Etiket arşivi: hizmet

Risale-i Nurların Tahrif Edildiği iddiası

Risale-i Nur Külliyatı, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri hayattayken yazımı, tashihi ve kitap haline gelmesi tamamlanmış ve bizzat kendisinin onayıyla yayına sunulmuş eserlerdir. Zaman içinde farklı bazı yayınevleri tarafından orijinal nüshalar esas alınıp çoğaltılarak günümüze kadar gelmiş, inşallah istikbalde de Bediüzzaman’ın müjdelediği gelecek nesile bu şekilde ulaştırılacaktır.

Risale-i Nurlarda değişiklik yapıldığı iddiası zaman zaman bazı vesilelerle dile getirilmektedir. Bu iddiaları ilk defa Üstad’ın eski eserlerinde yaptığı bazı tasarruflarla gündeme getirmişlerdi. Üstad Hazretleri hayattayken “Eski Said” diye isimlendirdiği dönemde yazdığı eserlerini, yeniden neşrettiği zaman bu eserlerinde bazı tasarruflarda bulunmuş, zamanın ihtiyacına ve şartlara göre bazı bölümleri eklemiş veya çıkarmıştır. Dolayısıyla eski halleri ile Üstad’ın tasarrufundan sonraki hallerini görüp mukayese eden şahıslar bu konuda şüpheye düşmüşlerdi.

Üstad’ın orjinal el yazması eserlerdeki tasarruflarının, talebeleri tarafından ilgililerin nazarına sunulmasından sonra bu konudaki iddialar da büyük oranda kesildi.1

Bugünlerde Risale-i Nurlar hakkında benzer iddialar yine gündeme getirilmeye çalışılmaktadır. Bu defaki iddialar da ise, Risale-i Nur’da bazı mektupların aynı yayınevinin farklı nüshalarındaki kelime veya cümle farklılıkları veya farklı yayınevlerinin kitapları arasındaki bazı ufak tefek farklılıklar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Risale-i Nurların basımını otuz yılı aşkın bir süredir devam ettiren ve şu an en yaygın okuyucu kitlesi bulunan Risale-i Nur Külliyatını neşreden Envar Neşriyat yayın sorumlularından Ahmet Özertan Bey’e bu farklılıkların nedenini sorduğumuzda aldığımız cevap özetle şöyle:

“Risale-i Nur eserlerinde genel olarak yapılan bütün tasarruflar, bizzat Üstad tarafından yapılmıştır. Risale-i Nur’u basan bütün yayınevleri de Üstad tarafından tashih edilerek çoğaltılan nüshaları esas alarak bu eserleri basmaktadırlar.”

Risale-i Nur Eserlerinin Tashih ve Neşir Aşamaları

Envar Neşriyat yetkilisi Ahmet Özertan Bey’in Risale-i Nurların tashih ve neşir safhaları ile verdiği bilgileri aynen aşağıya alıyoruz:

“Risale-i Nurlar ilk te’lif zamanı olan 1920’lerden, Bediüzzaman Hazretlerinin vefat tarihi olan 1960’a kadarki süre içerisinde, önceleri el yazısıyla binlerce nüsha yazılmış ve böylelikle neşredilmiştir. Bu yazılan nüshaların bir kısmı, Hz. Bediüzzaman tarafından kontrol edilmiş ve “Tashihli Nüsha” ünvanını almıştır. Malûmdur ki; beşeriyet muktezası olarak bu nüshaları yazanlar tarafından bazı harf ve kelimelerde hatalar olmuş, hattâ tevafuklu kelimeler yüzünden bazen satır atlanmıştır. Bediüzzaman Hazretleri bu nüshaları tashih ederken, manaya zarar veren yanlışlıkları düzeltmiş ve gerekli harf, kelime ve cümleleri yerine yazmıştır. Bu şekildeki nüshalar, az önce de bahsettiğimiz gibi, yüzlercedir.

Bu tashihli nüshalarla ilgili birkaç nokta:

Bediüzzaman Hazretlerinin bir nüshada kaydettiği bir not veya kelime, diğer nüshalarda bulunmayabilmektedir. Onun için, şu anda neşredilen külliyatta bulunan bir kelime veya cümle, farklı bir yerdeki tashihli nüshada bulunmayabilir. Fakat bu noktada şu bilinmelidir ki: neşredilen tashihli külliyattaki o ilâve bizzat Hz. Bediüzzaman tarafından yapılmıştır.

Yine tashihli nüshalarda, bunun aksi de mevzubahistir. Meselâ: Bediüzzaman Hazretleri bir nüshada bazı kelime ve cümleleri çıkarmış, iptal etmiştir. Fakat başka nüshalarda o kelime ve cümleler aynen kalmış olabilir.

Tashihli nüshalarda göze çarpan üçüncü bir husus da şudur:

El yazısıyla yazılan nüshalardaki noksanları veya yanlış yazılmış kelimeleri düzeltirken, Bediüzzaman Hazretleri manayı düzeltecek bir kelime veya cümle yazar. Ta ki o kısımdaki mana yanlışlığı düzelsin. Fakat bu yazdığı kelimeler, diğer nüshalardaki (yani noksan veya yanlış yazılmamış diğer nüshalardaki) kelimelerle tıpkı tıpkısına olmayabilir. Çünki Hz. Bediüzzaman, manayı nazar-ı itibara almış ve tashihi ona göre yapmıştır. Onun için elinde herhangi bir tashihli nüsha bulunan bir kimse, neşredilen Külliyatt’aki herhangi bir yer, elindeki nüshaya lafız olarak aynı aynına denk gelmediği zaman, dememeli ki, bu cümle yanlıştır. Çünkü onun elinde bulunan nüshadaki farklılık, hattâ Bediüzzaman Hazretlerinin elyazısıyla yazdığı bir kelime veya cümle de olsa; asıl itibariyle yazıcının yaptığı bir noksanlık veya yanlışlıktan kaynaklanıyordur.

Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur’u te’lif ve neşir faaliyeti ve hizmeti böyle el yazılarıyla devam ederken, 1940’lı senelerde bazı talebeleri teksir makinesi alıp bununla risaleleri çoğaltmak istemişlerdi. Bu haber Bediüzzaman Hazretleri tarafından büyük memnuniyetle karşılanmış ve bu vatan ve millet için çok menfaatli bir hizmet olarak beyan buyurmuşlardı.

«Evvelâ: Hüsrev’le bir ruh iki cesed ve kendisi, bahadır biraderiyle Nur hizmetinde çok ehemmiyetli mevki alan kahraman Rüşdü’nün acib bir el makinesini Nurlar için celbine çalışması, ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriyenin mukaddemesidir. İnşâallah yine Nurlar, Nurcuların lâyık elleriyle kalemleri gibi tab’ ve neşredilecek; yabani ve lâyık olmayanlara muhtaç olmayacak. Fakat herşeyden evvel sıhhatlı ve yanlışsız ve güzel bir tarzda makine ile, mümkün ise evvel eski harfle yazılsa, sonra yeni harfle daha münasibdir. Sizlerin isabetli tedbirinize havale ediyoruz.»2

«Kanaatım geliyor ki; bu sıralarda biz Zülfikar’ı ve Asâ-yı Musa’yı pek çok teksir etmeye mecbur olduğumuz hengâmda ve temiz olmayan matbaacılar dahi çekinmeleri aynı zamanda bu acib makine kolayca elimize verilmesi, o iki mecmuanın makbuliyetine bir işaret-i gaybiye ve inayet-i İlahiyenin bir hârika ikramıdır ve Nurların kerametidir.”

“Evet bir âdi mektubum için ‘Kim yazmış?’ diye sekiz defa bana resmen sıkıntı ve eziyet verildiği aynı zamanda, sekizyüz sahifeyi binbeşyüz nüshaya ve bir milyon sahifelere çıkaran o makine, elbette gaybdan imdadımıza gelmiş Nurcu ve bin kalemli bir kâtibdir. Onun için bazı sahifeleri sönük çıksa, zarar yoktur. Parlak kısmı, bize şimdilik yeter. İyi okunmayan kısmı ayrı yapılsın; sonra elmas kalemliler, herbiri bir-iki nüshayı ıslah etsin.»3

Teksir makinesinde çoğaltılacak risaleler önce mumlu kağıtlara yazılıp Bediüzzaman Hazretlerine gönderiliyordu. Aynen el yazıları gibi, Hazret-i Üstad onları tashih edip tekrar iade ediyor ve öylece teksir makinesiyle çoğaltılıyordu. Böylece o zamanda teksirle çoğaltılan risaleler de bu “tashihli nüshalar” mesabesinde mevki almışlardır.

1956 senesinden itibaren de Risale-i Nur’un tamamının yeni yazıyla matbaalarda tabedilmesine teşebbüs edilmişti. Bediüzzaman Hazretleri, yeni yazıyla matbaada basılacak risaleye (mecmuaya) mehaz olacak kitabı hazırlıyor ve onu neşredecek talebesine gönderiyordu. Bu mehaz kitap, Hatt-ı Kur’an’la yazılmış ve neşredilecek/neşredilmeyecek yerleri Hz. Bediüzzaman tarafından işaretlenmiş bir kitaptı. Matbaada basılacak risale, ona göre yeni yazıya çevriliyor ve neşrine müsaade edilen kısımları yeni yazıyla neşrediliyordu.

Yeni yazıyla neşir işinde Hz. Bediüzzaman’ın istihdam ettiği nâşir talebeleri ve yine bu hizmette bilfiil çalışan çok kimseler halen hayattadırlar ve keyfiyetin böyle olduğunun canlı şâhitlerdirler.

Tashih ve neşir faaliyeti, Hz. Bediüzzaman’ın sağlığında böyle olmakla beraber; Hazret-i Üstad’ın vefatından sonra da vasiyetnameleri mûcibince nasıl yapılması lâzım geldiği, bu hizmetkâr ve nâşir talebeleri tarafından yakînen bilinmekte ve öylece hareket etmeye gayret gösterilmektedir.”4

Envar Neşriyat yetkililerinin verdikleri bilgiler ışığında; bugün ortaya Risale-i Nurların değiştirildiği doğrultusunda atılacak her iddiayı, biz yine o dönemdeki orijinal nüshalara müracaat ederek cevaplamaktayız.

Envar Neşriyat’ta, Üstad’ın tasarruflarından hariç olarak, bir tasarruf 2005 baskısında yapılmış, ancak bu baskıdaki değişiklik sonraki baskılarda geri alınarak eski haline döndürülmüş, mevcut bütün külliyat nüshaları ile aynı hale getirilmiştir.

Bu değişikliğin yeri Tarihçe-i Hayat’ta sayfa 630’da Eşref Edip Fergan’ın Üstad’la yaptığı röportajın son kısmında geçmektedir. Eski baskılarda “…yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil bin Said feda olsun.” ibaresi, 2005 baskısında “…yirmi beş milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun.” şeklinde değiştirilmiştir.

Bu tasarrufun yapılma nedeni hakkında, Envar Neşriyat yetkililerinden Ahmet Özertan Beyin ifadeleri şöyle:

Eşref Edip Fergan’ın Üstad’la yaptığı bu röportajın orijinal nüshası bulunup oradaki orijinal ifade ile Tarihçe-i Hayat’taki eski ifade değiştirilip baskıya sunulmuştu. Ancak daha sonradan röportajdaki bu ibarenin dışında Tarihçe-i Hayat’taki metinle farklılık arzeden daha başka ibareler de olduğu anlaşılınca, bu tasarrufların Üstad tarafından yapıldığı kanaatine varılarak yapılan değişiklik geri alınmıştır.

Üstad’a ait bir tashih örneği. Altı kırmızı çizgili yerde Üstad anlamı bozmayacak hataları ve anlamı bozacak hataları tek tek ifade edip, anlamı bozanların doğrularının ne olduğunu söyleyip düzeltilmesini istiyor:

“Yalnız onikinci sahifesinin “serveti, kuvveti” yerinde sehven bir lâm ziyade edip “servetli, kuvvetli” yazılmış. O da zararı yok. Ondördüncü sahifenin onbeşinci ve onyedinci satırlarında “muallim” yerinde sehven “müellim” yazılmış. Yirmidördüncü sahifenin yirmisekizinci satırında “yüzer hikmetler” yerinde sehven “güzel hikmetler” yazılmış. Yirmialtıncı sahifenin yirmibeşinci satırında “zeminin yüz bin milyarlar” yerinde sehven “zemin yüzünün milyarlar” yazılmış. Yirmiyedinci sahifenin dokuzuncu satırında yeni hurufla هُوَ‮ ‬الظَّاهِر yazılmış, doğrudur. Üzerine eski hurufla هُوَ‮ ‬الظَّاهِر yerinde هُوَ‮ ‬اْلآخِر yazılmış, sehivdir.” (El yazması bir lahika mektubu, Envar Neşriyat Arşivinden)

Bediüzzaman’ın neşriyatta varis olarak tayin ettiği şahısların5 bu şekilde Risale-i Nur’da tasarruf etme hakları var mıdır?

Üstad Hazretleri, Risaleleri telif döneminde talebelerine gönderdiği bazı mektuplarda yazılan mektubun veya risalenin tasarrufuyla ilgili gibi bazı konularda talebeleri ile “münasip görürseniz …” , “….havale ediyorum”6 ifadeleriyle başlayan veya biten pekçok cümlesinde talebelerine bazı konuları havale etmiştir. Bu verilen yetkilere nisbetle Hulusi Ağabey “Bazan verdiğiniz salâhiyetin manevî kuvvetiyle namınıza olarak bir harfin yerini değiştiriyor veya kaldırabiliyorum.7 şeklinde tasarruf yetkisini ne şekilde kullandığını Üstad’a arzetmiştir. Ancak merhum Hulusi Ağabeyin ifadelerinden de anlaşıldığı üzere; Üstad’ın talebeleri, kendilerine verilen tüm yetkilere rağmen Üstad’ın miras bıraktığı eserleri aynen muhafaza ederek yeni nesillere ulaştırma çabasında olmuşlardır.

Risale-i Nur Hakkında Bu İddiaları Ortaya Atanların Amacı Nedir?

Yukarıda zikrettiğimiz hususlar ışığında Risale-i Nurlarda kasıtlı olarak tahrifat yapılamayacağı, nüsha farklılıklarının da yine bizzat müellif Bediüzzaman tarafından yapıldığı ispat etmeye çalıştık.

Bazı kimseler, gördükleri bir iki tashihli nüsha ile şu anda yeni yazıyla neşredilen Külliyat arasındaki farklılıkları “Risale-i Nur’da tahrif yapılıyor.” diye efkâr-ı ammeye neşretmekte ve safî zihinleri bulandırmaktadırlar. Buraya kadar zikrettiğimiz hususlar, onların bu meselede ne kadar haksız olduklarını göstermektedir:

Umum Âlem-i İslâm’ın, hattâ bütün beşeriyetin ebedî saadetlerinin anahtarı olan iman ve Kur’an hakikatlarının öğrenilmesine en müessir vesile ve bu zamanın bidat ve dalalet cereyanlarının tahribatlarına karşı en büyük tamirci olan Risale-i Nur hakkında böyle şüphe ve tereddütler vererek onlara itimadı sarsmak ve Bediüzzaman Hazretlerinin hayatından beri bu hizmette istihdam ettiği sâdık nâşirlerini iftiralarla çürütmeye çalışmak; acaba kimlerin emellerine hizmet eder?

Risale-i Nur’un tashih ve neşri konusunda çeşitli sualler, istifhamlar hatıra gelebilir. İyi niyet ve insafla bu konular sorulduğunda, cevaplandırılmaya çalışılmaktadır bundan sonra da çalışılacaktır.

Ayrıca aşağıdaki kaynaklara da bakılabilir:

– Kastamonu Lahikası’nda “… ta ahirzamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri…” ifadesinden “… yani Mehdi ve şakirtleri …” ibaresinin kaldırıldığı iddia edilmektedir. Bu konuda ne dersiniz?

– Kastamonu Lahikası’nda “…faraza hakiki beklenen o zat dahi…” ifadesinden “…ve bir asır sonra gelecek…” ibaresinin kaldırıldığı iddia edilmektedir. Bu konuda ne dersiniz?

Dipnotlar:

1. Üstadın bu tasarrufları ile ilgili kendi eliyle yaptığı düzeltmelerden örnekleri sitemizde “HAZRET-İ ÜSTAD’IN TASHİH VE TASARRUFLARI HAKKINDA” isimli makalede bulabilirsiniz.

2. Envar Neşriyat, Emirdağ Lahikası-I, S:168.
3. Envar Neşriyat, Emirdağ Lahikası-I: S:178.
4. Tırnak içerisindeki ifadeler Envar Neşriyat yetkilisi, Ahmet Özertan beyin ifadeleridir.
5. Bu şahısların kimler olduğu ile ilgili bk. Söz Basım-Yayın, Emirdağ Lahikası-I, 81. Mektup
6. Örnek olarak bakılabilir: Söz Basım-Yayın, Barla Lahikası 272. Mektup, Emirdağ Lahikası 1, 20. 26. 162. Mektuplar, Emirdağ Lahikası-II, 15. Mektup, On Beşinci Şua, Elhüccetü’z Zehra.
7. Söz Basım-Yayın, Barla Lahikası, 63. Mektup.

Kaynak: SorularlaRisale

www.NurNet.org

Nurcuların ağabeyi Abdullah Yeğin

Nurcuların ağabeyi Abdullah Yeğin

Önceki gün Abdullah Yeğin Ağabey’i ziyarete gitmiştim. Hac dönüşü hastanede yaptığım ziyareti saymazsak, bu ziyareti hacı ziyareti kabul edebiliriz. Nitekim Hacı Abdullah Ağabey zemzem ve hurma ikramında tam bir misafirperverlik örneği gösterdi.

Esasında Bediüzzaman’ın talebelerinin tavırlarını biz her zaman her halükarda örnek almalıyız. İhlası, mülayemeti, muhabbeti, tavır ve edası, duruşundaki ihtişam ve o haşmet içindeki tevazusu, konuştuğu zaman ağzından dökülen sanki kelimeler değil de dür daneleri. Yani mücevher taneleri dökülüyor ağzından. Konuştuğu zamanki sıcak ve samimi hali insanı adeta çocukluğundaki ana kucağına ya da annesinin koynundaki rahatlığına götürüyor. Sizinle konuşan bir insan değil, adeta bir ruhani melek.

Gözlerini üzerimde hissettiğimde, vücudumun yağları çözülüyor hissine varıyorum. Bu satırları okuyanlar abarttığımı düşünebilirler. Hiçbir sakıncası yok. Herkes istediğini düşünebilir. Fakat ben öyle hissesidiyorum. Sadece Abdullah Yeğin Ağabey’in huzurunda değil, bütün ağabeylerin huzurunda aynı halet-i ruhiyeyi yaşıyorum. Hatta Mustafa Sungur Ağabey’in huzurunda bu haz ve havf daha da artıyor.

Abdullah Ağabey’le İki buçuk üç saate yakın sohbet ettik. Akşam namazında bana imam oldu. Tesbihattan sonra bana ders yaptı. Dersten sonra sohbet ettik. Sohbet öyle derin meselelere gelip tevakkuf etti ki birden durdu ve ‘Abdurrahman Efendi bu konuştuklarımızın neşrini istemiyorum‘ dedi.

Biraz bekledi, sonra da “Gelip bana hatıra anlattırıyorlar. Bir müddet sonra anlattığım hatırayı tahrif edilmiş, başka insanları rencide eder şekilde dinliyorum. Onun içindir ki artık konuşmak istemiyorum. Hatıra dinlemek veya okumak isteyen Risale okusun” deyince ben de “Ağabey Siz bana hatıra anlatabilirsiniz. Zaten Risale Haber’de okursunuz. Bir eksik veya fazla varsa ikaz edersiniz. Bir daha da bana bir şey anlatmazsınız. Risale Haber’de yayınlanan bir hatırayı da başkasının tahrif etmesi mümkün değil. Zira yazılı belge halini alır. Tahrif edilmiş bir hatırayı duyduğunuzda Siz ‘ben öyle değil böyle demiştim’ der, Risale Haber’i yazılı belge olarak gösterirsiniz” dedim. Bunun üzerine Abdullah Ağabey, “evet böyle olur” dedi ve sohbetimize kaldığımız yerden devam ettik.

“Ağabey Siz Üstad’ın yaşayan talebeleri, bir araya gelseniz, hizmetin esaslarına taalluk eden halli gereken bazı meseleler var. Bu meseleleri istişare edip, halledip, yazılı bir metinle bütün Nur talebelerine duyursanız diye düşünüyorum” dedim.

Bazı meseleler var ki, herkes kendine göre yorumluyor. Özür dilerim ama, adeta her kafadan bir ses çıkıyor. Mesela, meşveret kiminle yapılır? Meşveret üyesi nasıl seçilir? Nur talebeleri meşvereti nasıl yapar? Risale-i Nur miri malı mıdır? Herkes basabilir mi? Risale-i Nur kitaplarına lugatçe konabilir mi? Daha çok mesele var. Benim şu anda aklıma gelenler bunlar. Bu sözlerime Abdullah Ağabey şöyle cevap verdi:

“Bak kardeşim. Muazzez Üstad’ın talebeleri ve hizmetkarları müteaddit seferler bir araya geldik. Meşveretler yaptık. Bu meşveretlerin neticesinde bazı kararlar aldık. Hizmetin esaslarına taalluk eden meseleleri muazzez Üstadımızdan gördüğümüz ve duyduğumu gibi yazdık. Ve bütün herkese lahika ile bildirdik. Ama bazıları buna göre fiil etmediyse ne yapabiliriz? İşte al sana bu belgeleri incele” dedi ve bana hala çözülemeyen birçok konuda yaşayan ve dar-ı bekaya göçen ağabeylerin imzasını taşıyan birkaç adet belge verdi.

Bir tanesi Üstadımız Efendimizin noter tasdikli vekaletnamesidir. Yayınlayıp yayınlayamayacağımı sorduğumda da bana Sungur Ağabey’i adres gösterdi: “Sungur Ağabey’e sor. O nasıl isterse öyle yap ama ona sormazsan neşretmeni istemem. Sungur Ağabey ne derse benim kabulümdür” dedi.

Önümüzdeki günler içerisinde bu belgelerle Sungur Ağabey’e gideceğim. Eğer neşirleri için izin alabilirsem bu belgeleri Risale Haber okuyucularına arz edeceğiz. Öyle zannediyorum ki bazı insanların vicdanını rahatsız edecek belgeler bunlar.

Şimdi okuyucular diyecekler ki, “madem Abdullah Ağabey, Sungur Ağabey onaylamadan bir şey söylemiyor. Nasıl oluyor da Nurcuların ağabeyi oluyor?” Onu da gelecek yazıda arz edeyim.

Hürmet ve muhabbetle…

Abdurrahman İRAZ

Kaynak: RisaleHaber

Risale-i Nur’daki iki sınıf muhatab

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِين

RİSALE-İ NUR’DAKİ İKİ SINIF MUHATAB

Bediüzzaman Hazretleri beyanat ve hitabelerinde muhatablarını ekseriyetle iki sınıf olarak nazara verir. Bir sınıfı; dost ve medeni ve insaniyetperver görünüp aldatmaya çalışan ve azınlıkta olan müfsid münafıklardır. Diğerleri ise; bu müfsid münafıkların aldatmağa çalıştığı insanlardır. Bunlar, fâsıkların sözlerine kapılmamayı ders veren (49:7) âyetin ikazından habersiz olduklarından; Üstad Hazretleri bunlara bazan ikazlı şiddet, bazan da irşadkâr ve yumuşak hitab eder. Bu hitabeleriyle, aldananları ikaz ve bizleri de onlara karşı vurdumduymazlıktan kurtarıp gayrete getirir.

İşte bu gibi hikmetler içindir ki; Kur’an’da böyle müfsidlere karşı pekçok şiddetli ifadeler vardır. Her hareketinde Kur’an’a ittiba eden Bediüzzaman Hazretleri’nin de o yolu takib edeceği muhakkaktır. Bediüzzaman Hazretleri Kur’an’ın şiddetli ifadelerine misal olarak diyor:

«Meselâ, Sûre-i  طسم de sekiz defa tekrar edilen şu اِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ   âyeti, o sûrede hikâye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azaplarını, kâinatın netice-i hilkati hesabına ve rububiyet-i âmmenin nâmına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek izzet-i Rabbâniye, o zâlim kavimlerin azabını ve rahîmiyet-i İlâhiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve îcazlı ve i’cazlı bir ulvî belâgattır.

Hem meselâ, Sûre-i Rahmân’da tekrar edilen  فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ  âyeti ile Sûre-i Mürselât’ta وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ   âyeti, cin ve nev-i beşere, kâinatı kızdıran ve arz ve semâvâtı hiddete getiren ve hilkat-ı âlemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlâhiyeye karşı inkâr ve istihfaşa mukabele eden küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlûkatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arza ve semâvâta tehditkârâne haykıran bu iki âyet, böyle binler hakikatlerle alâkadar ve binler mesele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celâlli bir îcaz ve cemalli bir i’câz-ı belâgattır.» Şualar ( 246 ) 

«Hem meselâ , اِنَّ الْكَافِرِينَ فِى نَارِ جَهَنَّمَve اَلظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ  gibi tehdit âyetlerini Kur’ân gayet şiddetle ve hiddetle ve gayet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise, Risale-i Nur’da kat’î ispat edildiği gibi, beşerin küfrü, kâinatın ve ekser mahlûkatın hukuklarına öyle bir tecavüzdür ki, semavatı ve arzı kızdırıyor ve anâsırı hiddete getirip tufanlarla o zâlimleri tokatlıyor.   اِذَا اُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِىَ تَفُورُ تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِâyetinin sarahatiyle, o zâlim münkirlere Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor.

İşte böyle bir cinayet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karşı beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasında değil,  belki zâlimâne cinayetinin azametine ve kâfirâne tecavüzünün dehşetine karşı, Sultan-ı Kâinat kendi raiyetinin hukukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinliğini göstermek hikmetiyle, fermanında gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını değil bin defa, belki milyonlar ve milyarlarla tekrar etse, yine israf ve kusur değil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemâl-i iştiyakla ve ihtiyaçla okurlar.» (Ş:250)

«Çok tekrarla اَلظَّالِمِينَ اَلظَّالِمِينَ deyip tehditleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semâviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine, kavm-i Âd ve Semûd ve Fir’avunun başlarına gelen azaplarla baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana, İbrahim ve Mûsâ Aleyhimesselâm gibi enbiyanın necatlarıyla tesellî veriyor.» (Ş:244)

«İşte enva’-ı dalalet derecatına göre az çok kâinatın yaratılmasındaki hikmet-i Rabbaniyeye ve dünyanın bekasındaki makasıd-ı Sübhaniyeye zarar verdiği için, ehl-i isyana ve ehl-i dalalete karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlukat öfkeleniyor.» (L:84)

«İşte Kur’anın tekrar edilen hakikatları bu kıymette olduğundan, tekraratında kuvvetli ve geniş bir mu’cize-i maneviye bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder. Meğer maddiyyunluk taunuyla maraz-ı kalbe ve vicdan hastalığına mübtela ola…» (Ş:252)

Yukarıda anlatılan iki sınıf muhataba bakan pek çok ifadelerden, nümune olacak iki ifade şekli aynen şöyledir:

«Müdafaatımın bütün safahatında gizli ve müdhiş bir komiteye karşı mübareze vaziyetini gösteren tarz-ı ifademdeki maksadım şudur:

Nasılki Hükûmet-i Cumhuriye “Dini dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak” prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi; dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin îcaba-tındandır. Öyle de; ben dahi bîtaraf ve hürriyetperver olması lâzım gelen Hükûmet-i Cumhuriyeyi, dinsizliğe tarafdar ve entrikaları çeviren ve hükûmetin memurlarını iğfal eden gizli menfî komitelerden tefrik edilip, hükûmetin onlardan uzak olmasını istiyorum; o entrikacılarla mübareze ediyorum.» (T:240)

«Efendiler! Otuz-kırk seneden beri ecnebi hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’an hakikatına ve iman hakikatlarına her vesile ile hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu mes’elemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zahiren sizin ile birkaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.

(Fakat ikinci gün beraet kararı, o dehşetli konuşmayı geriye bıraktı.)» (Ş:288)

«Ecnebi menfaati hesabına ve bu millet ve bu vatanın pek büyük zararına çalışan bir gizli komite, bizim beraetimizi bozmak için, her tarafta habbeyi kubbe yaparak bir kısım memurları aleyhime evhamlandırdılar.» (E:17)

İşte Bediüzzaman Hazretleri’nin şiddetli hitablarını mezkûr ölçüye göre nazara almak gerekiyor.

Rüştü TAFRALI

___________________________________

“Rabbin ise, şüphesiz ki, kudreti herşeye galip olan ve rahmeti herşeyi kuşatan Allah’tır.” Şuarâ Sûresi, 26:9.

“Ey insanlar ve cinler, Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” Rahmân Sûresi, 55:13.

“Yazıklar olsun o gün yalanlayanlara!” Mürselât Sûresi, 77:15.

“İnkâr edenler için ise Cehennem ateşi vardır.” Fâtır Sûresi, 35:36.

“Zâlimlerin hakkı şüphesiz ki pek acı bir azaptır.” İbrahim Sûresi, 14:22.

“Oraya atıldıklarında Cehennemin gürleyişini işitirler ki, kaynayıp duruyor.

Neredeyse öfkeden parçalanacak!” Mülk Sûresi, 67:7-8.

Cemaatler fıtrata cevaptır

Sosyal medyada tanıştığım bir arkadaşımıza, “Niçin varsın, seni dünyada kim misafir ediyor?” gibi sualler sorup kendisini sorgulamasını istiyordum. Ben onu kâinatın ve kendisinin sahibini bulmasına yardımcı olmak için üsteledikçe, o da ama “Müslüman cemaatler de bölünmüş, hatta nurcular bile aynı kitabı okumalarına rağmen, kendi aralarında anlaşamayan gruplara ayrılmış” demeye başladı. Ona dedim ki, “Arkadaş, sen ahirete gittiğinde niçin rabbini tanımadın, yaratılış gayene göre yaşamadın, sokakta bile bulduğun basit bir nesnenin sahibini sorduğun halde, kendi sahibini sormadın?” gibi sorular sorulduğunda ama “Müslüman cemaatler de bölünmüştü, hatta nurcular bile aynı kitabı okumalarına rağmen anlaşamıyorlardı” diye mi cevap vereceksin? Onların bu hâli, senin için bir özür olabilir mi? Ayrılan cemaat ya da gruplar, ahirette sana sorulacak soruların cevaplarında ayrılmıyor ki bu ayrılıkları, kendi lakayıtlığına bir neden göstermiş olasın. Hatta bunun tam tersi olarak; “bütün cemaat ve gruplar, sana bunları talim için yarıştıklarından dolayı, sadece bu yarışta ihlası tam muhafaza edememekten ayrılıyorlar” demiştim. 

Gerçekten piyasada böyle düşünen insanlara denk geliyoruz. Kafasını bu ayrılıklara takmış. Hatta bunu, nur külliyatından uzak kalmasına bir sebep olarak gören arkadaşlar bile var. Elbette bunlar çocuk bahanesi gibi şeyler. Ama şunu da rahatlıkla iddia ediyorum ki bu önemli meseleyi 20. ve 21. Lem’a ile Uhuvvet Risalesini okumadan anlamak da mümkün değil. Büyük müfessir Mehmet Vehbi Efendi bile bu konudaki tereddütlerini giderdiği için, bu risaleleri hararet ve hayretle sena etmiştir.

Öncelikle dinî cemaatlerin varlığını, bir nifak ve zaaf olarak değil; bir zenginlik ve çeşit olarak görmek gerekiyor. Dinî cemaatten kastımız, i’la-yı kelimetullahı hedef ittihaz ve muhabbet üzerine hareket eden birliktelikleri kastediyoruz. İhlası esas tutmayan, çeşitli garez ve nifak unsurlarını barındıran yapılar, fıtrî olmadıkları için, zaten zaman içinde çözülür ve kaybolurlar. Onlar cemaat adıyla ifade edilmeyi de hak etmiyorlar zaten. O tip ihlassız, gizli ve şeffaf olmayan oluşumları cemaat olarak anmak, cemaatlere bir haksızlıktır.

İslam’ın izzetini değil de kendi meslek, meşrep ve izzetini korumak adına başkalarına leke sürerek kendi kıymetini düşünen yapılar, zaten dinî bir cemaat hüviyetinde değildir.

İşte yukarıda zikrettiğimiz yüksek düstur ve gaye ile yola çıkan ve halisane din-i mübin-i İslam’ın izzet ve îlâsı için çalışan insanların teşkil ettikleri cemaatler, elbetteki maksatta da ittihat etmiş sayılırlar. Bunların meslekleri (tarzları, yolları) ve meşrepleri (davranış biçimleri) farklı olsa da maksatları aynıdır. Zaten insanların huy, mizaç ve yapıları farklı olduğu için, tüm insanların aynı meslek ve meşrepte bir olup ittihat etmesi de mümkün değildir. Bir nevi cemaatler, insanların yapısının fıtrî bir neticesidir; bir nevi cemaatler bu farklılığa bir cevaptır. Bunu Üstad, ” Dinî cemaatler maksatta ittihat etmelidirler. Mesalik ve meşrepte ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir” şeklinde ifade etmiştir. 

Bu yönüyle cemaatleri, insanları hakka ulaştıran bir yol ya da vasıtaya da benzetebiliriz. Yol ve vasıtaların çokluğu ya da çeşitliliği, bir zarar değildir. Yanlışlık, bu vasıtaların birbirini inkâr, hatta bunu çatışma vesilesi yapmalarıdır. Bunun sebeb ve çareleri, İhlas Risalelerinde uzunca izah edilmiştir. 

Bunu biz de şöyle izah edelim. Trabzon’dan İstanbul’a gidecek yolcular için esas önemli olan maksat, İstanbul’a ulaşmaktır. Zaten bütün yolcuların amacı da budur. İstanbul’a tek tip vasıta ile gidilmez. Kara, deniz, hava yolları vardır. Her yolun da kendine mahsus farklı farklı vasıtaları bulunur. Vasıtaların çokluğu ümmete rahmettir. Uçakla gitmek belki en kısa ve en az riskli bir yoldur ama yolcuların bir kısmında mesela yüksek tansiyon, nefes darlığı, yükseklik korkusu gibi hastalıklar, rahatsızlıklar varsa; onların illa da uçakla gitmek zaruretleri yoktur. Onların başka yolları ve başka vasıtaları tercih etmesi maslahata ve hikmete mutabıktır. 

Evet, yukarıda sıralanan ölçülere riayet edildiği zaman, dini hizmetler daha halis, daha fıtri, daha hikmetli yürütülmüş olur. Bu mazhariyetler, hiç şüphesiz dinî cemaatlerin kemalatına bir ölçü ve semeredâr hizmetleri teşhir ettiklerine de delil ve hüccet olur. Önemli olan ihlas ve uhuvvet  ölçülerini muhafaza ve itidal ile hareket etmektir. Bu yönüyle cemaatler, insan fıtratının bir sonucu ve buna bir cevaptır.

Aynı cemaat olmalarına rağmen, nur guruplarına gelince; bir iki ırkı ön plana çıkaran gruplar ve sağını solunu fark edemeyen arkadaşlar, meşrepler hariç, tatlı bir rekabetin haricinde tenfir edici bir durum görmüyorum ben. Aynı kitabı okuyup değişik tarzların varlığını yine anlayış farklılığına, birtakım eski uygulamalara birebir sadakata ve insan huyunun farklılığına bağlanabilir diye düşünüyorum. Bu tip ayrılıklar, Asr-ı Saadet de dahil geçmiş dönemlerde de olmuştur. Fakat bunların hepsi, hizmetin daha yayılmasına, daha fazla insana ulaştırılmasına vesile olmuş ve olmaktadır. Yeter ki İhlas düsturlarına azamî derecede uyulsun ve rekabet menfi bir şekle  bürünmesin.

Evet dostlar, bugün ülkemizde yapılan hizmetlerin önemli bir kısmının cemaatler tarafından yapıldığını görmek gerekir. Bu konuda daha hassas olmak lazımdır. Din düşmanları, bu cemaatlere mensup insanlara vurarak, cemaatleri nazardan düşürmek, bu şekilde hizmetleri akamete uğratmanın peşindedirler. Aman dikkat onların bu menfur emellerine bilerek veya bilmeyerek âlet olmayalım.

Selam ve dua ile

Habibi Nacar YILMAZ

İncinme, Kırılma!

İnsan âleminin tarifini yapabilmek, yorumlayabilmek çok zordur. Bir pazılın parçaları gibi birbirine eşleşecek sabit parçaları yoktur çünkü. Birçok parça birçok parçanın eşi olabilmektedir bu pazılda. Parçalar bütün olduğundaysa her parça başka bir mana ve rengi ifade etmektedir.

Bir insanın hayatında pek çok insan bulunmaktadır. Hayat tarzı, mevkii birbirinden farklı olan. Bütün bunlar pazılın parçasıdır.

Her birimizin hayatı çeşitli renklerde ve farklı şiddetlerde sarsılmaktadır. Bu çalkalanmalar insan hayatını dengeye getirmektedir. Bu hadiseler yaşanırken insan ne kadar az incinir, kırılır, yıpranmaya gayret ederse o nispette istikametini muhafaza edecektir.

Hayatın hadiseleri şüphesiz ki, hepimizi yıpratıyor. Nice köklü dostluklar çatırdıyor, yıkılıyor, rencide oluyor. Hepimizin hayat hikâyesi bununla doludur.

Hayat hikâyemizde yeni dostluklar kurabilmek, kurulanları devam ettirebilmekse pazılın diğer parçalarından incinmemek, alınmamak ve kırılmamaktan geçmektedir.

İçtimai hayatın ve hizmet hayatının selametle ve istikametle devamı için bu şarttır.

Ferdîlerşen ve yalnızlaşan insanlar her türlü etkiye ve yönlendirilmeye açık hale gelmektedir. Çok tehlikeli sulara yelken açmaktadır. Toplum hayatından kendini soyutlamak belki en kolay yollardan birisidir. İnsanları belli yönlere kanalize etmek isteyenlerin ilk hamlesi budur. Yalnızlaştır ve yönet.

Hayatın her alanında, sahasında insanlar her şeye rağmen kenetlenmeyi, incinmemeyi, kırılıp alınmamayı öğrenmek ve becerebilmeye mecburdur.

İncinen, kırılan yalnızlaşır; yalnızlaşan insan her türlü hataya açıktır.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL