Etiket arşivi: kenan taştan

Çocugunuza duygularınızı anlatın

Çocuklarınızla olan diyaloglarınızda onlara ne düşündüğünüzü değil ne hissettiğinizi aktarmalısınız.

Çocuk akşam geç kalmış. Merak içindesiniz. Cep telefonundan da ulaşamıyorsunuz. Nasıl olur da geç kaldığını, neden telefonunu açmadığını söyler sinirli bir şekilde tepki gösterebilirsiniz. Oysa bu aktardıklarınız sizin duygularınız değil. Siz kaygılanmışsınızdır. Onu merak etmişsinizdir. Bütün bu tepkinin yerine ona onu ne kadar merak ettiğinizi, başına bir şey gelmiş olabileceğine dair üzüldüğünüzü, telefonunun şarjı bittiyse yedek bir batarya taşıması gerektiğini anlatırsanız duygularınızı aktarmış ve beklediğiniz anlayışı görmüş olursunuz.

Çocuklarınıza emir vererek veya düşüncelerinizi kabul ettirmeye çalışarak onlarla sağlıklı bir iletişim yakalamanız mümkün değildir. Her zaman duyguların ön planda tutulması sağlıklı iletişim için gereklidir.

Çocuklar olabildiğince yaşayarak öğrenmeliler öte yandan…

Bir çocuğun derslerinde başarılı olması, sosyal yaşamda aktif roller üstlenmesi veya özgüvenini elde etmiş bir birey olarak diğer insanlarla iletişim kurması yaşadıklarıyla doğru orantılıdır. Çünkü çocuklar bizzat tecrübe ederek hayatı öğrenebilirler.

Az yemek insanı hırsız, çok laf arsız eder

Çocuğunuza bir şeyi defalarca söylemek sonuç almayı değil sonuç almamayı garanti altına alır. Çocuğunuza bir şeyi yapması konusunda defalarca uyarılarda bulunmak sizin kredinizi tüketir ve üstelik çocuğun söz konusu tutumu sergilemesi konusunda onu motive etmiş olmazsınız. Aksine motivasyonunu kırmış olursunuz. Bir atasözümüz vardır. Az yemek insanı hırsız, çok laf arsız eder. Çalış oğlum, çalış kızım, çalış yavrum. Zamanla tepki görmeyen bir etki halini alır bu uyarılar.

Çocuklar anne ve babanın atadığı memurlar değildir. Çocuğun kendi içinden gelerek bir şeyi yapması ile dışarıdan gelen bir istek doğrultusunda harekete geçmesi arasında fark vardır. Kendi isteğiyle çalışmaya başlayacakken ona çalış demeniz onu artık memur olarak atadığınız anlamına gelir.

Ebeveynler; çocuklarının kendilerinin küçük birer modelleri olmadıklarının ve ayrı birer birey olduklarının bilincinde hareket etmelidirler. Hayata çocuğumuz adına kendi gözlüklerimizden bakmamamız gerekir. Onların kendilerini çok daha iyi tanımalarına yardımcı olmalı, onlara bu anlamda fırsat tanımalı ve kendi geleceklerini inşa etmelerine engel olmamalıyız.

Bugün dünyada 1000’in üzerinde meslek vardır. Ebeveynler bildikleri yaklaşık 20 meslek içerisinden çocuklarına meslek seçiyorlar. Çocuklarımızın ilgi alanlarını ve yeteneklerini keşfetmekten çok kendi yaralarımızı kapatmanın ve ideallerimizi çocuklarımızda yaşatmanın peşinde koştuğumuzu anladığımız an çocuklarımıza bu konuda baskı yapmayı bırakıp onları kendi kararlarıyla baş başa bırakırız.

Ebeveynlerin empati kurma becerilerini geliştirmeleri gerekir. Çocuğu öncelikle dinleyerek onun hayata bakış açısını öğrenmeye çalışmak çok önemlidir. Farklı anlayışların, algılamaların ve düşüncelerin varlığını şu örnek güzel bir şekilde açıklıyor sanırım:

Sokrates’in idam edilmesine karar verilir. Eşi nasıl böyle bir şey yaparlar. Haksızlık bu sen suçsuzsun der. Sokrat eşine döner ve şöyle der: “beni haklı yere öldürseler daha mı iyiydi.” Aynı olaya farklı bakış açısını ile bakmanın örneğidir bu.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Çocuk Eğitiminde Şimdiki Aklım Olsaydı Kitabından Alıntıdır.

Çocuklara Nasıl Bir Disiplin Uygulayalım?

Anne babaların ve öğretmenlerin çoğu, yetişkinlerin denetimleri (disiplini) sonucunda çocukların iç denetimlerini otomatik olarak geliştirecekleri görüşünde. Bu görüş Freud’un çok bilinen kuramına dayanıyor: Çocuklar büyüdükçe anne-babalarının ve öteki yetişkinlerin bebekliklerinden başlayan denetimlerini yavaş yavaş içselleştirir ve kendi kendilerine disipline etmeye dönüştürür.

Bu görüşe göre, sürekli kontrol ve denetim altında tutulan çocuğun zaman içinde kendisini denetlemeyi ve kontrol etmeyi öğrendiği iddia edilmiş. Çocuk denetlene denetlene, kendisini otomatik olarak denetlemeye başlıyor.

Eminim bu fikri yalanlayan birçok hatıranız gelmiştir gözünüzün önüne. Hangi çocuk denetlenmekten hoşlanır ve bunu içselleştirecek kadar olumlu bir şey olarak görür ve kabul eder ki?

Kendi tecrübelerimize ve yapılan çalışmalara göre kendi kendine disiplin böyle yerleşmiyor. “Kedi yokken meydan farelere kalır” deyişini anımsıyor musunuz? Sürekli denetleyen yetişkinler arkalarını döndükleri zaman küçükler denetimlerini kaybederler. Bazen de yetişkin otoritenin daha önce kendilerine yasakladığı şeyi özellikle yaparlar. Küçükken söz dinleyen, boyun eğen çocuklar büyüdüklerinde sorun çıkaran ve isyankâr yetişkinlere dönüşürler.

Anne babalar olarak buradan çıkaracağımız sonuç, çocuğumuza boyun eğdirmeyi, sözümüzü dinletmeyi marifet saymamak gerektiği olmalıdır. Oysa bu şekilde çocuğa sözünü dinletmeyi başarı gibi veya iyi anne babalık gibi gören ve gösterenler, hiç az değil. Çocuk sessiz ve zararsız, anne baba da mutlu olduğu halde, böyle durumlarda ilk görünüşe aldanmayıp çocuğun yetişkin halini gözlemlemek lazım.

Disiplin; üç temel hedef için uygulanmalı

1. Sevgi ve güveni geliştirmek
2. Özgüven hissini oluşturmak
3. Başkalarını anlamak ve kişilere saygı duymak

Peki, denetlemek çocuğa iç disiplin sağamadığına göre, iç disiplin kazanması için ne yapmak gerekiyor.

Buna karşın kendilerine özgürlük tanınan gençler kendi kendilerini denetleyebilirler. Neden? Kendi seçimlerini yapmalarına kendi kararlarını vermelerine izin verilir de ondan. Gençler yetişkinleri rahatsız eden davranışlarını, eğer yetişkinler de onlara aynı duyarlılığı gösterirlerse, kısıtlayıp denetlemeyi öğrenirler; yetişkinlerle birlikte kuralları belirlemelerine izin verilince, bu kurallara uymak için öz denetimlerini kullanırlar.

Çocuklara yetişkin tarafından belirleneni yapmak zorunda oldukları değil, kendi kararlarını kendilerinin alabilecekleri, kendi seçimlerini yapabilecekleri, birçok seçenek arasında tercih yapmanın rahatlığını yaşayabilecekleri bir özgürlük tanınması halinde iç denetim için gerekli olan birincil şart sağlanmış oluyor.

Hem çocuklar hem de gençler, rahatsız oldukları davranışlarımız hakkında duyarlı davrandığımızı fark ederlerse, onlar da bizi rahatsız eden davranışları hakkında duyarlı davranmaya ve kendilerini kısıtlayıp iç denetimlerini geliştirmeyi öğreniyorlar. Hayatın huzurlu bir şekilde devam etmesi için lazım olan kuralları kendimiz koymak yerine onlarla beraber belirlersek, bu kurallara uymaya çalışıyorlar ve böylece kendilerini denetlemeye alışıyorlar.

Dış denetim ile çocuğa iç disiplin kazandırma teorilerinin ise hayal olduğu gün gibi ortada.

Yetişkinlerin baskıcı disiplin sonucunda korkuyla boyun eğen çocuklar yetiştirebilecekleri doğrudur, ama aynı yöntemle kendi kendilerini disipline edebilen çocuklar yetiştirebilecekleri yanlıştır.

Gençleri etkilemek amacıyla güç kullanmaktan vazgeçtiğiniz zaman, onlar üzerindeki etkiniz artar. Bunun tersi de söylenebilir. Üzerlerinde güç kullanmaya çabaladıkça etkiniz o ölçüde azalır. Neden? Çünkü tepkiyle karşılaşırsınız: Karşı koyma (söyleneni yapmama), baş kaldırma (söylenenin tersini yapma), yalan söyleme (yaptığının tersini söyleme).

İşte bu kısım birçoğumuzun düştüğü yanılgıyı anlamamıza sebep olabilir. Çocuk güce karşı tepkisiz kalmaz ve gösterdiği tepki bizim etkimizin azlığını gösterir.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Çocuk Eğitiminde Şimdiki Aklım Olsaydı Kitabından Alıntıdır.

Çocukta Karakter Oluşumu

“Çocuk donmamış beton gibidir. Üzerine ne düşerse izi kalır.”

Hani hep deriz ya “Tıpkı babası gibi uzun boylu” veya “Aynı annesi gibi neşeli, cana yakın”; bunun sebebi genetik karakterdir. Yani bir çocuğun anne ve babasında aldığı genlerin karışımının ve özetinin kendi fiziğinde ve yahut karakterinde şekillenmiş olmasına, “genetik karakter” diyoruz.

Genetik karakterin haricinde, birde çocuğun anne karnına düştüğü ilk andan itibaren şekillenmeye başlayan “psikolojik karakter” i vardır. Psikolojik karakter, annenin sevinçleri, öfkesi ve üzüntülerine bağlı olarak “genetik karakterin” üzerine inşa edilen ikinci bir karakterdir.

Anne karnında, dokuz ay geçiren bir çocuk, sadece bu süreyi tamamlamak için beklemez, aksine annenin yaşadığı her acıyı, her sevinci ve her duygusal değişimi birebir yaşayarak bir ömür boyu ana hatları ile kullanacağı karakter alfabesinin ilk harflerini de dizmeye başlar.

Genetik karakterin oluşumunda her ne kadar, anne ve baba söz sahibi olsa da psikolojik karakterin oluşumunda, özellikle anne doğrudan tesir sahibidir. Yani “anne eğer isterse karnındaki çocuğun “pısırık, korkak” yahut sakin ve huzurlu” olabilmesi adına ciddi bir rol oynayabilir.”

Nasıl mı?

Bunu insanlık tarihinin en yüz karası deneylerinden biri ile izah etmek mümkün. Bir çocuğun gelişimini takip etmek, bir annenin psikolojisini bozup yeniden yapmak, daha sonra bunu, bilim dünyasına hediye etmek isteyen bilim adamlarının (!) ilk adresi Afrika’dır. Afrika’nın talihsiz ülkesi Kongo

Kongo’nun sömürüldüğü yıllarda, beyaz adam, Kongo’da daha rahat hareket etmek için Kongo’nun yerli insanlarından yardım almak zorundaydı. Ama en büyük sorun, siyah insanın öfkesine maruz kalmaktı. Para ile tutulan köleler her zaman sadık değildi. Fırsat buldukları ilk anda, efendilerine ihanet edebiliyorlardı. Ayrıca acıya dayanıksızlardı. Hakaret edildiğinde, dayak yediklerinde, canları yandığında, her insan gibi isyan edebiliyor, eş ve çocuklarına olan bağlılıklarını “normal insanlar” gibi canlı tutabiliyorlardı.

Hâlbuki bu özellikler bir kölede olmamalıydı. Çünkü köle, efendisi ile hiçbir şey kıyas etmemeliydi. Canı yansa da efendisine sadık, kendi adına karar veremeyecek kadar korkak ve pısırık olmalıydı. Yani kölelik genlerine kadar işlemeliydi.

İşte beyaz insanın sıkıntısı buradan kaynaklanıyordu. Para ile satın alınan Kongolu köleler, her şeyi çok iyi yapıyorlar; ama iş kritik bir noktaya gediğinde, beyaz efendiyi tehlikede bırakabiliyorlardı.

Sorun, “Kölelik ruhu genlerine kadar işlemiş köleler, nasıl yaratılır?” da kilitlenip kalıyordu. Sonunda beyaz adam, köleliği, ruhuna kadar sindirmiş “köle yaratma (!)” fikrini, Kongolu anneler üzerinde denemeye kara verdi.

Yapılacak şey, başlangıçta, her ne kadar üzücüde olsa sonuç itibari ile beyaz adama sadık köleler edinme fırsatı vereceği için vicdanlar bir süre susturuldu.

O günlerde Kongo’da, sokak sokak, ev ev, hamile kadın arandı. Kimisi üç, kimisi beş, kimisi de dokuz aylık hamile olan anne adayları, zor kullanılarak büyük bir meydana getirildi. Bu alanda zorla toplanılan genç anne adayları arasından dokuz aylık hamile bir kadın seçildi. Doğum yapmasına birkaç gün kalmış olan bu anne adayı, yere doğru gerilerek mancınık haline getirilmiş bir ağaca bağlandı. Etrafta yüzlerce siyahî hamile annenin korku dolu bakışları arasında fırlatıldı. Bir annenin karnındaki çocuğuyla birlikte havada parçalanışına şahit tutulan etraftaki diğer anneler, çığlık çığlığa sağa sola kaçışsalar da beyaz adamın elinden kurtulmayı başaramadılar.

Yaşadıkları bu olayı haftalarca üzerlerinden atamayan hamile anneler, beyaz adamı nerede görseler kendilerine bela bulaşmasın diye büyük hürmet göstermeye başladılar ve anne karnındaki çocukların ruhu, bu korkuyla karışık hürmet duygusu ile şekillenmeye başladı.

Henüz bu olayın travmasını üzerlerinden atamayan anneler, bir sonraki ay, yine aynı meydanda zorla toplandı ve içlerinden yine bir anne adayı seçilip mancınıkla havaya fırlatıldı. Yüzlerce hamile anne, her ay içlerinden seçilen birinin mancınıkla havaya fırlatılışına, kimi zaman havada, kimi zaman yere düşerken parçalanışına şahit tutuluyor ve dokuz ay boyunca, yarının annelerine ve karınlarındaki bebeklere korku travmaları yaşatılıyordu.

Hamileliğin daha ilk aylarından itibaren, anne karnında, bu korku nöbetlerini yaşayarak dünyaya gelen çocuklar, tam da tahmin edildiği gibi “korkuyu ruhuna sindirmiş ve efendisine ölümüne sadık (!)” birer köle olmaya başlamışlardı bile. Beyaz adam için paha biçilmez kıymetteki “sadık köleler” di artık onlar.

Daha anne karnındaki ceninin psikolojisini travmalarla şekillendiren beyaz adam, bilim adına bir çığır açtığını düşünüyordu. Bunun adı “embriyo psikolojisi” idi!..

Embriyo psikolojisi, anne karnındaki embriyonun anne vasıtası ile yaşadığı psikolojiye verilen addır. Kısaca diyebiliriz ki hamilelik süresince bir anne ne ile meşgul oluyorsa, duygu dünyası ne ile şekilleniyorsa karnındaki embriyonun da duygu dünyası aynı olaylarla şekillenmektedir.

Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, eğer anne korku nöbetleri ile hamileliğini geçirmiş ise muhtemel ki doğacak çocukta da bu korku nöbetlerinin izleri bir ömür boyu devam edip gidecektir. Veya çok karşılaşılan başka bir durum da istenmeyen bir hamileliği mecburi olarak yaşayan bir annenin ruhsal halidir. Böyle bir annenin bebeği, dokuz ay boyunca kendisini istemeyen bir annenin psikolojik baskısı altında eziklik hissedecektir.

Bu ezilmeler, çocuğun bir ömür boyu taşıyacağı “psikolojik karakterin” en belirgin özelliği olarak bir gölge gibi onu takip edecektir.

O halde bebek bekleyen bir anne adayı, sınırda nöbet bekleyen bir asker gibi ciddi ve dikkatli olmalıdır. Karnındaki yavrusuna fizyolojik olarak bağlı olduğu gibi psikolojik olarak da bağlı bulunduğunu asla hatırından çıkartmamalıdır.

Çocuğunun ruhsal gelişimi adına bir anne, okuduğu Kur’an’ın sadece kendisine değil, karnında taşıdığı yavrusuna da okuduğunu bilmeli. Aldığı abdestin, kıldığı namazın verdiği huzur ve sakinliğin, sadece kendisine değil, minik yavrusuna da tesir ettiğini asla unutmamalı. Anne’nin yaşayacağı korku, öfke, hırs, günah, yapacağı gıybet, söyleyeceği yalan, kısacası vicdanını sızlatan her bir durum, çocuğuna da inceden inceye sızar. Bu itibarla bakıldığında, çocuk terbiyesinin daha anne karnında başladığına şahit oluyoruz.

Özetlersek bir anne, çocuğunun nasıl bir karaktere sahip olmasını istiyorsa kendisi de hamilelik döneminde o karakterin izlerini taşımalıdır.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Çocuk Eğitiminde Şimdiki Aklım Olsaydı Kitabından Alıntıdır.

Yeni Bir Neslin İnşası İçin

Başarının ölçülebilir kriterlerinin olduğu ve o kriterleri yakalayan herkesin başarılı sayıldığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Reel ve pozitivist bakış açısına göre zaten öyle olması gereken(!) bu durumun, aslında toplumu içten içe kemirdiğinin farkında değiliz. Bu kriterlere göre kendi “İnsan portresini” inşa eden ve adına “Başarılı insan” denilen, kişilik tiplemesinin çerçevesi hepimizce malum.

Bu tipolojiye göre; bir iş adamıysanız eğer, ne kadar kazandığınız, yıllık cironuzun miktarı, gayrimenkulleriniz önemlidir. Bunların hepsi de ölçülebilir değerlerdir çünkü. Bunları nasıl kazandığınızın, helal-haram ayrımına dikkat edip etmediğinizin, ahlaki değerlerinizin ve insani hassasiyetlerinizin başarı hanesinde kriter olarak değeri yoktur. “Vergilendirilmiş kazancın kutsallığını” sorgulamıyorum bile.

Ne de olsa, kutsanan değerin ‘başarı’ olduğu, ‘başarının’ ise madde ile ölçülür hale geldiği bir zamandayız artık. Peki, ya geleceğimizin teminatı olduğunu iddia ettiğimiz çocuklarımızın durumu? Onların ki bizimkinden bin beter. Çocuklarının başarısı yılsonunda karnelerinde getirdikleri notlarla ve ülke genelinde yapılan SBS, LYS, YGS ve bilumum sınavlarda aldığı puanlarla ölçülüyor artık. Anne-babaya saygı, başkalarına saygı, dürüstlük, yardım severlik, çevre bilinci, kendisiyle ve çevresiyle barışık olma gibi insani değerlerle değil. Bundan dolayıdır ki günümüz gençleri “Her şeyin fiyatını bilen ama maalesef birçok şeyin değerini bilmeyen bir nesil olarak yetişiyor.

Anlayacağınız başarı kavramında bir ters yüz oluş yaşıyoruz. Bedeli ne olursa olsun kazanan, ‘başarılı’ sayılıyor. İnsani değerlerin ve imani ölçülerin çiğnendiği bir kazanca hayır diyebilenler ise, başarısız.

Son dönemlerde “Değerler eğitimi” diye adlandırılan ve müfredat dışı öğrencilere verilmeye çalışılan eğitimleri elbet görmezden geliyor ve takdir etmiyor değilim. Ancak onlarında çok faydalı olduğunu söylemek pek mümkün değil. “Havanda su dövmeyi“ çağrıştıran bu eğitimlerin öğrenci kitlesi üzerinde çok da etkili olduğunu söylemek, şu an için pek de mümkün değil. Neden mi? Anlatılanlar sınavlar da çıkmıyor da ondan(!)…

Yapılan sınavlara yüklenen anlamın değişmediği, başarının yalnızca sınavlardan alınan puanlarla ölçüldüğü bir ortamda Matematik, Fizik, Türkçe vs dışında anlatılanlara kulaklar kapanır. Bizim öğrencilik yıllarımızdaki beden eğitimi, müzik, resim, iş bilgisi gibi insanın sosyalitesini ve üretkenliğini artıran derslere gerçek değerlerini vermememizin en önemli sebebi de bu değil miydi?

Müfredat dâhilin de onlara verdiğimiz eğitimde başarılı sayılmalarının yolu en yüksek notu almaları, sınavlarda en çok neti yapmaları gibi reel ölçülebilir kriterlerle değerlendiriliyor. Oysa “Değerler eğitiminde” yardımlaşma, fedakârlık, arkadaşlık, dostluk gibi kavramlar anlatılıyor. Bu paradoksal ortamda çocuklarımıza ahlaki olarak “bir inci” olmaları yerine sınavlar da “birinci” olmalarının daha önemli olduğunu ve başarı kriterlerine göre ancak bu şekilde başarılı sayılacaklarını farkında olarak veya olmayarak dayatmış oluyoruz.

Elbette ki burada sistemi sorguladığımız ve kusurlu bulduğumuz kadar biz ebeveynler kendimizi de sorgulamalı ve hatalarımızı görmeliyiz. Örneğin sınavda başarılı olamamış çocuğuna, en yakın arkadaşının sınavı kazanmış olmasını, çocuğunun başarısızlığının bir kanıtı olarak defalarca hatırlatması, ister istemez çocuğun en sevdiği arkadaşının başarısız olmasını dilemesine ve arkadaşı hakkında olumsuz duygular beslemesine neden olmaktadır.

Tüm bu ortamda yetişen yeni nesil, ders notlarını arkadaşlarına vermekten kaçınan, çözümü bildiği sorunun çözümünü sırf öğretmeninin gözünde ‘birinci’ olmak için söylemeyen, en sevdiği arkadaşına girdikleri sınavlarda kendisinden daha yüksek puan aldığı için haset eden, bencil bir nesil olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu hastalıklı Batı tipi başarı (Amaca giden her yol mubahtır…) anlayışından kurtulmanın en kolay yolu, kendi başarı kriterlerimizi çocuklarımıza öğretmeli ve başarının sadece ölçülebilen kriterlerle oluşmadığını gündelik pratiğimizle onlara göstermeliyiz.

Başarıya giden/amaca giden her yol mubahtır anlayışının bizim inanç sistemimizle uyuşmadığının en iyi örneklerinden biri asrısaadette Huzeyfe bin Yeman ile babasının yaşadıkları olaydır. Resulullah’ın Bedir’de ancak 300 sahabeyle 900’ü aşkın iyi silahlanmış Kureyşliye karşı savaşma durumunda iken sergilediği bir tavır, bunun net bir ifadesidir. Bu savaş halinden habersiz bir şekilde Yemen canibinden Medine’ye doğru gelen Huzeyfe b. Yeman ve babasının yolu, Bedir kuyusu civarında Kureyş ordusu tarafından kesilecek; ikisi ancak serbest bırakıldıklarında İslam ordusuna katılmayacaklarına söz vermeleri şartıyla serbest bırakılacaklardı. Huzeyfe ve babası bu sefer az ilerde Hz. Peygamber ve ashabıyla karşılaştığında, iki ordu arasındaki apaçık sayı farkını görecek; bu ise onları Kureyş müşriklerine verdikleri sözü unutmaya sevk edecekti. Ancak aradaki sayı ve silah farkı ne kadar fazla olursa olsun, Resulullah’ın kalbinde verilen söz çiğnenerek zafer kazanmalarını ve kazanırken kaybetmelerini istemiyordu! Huzeyfe ve babasına Mekke’ye dönün! Onlara vermiş olduğunuz sözü yerine getirin! demişti.
İşte bizim başarı ve kazanma anlayışımız…

Bu ve buna benzer bizim kriterlerimizden oluşan bir anlayış çocuklarımıza, gelecek nesillerimize mutlaka aktarılmalıdır. Ayrıca onlara altını çizerek şunları vurgulamalıyız:

Biz başarmaya mecbur değiliz. Gayret göstermeye mecburuz. Başarı yüceltmez bizi, o Allah’tandır çünkü. Bizi gayretimiz yüceltir, başaramasak bile.

Bu değerleri onlara aktaramazsak ne mi olur?

Kendinden başka kimseyi düşünmeyen, çıkarcı, menfaati adına her türlü gayri meşru teklifleri kabul eden, bir üst mevkiye/makama terfi edebilmek için yani “Başarılı” olduğunu, ispat edebilmek için her türlü gayri ahlaki özellikler sergileyen hedonis ve pragmatist bir nesil yetişir.

Daha ne olsun?

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org

Mutlu Evlilik İçin Taktikler

Son zamanların moda şarkısı bu formülü kendine göre özetlemiş. Hatırlayamayanlar için şarkının sözleri şöyle: “Mutluluğun formülü çok açık. Bir sen, bir ben, bir de bebek!”

Bu formül mutlu bir evlilik için yeterli mi? Bilemem ama bizim önerilerimiz şöyle:

1- Hayallerinizdeki eşe göre değil, mevcut eşinize göre hayatınızı düzenleyin.

2- Ne kadar yüksek tahsilli ve kariyer sahibi olursanız olun, beyiniz sizin köyün çobanı da olsa onunla şahsiyet ve gurur yarışına girmeyin. (Hollanda’daki anne baba okulunda öğretilen mutlu evliliğin ilk şartı). Artık günümüzde en meşhur feministler bile bu tavsiyede bulunuyor.

3- Kendini ağıra satan eş baltayı ayağına vurmak üzeredir. Özellikle beyler bu tutum sergileyen kadınlara karşı çileden çıkar.

4- Eşinize biliyorum sen artık beni sevmiyorsun! Diye sitem eden kişi eşinin bilinç dışı zihninde “artık eşini sevmeme” temelini atmış olur.

5- Evliliği cehenneme çeviren asıl unsurlardan biri hayalciliktir. Günümüzde beylerin ve hanımların büyük kısmı mevcut eşleri dışında alternatiflerin kendilerine cenneti yaşatacaklarını sanmaktadırlar. Hayalci söz ve davranışlarla eşinizi bıktırmayın.

6- Erkekler görsel ve işitseldir. Hanımlar ise dokunsal ve duyusal. Beyler bir saatlik vaaz-u nasihat yerine eşiniz hanım efendinin elini tutarak %95 daha etkili olabilirsiniz. Hanımlar kocanızı değiştirmek için onca enerji tüketeceğinize evde ve şahsınızda görüntüye önem verirseniz, bakımlı bir hanım olursanız, elinizden geldiğince az ve öz ifadelerle sözlü iletişimi sağlarsanız %95 daha iyi sonuç alırsınız.

7- Eşinize olmazsa ayrılırız düşüncesiyle yaklaşırsanız büyük ihtimalle olmaz ve ayrılırsınız. Fakat “olsa da, olmasa da mutluluğu yakalayacağız, bunun başka çaresi yok” düşüncesiyle yaklaşırsanız mutluluğu yakalarsınız.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Evliliğinizin Kaçıncı Kilometresindesiniz Kitabından Alıntıdır…