Necip Fazıl’ın filmini çevirmiyoruz.” Diyor.

Bu Önce Maraşlıların sonra Türkiye’nin ve bugün Türkiye’yi idare eden onun hayranlarının aşkı olmalı.

İsraile hürriyet isteyen bir adam Amerika’da ev ev dolaşır ve dolar ister insanlardan vatanı için.

Necip Fazıl için bizim neslin yapacağı ve o idol adamı hafıza ve hayallerde yaşatacak bir değil bircok film olmalı. Yoksa çocuklarımız Amerikan filmlerinin ruhları enkaz haline getiren yıkıntısında kaldılar

Bediüzzaman kendisini ziyarete gelecek olanlardan birinin Necip Fazıl olduğunu duyunca hasırdan başka oturacak şey olmayan yere bir sandalye ister. Onu önemser ve onun mücadele ruhunu takib eder.

Yangına koşan herkese sevgimiz var, bir kova ile bir bardak su ile bir arozöz ile velhasıl kalbimiz kalbi Allah için atanlarla beraber. Kurtar bizi Allah’ım bizi bu darlıktan.

Namık kemal kendisine beş bin lira gönderen hükümete parayı iade eder, Ebuzziya “Kemal bu parayı bir hayır kurumuna ver” “hayır ben onları sevindirmem “ der. Sonra gazete kapatılır ve kendisi sürülür, o bunu dava anlayışına daha uygun bulur, çünkü büyük adamlar satın alınmaz.

Necip Fazıl kendisine elli bin lira rüşvet teklif eden bir başbakana hakaret edecek şekilde konuşur. Ve der ki “ O zaman çocukların altmış üç lira süt borcu vardı. “

Ruhun şad olsun Namık kemal ve Necip Fazıl ve Mustafa Paşanın bir torba altınını reddeden Bediüzzaman.

Bir neslin ruhunu uykudan uyandıran büyük adamlar ruhunuz şad olsun.

Maraş Belediyesi büyük adama borcunu ödüyor, sağ olsun var olsun.

Prof. Dr. Himmet Uç

Bediüzzaman ve Olaylar

Bediüzzaman’ın hayatında
olayları yazmak zor bir şey.
Bütün bir hayatı gözden
geçirmek gerekir.
Hakkında yazılanları gözden geçirmek gerekir.

Bediüzzaman’ın biyografisini kaleme almak için biyografi kültürü gerekir. Türkiye’de Avrupalı veya Asyalı birçok büyük adamın hakkında yazılmış biyografi kitapları var. Ama bunları bizimkiler yazmamış, bizimkiler doğum ölüm tarihi ve eserleri ve sonuç türü basit kurgulu kitaplar yazmışlar. Sadece bende en az elliye yakın biyografi kitabı var. Büyük sanatçıların yaşadığı coğrafyada, mekânlarda dolaşılmış, onun teneffüs ettiği havayı, dokunduğu eşyaları görmüş ve onlara dokunmuş ve onun hakkında yazmış kişiler bunlar.

SEVDİĞİ ADAMA EN BÜYÜK KÖTÜLÜK YAPANLAR

İnsan, eşya, olay ve nesneleri hissetmek onların ortasında biyografisi ele alınan şahsın dünyasını hissetmek için büyük empatiler ve hassasiyetler gerekir. Bizde sevdiği kişileri anlatamayıp onları olağan üstü hale getiren güya sevgi ifade eden cümleler vardır. Bunlar ütopyadır. Sevdiği adamı bir türlü bulutlardan aşağı indirmek istemez, ama farkında olmadan ona en büyük kötülüğü eder.

Picasso ile ilgili bir kitap yazar bir yazar, ressam kitabın önsözünü okur ve kızar “ hayır ben de insanım “ der. Peygamberimiz huzurunda titreyen bir adama” titreme kardeşim, ben kral değilim, ben de kuru ekmek giyen bir kadının oğluyum “ der. Sadelik birçok büyük adamın hayat özelliğidir, özellikle Hz Peygamber, Hz Ebubekir ve Ömer de bu sadelik bir meşreb olmuş. Bediüzzaman’ın hayatı da sadelik yönü ile onların arkasından geliyor.

HEDEF BELİRLİYEN BÜYÜK İNSANLAR

Olaylar insanları izah eder, olaylar ilimi oluşturur, din de ilim de olaylardan oluşur. İnsanlar olayların içinden doğar, olayların içinde kaybolan insanlar büyük adam olamaz, ama olayları yönlendiren onların rotasını belirleyen insanlar büyük insanlardır. Ne kadar büyük adam hayatı okudu isem , olayları yöneten insanlar olduklarını gördüm, olayın tesiri altında bir süre bocalasa da bir süre sonra olayları ele geçirir ve hem kendi büyür hem de etrafındakileri büyütür.

Hz. Ebubekir’i babası puthaneye götürür, oradaki taş yığınlarının onun ilahı olduğunu söyler, o çıkar dışarı gider. Babasının kafasındaki olayın büyüklüğü onun yanında bir anlam ifade etmez. Peygamberimiz onların adını bile ağzına almaz.

Çoğumuz en basit olaylarda boğuluruz, en basit olayı bir okyanusa çevirir onun içinde kayboluruz.

Bediüzzaman’ın çocukluğundaki olaylar onun gördüğü ile beklediği arasındaki farktan doğar. Ama daha o küçük yaşta kafasında nasıl bir kanun oluşmuştur, o kafasındaki olması lazım gelen nasıl birden bire oluşmuştur, düşünmek gerek. İnsanlar ideali olgunluk yaşlarında takib ederler, ideal bir tecrübeden doğar, Bediüzzaman daha o küçük yaşta nasıl ideali göremeyince huzursuz olur ve olaylar buradan ortaya çıkar. O küçük kafaya bu akl-ı selimi nasıl yüklemiştir Allah. Dolayısı ile onun hayatının her dönemi biyografi kurallarına göre gelişmez. Çünkü biyografide olaylar arasında mantıki bağlar vardır, ama sıradan mantık ile onun olayları yorumlanamaz. Dönemin öğrencileri ile uyumsuzdur, hocaları ile uyumsuzdur, yönetici sınıfı ile uyumsuzdur. İlahi bir tensip bu uyumsuzluklar hep gelişmeye ve yeniliklere açık olarak çalışır. Ona hizmet ederler. Boşuna adı Garibüzzaman değildir. Onun doğduğundan öldüğü güne kadar bütün olaylar da garip , olaylar içinde bir tiyatro karakteri gibi o da garip iki garipten bir mantık doğar, Bediüzzaman hazırlanır.Olaylar kesilmiş biçilmiş geometrik olaylar değildir, ani ve çarpıcı olaylardır. Realist olaylar sıradan ve gündelik olaylardır, ama romantik olaylar krater gölleri gibi sıradan ölçülebilir olaylar değildir.

BEDİÜZZAMAN ve HARİKA OLAYLAR

Bediüzzaman’ın karanlık bir yolda yürüyüp yine bir mubarek makberde günlerini geçirmesi sıradan bir olay olmadığı gibi, öldü diye beklenilen çocuğu uyandırması da olağan dışı olaydır. Mustafa Paşa ile karşılaşması ve olayların gelişmesi yine sıradan bir olay değil, beklenmedik karakterler oluşturan olaylardandır. Karakterler beklenmedik olaylardan beklenmedik şekilde çıkarlar.

Kitaplarla ilişkileri bir bölük olaylar zinciridir. Herkesin ömrünü verdiği kitapları çok kısa okumalarla hafızasına alır. Mücadele , mübareze ve mütalaa, münazara ettiği olaylar hepsi olağan üstüdür.

Cizreli âlimler ile mübahasesinde Mustafa Paşa onun olayın içindeki tavrına hayran olur. Sıradan insanlar sıradan olaylar içinde sıradanlığını korur, hayatları sıradanlık içinde heyecansız geçer.

Bediüzzaman’ın hayatındaki olayların en büyük vasfı beklenmedik büyük heyecan yüklü olmalarıdır. Bu kadar yüksek frekanslı olayların içinde hayatını koruması da bir büyük olaydır.

Her gittiği yerde yüksek yerlere olan iptilası bir garip olaydır.

Caminin şerefesinin duvarında yürümesi, kaleden düşerken ölüme gittiği halde hayata iade edilmesi hayret verici olaylar zincirinin halkalarıdır. İnsanların büyük olayları yönetmesi çevrelerinde büyük hayran kitlelerinin oluşmasını sağlar.

Bediüzzaman’ın çevresindeki hayranlıkların en önemli yanı onun olaylar içindeki tavrıdır. Çünkü olaylara yön vermesi ve içinden çıkması şaşkınlığa neden olur. Günlük hayatının bazı anları yine anlaşılmaz ve müphem olaylar ile doludur. Geceleri kimseyi yanına kabul etmemesi belirli süre dış dünyaya kapalı durması , o kapalılık esnasında cereyan eden olaylar tamamen nasıl olduğu ne olduğu belli olmayan olaylardır.

Bediüzzaman esrarengiz bir insandır, bir gece Van hayatında bir talebesini yanında götürür, dayanamaz kaçar eve gelir. O farklı âlemlerde dolaşan ricalül gaybdır. Ama öğrencilerine bu gaybi kişiliğinin ipuçlarını vermez, sıradan bir insan gibi yaşar. Çok merak ediyorum onun hayatının ve ilminin oluşmasında o gecelerin yeri nedir, neler yapar , havaya rüzgara biner nerelere gider, nasıl geri döner?

Neler edinir, kimlerle görüşür, hangi kitaplar için dünyanın önemli kütüphanelerine gider.

Doğrusu ben onun bahsettiği ilimleri nasıl edindiği konusunda hayretteyim. Türkiye’de henüz tercümesi bile olmayan biyolojik, zoolojik, astronomik, tıbbi ve daha birçok bilimde yaptığı bilim felsefesi dine giden yollar çizmesi garip olaylardır. Kaç Bediüzzaman vardır o konuda da hayretteyim, birbiri içinde birbirine bağlı farklı özellikler gösteren bir Bediüzzamanlar zinciri var, böyle düşünüyorum katılmayan katılmasın.

O kadar kısa sürede o kadar okyanus genişliğinde vakıada görünür ki nasıl o ihata edilmesi güç olayları idare eder, yine hayretteyim.

Otuz bir Mart olayında o insanları küçük balıklar gibi yutan köpek balığı gibi olayların içinden hasarsız çıkması gariptir.

Hayatında hiç küçük olay yok ki o oturduğu yerde büyük olaylar düşünür, medrese açmak için çabalaması bizim eğitim tarihimiz içinde önemli bir olaydır, bu faaliyette iken savaşın çıkması , savaşa katılması , esareti , esaretindeki olaylar, Kostruma sürgünü oradaki olaylar, hele oradan kaçması izah edilmesi güç olaylardır. Mıknatıs gibi büyük olayları çeker ruhu . Bu hep büyük düşündüğünden dolayıdır.

Onun İstanbul’a geldiğindeki olaylarda bir imparatorluğun çöküşe gittiği yıllardır. O hüzünlü ve melankolik ortamda yine ümid verici bir insandır. Savaş yıllarında denizaltılarla ülkenin ayakta durması için seyahatler yapar. Eşref Kuşçubaşı ile yaşadığı olaylar, ne tür olaylardır bunları çok bilmiyoruz. Osmanlıyı Osmanlılığı ve coğrafyayı kurtarmak için büyük çaba gösterir, herkesin oturduğu yerde ırkçı felsefeler ile ülkeyi kurtarmaya çalıştığı dönemde imparatorluğu ayakta tutmak için azami gayret sarfeder.

Onun yanında yaşayıp hayatının kroniğini yapmak isterdim, ne ham hayal, onun için kendisi hiçbir zaman olay değil.

Gençlik rehberi mahkemesinde talebesinin kolunda merdivenlerden inerken bekleyen binlerce insanı sorunca “Bunlar kim “ , “Efendim sizi görmek istiyorlar” sözüne “Acaip “ diye cevap vermesi , benim anlamadığım bir şey.

Necip Fazıl Erzurum’a gider , trenden inerken karşılanmayınca , karşılanmasını ve nümayiş yapılmasını ister, haklı olarak.

Üstad üstad diye bağıran bir gruptan sonra trenden iner, haklı çünkü gerçekten büyük adam sıradan bir adam gibi davranmaz. Bir gün treni kaçırır sorarlar , “üstadım treni mi karçırdınız” o yine o garip kişiliği ile “hayır kovdum gitti “ der.

İstanbul işgal altındadır, tek adam işgalcilerin planlarını bozmaya çabalar ve başarır, kitap yazar iki talebesi ile dağıtır.

İngiliz işgalinde üdebamız aşk şarkıları ve şiirleri yazarken o büyük kelimesinin yanında cüce kaldığı kişilik tek başına bir zorba devletin İngilizin siyasetini iflas ettirir. Hala anlatamadık şu tavır bir büyük alkış alacak tavırdır, hala bu ülkede bu insanı dar kalıplarda gören zavallılar, taptığınız adamların tavrı nedir bir bakın da kıyaslayın.

Yaptığı işin önemini Ankara hükümeti takdir eder, çağırırlar bu da büyük bir olaydır.

Akif de çağrılmıştır ve o Anadolu halkını kuvay-ı milliye lehine hazırlamıştır.

Bediüzzaman ise devletin hamurunu oluşturan ekiple görüşür, hamura katılması gereken maddelerde anlaşamazlar. Bediüzzaman yüz yılın tek alternatif düşüncesi siyasi anlamda, tevhid mücadelesinde ise bin yılın adamı.

Bugün o ekmek koktu, yeni ekmek zorunlu, isterseniz de istemeseniz de bu ekmeği kabul edin, çünkü sizin un ve fırın duman oldu.

Kader onu kendini kurtarmak gibi küçük bir olay metaforu ile yüz yüze bırakmaz. Van ‘da kendi ahval-i ruhiyesine razı iken , alınır Barla’ya sürülür.

Barla’nın ağaç yapraklarından ve ezan sesinden başka ses duyulmayan heyecansız ortamında , dünyayı gürültüsüne çağıran büyük olaylar üretir eserleri ile.

Şimdi eserler zihinlerdedir, eskiden dışarıda idi, siyasi kökenli idi şimdi ise imani kökenli olaylar. Ahiret inancı bir olay, Haşir risalesi bir olaylar zinciri.

Şu Haşir risalesinin otuz üç boyutundaki olayları bir sıralamak isterdim, birbirine ekleyip bir haritasını yapmak isterdim, ne hayal ne mantık, ne akıl , ne hafıza nasıl onları birbirine birbirinin üstüne oturmayacak şekilde birbirine raptetmek.

İki adamı konuşturup onları idare etmek ve on iki suret on iki hakikat mukaddeme dört işaret, beş zeyl ile otuz üç parçalı bir büyük olaylar zinciri. Onları hangi mantık ile bir araya getirmiş.

Bediüzzaman ve olaylar bir kitap olacak kadar büyük. İşte İsmail benek onbeş vazifeden biri , kelimelerde kalmak yetmez, kelimeler bir dağ gibi onlardan yeni dünyalar kurmak, sahipsiz Bediüzzaman senin efkarın ile neler olur neler. Bir Markstan binlerce cilt kitap yorum roman şiir tiyatro çıkmış haydi arkadaşlar buyurun bir dahi aşkıle….

Prof. Dr. Himmet Uç

Bediüzzaman’da Endişe Kavramı 2

Yavuz Sultan Selim‘in önemli endişelerinden biri Müslümanların ittihadı konusudur.

Milletimde ihtilaf-ı tefrika endişesi
Kuşe-i kalbimde bizar eyler beni
İttihatken savlet-i adayı defa çaremiz
İttihad etmezse millet dağıdar eyler beni

Büyük adamların endişeleri ne kadar büyük. Yavuz Sultan Selim anadoludaki meydana getirilen tefrika ortamını Uzun Hasan ile yaptığı savaşta bitirmiştir. Eğer o gün Anadolu birliği sağlanmasaydı bugün ortam çok farklı olurdu. Bu yüzden endişede Bediüzzaman onunla birleşir. Onu ittihad-ı islamda selefi olarak kabul eder.

Hem Allah ile olan münasebetlerinde hem de ümmeti konusunda en büyük endişe imparatoru Cenab-ı Peygamber aleyhisselatü vesselamdır. Ümmetinin menfaatler konusunda birbirine düşeceğinden endişe etmiştir. Bir gün evinde sürekli dışarı içeri girer çıkar, Hz Aişe , “ Ne var Ya Resulallah “ . O’da “ Gökyüzü çok karabulutlarla kapalı korkarım geçmiş peygamberler gibi bir belaya duçar olur ümmetim “ der.

Mehmet Akif bedenini gerektiği gibi kullanmamanın endişesindedir.
Ne bana yaradı cismim ne yara yar oldu
İlahi bu bir avuç türabı neyleyeyim
Der.

Bediüzzaman okuyucularının imanlarının kurtulması endişesi ile eserlerine ihtarlar yazar, İkinci şuanın başında “ Bu risale benim nazarımda çok mühimdir, içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşallah” Başkalarının imanı kurtulunca inşirah ve ferah hisseden bir insan. Çünkü bu mühim ve ince iman esrarlarını ortaya koyan risale yine onun endişesinden doğmuştur, o endişeden doğduğu gibi , eserleri de endişeden doğmuştur. Bütün saadetler endişeden doğduğu gibi bütün ihanetler ve sorumsuzluklar ve kötülükler de endişesizlikten doğmuştur.

Daha küçük iken İstanbul surlarını gören küçük Fatih “Ne olur Allah’ım bu şehri ben zaptetsem “ diye , gayeyi hayalini açığa vurur. Doğduğunda babası Fetih Sure-i Muşikafını okuyan baba , ona Fatih ünvanını verir.
Bediüzzaman endişesizliğin talebeliği etkilediği birçok olay anlatır. Sünnet-i seniye risalesi ve Hikmet ül istiaze risalesi bu yönden önemli iki risaledir. Ebedi hayatın inşasında sünnete uymanın getirdiği faydaları , uymamanın getirdiği zararları anlatır. Hikmet-ül İ stiaze risalesinde ise arzuların ve şeytanla mücadelenin büyük bir endişe olduğunu ve insanın dini başarısını hazırladığını anlatır.

İhlas risalesi baştan sonar bir endişe risalesidir. Özellikle Yirmibirinci Lema’nın girişi bir ihlas endişesini yerleştirmek için yapılmış harika bir ifadeler zinciridir. İhlasa dokuz önemli özellik yükler.
Mühim bir esas
En büyük kuvvet
Şefaatci
Nokta-i istinad
Tarik-ı hakikat
Dua-yı manevi ,
Vesile-i makasıd
Haslet
Safi ubudiyet

Hep sempozyumlar yapıyoruz , ihlas sempozyumu yapsak daha vurucu olmaz mı . Bu kadar açık göz ve kurnaz insanın içinde ihlasın düsturları insanı muvaffak yapar mı , bunu araştırmak lazım. Her işte açıkgözler ve kurnazlar önde ise bunun ihlasla ne alakası var. Eğer bu dusturlara uyulsaydı dağ taş nur talebesi olurdu. Girişte zamana, düşmanlara , tazyikat, bida ve dalaletlere yapılan vurgular ne kadar ihlas endişesini zorunlu hale getirir. Bir de bizim halimizi ortaya koyan ifadeler vardır “Bizler gayet az ve zaif ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde “ Peki yük nasıldır.
Gayet ağır
Büyük
Umumi
Kudsi
Ne peki
Kudsi vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye
Nereye konmuş

“ Omuzumuza ihsan-ı ilahi tarafından konulmuş. “Bediüzzaman’ın maksadı hasıl etmek için yaptığı bu yorum düzeni sonunda şu ifade zorunlu ve endişeyi harekete geçiren bir cümledir.

“Elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız”

İslam ve Osmanlı tarihindeki bütün ayrılıkların ve kavgaların özünde bu ihlas konusu var.

Risalede öyle endişeli cümleler varki . Nur talebelerini saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarklarına benzetiyor. Bu çarklar küçük mülahazalarla birbirinin önüne çıkarsa nasıl ahenkle çalışsın fabrika. Müslümanları selamet sahiline çıkaran bir geminin hademelerine benzetir nur talebelerini , hademelik değil beyfendilik, ağalık, despotizm, dayatma, ezme , büzme, ihtirasın hakim olduğu gemide nasıl selamet sahiline gidilir. Aldatmanın marifet uyarlığın enayilik olduğu bir yorum ve yaşam düzeni içinde iyi niyetli ve her hizmete uyar kişilerin garibanlığı mı ihlası anlamak. Lafı menfatlerinine göre uzatıp kısaltan bir yorum düzeni mi ihlası kazanmak. Nur hizmetinin tarihindeki bütün ayrılıkların özünde bu risaleden uzak düşünme var. Bir imparatorluk olacakken küçük dükalıklara dönen bir Anadolu beylikleri ne benziyor manzara.

Bediüzzaman endişeden doğmuştur dedik, onun büyük talebeleri de endişeden doğmuştur. Bir büyük endişe sahibi Zübeyr Gündüzalptir. Üstadın kapısı önünde yatar, olur ki ilk çağırdığında hemen koşamaz diye kendini hırpalar. Zübeyr ! dediğinde o hemen ! Buyur üstadım !” diye hazır olur. Ne ruh.Koşup tarlasını satıp Ayet ül Kübra veya Haşir’in basımı için çalışan odur. Hafız Ali’ Abi’nin “ Bir yolda iki ayakla yürünür “ deyişini bir ihtar kabul edip. Bütün malını mülkünü , aracılara tevzi edip, hizmete koşan adamdır. Bak şu Tahir Abi’nin yüzüne , o köyden nasıl bu büyük ruhlu adam çıkmış, her ihtilafı , her kötü sözü duymak istemeyen bir inanılmaz büyük ruh. “Tahir ahretteki makamını görseydi , delilirdi “ diyen bir Bediüzzaman.

Allah hepimizi endişeli kullarından eylesin.

Prof. Dr. Himmet Uç

 

Hazret-i Muhammed’in (S.A.V.) Beş Duyusunun Zaferi: Mi’rac

Peygamberimizin miracı onun yerinde kullanılmış bir zekâsının ve buna bağlı olarak beş duyusunun zaferidir. Ayette göze vurgu yapılır, Allah göstermek için böyle bir seyahati peygamberi için ihtiyar etmiştir.

Âyetlerimizden bir kısmını O ‘na g ö s t e r m e k için bir gece Mescid-i Haram’dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya ziyaret ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyle i ş i t e n ve hakkıyla g ö r e n d i r (İsra).

İLAHİ DA’VET

Ayetlerimizden bir kısmını derken tamamını Habibine göstermemiştir. “Min ayatihi “ derken ayetlerimizden, buradaki min bir kısmını, baziyeti gösterir. Demek Allah Habibini çağırırken bir programa göre çağırmış ve o programın dışına da çıkmamıştır. Her şeyi göstermek istese teklifin boyutu karışabilir. Bu yüzden sınırlamıştır, âyetlerimizden diyor.

Bediüzzaman da bu büyük seyahati anlatırken sanatı ilahiyenin acaiplerine dikkat çekmiş, göze ve kulağa ve seyre vurgu yapmıştır.

MAHŞER-İ ACAİP BİR SEYAHAT

“ Bu seyahat-ı cüz’iyede bir seyr-i umumi bir uruc-ı külli var ki ta Sidret-ül Müntehaya ta Kab-ı Kavseyn’e kadar meratib-i külliye-i esmaiyede g ö z ü n e, k u l a ğ ı n a tesadüf eden ayat-ı Rabbaniyeyi ve acaib-i sanat-ı İlahiyeyi i ş i t m i ş, g ör m ü ş t ü r, der. O küçük cüzi seyahati hem külli, hem mahşer-i acaip bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor” (Sözler 31)

Miraç Allah tarafından hazırlanmış, peygamberine has ,özel bir seyahattır. Seyir kelimesi , seyahat kelimesi, bakmak ve görmek ve işitmek bu seyahatın özetini ortaya koyar.

Mahşer kelimesini Bediüzzaman dünyadaki görülenler için kullanır ama buradaki mahşer-i acaiptir, çok farklı ve şaşırtıcı bir mahşerdir. Dünyada Allah’ın esması tecelli eder, ama burada meratib-i külliye-i esmaiye tecelli eder. Esmanın külli mertebeleri!

BÜTÜN PEYGAMBERLERİN MUTLAK VARİSİ

Çok farklı bir seyir olduğu için önceden peygamberimiz Cebraille beraber hazırlanır. Çünkü göreceği acaiplere ve külli esma tecellilerine dayanan bir beden , ruh ve beş duyu lazımdır. Başka bir yönden izahında yine davet, gönderme, görüştürme , gezdirme, görme , işitme fiilleri anlatıma hakimdir.”Bir abdini bir seyahatte huzuruna d a v e t edip, bir vazife ile tavzif etmek için , Mescid-i Haramdan mecma-ı enbiya olan Mescid-i Aksaya g ö n d e r i p , enbiyalarla g ö r ü ş t ü r ü p bütün enbiyaların usül-i dinlerine varis-i mutlak olduğunu g ö s t e r d i k t e n sonra ta Sidret ül Müntehaya , ta Kab-ı kavseyne kadar mülk ve melekutunda g e z d i r d i . (Sözler 31)

Davet bir seyir davetidir, mülkünün görünmeyen görünen yerlerini, dış yönünü iç yönünü, hepsine hâkim noktada olduğu peygamberlerini göstermek, onun kutsal mekânlarını göstermek ve azamet ve haşmeti onun gözünde oluştuktan sonra, bu kadar büyük ve azametli bir ülkesi olan Allah’ın elbette kullarından istekleri ve onlara da hediyeleri olacaktır. Seyahatın sonunda bu istekler ve hediyeler belirlenecek ve geldiği yere gönderilecektir. Mülkünü bilmediği, azamet ve haşmetinin zihninde oluşmadığı bir ilahın vezirliğini, peygamberliğini elbette yapamazdı.

Miraç bir seyir ve görevlendirmedir.

Seyreden göz, ve tebligat ve sorumluluğu duyan kulaktır. Peygamber böyle bir şeye layık olacak şekilde yaşamıştır, o göz ve kulak onları görecek ve duyacak ve yorumlayacak bir fevkaladeliğe sahiptir.

Bir hakikata vakaya farklı noktalardan, farklı zihinsel ve görsel vecihlerden bakmak Bediüzzaman’ın en önemli özelliğidir. Miraç tarih boyunca tek perspektiften izah edilmiş, doğmayan, üretmeyen bir yapıda verilmiştir. Miraç Bediüzzaman’ın yorumunda, değişik bir perspektiften k o n u ş m a k tır, mükalemedir.

“Saltanat-ı uzma unvanıyla ve hilafet-i Kübra namıyla ve hakimiyet-i amme haysiyetiyle ve evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla , o işlerle alakadar bir elçisiyle veya o evamirle münasebettar bir büyük memuruyla k o n u ş m a k t ı r , s o h b e t etmektir ve haşmetini izhar eden ulvi bir fermanla bir m ü k a l e m e d ir (Sözler 31).

Büyük bir saltanatı olan, büyük bir hilafeti olan, umuma hâkim olan bir ilah elbette hükmettiği, hilafet sürdüğü ülkede mekânlarda emirlerinin bilinmesini isteyecektir. Elçisini huzuruna çağırıp onunla konuşup emirlerini yaymak ve göstermesi için ona bu emirlere vermek göndermek ilahlığının şe’nidir. Görme, hazzetme, azameti göz ve kulağında yaşama olayın estetik boyutu ise, emir ve tebliğleri getirme de risalet ve elçilik gereğidir.

Miraç olayını daha çarpıcı bir noktadan tezahür ve t e c e l l i kelimeleri ile izah eder Bediüzzaman.

Mİ’RAC-I AHMEDİ’NİN SIRRI VE HAKİKATI

Tecelli İslam tasavvufunun en büyülü kelimesidir, insan ve Allah’ın birbirine mukabil duruşu gereği lüzumu zaruri bir eylem ve durumdur. Yunus Emre,

Tecelliden nasib erdi kimine
Kiminin maksudu andan içeri

Derken herkese tecelliden bir yansıma bir nasip olduğunu, ama kimilerinin bundan öte isteklerinin varlığını söyler.

Bediüzzaman yine farklı bir noktadan bakarak Miraç hadisesini t e c e l l i kelimesinin etrafında dokur.

“İnsanın camiiyyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan bütün kâinatta t ez a h ü r eden esma-yı hüsnayı birden ayine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı hak, t e c e l l i –i Zatiyle ve esma-yı hüsnanın azami mertebede, nev-i insanın manen en azam bir ferdine t e c e l l i – i azam tezahür eder ki, bu t e z a h ü r ve t e c e l l i Mirac-ı Ahmedi sırrıdır. “(Sözler 31)

Cümlede tezahür ve tecelli kelimeleri ve manalarla bahsi kurarlar.

KÂİNATIN EN MÜMTAZ SEÇKİN MEYVESİ PEYGAMBERİMİZ

İnsan kâinatın en münevver meyvesi, meyve ağacın ve kâinatının özeti olduğundan bütün kâinatta görünen tezahür eden güzel isimler onda tecelli eder, onda görünür, ona yansır. Burada farklı bir tecelli tarzı var, Allah Zatı’nın tecellisi ile ve isimlerinin en ileri boyutta tecellisi, azami mertebede, insan türünün en büyük ferdine büyük bir tecelli ile tezahür eder. Peygamberimiz en mümtaz, seçkin meyve olduğu için ağacın sahibi bütün güzel esmasını ona tecelli ettirir, bir de zatının tecellisini ona yansıtır. Peygamber onun esma ve zatının tecellisi yansımasıdır. Bu olay ancak Miraç gibi bir davetten sonra onu yanına çağırması ile mümkündür.

Tasavvufta tecelli Allah’ın isim ve sıfatlarıyla sufinin kalbine tezahür etmesi demektir. Bu hal sofinin nefsini arındırmasından sonra gerçekleşir.( Dini Kavramlar Sözlüğü 640)Peygamberimizin “velayeti risaletine mebde olur” sözünden anlaşıldığı gibi velayeti ile ruhen arınınca Allah da ona esma ve zatiyle tecelli eder. Bu arınma bütün hayatı boyunca miraçta geldiği noktada sağlanmıştır. Peygamberimiz “ kurbiyet meratibinde sulükten “ sonra tezahür ve tecelliye mazhar olur.

Ayine-i ruh, ruh aynası, tecelli ve tezahür kelimelerinden anlıyoruz ki

Allah kendisine ayna olacak seçkin bir ferdi bütün hayatı boyunca bütün kirli ve kötü ahvalden korumuştur. Aynasını temiz tutmuş ve onda esma ve zatıyla tecelli ve tezahür etmiştir. Miracın bir ifade ediliş tarzı da budur.

Görme,
görünme,
seyir,
tecelli,
tezahür
kelimeleri bahsi götürmektedir.

Seyahat sanatkârane bir seyahattir. Bediüzzaman bu manaya yoğunluk verir.”Bir sema tabakasında gösterdiği asar-ı rububiyeti birer birer o abd-i mahsusa göstermekle “En mükemmel göz onun olduğuna göre, en mükemmel sanat özelliği olan eserlerini ona gösterecektir. Bu gözün zaferidir.

Yine sanatla ilgili seyir kelimesini kullanır.

“Berk gibi semavatı seyrettirip”, sonra sıra temaşaya gelir, o da yine sanat kelimesidir. “Daireden daireye rububiyet-i ilahiyeyi temaşa ettirip” bütün harikaları, sanatları seyrettikten sonra bu sefer bunların kaynağını görmüştür.

Bediüzzaman burada daha seçilmiş bir kelime ile ifade eder. “ rüyetine mazhar kılmıştır” Gezdirmek ve göstermek kelimeleri de esirgenmez. “ istediği bir zatı bütün o dairelerde gezdirip, her daireye mahsus saltanat-ı şahanesini ve evamir-i hakimanesini gösterip” Peygamberler de bu görmek ve görüşmeğe dâhildir.

“Elbette o dairelerde makam sahibi olan enbiyalarla görüşmek ve umum tabakattan geçmek hakikat-ı miracı iktiza ediyor. “ O gezerken hem görür hem de görülür. “ Ta daire-i azamına kadar birer birer gezdirecek ta görsün, görülsün”

Bediüzzaman gerekçeleriyle , inanmakta zorlanan bir adamın mantığı ile olayları yorumlar, bahsin kelam felsefesini yapar.

Mevdudi , vakanın safahatını anlatır.

” Cebrail Resulullaha binmesi için beyaz, boyu merkepten büyük ve katırdan biraz küçük bir hayvan getirdi. Bu hayvan yıldırım gibi koşuyordu ve her adımı bir görüş mesafesi kadardı. Bu sebeple bunun adı Burak idi. Geçmişteki peygamberler de yolculuklarını bununla yaparlardı. Resulullah ona binerken hayvan irkildi. Cebrail Burak’a şöyle dedi” Hey ne yapıyorsun, Muhammed gibi bir büyük şahsiyet şimdiye kadar senin üstüne binmemiştir.” Dedi ve okşadı. Burak da utançtan terledi.

Önce Resulullah daha sonra Cebrail ona bindiler, yola koyuldular.

İlk durak Medine idi. Burada Resulullah hayvandan inip namaz kıldı. Cebrail dedi ki “ Siz hicret edip buraya geleceksiniz?

İkinci durak Tur Dağı’ydı ki burada Hz. Musa Allah ile konuşmuştu.

Üçüncü durak Hazreti İsa’nın doğduğu Bey tül Lahm idi.

Dördüncü durak Kudüs ‘tü ki Burak ‘ın uçuşu burada son buldu.

Kudüs’e vardıktan sonra Resulullah Burak’tan indi, ipini diğer peygamberlerin bağladıkları yere bağladı. Hz. Süleyman’ın ibadethanesine girdi. Burası o sıralarda harabe halindeydi ,ama izleri mevcuttu ve Bizans imparatoru Jüstinianus buraya bir kilise inşa ettirmişti. Resulullah orada dünyanın kuruluşundan kendi zamanına kadar görevlendirilmiş peygamberleri gördü. Resulullah varır varmaz bu peygamberler namaz için saf düzenleyip ve kendilerine imamet edecek birini beklediler. Cebrail Hz. Peygamberin elinden tutarak öne götürdü. Bütün peygamberlere imamlık yaptı. Sonra O’na bir merdiven takdim edildi. Ve Cebrail bununla O’nu semaya götürdü.

BİRİNCİ KAT SEMA’DA MUHTEŞEM KARŞILAMA

Resulullah ilk semaya varınca kapısının kapalı olduğunu gördü. Nöbetçi melekler “ kim geliyor “ diye sordular. Cebrail kendi ismini söyledi. Melekler “Seninle beraber olan kimdir ?” diye sordular. Cebrail “Muhammed “ Dedi. Kendisinin çağrılıp çağrılmadığını sordular. Cebrail “ evet” Dedi. Bunun üzerine kapı açıldı ve Hz. Muhammed muhteşem şekilde karşılandı. Burada Resulullah, melekler, insanların ruhları ve o sırada orada hazır bulunan büyük şahsiyetlerle tanıştırıldı. Bu zat boyu, posu ve vücut yapısı ile eksiksiz bir insandı. Cebrail kendisinin Hz. Âdem olduğunu söyledi.

ALLAH YOLUNDA CİHAD EDENLER

Bundan sonra, Resulullaha her şeyi ayrıntılı bir biçimde inceleme imkânı verildi. Resulullah bir yerde çiftçilerin tarlalarla çalıştığını gördü, bu çiftçiler ne kadar mahsul devşiriyorlar idiyse mahsul o kadar büyüyordu. Resulullah bunların kim olduğunu Cebrail’e sordu. Dediler ki “ Bunlar Allah yolunda cihat edenlerdir. “

Resulullah bazı kimselerin başlarının ezilmekte olduğunu gördü. Bunların kim olduğunu sordu , Cebrail’e “ dediler ki “ Bunlar namaz için ağır hareket ediyorlardı, ve namaz için başlarını kaldırmıyorlardı.

“ Resulullah , yamalı elbiseler giymiş olan bazı kimseleri gördü. Bunlar hayvanlar gibi ot yiyorlardı. Resulullah , bunların da kim olduğunu sordu, Cebrail’e “ Bunlar mallarından sadaka veya zekat vermiyorlardı”

EMANET VE MESULİYET YÜKÜ

Hz. Peygamber bir kişinin ağaç ve tahtalar toplamakta olduğunu ve bunları kaldırmakta güçlük çektiği zaman bunlara daha çok tahta eklenmekte olduğunu gördü. Resulullah bu kişinin kim olduğunu sordu. “ Bu adam zaten emanet ve mesuliyetin yükünü taşıyamıyordu, fakat bunları azaltmak yerine daha da artırıyordu.

Hz. Peygamber bazı kimselerin dil ve dudaklarının makaslarla kesilmekte olduklarına tanık oldu, bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki bunlar “Dedikoduculardır ki serbestçe konuşuyor ve fitne üretiyorlardı.

Bir başka yerde adamlar hep kendi vücutlarının etlerini kesip yiyorlardı. Bunları da sordu. “ Bunlar başkalarına dil uzatıyor ve onlarla alay ediyorlardı.

Bu adamların yanında bazı diğer kimseler vardı, bunların tırnakları bakırdandı. Ve ağız ve göğüslerini dövüyorlardı. Bunları sordu” Bunlar insanların arkasından konuşuyor ve namuslarına leke sürmek istiyorlardı.

Bazı kimseler vardı ki dudakları develer gibiydi.

Bunlar ateş yiyordu. Resulullah sordu” Dediler ki bunlar yetimlerin mallarını yiyorlardı” Bir süre sonra Resulullah karınları şişmiş ve yılanlarla dolu kişileri gördü. Gelip geçenler onları eziyorlardı. Fakat yerlerinden kıpırdayamıyorlardı. Resulullah bunların kimler olduğunu sordu. “Bunlar faiz ve haram yiyenlerdir”

Bundan sonra gördükleri, bu adamların bir tarafında gayet güzel ve temiz et vardı, ama diğer tarafta çürümüş ve kokuşmuş et vardı, bu adamlar iyi eti bırakıp kötü eti yiyorlardı. “Efendimiz bunlar kimlerdir” dedi . Bunlar kendilerine helal olan koca ve karılarını bırakıp zina yapan ve haram olanlarla nefislerini tatmin eden erkek ve kadınlardır.

O göğüsleriyle asılı kadınları gördü. Resulullah bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki “Bunlar kocalarına onlardan olmayan çocukları musallat eden kadınlardır”

Bu gözlemler sırasında Resulullah bir melekle buluştu, bu melek Resulullaha çok soğuk davrandı. Resulullah Cebrail’e sordu” Şimdiye kadar görüştüğüm bütün melekler güler yüzlü ve nazikti, ama bu melek çok sert ve kaba davranıyor. Bunun sebebi nedir? Cebrail” Bu gülmez ki , cehennemin bekçisidir. “Bundan sonra Resulullah cehennemi görmek istedi. Cebrail Aleyhisselam derhal Efendimiz’in gözünün perdesini çekti , Cehennem bütün dehşeti ile gözünün önüne geldi.

HAZRET-İ YAHYA VE İSA ALEYHİSSELAMLAR

Buradan ikinci semaya vardı, burada tanıştırılan ileri gelen ve mümtaz şahsiyetler arasında iki genç vardı. Hz Yahya ve İsa Aleyhimesselam, üçüncü semada , öyle bir şahsiyetle tanıştırıldı ki , kendisi yakışıklılığı bakımından yıldız gibi olan diğer insanların yanında bir dolunay gibi idi. Kendisinin Hz .Yusuf Aleyhisselam olduğunu öğrendi.

Dördüncü semada,

Hz. İdris , beşinci semada Hz. Harun , altıncı semada Hz . Musa ile tanıştı.
Yedinci semada muhteşem ve göz kamaştırıcı bir saray gördü , bu saraya melekler girip çıkıyorlardı. Burada Resulullah kendisine çok benzeyen muhterem bir zat ile müşerref oldu, onun Hz. İbrahim olduğunu öğrendi.

Resulullah daha çok yükseldi Sidret ül Münteha’ya vardı.

Burası yüce Allah’ın divanı ile mahlûklar âlemi arasındaki sınırdır. Bu sınıra gelince bütün yaratıkların bilgisi tükeniyor, bunun ötesinde ne varsa gariptir ki buna Cenab-ı Allah’tan başkası bilmez. Ne bir peygamber ne bir melek. Bu mevkide Resulullah’a cennet gösterildi , kendisi hiçbir gözün göremediği , hiçbir kulağın duyamadığı ve hiçbir zihnin tasavvur edemediği nimet ve imkanların Allah’ın Salih kullarına temin edildiğini gördü.

Cebrail Sidret ül Münteha’da kaldı. Resulullah sınırın ötesine geçti. Cenab-ı Allah’ı bütün celal ve cemaliyle gördü,aralarında geçen konuşmada Cenab-ı Allah tarafından şu emirler verildi.

Bir günde elli vakit namaz kılınması farz olundu
Bakara suresinin son iki ayeti vahiy olundu
Şirk hariç bütün günahların affedileceği bildirildi

Bir kişinin iyi amele niyetlendiği zaman hesabına iyi amel yazıldığı , bu ameli fiilen işlediği zaman da hesabına on iyi amel yazıldığı fakat kötü amele niyetlendiği zaman hesabına hiçbir şey yazılmadığı ve bunu fiilen işlediği zaman da hesabına sadece bir kötü amel yazıldığı ifade olundu.

CENNETİ, ÂHİRETİ HATTA ZAT-I ZULCELALİ GÖZ İLE GÖRMEK

Bediüzzaman miraç ile ilgili risalesinin dördüncü kısmında yine soru cümlesi ile “ Mirac’ın semeratı ve faydası nedir?” diyerek bahsi tahkik eder. Bediüzzaman burada da yine göz ile ilgili bir cümle kullanır. “ Erkan-ı imaniyetin hakaikını göz ile görüp , melaikeyi , cenneti , ahireti hatta Zat-ı Zülcelal’i göz ile müşahade etmek kainata ve beşere öyle bir hazine ve nur-ı ezeli ve ebedi bir hediyedir ki “ (Sözler 31)

İki kere yöne göz ile ilgili cümle var. G ö z i l e g ö r m e k , g ö z i l e m ü ş a h a d e e t m e k . Yine hiç kimsenin görmediği hakikatleri, mekânları hakikatlerin sağlaylarını onun gözü görmüştür. Bu onun gözünün zaferidir. İmanın erkânlarının hakikatlerini göz ile görmek ne demek?

Allah’a, mülküne ve melekûtuna, fiziki âlemle, onun arka planı, fiziki âleme canlılığını veren maverayı, melekleri, cennet ve cehennemi, amellerin yansımalarını, günah ve sevabın orada kazandığı mahiyeti, kâinatın önemli mekânlarını, Sidre ‘yi, kab-ı kavseyni daha birçok onun görmesi ve ümmeti adına müşahede etmesi gereken şeylerin hakikat olduğunu bu seyahatta gördükleri doğrulamıştır.

EBEDİ SAADETİN DEFİNESİ VE ANAHTARI

Daha önemlisi ebedi bir saadet ve nasıl elde edileceği, Allah’ın rızası ve nasıl elde edileceği bütün bu seyahatte görülen şeylerden hareketle ortaya çıkmıştır. Ebedi saadeti şöyle anlatır” Saadet-i ebediyenin definesini görüp anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. “ Ebedi saadet bir definedir, define dünyevi anlamın ötesinde bir şeydir burada. Define insana mutluluk ve kazanç yüklü bir kelimedir, ama orada definenin anlamı çok farklıdır.

Bir meyve de namazdır.

Bediüzzaman bunlara m a r z i y a t der. Yani insanın Allah’ın rızasını teminini sağlayan sorumluluklar.

Hz. İsanın dini tahrif edildikten, Peygamberimiz gelinceye kadar insanlar bir ilahın var olduğunu bilseler de onu nasıl memnun edeceklerini, nasıl bir ritüel takib edeceklerini bilememişler, işte namaz bu ibadetin icmali ifadesidir.

Bu zorunluluğu Bediüzzaman anlatır. “ O marziyatı anlamak o kadar merak aver ve saadet averdir ki tarif edilmez. Çünkü herkes büyükçe bir veli-i nimet, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamağa ne kadar arzukeş ve anlasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki “Keşki bir vasıta-i muhabere olsaydı , doğrudan doğruya o zat ile konuşsa idim, benden ne istiyor anlasa idim, benden onun hoşuna gideni bilse idim”(Sözler 31)

Peygamberimizin gelmesinin arifesinde birçok aziz ve keşiş ve ruhbanlar, Varaka ibn-i Nevfel ve benzeri şahıslar böyle ıstıraplar duymuşlar, Allah’ın kendilerinden nasıl bir ibadet şekli taleb etmesini düşünmüşler ama bir anlam çıkaramamışlardır. Bu yüzden Bediüzzaman bu zihinsel fırtınaları bildiği için merak aver ve saadet aver kelimesini söyler. Bediüzzaman’ın tahlilleri arkasında birçok vakaya ve psikolojik çıkmaza çare vardır. O onları farklı bir şekilde öne sürer.

Mevdudi , namaz konusunda

Hz. Peygamber ile Hz. Musa arasındaki diyalogu da anlatır. “Hz. Peygamber aşağıya inince Hz Musa ile karşılaştı. Hz. Musa O’nun macerasını dinledikten sonra dedi ki “ Ben İsrail oğullarından acı bir tecrübe edindim. Bana öyle geliyor ki ümmetiniz elli vakit namaza tahammül edemeyecektir. Gidin namaz sayısının azaltılmasına ricada bulunun. Sürekli huzura gidip azaltmak taleb eden peygamberimiz, bunu beş vakte kadar indirdi, hz . Musa buna da itiraz ederse de, o artık bir daha huzura çıkmaya iltifat etmez. Bu beş vakit namaz elli vakit namaza eşit bulunmuştur.(Mevdudi)

Bu kadar ısrar ve rica ile zayıflığımıza ve gafletimize bakarak namazın azaltılması karşısında ona da nazlanmak ve dünyevi mazeretler bulmak, aklın kârı değildir.

“Acaba yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarfedip ,o uzun ebedi hayata bir saati sarfetmeyen ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder” der Bediüzzaman.

ÇOK CİDDİ GAYRETLER VE Mİ’RAC

Miraç risalesi çok doğurgan anlamları olan bir eserdir, hiçbir eserinde olmayan bir karmaşık geometrisi vardır, Mirac’ın. Mesela Haşrin otuz üç bahsi , farklıdır, ama Miraç da o kadar çok birbiri içinde ama muntazam bahis vardır ki insanın onları okuyup bir çekirdek miraç metni edinmesi çok ciddi gayretler ile teemmül ve tefennün ile mümkündür.

Miraç kendisine devamlı dönülecek bir manevi madendir. Unutmayalım ki Bediüzzaman talebe için bir şart koşar: ”Sözleri kendi eseri ve telifi bilmek” yani kendi yazmış gibi. Her bahsin mana ve bahis boyutları zihinde bir yer edinmezse sadece kitabı okumakla bu iş olmaz. Kitabı bıraktığında zihinde bir hareket noktası yoksa olmaz.

Prof. Dr. Himmet Uç