Etiket arşivi: Himmet Uç

Bediüzzaman’da Endişe Kavramı

    Endişe denilen psikolojik durum, insanı korkutan her olay ve olguya karşı farklı şekillerde biçimleniyor. İnsanlar genellikle geleceklerinden  endişe ederler. Dünyevi ihtiyaçlarını karşılamak, kimseye muhtaç olmadan el açmadan yaşamayı düşünürler. Bu  tutum iyi bir tutumdur, dünyada dünyevi anlamda aziz bir şekilde yaşamak geleceğini kurmak ile mümkündür, yoksa dünyada çektiği bütün sıkıntılar geleceğini inşa etmekte ettiği laubaliliklerden dolayı onu sürekli huzursuz eder ve “sürekli keşke ben de çalışsaydım, böyle mi olmalıydı “ gibi yorumlarda bulunur. İnsan gelişme çağında psikolojisini ve çalışma takvimini iyi ayarlarsa bütün hayatı boyunca ideallerine daha yakın olur. Ama aksi durumlar da kötü sonuçlar doğurur.

DÜNYEVİ VE UHREVİ ENDİŞELER

      Endişe kavramı iki önemli şekilde biçimlenir, birisi dünyevi endişeler, ikincisi ise uhrevi endişelerdir.

     Peygamberimiz bu iki endişeyi birleştiren açıklamalarda bulunmuştur. Hemen ölecekmiş gibi ahirete, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya  çalışmaya örgütleyerek bu iki sanırı birleştirmiştir.

    Hakikaten bu söz çok ideal ve yerinde söylenmiştir. Endişe ile korku arasındaki sınırı belirlemek  zor bir psikolojik çözüm.

Bu endişe daha sonra korkuya daha sonra da paniğe ve anskiyeteye dönüşebilir.Psikolojideki anskiyete panik endişe demektir, çok zaman zararlıdır. Cahit Sıtkı’nın ölümden korkması bir panik bir anskiyetedir. Yunus Emre korkuyu yenmiş ve şöyle demiştir,

   Ölümden ne korkarsın korkma ebedi varsın

Yunus , Sırat köprüsünden de korkmaz. Ve

Sırat kıldan ince kılıçtan keskin derler

Varıp anın üstünde evler  yapasım gelir

     Ne kadar, Allah yanında itibarlı bir yer edinmiş bu sözü söylerken.

     Yine ashabdan birisi “ Bir kişi cennete gidecek olsa ben o olmak için çabalarım, bir kişi Cehennem’i gidecekse ben  o olmamaya gayret ederim “ der.

PEYGAMBERİMİZİN ENDİŞESİ

    Hazreti Peygamber de endişe kavramı yeni bir boyut kazanır, o ümmetini endişe edendir. Büyük adamlar milletlerini peygamberler ümmetlerinden endişe ederler.

     Bediüzzaman’ın hayatında kendini endişe etmesi başına büyük riskler açar. Van’a  gittikten sonra kendini kurtarma endişesi ile ibadete verince , alıp Barla’ya sürgün edilir, bunu kendisi söyler.

     Hazreti Musa  dağdan döndüğünde ümmetini çok kötü bir durumda görür, sürekli onlara yerler gökler  İlahını anlatırken döndüğünde her şeyi unutmuş olan bu garip insanlar bir buzağıya tapmaktadırlar. Onları bırakıp gitmez , onları kurtarmaya gayret eder.

UYANIK VE DÜŞÜNEN İNSANLAR

     Bediüzzaman Peygamberimizden en büyük miras olarak bu endişe kavramını almıştır, o peygamber muavini olan büyük insan sanki “ümmetimin ahiretinden ve dünyasından endişe et, onları uyanık ve düşünen insanlar haline getir” emrini almıştır, veya gibidir diyelim, çünkü bu doğru ama fiktif bir yorumdur.

    “Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem, orası da bana zindan olur” der.

    Ne kadar büyük bir endişe değil mi, bir bize kendimize bakalım, bir de bu sözün sahibine. Endişeden mutlu olmak işte Bediüzzaman. Biz küçük mutluluklarla mutlu olurken o endişeden mutlu olur.

BU GÜN ALLAH İÇİN NE YAPTIN?

     Uçuruma  düşerken bile endişesi davasıdır “ ah davam “ diye feryat eder. Bir çok insan bir araya gelmişiz, endişesi dünyevi makul isteklerini gerçekleştirmek olan birçok sözde uhrevi insanlar. “Bugün Allah için ne yaptın” endişesinden mahrum insanlar.

     Kendini bir itfaiye neferi gibi gören

   “Karşımda büyük bir yangın var,  alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor”  diyen bir şefkatli baba ve ana gibi

    insanları küfrün ve inkârın ve ibadetsizliğin, lakaytlığın yangınından kurtarmaya  çalışan insan.

   İnkâr büyük bir yangın,

   dini hakaika yabanileşmek büyük bir yangın,

   ibadette aşksızlık bir büyük yangın,

   herkes sokakta kendi yangınını anlatmak için yangın var diye bağırsa yeridir. Çünkü herkesin yanan  bir yanı vardır.

   Fuzuli  yalnızlık yangınını anlatırken, dar bir yerde kalmıştır.

Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bad-ı  sabadan gayri

Der.

     Bediüzzaman ‘da endişe  kavramı o kadar çok işlenmiş ki neredeyse bir kitap olacak kadardır. Bediüzzaman  denen bu büyük adam adeta endişeden doğmuştur.

    “Ben de Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir  nur olduğunu bütün dünyaya isbat edeceğim “ demek , işte Bediüzzaman’ın rahm-ı maderi.

ÖLÜM VE HAYAT HAKİKATI

       Onuncu söz bir endişeden doğmuştur, çünkü ahireti anlamayan  bir zihin büyük bir olumsuzluk içindedir, Bediüzzaman imanın bu büyük kapısını açmak için on iki kapılı bir hakikat sistemi kurmuş, önce o hakikatlerin girişini suretlerde anlatmış daha sonra ise hakikatlere geçmiş, ne kadar harika bir tefsir ve tasarım.

    Miraç bir endişeden doğmuştur. Barla’da miraç konusunda ruhani mi maddi mi konusunda hocaların tartışmasını biri  O’na nakleder o da birkaç dakika düşünür ve Şamlı  Hafız Tevfik  Beyefendi’ye “ yaz  Şamlı “ der. Sonra emsali olmayan bu bahis nasıl ortaya çıkar. Bediüzzaman’ın bütün eserleri onun endişesinden doğmuştur.

BU EJDERHA İMANIN ESASINA İLİŞECEK

     Tabiat risalesi bir endişeden doğmuştur, kendisi anlatır. “Bin ü ç yüz otuz sekizde Ankara’ya gittim. (Zannedersem 1922 li yıllar)İslam ordusunun Yunana galebesinden neşe alan ehli imanın efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim bu ejderha imanın erkânına ilişecek! “ (Tabiat risalesi )Toplumun imanını nasıl korumaya almış zihninde  endişeye bak” Eyvah dedim bu ejderha imanın erkanına ilişecek” Hergün,  evlerde okullarda,  salonlarda, sokaklarda erkanına ilişilen iman  ve imanı kendine dava edinmiş endişesiz insanlar. Demek endişe kişinin imanından doğan bir olağan üstü insani ve imani durum.

    Nurları dar bir  kalıp içinde görmeyi sadakat telakki eden , Bediüzzaman’ı kendi dar dünyasına hapsetmeye çalışan sözde sevenler. Onu çok yükseklerde görüp hayatın içinden kaçıran yorumlar.

    Dağlar gibi insanları küçük mülahazalarla kar tanelerine çeviren mülahazalar.

    Sineği bile kendi sanatına yeryüzü galerisine koyan Allah, Akif ‘i Bediüzzaman’ı anlatmakta bir mukayese  unsuru göremeyen mülahazalar.

    Küçük dağlar , tepeler ve çukurlar bile dağların büyüklüğüne selam durur. “Bir dağ ne kadar yüksek olsa bir tarafı yol olur “diyen halk şairi , azamet ile insanı birleştirir.

     Karşısındaki kadının titrediğini gören Hülasa-i Kâinat, “Korkma be kardeşim ben kral değilim, kuru ekmek yiyen bir dul kadının oğluyum “diyen. Nebiyyi Zişan “

     Her bahsin arka planında bu Bediüzzaman endişesi var. En büyük endişelerinden biri kitapları ve talebeleri!

      Talebelerinin haysiyetini sırtında yumurta sepeti taşıyan bir yumurtacı hassasiyetinde koruyan insan!

    Ayeti Hasbiyede bu endişelerini uzun uzun anlatır. “ Hayatımı ve  ve bekamı  o resailin  hakaik-i  imaniyeyi  isbat eden  her bir risalenin  bekasına  , devamına , ifadesine , makbuliyetine  feda etmeğe  her vakit  hazır olduğumu  ve saadetimi onların Kur’an’a hizmet etmelerinde  bildim.”(Ayeti Hasbiye)

Bir kitap olacak azamette bir konu Bediüzzaman’da endişe kavramı. Herkes kendi endişe kavramını tahlil etsin Bediüzzaman gibi toplumu, Müslümanları düşünen endişesi olmuş mudur, yüreğini ve aklını yoklasın.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.org

 

Sezai Karakoç ve Bediüzzaman’da Diriliş Teması

Diriliş

Yeniden başlamak yazmak sanatına
Kat kat olup açılmak gök katına
İndirmek yeryüzüne Allah’ın rahmetini
Bir gül gibi sunmak dünya saltanatına
Yeni bir zamanı indirmek kılıç gibi
Güneş saatine geceler saatine
Varmak Rabbani ile çileye katıp çile
Muhyiddin-i Arabi ve Mevlana hakikatına
Gökyüzünü dolduran meleklerın sabrıyla
Kaldırmak aşk kadehini insanlık sıhhatine
Harfleri ve sesleri sözleri kelimeleri
Kitapları getirmek peygamber fıtratına
Merhameti ruhun in iç musikisi yapmak
Ve ölümü çevirmek diriliş hayatına (1982)

KELİME VE CÜMLELERİ PEYGAMBER FITRATINA GETİRMEK

Yeniden başlamak yazmak sanatına, dirilişin en önemli unsuru yeniden başlamak yazmak sanatına bundan geçmişin yazılanlarının diriliş için yetmediği ironisi vardır. Yazmak ile gökyüzünden Allah’ın rahmetini indirmek. Ama bu yazmak ile olacak bir iştir. Ama yazıyla çıkılan gökten indirilen gül gibi sunmak zarafette, incelikte bir metin, insanların iştahını kabartan dünya saltanatına sunmak. Şimdi yeni bir zaman talebi gelir yazmanın yeniliği gibi yeni bir zamanda indirmek, hem yazıyı hem zamanı yenilemek. Yeni olan üçüncü anlam Mevlana ve Muhittin-i Arabî hakikatıdır. Onların insanı ve kâinatı algılama tarzına. Melek sabrı ile çalışmak çileye çile katıp çalışmak. Aşk kadehini insanlık sıhhatine kaldırmak, her şeyi yeniden dizayn etmek peygamber fıtratına Uygun, harf, ses ve sözleri, peygamber söyleminden ve sıhhatinden uzak kalmış olan bütün kelimatı cümleleri peygamber fıtratına getirmek aradaki mesafeyi kaldırmak. Sonra ne merhamet, o ne olmalı ruhun iç musikisi olmalı ve ölümü çevirmek diriliş hayatına.

Bu yazılanlar Bediüzzaman’ın ta otuzlu yıllardan itibaren yaptıklarıdır. Bediüzzaman kendinden önce yazılanlardan farklı yazmış adeta yeniden yazmıştır. Revize etmiş temaları teknikleri yeniden yazmıştır. Ayet ül Kübra’da, Haşir de Mesnevi ‘de 22 Sözde, daha birçok risalede yeniden bakmıştır hakikate . Şairin hala temennide kalan ferdi ve toplumsal isteklerini elli yıl öncesinden gerçekleştirmiştir. Yazılanların diriliş için yetmediğini bildiği için Hutbe-i Şamiye’de toplumu hasta insanı diriltmek için altı önemli hastalığı tedavi çareleri öne koyar. Gökyüzünden Allah’ın rahmetini indirmiştir, çünkü bin yıldır kendi tabiri ile rahnelenen kalbi ve itikad-ı umumiyi yazdığı eserler ile tamir ve tedavi etmiştir. Dehalar konuları devam ettirmez onlara yeniden bakarlar diyor, deha musannifleri. Herkesin her gün gördüğü şeylere onlar yeniden bakarlar.

İKNA OLMUŞ AKLIN KALB İLE BİRLİKTELİĞİ

Çile Bediüzzaman’ın hayatına yapan en önemli unsurdur. Bütün eserleri bir çilenin mahsulüdür. Ama o tasavvuf vadisinin iki büyük piri gibi değil onlardan farklı yaklaşır hakikata. onlar gibi kalbin ışığında bakmaz, onlardan farklı olarak hakikata önce aklın daha sonra ikna olmuş aklın kalb ile olan birlikteliğinden bakar. Bu yüzden bahislerinin adı mirac hakikatı, haşrin hakikatı, meleklerin hakikatıdır. Mevlana ve Muhiddin asrında kalp dalalet vadisine uğramamıştı, ama bunun asrında kalb aklın münkirane ve felsefi iğvasıyla rahatsız olmuş ve kalbin yolunu terk etmiş, nihilizme ve inkâra ve gaflete düşmüştü. Bediüzzaman ise onları tek tek tedavi etti. Marks ve Nice, Holbach ve daha birçok materyalist filozofun inkâr ettiği hakikatleri akıl ile düze çıkardı. Marks haşrin hakikatını anlamadığını söyler. Bediüzzaman İbni Sina ve Marksın anlamadığı bu hakikatı düze çıkarır. Marks ın atom konusundaki inkârcı fikirlerini eleştirir ve ortaya yeni bir itikad çıkarır kalemi ile çıktığı gökyüzünden. Gökyüzü derken gökyüzünden iki şey gelir bir ilham diğeri ise vahiy, Bediüzzaman vahiyden alınan ilhamla yazar, vahiy değildir, ama vahyin değiştiren hakikatı ile bakar hakikata.

Ben ağıt yazmayı sevmem
Ölümden değil dirilişten yanayım
Ölümden değil ölüm sonrasından yana
Ağıt yazmaktan değil mevlüt yazmaktan yana (1982)

Kaybedilen Osmanlı ve kültürü arkasından gelen cumhuriyet üdebası hep ağlarlar senfoni halinde. Hatta Karakoç Yahya kemal’in şiiri için “Bozgunda fetih rüyası “ der. Ama Yahya Kemal ağlamaz ama ağlamayı ima eden şiiri vardır. Anadolu coğrafyasındaki şehirlerin eski büyüsünü kaybettiğine üzülür. İklimlerin yeni manalar ve anlamlar üretmediğine üzülür. Yahya Kemal büyük bir milletin mazisine sığınarak teselli bulur, yeni bir ruh için maziyi yeniden gözden geçirir.

BEDİÜZZAMAN DERYALAR GİBİ ÜMİT DOLUDUR

Bediüzzaman’ın hayatında ağıt vari bir hal yoktur. En ümitsiz zamanlarda deryalar gibi ümit doludur. İstanbul işgal altında iken ümit doludur. İngilizler aleyhine bir küçük kitap yayınlar sokaklarda İngiliz ve işgal polisi ve askeri dolaşırken İngiliz siyasetini iflas ettirir. Yirminci yüzyıl başında dağılmaya yüz tutmuş imparatorluğun yeniden eski haşmeti için herkesin bir ırkı yücelttiği ortamda ümmet-i İslamı oluşturan ırkları bir insan bedeninde resmeder ve kürt. türk ve arabı aynı bedende üç değişik görüntü olarak resmeder. Herkesin ayrılmasını değil birlikte olmasını telkin eder. Otuz bir martta isyan eden taburları bir nutuk ile yatıştırır. “Zabitleriniz isyan ile kendilerine zarar veriyor siz ise isyanınızla şanlı Osmanlının geleceğini zarardide ediyorsunuz “ der. O taburları kumandanlar ve şeyhülislam bile düzene sokamazken. O en olumsuz anlarda dirilişi, yeniden düzene girişi başarır.” Hak bildiğim davada korku elimi tutamadı “der.

Fildişi ölümün işlemediği taş
Doğumunun yüzüğünde kaş olsa
İkinci doğumum olan ruh doğumumun
Benliği eskimiş giysiler gibi çıkarıp atan

Bu şiirdeki ikinci doğum, ruhun doğumudur. Eski ruhun ihtiyaca cevap vermeyen giysilerini çıkarıp atar. Eskiyi gözden geçirir. Bediüzzaman “ Eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal” der.Her iki şairin de felsefesi budur eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal.

Yeniden doğuş diriliş suru çalınca
Benim geri döneceğim şehir Şam dır
Bir başşehre döner gibi dönecek askerler
Belki yorgun fakat neşelerin en neşesiyle

Fırat sana geldiği zaman
Nasıl karşılayacaksın onu
Dicle sana geldiği zaman
Bir DİRİLİŞ başlangıcı
Bir kıyamet sonu
Nasıl karşılayacaksın onu 637
İroni düzeyi müphem olan bir diriliş vardır bu mısralarda. Yeniden doğuş. Diriliş Fırat ile Dicle ile onlar suyu temsil eder,

Alın Yazısı Saati isimli şiirin beşinci bölümü Akif’in Bülbül şiirinin kurgusuna benzer. Dirilememiş ve ölü Müslüman toplumlarına ağlar.
Bırak ben ağlayayım
Esir pazarında satılan Afganistana
Açlıktan milyonları kırılan Afrika’ya
Filipinler’e
Habeşistan’a Eritre’ye Filistin’e
Esaret prangasıyla kıvranan
Kafkaslar Azerbaycan Türkistan’a
Bütün milletlere ülkelere
Irmaklar gibi ben ağlayayım 644

Akif de ağlama hakkını kendine alır.
Senin hakkın değil matem
Benim hakkım sus ey bülbül

Şair ağlamayı kendine ayırır ve sabah yıldızına cesaret verir. Akif’in hilali sorgulaması gibi, Bülbül’ ü sorgulaması gibi. Karakoç ise SABAH YILDIZI’NI cesaretli olmaya çağırır. Çünkü bir yönden DİRİLİŞ’İN sembolüdür. Sabah günün diriliş anıdır, canlılık anıdır. Tek anlama sığmaz çok anlama sahiptir. Dirilişi temsil eden bir alegori de olabilir, bir sembol de bir başka anlamda.
Bu sabah yıldızı, bir kozmik nesne değil veya öyle. Ama o bir dirilişi sağlayan canlı bir öğedir. Şiirin daha sonraki heyetinde bu görülür

Sen demir gibi olmalısın
Çelik gibi sabah yıldızı
Ceyhun dursun ben ağlayayım
Seyhun dursun ben ağlayayım

Sen diriliş yıldızısın
Büyük Tanığısın
Tanrı’ya inanmanın

Ve baharda
Tomurcuklanan gül
Senin doğuşunla açar gözlerini dünyaya

Seninle uyanmıştır çoban
Çağırmaktadır sürüsünü
Yeni gün taze vakte

Seninle uzay aynasında
Keskin sesini ayarlar
Şah horoz

Ve yankılar yankılar yankılar
Gökkubbede eşsiz yankılar
Dağlardan dağlara
Ovalardan ovalara

Sen demir gibi olmalısın
Çelik gibi
Sabah yıldızı
Kırılacak bir kadeh değilsin
Bir meyhanenin
Kepenkleri inerken

Sen ruhumun rönesansı
Göğe vurmuş yansıması
Kalbin saf aynası
Ve ta kendisisin şafağın
Ta kendisisin sabahın

Korkma seni gölgeleyemez
Karanlığın öbekleri
Seni örseleyemez
Sabaha kadar havlayan
Şerrin köpekleri
Çevrende halkalanmış
24 saat nöbette
Peygamber ocağının bebekleri
Yeryüzü melekleri Kahraman
Asker tüfekleri
646

SABAH YILDIZI

Sabah yıldızı şiirde kozmik bir nesne olmanın ötesinde kurtarıcı bir mitik varlıktır. O her şeyi yeniden dizayn edecektir.
O bir karakterdir. Demir gibi olmalıdır. Demir bir dirençtir, Şiir 1979- 88 ile aradaki on yıla yakın sürede yazılmıştır.
Bir kahraman bekleyişi ve temennisidir. Necip Fazıl’ın daha sarih anlattığı G e n ç adam imajı ı gibi değil perdeli bir imajdır.

O bir atımlık barut değil, kırılacak bir kadeh değil, kadeh bir insanı temsil eder ananede. O yıldız r u h u n rönesansıdır. Göğe vurmuş yansımasıdır. O kadar dinamik özelliklere sahiptir.

Alın Yazısı Saati isimli elli sayfalık şiirde karakterin örtülü gibi görünen, yarı müphem yarı sarih niteliği görülür.
Tabii şair Bediüzzaman gibi kayıtsız bir insan değildir, bir bürokratın ve sistemin kayıtlarına göre düşünmek zorunda olan bir insandır. Bediüzzaman ise hiçbir zaman mana karanlığından manalar çıkarmak istemez, çünkü ruhları inşa etmek için hakikatlerin çıplak olması gerekir. Bütün anlattığı bahislerde muhatapları çıplak hakikatle yüz yüze kalırlar. İslamın en kapalı telakki edilen miraç ve kader gibi bahisleri onun elinde bir lise öğrencisinin bile anlayacağı bir düzeyde izah edilir. Bediüzzaman tasavvufun sembolik ve alegorik ve zaman zaman da fantasmagorik kurgularına iltifat etmez. Muhittin-i Arabî’yi gözden geçirirken onun hakikatlere giydirdiği müphem kalıpları takdir eder ama hakikata tam kamet olmadıklarını söyler.

Onun şiirinde diriliş kelimesinden doğan cümleler ve imajlar Türkiye’deki muhafazakâr hayatın kendini isbat ettiği dönemlerde artar. Onun dirilişi beklediği yıllar Bediüzzaman büyük zaferler kazanmış ve ortaya perde altında da olsa bir nesil bir hakikatı yaymayı kendine görev telakki etmiş insanlar çıkmıştır. O Bediüzzaman’ın ektiği tohumlar meyve verdikten sonra D i r i l i ş konusunda fikirler ve imajlar öne sürmüştür.

HIZIRLA KIRK SAAT

Hızırla Kırk Saat yüz yirmi beş sahifedir. İsmi ve Kırk rakamı dirilişi temsil eder ve ona ima ederler. Çünkü Hızır hem kozmik dirilişi temsil eder, hem de ani dirilişi. Kırk da dirilişin ilk durağı olan bir rakamdır. Kırk kişi olan Peygamber-i Ekber, Ömer ‘in katılımı ile dirilmiş toprak altındaki hidayet birden yer yüzüne çıkmıştır. Kırk harfi rakamların esrarlı olanlarındandır, kırk günde ölünün kırkı çıkar, kırkında loğusa kadının kırkı çıkar, kırk gün iyi olan kırk birde de iyi olur, kırk gün kötü olan kırk birinde de kötüdür. Şair Hızır ile birlikte kırk saat geçirir onunla her anlam katmanında müphem, sarih, işari, kapalı daha birçok mana katmanında konuşur. Bu dirilişin konuşmasıdır. Hem saat hem şahıs hem de şair üçü birden bir ölünün başında onu diriltmeye çabalarlar.

Şair burada ölümün nedenleri üzerinde durur, dirilişi konuşur. Önce ölümü tahlil, daha sonra dirilişi ortaya koymak. Şiirin başı tamamen ölümü ve dirilmeyi anlatır.

Bediüzzaman da otuz üç rakamı ile Haşir ve Otuz üç pencere isimli eserlerinde otuz üçün sırlı rakamında insanı diriltmeye çalışır. Haşir de otuz üç bahis vardır, kalbinde öldükten sonra inancı cansız olan insanı diriltir, bu en büyük diriliştir, imanın bir cüzünün dirilişi, ama en canlı damar.

Hızırla Kırk saatin başında Kur’anları duvarlarda asılı duran ama okumayan bir millet vardır. Okusa bile anlayanı yoktur kitabın. Kanunları da uyulmayan kanunlardır, kağıtlara yazılıdır ama uyulmaz. Taşa kayaya ve su çizgisine yazılmışlardır. İnsanların nesne ilişkileri kuramları yoktur. Nesneler ile barışık ve ortak yaşayan vahiysel insan yoktur. Hayatlı olmak evren ile sağlıklı ilişkilere bağlıdır. Hızırla kırk saatin ikinci bölümünde dirilişi sağlamayan hocaları eleştirir açıkça
“Ey yeşil sarıklı hocalar bunu bana öğretmediniz.”Mutsuzluğun kaynaklarını sayar kadın üstün ama mutlu değil, hükümdar halka yalvarır ama zulüm eder. İnsanlar havada uçmuş ama yerde ölmüşlerdir. Yeni putlar edinmiştir toplumlar put kırmayı öğreten yoktur. Bunlar ölü bir toplumun tasvirleridir., ölüm kitap ve hocalarda karar kılmıştır.Bediüzzaman da Kur’an a bakış açısını yeniler ve dirilişi hızlandırır, Hoca’ların asır ile ilişkilerini kuramadığını eleştirir. Buralarda geçişler vardır.
Sonra da çıkışır

Ey ulular sizin bana öğretmediğinizi
Ben zamandan öğrendim 179
Bu zaman Bediüzzaman olmasın hocaları değil onu dinlemiştir.

Öldükten sonra insan nasıl dirilecekse
Ölmeden ben öyle dirildim. 187

Ne yaptı da dirildi şair, öldükten sonra dirilmenin kalplerinde ölü olduğu insanları dirilten Haşir risalesidir.

Kalpte haşir inancı ölü ise öldükten sonra da dirilmek yok.
Sadece diriliş Haşir risalesinde değil daha birçok eserinde geçerlidir.

Hızırla kırk saatte bütün İslami temaların içinde bir roman kahramanı gibi dolaşır, Bediüzzaman da anlatımlarında yeniden dirilişi sağlayan temalarında ama bir farklı anlam tabakaları içinde değil sarahatle hem kahraman hem d e anlatıcı olarak vardır.
Hızırla kırk saatte şair maziye gider istikbale gelir, temaları, mekanları şahısları yeniden yorumlar. Ama tek manaya değil çok manaya katılır. Ayet ül Kübra da kahramanın macerası Hızırla Kırk saatteki Hızırla konuşan adama benzer. İkisi de farklı dirilişleri farklı şekillerde anlatırlar.
Bediüzzaman Kur’an’daki vakaları yeniden yorumlar, onları klasik asırlarca yorumlanan şekli ile değil yeniden yorumlar. Hızırla Kırk Saat’te anlatıcı peygamberlerin maceralarını yeniden yaşar. Bediüzzaman, Eyyüb, Yunus ve Yusuf peygamberin kıssalarını yeniden yorumlar, günümüze uyarlar. Yeni yorumlar, yeni anlamlar ortaya çıkararak zihinde dirilişi sağlar, ülfet edilen anlamlar dirilişi ortaya çıkarmaz.

Karakoç , ironisi bazen güçlü bazen saklı , açık eleştirel bir dil kullanır, olan olmakta olan,olmuş olanı olumsuzu bibersiz bir dille eleştirir.

SAĞLIKLI DÜŞÜNME

Bediüzzaman da eleştirmendir dirilişi sağlamak için, o temaların yanlış anlaşılmasını yerine yeni yorumlarını getirmek suretiyle dirilişi sağlar. Onda diriliş itikadi diriliş ki onun en önemli faaliyeti ve gaye-i hayatıdır. Bütün yoğunluk onlar üzerindedir.
İkinci kısım diriliş ise sosyal sorunlar İslam dünyasının batı karşısındaki çözülmüşlüğüne bulduğu diriliş reçeteleridir, bunlar Hutbe-i Şamiye ve Münazarat gibi eserleridir.
Bir de insan hayatının çeşitli dönemlerine neşter vurup diriltmeye çalıştığı eserleridir, hastalığı bir psikanalitik vaka gibi alır ve insanı hasta iken sağlıklı ve diri düşünmeye çağırır.
İhtiyarların hayata bakışını diriltir, kadınların hanımların gençlerin, çocuğunu kaybetmiş anaların ümitsiz ruhlarını diriltir. Toplumu oluşturan kesimlerin sorunlarını yeniden yorumlar ve onları diriltir.
Diriliş aslında evrensel bir temadır. Tolstoy’un da diriliş diye bir romanı vardır, hakikat onda da başka bir şekilde fiktifleşir.
Seza i Bey ise muhafazakâr kesimlerin ve kaotik yılların iyiye değişimini izler, gördükleri olumsuzlukları eleştirirken olması lazım gelene göndermelerde bulunarak dolaylı diriliş tarzları önerir.
Bediüzzaman ise korkunun elini tutamadığı adam sistemle, tağutlarla dalaşmadan hastasını diriltmeye çalışır. O Eserlerini bir eczane-i Kur’aniye olarak niteler, kendi de en önemli tabiptir. Özellikle tabib kelimesini Hutbe ve Münazarat da çok kullanır. Hutbe-i Şamiyede altı hasta özelliği olan imparatorluk ve İslam dünyasının bu altı hastalığını anlatır ve çareler öne sürer.

EVRENDE ESAS AMAÇ GÜZELLİKTİR

Daha sonra dirilen bu insana dünyaya nasıl bakması lazım geldiği konusunda fikirler öne sürer. Dünyaya Biyoloji, Zooloji, Tıp ve Astronomiye, Anatomiye göre bakarak canlanan bir insan modeli çizer.
Evrende asıl amacın güzellik olduğunu ilimlerinden hedefinin güzellik olduğunu söyler saydığım ilimlerin analitik bir şekilde güzele hizmet ettiğini söyler, arkasından altı hasta özelliği dirilen insanın imparatorlukları yeniden inşa edecek Osmanlıcılığı ve ittihad-ı İslamı toplumun yapı taşı olan insanın sağlıklı şekilde ortaya çıkmasıyla dirileceğini anlatır.
Bediüzzaman temaları diriltirken uzun açıklamalarda bulunur, yapısı ve işi gereği. Şair ise nasir kadar hür olmadığından temaları şiirsel imajlarla yeniler.

Öleni ölümle diriltmek
Ölümle sağ tutmak sağ olanı
Ölümün ışını ile görmek 223

Bediüzzaman ölümü yeniden dirilmenin önemli öğelerinden kabul eder. Ölümü yokluk görene , “Ölüm idam değil hayatı ebediyenin mukaddemesidir “der.

Diriliş ve değişim iki akraba kelime dirilişten önce değişim gelir, ancak yardım ile olur Mevlana’nın Şems ile buluşması gibi. Peygamberin vahiy ile buluşması gibi.
Şamdayız
Mevlana ve Mesnevi
Muhyiddin ve Yasin
Şems ve Füsus
Şems nasıl değiştirdi
Bengisu sarnıçlarından geçirerek
Mevlana Celaleddin’i
Ve Yasin bir delikanlı biçiminde
Ağır ölüm hastalığında
Nasıl iyileştirdi İbn-i Arabi’yi 230

Hızırla Kırk Saatin kırkıncı bölümü yine kırkın derleyen toplayan değer tablosundan hareket eder. Kırk nasıl derlenmenin miladı ise Mehdi de derleyen adamdır.
Şair

Konuşacak Mehdi
Geldi derleniş günü
Derleniş toplanış vakti
Artık her gün her gece
Bir kadir günü ve gecesi
Kur’an iniyor dağlardan tepelerden
Yağmur onun yedeğinde
Horozlar en keskin sesleriyle ötmede
Koyunlar ışıldıyor yünlerinde
Yeni ve keskin bir bilgelik keçilerde
Doğudan batıya bir şimşek atlardan
Heyemolalarla inip çıkan
Bir eleğim sağma develerden
Kadınlar örtünürler Meryem örtülerini
Bacalar yeniden tüter
Odunların en sertinin yanışından
Bırakarak gökyüzünde bir ocak sisi
Dağlarda bir başka coşkunluk çağlıyor
Menekşede çiğde kekikte ses var
Bir vahiy uğultusu arılarda
Karıncalarda hikmet suskunluğu
Barışı ve çalışkanlığı sağduyunun
Derleniş toparlanış diriliş saati
Geldi

Bu Bediüzzaman’ı öğretisini ve onların âleme getirdiği değişimi anlam farklıklarını nesnelere yansıtan harika bir apokaliptik imajlarla zengin ve analojik imajların masumiyetine bürünmüş bir baş yapıt bir büyük şiir.
Mehdi derleyen toparlayan demek, dirilişin atardamarı demek, hidayet eden her yönde insanları derleyen toplayan demek!
Mehdi canlanmak demek mehdi ölümden yeniden hayata dönmek demek, her yönü ile ölü bir toplumu canlı hale getirmek demek.

KUR’ANIN SABAHINDA UYANIN

Bediüzzaman! Beş yüz senedir yattığınız yeter, Kur’an’ın sabahında uyanın “ der. Nasıl Nebiyi zişanın vahiysel nazarı bedevi bir kavmi en üstün insanlık düzeyine getirdi ise onun bu asırdaki temsilcisi olan bu zat’ın sözleri de toplumu değiştirdi, bulutlar ve rahmet şeklinde kalplere yağdı şair’in sözü ile
Kur’an iniyor dağlardan tepelerden
Yağmur onun yedeğinde

İkisi de rahmet yağmur gökten yağar, Kur’an gökten gelir ikisi de enzele münzele,
ve enzele minessemai maen ,
ve inzal-i kütüp ve rüsül . Rahmetin mücessemi nebi-yi Zişan,
Taha’nın Kitabı
İsimli şiirinde
İnsanda insanlığın yeşerip solması ve yeniden dirilişi
Der.
Birinci Bölüm
Değişim ile başlar, dirilişin kardeşi olan bir kelime, şairin beş on diriliş türevi olan kelime etrafında dönen tematik felsefi telakkisi ve isteği ve talebi Tahanın Kitabı şairin çocukluk coğrafyasından ülkeye bakış, bir yeniden gözden geçirme
Taha bir kavis ile değişimi yakalamıştır. Şair bu kavise neler yüklemiştir, yoksa gökte beliren ayın insanlığa getirdiği yenilikler ve mana iklimleri midir?

Taha, Yarasalar ve Kavis değişimin hazırlandığı üç ayaklı tezgâh

Değişim ve zaman kim bu zaman Bediüzzaman mı? Kapalı ironi ile konuşur Karakoç Bediüzzaman’dan bahseder, yazılarında açık şiirinde müphem.

Yeni çağ ve yeni zaman
Geldi ve geçiyor aman
Kurtulur ona yapışan
Kurtulur ona yapışan
Kurtulur yeniye koşan
“Risale-i Nur bu devirde bir hablullahtır” der Bediüzzaman. Ona yapışan kurtulur, bu bu cümlenin yeni akordu değil mi ?
Beni bekledi bu satırlar iki değişimcinin arasındaki gizli iletişimi keşfetmek için ya kim olsaydı sanki.

Bu adam ve öğretisi ne yapmıştır

Artık dağ taş Cebrail’dir
Daha doğrusu Sur –ı İsrafil’dir
Her şey onunla canlanmıştır, Anadolu onun sayesinde canlanmıştır,
Hoca Efendiler onun ruhundan aldığı hızla Osmanlı akıncıları gibi ülkenin dört bir yanına okullar ve dershaneler dizmiş, Abiler Osmanlı ruhunı yeniden inşa etmiştir.

Bitmez bir tükenmez bir hazinedir iki büyük adamın ruh iletişimi. Karakoç ve Bediüzzaman.

Prof. Dr. Himmet Uç

Kaynaklar;
Bediüzzaman’ın eserleri ve Sezai Karakoç’un Gün Doğmadan şiir kitabı.

Vahiysel Yolun Üçüncü Suvarisi: Hazret-i Ömer

Hz. Ömer fil vakasından on üç sene sonra Mekke’de doğdu, 582.Pehlivandı, iyi bir binici idi, iyi hatipti, iyi silah kullanırdı, devletin bir bakanıydı.

Hz. Hamza’nın Müslüman olması Kureyş’i tedirgin etti, peygamberi öldürmeye karar verdiler.

Ömer hiddetle yerinden kalktı, hışımla yola koyuldu, kaderinden habersiz, yapacağı işten emin yola koyuldu. Eniştesi Said ile Kız kardeşi Fatıma’nın Müslüman olduğunu yolda öğrendi, onları ortadan kaldırmak için evlerine gitti, eve yaklaştığında Kur’an seslerini duydu. Ömer içeri girdi yumruğunu eniştesine vurdu, kanlar içinde yere uzandı, sonra kardeşine vurdu. Kız kardeşi bugüne kadar büyük saygı gösterdiği kardeşine karşı “Ey Ömer Allah’tan kork, biz Müslüman olduk, ne yapsan Müslümanlıktan vazgeçmeyiz. Bir kadının böyle yiğitçe kendisine mukabele edişini Ömer acaip karşıladı, bunu değiştiren ne idi, bu nasıl böyle cesurca mukabele ederdi. Fatma’nın imanının tesiri onun küfrünü birden bire eritti, inceldi, yumuşadı. Okunan şeyi istedi, Hadid suresinin ilk yedi ayetini okudu, “şimdi bu yer gök sizin rabbinizin mi dedi” evet öyle dediler. Bizim Kâbe’de bu kadar putumuz var hiçbirinin bir karış toprağı yok” dedi. Kalbinin derinliklerinde küfür yerine iman lem’aları parladı, birden “Beni Muhammed’e ASM götürün” dedi.

Hz. Hamza “iyi niyetle gelmişse ne ala, yoksa kendi bilir”

Kulağı arşı dinleyen Nebiler Nebisi büyük trajediyi hissetmişti, bir okyanus yön değiştiriyordu. “Bırakın gelsin” dedi.

Bir sonsuz azametin karşısında bir büyük dağ eğildi, diz çöktü, ağladı, sevinç içinde şehadet getirdi.

Ömer bir dönüm noktasıydı Müslümanların hayatında. Sebeplere büyük riayet gösteren hülasatül alem birden onun “neden Kabe’de namaz kılmıyoruz,” deyişine makul karşılık verdi.

Hep birlikte Kabe’ye doğru yola çıktılar, tam kırk kişi , büyülü bir rakam kırk belki de o günden sonra bu büyüyü kazandı.

Kırk rakamında ne kadar büyük manalar var, o ayrı bir konu.

Ann Mari Şimnel onu Rakamların esrarında izah eder.

Başlarında Hz. Nebi yürüdüler, dünyanın en büyük değişim sahnesi , büyük zulüm karşısında hiçbir şey beklemeden tevhidi kabullenmek, kainat ve bütün mafiha , edyan-ı sabıka, sabık salihin bu kırk kişi ile mukabele edilmez.

Bir gece vakti Bediüzzaman’ın arkasından gitmeyi kabullenmiş, kalpleri altın, suretleri fakir ül hal insanlar, zulüm ve istibdadı devlet diye dikmiş bir güruh tarafından gece vakti katledilmeye götürülür, başlarındaki büyük insan insafa gelir, bu büyük katliam gerçekleşmez. O yürüyüş bugünkü büyük değişimin çekirdeğidir.

Kureyş “Ömer onları önüne katmış getiriyor” derler. Ama Ebu Cehil gelişin manasının farklı olduğunu anlar. Ömer yanlarına varır, “Beni bilen bilir, La ilahe İllallah der” Bütün ladini felsefenin belini kıran Bediüzzaman “küfrün bel kemiğini kırdım” der, Ömer de küfrün bel kemiğini kırmıştır. Artık küfür sarsılmış, tezelzüle uğramıştır.

O günlerde açıkça ilk namaz kılınır, ilk namazı Hz. Hatice ve Ali ile Peygamberimiz kılmışlardı, Cebrail onlara öğretmişti. Şimdi kapalı mekânlardan namaz açıkça kılınır hale gelmişti. Toprağın altından dışarı çıkmış, sonra bütün dünyaya “Hayyalel felah” diye ses vermiş ve kalplerde azametin belirtisi, bedenlerde haşmetin alameti olmuştu.

Hz. Ömer İslamı kabul ettiğinden ruhunu teslim ettiği ana kadar İslam yolunda hiçbir fedakârlıktan çekinmedi. Ensardan olan kardeşi bir gün Peygamberimizin huzuruna gider, diğer gün Hz. Ömer gider. Böylece Efendimizin her sözünü öğreniyor, her gün indirilen ayetlerden haberler alıyordu.

Bediüzzaman Hz. Ali’yi müfritane sevenlerin, Hz. Ömer’den teberrilerini yerinde bir muhabbet olarak yorumlamaz, zararlı görür.

Bediüzzaman onun şahid olduğu mucizelerden bahseder.

Resul-i Ekrem ASM “Ahmes kabilesinden gelen dört yüz atlıya yolculuk için zad ü zahire ver!” Hz. Ömer dedi “Ya Resulallah mevcut zahire birkaç Sa’dır. Kümesi oturmuş bir deve yavrusu kadardır. Ferman etti. “Git ver” O da gitti yarım yük hurmadan dört yüz suvariye kifayet derecesinde zad ü zahire verdi. Ve dedi “ Hiç noksan olmamış gibi eski halini aldı”

Tebük savaşında Hz. Ömer nakleder. “Susuz kaldık, hatta bazıları devesini keser, susuzluktan içini sıkar, içerdi. Ebubekir-i Sıddık Resul ü Ekrem ASM dua etmek için rica etti. Elini kaldırdı , daha elini indirmeden bulut toplandı, yağmur öyle geldi ki kaplarımızı doldurduk, sonra su çekildi. “

Ömer’in kadri yücedir, Peygamberimizin elinde zikreden taşlar onun elinde de zikreder.

Dağ taş onlarla alakadardır, Peygamberimiz ve dört büyük halife Uhud dağının tepesinde iken dağ neşelenir ve titrer.

Peygamberimizin vefatından sonra Hz.Ömer amcası Hz Abbas’ı şefaatçi olarak kabul edip “ Bu senin Habibinin amcasıdır, onun hürmetine yağmur ver der. Yağmur gelir.

Hz. Ömer Cebrail’i Peygamberimizin huzurunda Dıhye suretinde görür.

Yine Hz Ömer Hame adında bir cinninin Peygamberimize biat edip inanmasını görmüştür. Hz. Ömer İslam’dan önce de bir saneme kesilen kurbanın tevhide açıkça işaret eden kelimatını duymuştur.

Hz. Ömer Tebük savaşı öncesi malının yarısını İslama bağışlamıştır.

Resulullah fazilette Hz. Ebubekirden sonra Ömer’in geldiğin söylemiştir.

Kadisiye ve Nihavent savaşlarında İslam galip gelmiş İran devletine son vermiştir.

Vaktiyle Peygamberimizin müjdelediği Kisra’nın beyaz köşklerini ele geçirdiler, Müslümanlar. Hesaba gelmeyecek miktarda ganimetler, miktarı bine ulaşan develerle Beytül mal’a götürüldü. Hz Ömer İran devletinin inhidamı sonrası şükür namazı kılar, Allah’a dua eder. Ateşe tapanların saltanatı gidince Hz Ömer Müslümanlara hitap eder “Ey Müslümanlar dikkat ediniz ibret alınız. Ateşe tapanların hükümdarları gitti, üstünlükleri sona erdi, devletleri yok oldu. Allah onların yerine beldelerine, evlatlarına sizleri varis kıldı. Cenabı Hak bundan sonra sizin davranışlarını denetleyecek gözetecektir. Uyanık olunuz, şuurlu olunuz, dikkatli olunuz, iyi halinizi değiştirmeyiniz, eğer siz iyi halinizi değiştirirseniz, Cenab-ı Hak sizi başka bir milletle değiştirir. Ben şu ümmet üzerine başka bir şeyden değil kendi tarafınızdan ve kendi içinizden gelecek tehlikelerden korkarım”

Hz. Ömer’in o gün söyledikleri bugün de Müslümanlar için geçerlidir. Davanın menfaat ile mübadelesi yine Müslümanlara büyük zararları ve toplumsal nefretlere neden olabilir.

Kudus’e girerken süslü gösterişli elbiseler giymesini teklif edenlere “ Hak Teala Müslümanlıkla bize en büyük şerefi bahşetmiştir. Şeref olarak bize bu kâfidir. Kendimiz için ise sadeliği tercih ederiz”

Onun adını duyanlar kendine hemen çeki düzen verirlerdi. İsmi kıyamete kadar adaleti haykıracak bir büyük insandır. Adalet hissini yitiren insanlar için Ömer iyi bir ilaçtır. Peygamber ve arkasındaki dört büyük insan yolunu şaşıran insanlara her zaman rehber olacak niteliktedirler.

Aile fertlerinin sıkıntıya düştüğü kendine hikaye edilince , insanlık tarihi boyunca büyük bir rehber söz söyler. “ Hz Muhammed ASM Ebu Bekir ve Ben bir yola düşmüş üç suvari gibiyiz. İlk ikisi menzili maksuda istenilen hedefe ulaştılar, ben de onların yolundayım. Ne olur kimse beni onların yolundan ayırmaya çalışmasın. Medine’nin kenar semtlerinde bir çadır içinde yoksul bir kadına rastlar. Kadına “Ömer’den haberin yok mu ? diye sorulduğunda kadın “Allah belasını versin . Halifeliği süresince beş para alamadım , sürünüyorum” demiş, bunun üzerine Ömer ”İyi ama sen uzak bir yere çekilmişsin bir çadırın içinde tek başına yaşarken Ömer senin durumunu nereden bilsin ?” deyince de kadın “Beni bulamayacaksa devletin başına gelmeseydi” cevabını verince . Bu cevaba Ömer duygulandı gözlerinden bulgur gibi yaşlar döktü, kendisine gereken mali desteğin sağlanacağını bildirdi. Mahkeme salonunda sanık sandalyesinde oturması gerekirken kendisine saygı gösteren hakime “Senin huzurunda halktan biri ile Ömer eşit olmazsa sen hiçbir zaman hakimliğe layık olamazsın” der.

Ölümü öncesi cennetle müjdelenenlerden kalan altı kişiyi halifeyi seçmeye vekil bırakır.
Ona ilk defa Ömer ül Faruk diyen Peygamberimizdir (Asm.)

Peygamberimiz onun için “ Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki ey Ömer şeytan asla seninle karşılaşmaz. Sen bir yola giderken o muhakkak senin yolundan başka bir yola yönelir gider” der.

Bir gün hutbeyi okumaya gecikir, yirmi bir yamalı bir gömleği vardır, bir tek fanilası onu yıkamıştır, kurumasını beklerken daha kurumadan koşarak hutbeye gelmiş ve bir fanilası olduğu için onun kurumasını beklediğinden geciktiği yolunda özürde bulunur.

Hz. Ömer adaletin bir şahsa giydirilmiş bir karakteridir. Bediüzzaman ism-i Adli anlatır, âlemdeki bütün dengenin bu fiilin denetiminden doğduğunu ifade eder.

Adaletten hareketle de Haşir risalesinde âhiretin varlığını anlatır.
Onların izahı da bir başka sefere!

Prof. Dr. Himmet Uç

Hakikat ve Hikâye

Namık Kemal, geleneksel edebiyatçılara karşı romanı savunurken İntibah önsözünde bir hikâye anlatır. Hint’ten batıya geçmiş bir hikâye olduğu söyler.

Hakikat çıplak gezen bir kız çocuğu imiş nereye gitse aşağılanır, mahcup edilirmiş, o da utanır köşelere kaçarmış. Bir gün hikâye ye rastlamış ve hikâye ona ben sana bir elbise vereyim demiş, gittiğin yerlerde kabul görürsün. Bununla Namık Kemal hakikatlerin çıplak olarak anlatılmasının etkileyici olmadığını, soyut olduğunu, onları hikâye ve roman kılıklı metinlerle anlatırsak daha kabul göreceğini söyler. Bu yolda romanlarını yazar, örnek vermiş olur.

Bediüzzaman İslamın birçok hakikatını hakikat olarak yansıtmaz onları hikâyelerle kolaylaştırır, olayları dramatize eder. Sözler’in başında teorisini anlatır.

Ey kardeş, benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilatiyle sekiz hikayecikler ile birkaç h a k i k a t ı nefsimle beraber dinle.” (Sözler. 5)Birçok eserinde bunu uygular.

”Anlamak istersen şu temsili hikayeciğe bak dinle”der. Bu bir kalıp cümle gibi birçok yerde tekrarlanır.

Önce bak der, çünkü bir sahne ve bir tiyatro sahnesi , bir film sahnesi , bir olay örgüsü anlatılır.

İkinci Söz’ün başında sahne ortaya konur. “ Bir vakit iki adam hem keyif hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin talihsiz bir tarafa , diğeri hüdabin bahtiyar diğer tarafa süluk eder , giderler”(Sözler .15)

Bütün Küçük Sözler’de bu tekniği uygular,

İslamın temel argümanlarını birbiri arkasından hikâyelerle anlatır, anlaşılmasını kolaylaştır. Namazını kıl namazı kıl diye sürekli tekrar edilen ama zihne tefhim edilmeyen bir hakikatı Bediüzzaman has ve güzel bir çiftlik ve iki hizmetkar ve bir büyük hâkim örneği ile anlatır. Hem tiyatronun mekânı, hem şahısları hem de teması vardır. Bediüzzaman böylece dini bu hikâyelerle anlatarak çıplak hakikatı yani namaz hakikatını insan zihninde bir hikâye ile biçimlendirir. Her hikâyeyi önce bir tez ve tema ile başlatır, daha sonra temayı kolaylaştıran hikâyenin ana hatlarını belirtir, sonra vakayı canlı hale getirir, kahramanını kontrol eder, onun hayatını yorumlar ve mesaja varır. Sonunda hikâyeyi iradeyi zorlamayan ihtiyarı elden almayan nazik bir cümle ile bitirir.

“İşte sana iki yol. İstediğini intihab edebilirsin. Hidayet ve tevfiki Erhamürrahiminden iste” (Sözler. 22)

Altıncı Sözde bir padişah vardır.

Raiyetinden iki adama emaneten birer çiftlik verir. Çiftlikte fabrika , makine , at , silah gibi her şey vardır. Zaman ise fırtınalı bir zamandır, hiçbir şey kararında kalmaz. Bir genel sekreter, yaveri Ekrem vardır, iki şahıs ile padişah arasında ileşitimi sağlar, peygamberlere tekabül eder. Böyle fırtınalı bir zamanda çiftliklerin heba olup gitmemesi için onlara nasihat eder.Malı mal sahibinin kurallarına göre korumayı örgütler, zararlarını karlarını anlatır. O iki adam fermanı dinler ve ona göre yollarını seçerler, biri malını sahibine satar memnuniyetle, diğeri ise ben satmam der. Satan ile satmayanın hayatını takib eder ve onların akıbetlerini anlatır. Hikayeden hakikate geçerken şu cümle ile perdeyi aralar. “ İşte ey nefs-i pürheves Şu misalin dürbünü ile hakikatın yüzüne bak. “Ne kadar bilerek mantıklı , hesaplı kurar hikayelerini , temsili hikayelerini yani tiyatro şeklinde hikayelerini. Müminlerin nefislerini ve mallarını Allah’a satarlarsa karşılığında cenneti alacakları şeklindeki büyük vahiy hakikatını bir çiftlik örneği ile zihne yakınlaştırır. Nice çiftliğini iyiye kullanan insana yol göstermiştir bu hikâye. Ahirette bu hikâyeyi anlayıp ona göre davrananlar bir büyük yekün teşkil edecektir, Altıncı söz ile yolunu bulanlar kafilesi, bizde onlardan olalım.

Bediüzzaman hakikat ile hikâye arasındaki anlatım sorununu çok iyi takib eder.

Her hakikatı bir hikâye elbisesi içinde anlaşılır hale getirmek için büyük bir dramatizasyon zekâsı kullanır. Verdiği örnekler her günkü hayatta karşılaştığımız olaylardır. Kapalı sembolik örnekler kullanmaz, çünkü o zaman bahsi daha da anlaşılmaz ve karanlık hale getirecektir. Namazı anlatırken verdiği örnekte çiftlik , yolculuk ve istasyon ve bilet hergün karşılaştığımız nesne ve olaylardır. Hizmetkârlara verilen yirmi dört altın, ne kadar insan hayatının önemine vurgu yapar, yani hergün bize yirmi dört altın verilir, bu yirmi dört altını insanlar çok zaman altını bırak hurda demir fiyatıma bile satmazlar. Kimisi yirmi dört altını yirmi milyon altına çevirir, kimisi ise samana. Ne kadar namaz içinde de zaman bilinci verir. Yirmi dört altını olan adam ne kadar bilinçli harcar, ne kadar ince düşünür. İşte Bediüzzaman her saatini kaç altın yapmış biz onun kuyumcu dükkânından hergün altınlar alıyor onlarla dünyamızı ahiretimizi süslüyoruz. Zaten o kendini Kur’an’ın mücevherat dükkânının dellalı olarak kabul ediyor. Nur talebelerini de altın taciri yapıyor, çünkü talebeyi anlatırken hayatının en mühim gayesinin onları neşretmek olduğunu söylüyor, ve nurları kendi yazdığı eseri gibi görmesini istiyor.

Ne kadar ihmal ettiğimiz bir şey yani siz

Onuncu sözü kendiniz yazmış gibi kabul edeceksiniz, ama siz daha onu tam olarak kaç kere okudunuz, insan bir kitabı kendi yazmış olunca ne kadar okumuş olur, işte benim anlamadığım bu anlamanın ötesinde kendi yazmış gibi bir kitabı yazan adam nasıl başkalarına anlatmaz. İşte kendi yazmış gibi nurları anlatan adamlar olmadığı veya az olduğu için anlaşılmak ve anlaşılmamak problemi doğuyor. Bediüzzaman çok ideal bir talebe boyutu çizmiş kusura bakmayın ama biz böyle bir insanı yetiştiriyor muyuz, ver eline kitabı büyük bir hızla okusun ve bitirsin ve bitti.

Hutbe-i Şamiye’de’de bir insan anlatır altı büyük yarası olan bir hasta, ona altı büyük çare düşünür ve onu sağlam ve zinde hale getirir. Daha bitmedi , insana, kainata ve ilimlere onlardaki güzellikleri görecek şekilde bakacaksın der. Çünkü kâinatta aslolan güzelliktir. Böyle bir tip hastalığından kurtulmuş ve bakış açısı kazanmış bir tip, bir de nurları kendi eseri gibi görerek okuyan ve anlatan al sana harika bir tip, ne Akif’in Asım’ı ne Fikret’in Haluk’u , Ne Reşat Nuri’nin Feride’si, ne Dosto’nun Raskolnikofu, bu işte Bediüzzaman’ın ideal insan tipi. Her millete yakışır ve yaraşır. Biz daha anlama anlamama kavgasındayız atı alan üsküdarı geçti su sokaklarda tahripten bu kadar zevk alan insanları görünce sabaha kadar uyuyamadım, sembolik olarak bir parka oturup bütün öğretmenler, üniversite hocaları ve imamlar birlikte ağlayalım , çünkü biz görevimizi yaptık mı acaba . Elimizdeki değerleri harcıyor teknik konuları dava haline getiriyoruz, ama olaylar bize ne diyor anlayalım.

Lükse , makama , paraya , yazlığa kışlığa büründük.

Milyonlarca lise öğrencisinden kaçına hitap ediyoruz, bunları düşünen kaç zeka var. Birgün bir orta okulun dağıldığı sırada üç bin kişinin dağılışını gördüm, Allah’ım bunların imanını bizden sorarsan biz ne yaparız, dedim vallahi ağladım. Birlikte ağlayacak adam yok. Bir rutin hak pazarlaması ve azarlaması heyhat.

Nerdesin başkasının günahına ağlayan adam. Hadi biz de bunların günahına ağlayalım. Bu romantizm değil doğrusu bu, Necip Fazıl

Haykırsam kollarımı makas gibi açarak

Durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak
Derken neler düşündü acaba . ..?

Prof. Dr. Himmet Uç

Hutbe-i Şamiye’ye Sosyolojik ve Eleştirel Yaklaşım ve Bir Bediüzzaman Sosyolojisine Doğru

Hutbe-i Şamiye Ekseninde İslam Birliği ve Küresel Barış Konferansı Tebliğidir.

Dünyada büyük gelişmelerin olduğu dönemlerde bilim ve sanatın gereken önemi gördüğünü müşahede ediyoruz.

Bediüzzaman’ın bütün eserlerinde, burada ise Hutbe-i Şamiye’de genel bir perspektifi var, yani her olayda onu yöneten temel bir prensibi var. Nereye baksa o temel noktadan hareket ediyor. Bilim ve sanata dayanmayan değişmeler kabukta kalmış ve toplumlara bir şey getirmemiştir. Son yüzyılda izmlerin toplum hafızasındaki kalıcı izleri ile dinlerin mükemmel eylemlerle temsil edildiği tarihi dönemlerdeki sanat ve ilim tesirleri kıyaslanamaz. Bediüzzaman medeniyet tarihini okumuş demiyorum, okumanın ötesinde medeniyetin neler üzerinde gerçekleştiğini görmüş. Bu yüzden temel argümanları her zaman her konuştuğunda veya yazdığında çeşitli şekillerde hissettirir, gösterir, hatta bazen ona ikazda bulunur.

GÖZLEMLERE DAYANAN KONUŞMALAR

Bediüzzaman bizde ayrıntısı verilmeyen şablon cümlelerden kaçınır. Onun siyasetnamelerinde yani toplumu reorganize etmeye yönelik toplumsal, sosyal eserlerinde kendisine gelinceye kadarki gelenekten ayrıldığı yön, gözlemlere ve ayrıntıya dayanarak konuşmadır.

Hutbe-i Şamiye’de değişimin sağlanması için iki ana bakış açısı ile bakar her şeye:
Birisi fenni diğeri ise sanatlı bakış.

Çünkü fenlerin ve sanatın bakış açısı ile evreni ve insanı yorumlamayan bir düşünceden insanın melekat birliği doğmadığı gibi toplumların devletlerin de birlikte olması imkânsızdır.

Osmanlı kültürünün hükmettiği coğrafyalarda sadece siyasi bir birliktelik değil edebi ve kültürel bir birliktelik üzerinde durduğu görülür. O siyasi anlamda bittikten sonra da onun asıl yıkılması kültürel ortaklık ve birlikteliği sağlayan eserlerin ve felsefenin yok edilmesi olmuştur. Onun yerine konan kültürün ve sanatın, bilimin ve fennin toparlayıcı bir yapısı olmadığından dolayı sonraki inhitatlar yaşanmıştır ve yaşanmaktadır.

Onun fenni ve sanatsal bakış açısı her cümlesinde hissedilir.

Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuştur ki kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-ı bizzat ve Sani-i Zülcelal’in hakiki maksatları hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 41)

Burada iki büyük birliktelik sağlanmıştır.

Tarih boyunca ilimle din bir türlü bir araya gelmemiş, birinden dinsizler diğerinden mutaassıp insanlar ortaya çıkmıştır.

DİN İLİM ve SANAT PARALEL

Burada Bediüzzaman hem dinler tarihinin hem bilim ve fen tarihinin göremediği bir yorum yapıyor. Allah’ın esas maksadı ile fenlerin maksadı arasındaki göreceli olmayan ilişkiyi ortaya koyuyor. Sanatın maksadı: Güzellik ve hüsün ve mükemmeliyet.

Ama burada oraya gidiş yolu fenlerin araştırmalarıdır, Allah’ın da maksadı nihai noktada sanatın hedeflediğidir. Ama sanat bu sonuçlara varmak için dini göz ardı etmiş, Bediüzzaman ise olayın özünde fenlerin araştırmaları ile Allah’ın hedefi arasında birlikteliği yakalamış, bu da sanatın hedefidir. Burada din, ilim ve sanat arasında bir paralellik kurulmuştur.

SELAHADDİN-İ EYYUBÎ – FATİH – YAVUZ SULTAN SELİM

Bediüzzaman’dan önce Osmanlı’nın yıkılışa doğru gittiğini gören siyasiler ve üdeba siyasetnameler yazmışlar.

Namık Kemal Evrak-ı Perişan isimli eserini padişahları ataları gibi davranmaya ve onlar gibi misyon ifade etmeye çağırır. Büyük Osmanlı ve İslam hükümdarlarını örnek gösterir. Bunlardan biri Selahattin Eyyübi’dir. Diğeri Moğolları Müslüman eden Emir Nevruz, biri Fatih biri de Yavuz Sultan Selim’dir.

Devletin toparlanmasını yukarıdan bir mantıkla düşünür. Padişahın değişmesi ile ataları gibi yönlendirmesi ile imparatorluğun kurtulacağını örgütler.

Bediüzzaman ise böyle yukardan bir reçete ile değil, bizzat çözülmenin kaynaklarına nerede battığımızı gösterir, nereden hareketle yukarı çıkacağımızı birlikteliğimizi sağlayacağımızı anlatır.

Tanpınar bu biyografileri anlatır. “1872 ile 1873 arası ilk üç cüzü Selahattin-i Eyyübi, Fatih, Sultan Selim yazılan ve Devr-i İstila ile beraber Evrak-ı Perişan adı altında neşredilen bu biyografilere Kemal, Magosa’da ayrı bir mukaddeme ile Emir Nevruz’u ilave etmiştir. Söylemeğe hacet yok ki bu dört insanda Kemal, kendi fikirlerinin kahramanlarını görmektedir.

Mücadeleleriyle Haçlılar istilasını karşılayan Selahattin-i Eyyübi İslam birliğinin bir kahramanıdır.

Fatih ‘in dehası ona göre bir istilanın kazançlarını bir vatan haline getirir.

Sultan Selim safevilerle olan mücadelesiyle Mısır’ın ve Arabistan fethiyle Hilafetin İstanbul’a nakli ile yine i s l a m b i r l i ğ i n i n kahramanıdır. (Tanpınar, s. 400)

Bediüzzaman İslam birliği fikrinde Namık Kemal ile halef seleftirler, o da İslam birliği idealine çalışmış bu uğurda mücadele etmiş, eserler yazmış, tarihi eserler kaleme almıştır.

Dikkat edilirse onun sevdiği şahısları Bediüzzaman da sevmekte ve fikirlerini takdir etmektedir. Namık Kemal’in ileri sürdüğü iddialar bugün Bediüzzaman tarafından sahayı tatbike konulan düşüncelerdir. Evrak-ı Perişan bizi muharrirlerimizin kahraman ve vazife fikrine getirir.

O sade fertlerin değil cemiyetlerin dahi bir misyonu olduğuna kanidir.

Türk milleti onun nazarında ila-yı kelimetullaha memur olan bir millettir.

İslam ise ittihatla mükelleftir.

Dostoyevski’nin Tanrısını taşıyan milletine çok benzeyen bu düşüncenin Şinasi’den geldiği görülür. Kahraman topluma ait bu vazifeyi nefsinde en kuvvetli duyan ve duyuran adamdır.

Selahattin-i Eyyübi başa geçmekten o kadar çekinmesine rağmen emirliğe ve hatta hükümdarlığa muayyen bir işi yapmağa memur olduğunu anladığı için razı olur.

Yavuz tıpkı Selahattin gibi cemiyet hayatının kendisinden istediği şeyi yapmakla mükelleftir.
Fatih keza yukarda söylediğimiz gibi imparatorluğu tabii hudutlarına Anadolu’yu milli Rumeli’yi coğrafi birliğine kavuşturacaktır. O da misyona sahiptir.

Emir Nevruz misyon sahibidir Moğollar onun zamanında Müslüman olacaktır. Celal misyon sahibidir, Moğollara karşı İslam alemini muhafaza edecektir.” (Tanpınar, s. 403) Bediüzzaman zorunlarla İslam birliğini Namık Kemal ise şahıslarla, örnek şahıslarla savunur.

MADDÎ MANEVİ BATARYALARI GEREKENİ YAPAMAYAN İNSAN

Bediüzzaman Hutbe-i Şamiye’de insandan hareketle çözülmüş hayata bakış açısı karartılmış, maddi manevi bataryaları gerekeni yapamayan insandan hareket eder. Bediüzzaman toplumun birlikteliğine giderken bu güne dek geri kalışı “bizi maddi cihette kurun-ı vustada durduran” nedenleri anlatır. Bu eserin başlangıç noktasıdır, buradan hareketle ileriye doğru gider. Bu özellikleri kendinde taşımayan bir insan ve cemiyet elbette ne kendi birliğini ne de toplumun birliğini bunlardan ötesi İslam birliğini nasıl gerçekleştirsin.

Ümitsiz, sadakat hissini kaybetmiş, özellikle bu ikincisini söylerken üstü kapalı o dönemde İngiliz siyaseti ile Osmanlıyı arkadan vuran Müslüman ve Arap ülkelerini ikaz eder, çünkü burada sıdk ferdi bir arıza olmanın ötesinde siyasi bir hastalıktır. Çünkü yüzyıllarca birbiri ile birlikte yaşamış millet birbirini arkadan vurmaktadır.

Yemen de kaleye hapsedilen Osmanlı askeri acından ölmektedir, kumandan Molla olan yemen kumandanına bunların Müslüman olduğunu, acından öldüğünü hatırlatır, onun söylediği ise “Osmanlı burayı terk etsin, daha ötesini istemiyoruz” der zulmüne ve lakaytlığına devam eder.

Bediüzzaman “Sıdkın hayat-ı ictimaiye-i siyasiyede ölmesi” ile bunu kasteder.

Adavete muhabbet, nurani rabıtalara kayıtsızlık, istibdad, şahsi menfaat fikri.

Şimdi bu altı özellik bir ferd için gerekli olduğu gibi toplumlar için de gereklidir. Bediüzzaman birlikteliği bu psikolojik, dini ve psikanalitik değerlere bağlarken, eleştirisini insan merkezli yapar.

Namık Kemal ve benzeri Tanzimat üdebası daha sonraki dönemlerdeki yazarlar ve siyasiler hep yukardan inme bir eleştiri yaparken Bediüzzaman insandan başlar önce onun kurtarılmasını ve bazı yapıcı özelliklere sahip olmasını düşünür ve fikirlerini insan üzerine kurar.

TARİHTEN HABERSİZ OLMAK

Bediüzzaman ferdi ve toplumsal anlamda eleştirisinin bir öğesi de tarihten habersiz olmaktır. “Hakiki vukuatı kaydeden tarih hakikate en güzel şahittir” diyerek tarihin insanlar için zorunlu bir mukayese ve gelişme unsuru olduğunu en güzel şekilde ifade eder. Japon başkumandanının tarihi tespitini kendi onaylar.

“Hakikat-i İslamiyet’in kuvveti nispetinde Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslam temeddün edip terakki ettiğini t a r i h gösteriyor. Ve ehl-i İslamın hakikat-ı İslamiyede zafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini vahşete ve tedenniye düştüklerini ve hercümerc içinde belalara mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor.” (Hutbe-i Şamiye, s. 24)

Metnin devamında tarih bize gösteriyor ki, tarihler bize bildiriyorlar gibi tekrarlar ile tarihe dikkat çeker. Bir ideal insan ortaya çıkarmak gerekiyor ve onunla toplumun ve İslamın birlikteliği sağlanacaksa o kişinin fikirlerini tarih ile müşavere etmesi gerektiğini anlatır.

ONARMAK İÇİN ELEŞTİRİ

Eleştirilerin zeminine aklı ile düşünen, Kur’an’ın akla hitab eden hitaplarını hesaba katan, ilim ve fennin verileri ile olayları yorumlayan bir insan istemektedir. Camii Emevi’deki insanlara ve ehli ilme bütünlük kazanmış bir insan, doğru düşünmek ve fikretmek için ideal bakış açıları ile cihazlanmış bir insanın bizi ve hepimizi kurtaracağını salık verir. Eleştirmek için değil, tamir etmek onarmak için eleştirir. Bediüzzaman’ın gözlem gücünü insanımızın nerelerden kaybettiğini uzun süreli takiplerle elde ettiğini göstermektedir.

KENDİ GELENEĞİNDEN KOPAN AYDIN

Türk sosyologlarının bugün tartıştığı bir mesele batıya bağımlı düşünmektir. “Eleştiri ve tartışma fikre büyük değer katar, katkı sağlar. Ülkemizde bağımsız düşünme ve birlikte harekete geçme olanaklarının kısıtlı oluşu geliyor. Türk düşüncesi 200 yıldır batıya göre biçimlenmiştir. Kendi geleneğinden bağını koparmıştır. Türk aydını entelektüeli dünyayı kendi gözleriyle görmüyor, referansları farklıdır. Bir ülkenin aydını ve entelektüelinin bağımsız düşünme alışkanlığını kazanması gerekir. Gerçek anlamda bağımsız entelektüel etkinliğin yolu da bağımsız ipoteksiz düşünmekten geçer.” (Sosyoloji Yıllığı 20/57)

Bediüzzamanın sosyal organizasyonları, cemiyeti ve dini yeniden toparlamaya dayanan fikirleri tamamen ülkenin kendi insanı ve şartlarına göre yapılmıştır.

Münazarat da aşiretleri masaya bir anatomist gibi yatırmış oradan bakmış.

Muhakemat da din, edebiyat ve sanat, kelam ve daha başka konulardaki mutadı eleştirmiş,

Hutbe-i Şamiye’de ise İslam milletlerini oluşturan insanları ve toplumları bir Caminin penceresinden görmüş ve eleştirmiş ideal olan duruş ve davranışları belirlemiştir. Onun farklılığı sosyal bakışının harikalığı buradadır.

Sosyolojimiz Bediüzzaman’a özel bir sayfa açmalıdır, bugün olmasa yarın bu muhakkak olacaktır. Çünkü onun bütün eserlerinin sosyolojik yanları vardır, hepsi yerinde yorumlanacaktır. En büyük sosyolojik yönü dinin toplumda algılanma ve değerlendirme tarzındaki yanılgıları ülfet, gaflet ve dalaletleri tamir etmektir, bunu yapmıştır, diğerleri de buna ilave edilebilir.

Bir Bediüzzaman Sosyolojisi oluşturulmalıdır. Türk aydınının körlüğü gittiği gün bunu bütün çıplaklığı ile görecektir. İbni Haldun’dan Ahmet Rıza’ya sonra Cumhuriyetin kültürel yapısını oluşturan Ziya Gökalp’a kadar bütün sosyologların bakış açıları ve toplumu etüd etmeleri ile Bediüzzaman’ın fikirleri karşılaştırılmalı ve yeni bir toplum ortaya çıkarma veya düşüş ve çözülme dönemlerindeki toplumu sağlıklı bir yapıya kavuşturma konusunda onun fikirlerinin fevkaladeliği ortaya konmalıdır ve konacaktır.

İDEAL İNSAN VE MÜSLÜMAN PORTRESİ

Bugün Mustafa Kemal ve onun arkasında Ziya Gökalp’ın görüşleri ile Bediüzzaman’ın görüşleri sosyolojik açıdan karşılaştırılmalıdır. Çünkü şu an Anadolu sahnesinde olan onların görüşleridir. Yüzeydeki kavgaların ve çekişmelerin aslında bu ikili duruş ve hareket vardır. Bu yüzden bir adamın kabul edilmemesi reddetmek tarzında değil de onun karşısındaki en makul duruşa revaç vermekle ve onun fikirlerini avami bir din hareketi gibi değil, entelektüel bir birikim tarzında yorumlamak ve Türk ve dünya aydınına onun görüşlerini akademik ve ilmi bazda anlatmak gerekmektedir.

Müslüman Anadolu toplumu ruhsal telakkileri ve iştiyakı ile hangi tür bir toplumsal tedavi mekanizmasını kabul ettiğini ve neyi reddettiğini bugün içinde bulunduğumuz durumda göstermektedir. Bu gün Türkiye bir kültür ve siyaset krizinin çeşitli sancılarını yaşıyorsa bunun nedeni klasik sosyoloji reçetelerinin tedaviyi geçersiz veya bu yapıyı onların ortaya koymasıdır.

Bediüzzaman’ın kendinden önceki büyük sosyologlardan farkı o değişimi fertten başlayarak yukarıya doğru düşünür. Onun gayreti bütün Risale-i Nur da şu anda Hutbe-i Şamiye’de kişiden hareket etmektir. Hutbe-i Şamiye’de bütün anlatılan bahisler eleştirilen ve yerilen bir insan portresi ile onun yerine konan ideal bir insan ve Müslüman portresidir.

İbn-i Haldun, Ahmet Rıza ve Ziya Gökalp yukardan bir mantık ile toplumu düzeltmeyi ve yapıyı organize etmeyi düşünürler. Mesela altı büyük hastalık insana ait arızalardır, bunların yerine hangi olumlu özellikleri yüklemek gerektiğini anlatır. Kötülerin yerine yenileri ikame eder. Yirminci sahifeden başlayan altı arıza ve onların yerine konulan müspet vasıfların izahı elli sahife sürer. Demek Hutbe-i Şamiye toplumsal düzenleme insan üzerine mükemmel bir insan portresi üzerine kurulmuştur. Bütün eleştiriler ve önerilen yeni vasıflar insanı kurtarmak, toplumu kurtarmak, İslamı kurtarmaktır. Ferdi anlatılan özelliklerle donatmadıktan sonra yukardan aşağıya hangi düzenlemeyi getirseniz yeni bir şey yapamazsınız.

Bizim modern dönem dediğimiz batılılaşma serüvenimizde bütün değişim devlet üzerinden yapılır, çürümüş bir ferd ve ondan doğan aile mahalle ve şehir ve ülke nasıl ayağı kalkabilir. Bediüzzaman’ın bu bakışı kendinden öncekilerde yoktur. O mesele ve dejenere olan ile iyi bir empati kurmuştur.

Ziya Gökalp Osmanlıyı yıkmaya çabalayan bir mantık içinde yıkılıştan sonraki toplumun sosyolojisini yapar, Bediüzzaman ise geleceği gören biri olduğundan Osmanlının inhitat döneminde de o yine Osmanlı ve ittihad-ı İslama inanmış bir insandır, şartlar bunu gerçekleştirecek bir boyutta olmadığı halde o yine onları gerçekleştirmenin yorumlarını yapar. Cumhuriyet kurulduğunda dahi batı menşeli bir cumhuriyet fikrinde ısrar eden o günün insanlarının sa’ylerinin heba olacağını söyler, ama onlar artık yollarına girmişlerdir. Bediüzzaman sosyal bir elbisenin ömrünün ne olacağını bildiği için “Demek âlem-i İslam içinde mühim ve inkılab vari bir iş görmek, İslamiyet’in desatirine inkıyat ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş” (Mesnevi-i Nuriye, s. 99)

Şimdi o gün daha taze bir devletin ömrünün nereye kadar olacağını ilahi bir deha gözü ile görmüş ve zaman onu haklı çıkarmıştır. Onlardan ayrılmış, ama o Cumhuriyetin eksiği olan mana ambarını telif ettiği eserleri ile doldurmuş, sonra iflas etmiş bir uygulama, mükemmel bir uygulama ile rövanşı ortaya çıkmıştır. Bediüzzaman’ın mecliste okuduğu bahis içinde Ziya Gökalp’ın kültür ve devlet felsefesi vardır. Çünkü da harici düşünür, batılı sosyologlardan aşırma düşünür.

Prof. Dr. Himmet Uç