Etiket arşivi: mehmet emin karabacak

21. Yüzyılda Balık Tutmasını Öğrenemeyenler

İki işçi ormanda kesecekleri her ağaç başına ücret almak koşuluyla bir firmayla çalışmaya başlarlar. Adamın biri ormana sabah erken gider¸ akşam geç dönerdi. Öbür adam da diğer adama göre ormana sabah geç gider¸ uygun zamanlarda dinlenir ve akşam da evine öbür adamdan erken dönerdi.

Bir hafta sonra kesilen ağaçlar sayıldığı zaman, ormana kahvaltısını yapıp¸ yeri geldiği zaman dinlenen ve akşam da evine zamanında gelen adamın diğer adamdan daha fazla ağaç kestiği görülür. Bunu gören öbür adam dayanamayarak:

“Nasıl olur? Ben ormana senden çok erken gidiyorum¸ hiç dinlenmeden sürekli ağaç kesiyorum ve senden sonra eve dönüyorum yine de sen benden çok fazla ağaç kesiyorsun.” der.

Diğer adam da gayet soğukkanlı bir şekilde:

“Evet¸ ben ormana senden geç gidiyorum ve eve de senden erken dönüyorum. Sen dinlenmeden sürekli ağaç keserken ben dinlenme aralarında oturup bir taraftan dinlenirken bir taraftan da baltamı biliyordum. Biliyorsun keskin baltayla¸ daha az çabayla daha çok ağaç kesilir.” der.

Yakın tarihimize baktığımız zaman bizim muasır medeniyetler seviyesine çıkamamamızın sebebinin “Öğrenmeyi öğrenememek” olduğunu düşünüyorum. Bizler Batı devletlerinden daha çalışkan ve gayretli olduğumuz halde onların gerisindeyiz. Çünkü zekâmızı planlı ve mantıklı bir şekilde kullanmak yerine kara düzen dediğimiz babadan görme şekliyle devam ettirdiğimizden¸ zaman ve enerji kaybediyoruz.

Alvin Tofler: “Yirmi birinci yüzyılın cahilleri okuma yazma bilmeyenler değil¸ öğrenmeyi öğrenemeyenler olacaktır.” demektedir.

Her öğrenci ders çalışır¸ ama “Teşekkür,  Takdir Belgesi” alamaz. İmkânı olan herkes esnaf olabilir; ama satışı artıracak püf noktaları bilemez.

Herkes ziraatçı da olabilir; ama herkes bağ bahçeden istenilen şekilde ürün kaldıramaz. Sonuçta herkes her şey olabilir; ama herkes işin ehli olamaz. İşin ehli olmak için de öğrenmeyi öğrenmek gerekir.

Her işin kendine göre kuralı vardır. Onun için her kuralı her şeye uygulamak zaman ve enerji kaybına sebep olacaktır. Amaç “yapılacak işte en kısa zamanda en fazla nasıl verim almak” olmalıdır.

Her işin kendine göre kuralı vardır. Kuralı bilinmeden yapılacak işte, deneme ve yanılma yöntemi uygulanacağı için bu da, emek ve zaman kaybına sebep olacaktır. Deneme yanılma yöntemi yerine öğrenmeyi öğrenerek yapılmalıdır.

Nedir Bu Öğrenmeyi Öğrene Bilmek?

Hikmet ve ilim müminin yitik malıdır¸ onu nerede bulursa alır.” (Tirmizî¸ İlm¸19), “Kim kendini bilirse rabbini de bilmiş olur.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ)  buyurur Sevgili Peygamberimiz (s.a.v).

balik tutma“Nasıl çalışması gerektiğini bilmek¸ öğrenmeyi öğrenmektir. Bence bu¸ bir insanın kendi kendine verebileceği en güzel hediyedir.” der Ron Fry.

“Metotlu çalışma” der A.Fuat Başgil hocamız öğrenmeyi öğrenmeye.

Konfüçyüs’ün: “Yoksul bir gence gerçekten yardım etmek istiyorsanız ona balık tutup vermeyin¸ balık tutmasını öğretin. Balık vererek bir öğün¸ balık tutmasını öğreterek bir ömür boyu karnını doyurabilirsiniz.” demiştir.

Konfüçyüs’ün dediği gibi başta kendimiz olmak üzere amacımız; çocuklarımızın¸ emrimizde çalışan işçi ve memurların karnını doyurmak olmamalıdır. Amacımız Konfüçyüs’ün ifadesiyle balık tutmasını öğretmek, sizin ifadenizle işin püf noktasını bilmek, bizim ifademizle ise öğrenmeyi öğretmek olmalıdır.

Sonuç olarak öğrenmeyi öğrenmek, her işi bir plan dâhilinde (Nerede¸ ne zaman ve nasıl) yapmaktır.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Çocuklar Şükredilecek Bir Nimet Değil mi?

Göreve yeni başladığım zamanlarda sürekli okula gelen veliler dikkatimi çekerdi. Ne güzel; duyarlı ve bilinçli aileler de var, derdim. Bu düşüncelerim aileleri tanıyıp niyetlerini anladıkça değişmeye başladı.

Bu ailelerin çocuklarının başarısıyla övünmek, onları toplumsal tatmin aracı olarak kullanmak istediklerine şahit olmaya başladım. Bu çocukların zannedildiği kadar zeki olmadıklarını, kendi hallerinde birer öğrenci olduklarını anladım. İşin garip tarafı bu ailelerin çocuklarının kapasitelerini bildikleri halde bile bile yüksek beklenti içine girmeleridir. 

Bizim bilinçli diyerek takdir ettiğimiz bu veliler, çocuklarının kapasitelerinin üstünde bir beklenti içine girerek hem çocuklarını hem de kendilerini sıkıntıya sokmaktadırlar. Allah bu ailenin çocuklarına sabır ve yardım etsin diyorum. Çünkü evde sürekli ders çalışmanızı söyleyen, birileriyle kıyaslayan,  kapasitenizi düşünmeden kendileri için sizi yarış atı gibi koşturan bir anne baba düşünün. Kısacası bu durumda olan çocuklar için bir empati yapmaya çalışın.

Ben bu tip ailelere, seminerlerimde ve aile görüşmelerimde şunu anlatmaya çalışıyorum; fakat onlar anlamak istemiyorlar. Ailelere şu ifadeleri çok kullanmışımdır:

“Çocuklarınız zannettiğiniz ve beklentilerinizi karşılayacak kadar süper zeki değillerdir. Bu çocukları oldukları gibi kabul edin ki hem siz hem de çocuklarınız rahat etsin.  Onlar, sizlerin istediği okulları kazanamayacak olsalar da; fiziksel ve zihinsel olarak özürlü çocuklar değillerdir. Ya çocuklarınız özürlü olsalardı o zaman da beklenti içinde olur muydunuz? Özürlü çocuğu olan aileleri düşünmenizi istiyorum.” 

Göreve yeni başladığım aynı yıllardaki aileler ile şimdiki aileler arasında (çocuklardan başarı beklentisi adına) pek de fark olmadığı gördüm. Aileler 15 yıl öncesinde olduğu gibi şimdi de aynı beklenti içindeler. Sonuç olarak şimdiki aileler de aynı hatalara düşmektedirler. Okullarda çocukların yetenekleri üstünde bir beklenti içine girerek hem çocukları hem de kendilerini sıkıntıya sokan ailelerle halen karşılaşmaktayız.

Hocam, benim çocuğum en iyi yeri kazansın diyen aileye nedenini sorduğumda; “Falan falanın çocuğu çok iyi yeri kazandı. Benim çocuğumun ondan neyi eksik kalır.” cevabını alıyorum.

Peki, siz gerçek anlamda çocuklarınıza anne babalık yapabiliyor musunuz? Çocuğunuzun sizi maddi ve manevi anlamda başka anne babaları örnek gösterip kıyasladığına hiç şahit oldunuz mu?

Bu sorularıma ailelerin cevabı; “Elimizden geleni fazlasıyla yapıyoruz. Yemeyip yediriyoruz, giymeyip giydiriyoruz, onlar için çalışıp çabalıyoruz. Hatta onlara özel dersler aldırtıp dershanelere gönderiyoruz.” olur.

Peki, bir anne babanın görevi çocuklarına sadece yedirip, içirip, giydirip ondan sonra da kapasitesinin üstünde bir beklenti içine girmek midir? Bir anne babanın başka ne görevi olabilir diyen ailelere; çocuklarını gerçek anlamda tanımadıklarını işe önce çocuklarını tanımakla başlamaları gerektiğini söylüyoruz.

 

Güle Güle Diyemediğimiz Çocuklar! ve Cennetlik Analar

Çocukları hala kendi okuduğu ve yaşadığı dönemlere bakarak değerlendiren aileler; çocuklarının, kendilerinin, toplumun,  en önemlisi zamanın ve şartların değiştiğinin farkında bile değillerdir. Bu gibi ailelere Hz. Ali Efendimiz yıllar öncesi neler yapmaları gerektiğini şu güzel sözüyle hatırlatmaktadır:

“Çocuklarınızı yaşadığınız çağa göre değil; onların yaşayacakları çağa göre yetiştirin.”

Genelde özel eğitim sınıfı olan okullarda çalıştım. Özel eğitime giden çocukları ve onları okula getiren aileleri gördükçe şükretmemiz gereken çok fazla nedenimiz olduğunu düşünür ve bunu velilere anlatmaya çalışırım.

İsterseniz başımızı ellerimizin arasına alıp birlikte düşünelim. “Çocuğunuz (Allah göstermesin) fiziksel ya da zihinsel özürlü. Yani evden çocuğunuzu okula gönderirken haydi çocuğum, iyi dersler diyemediğiniz bir çocuk. Elinden tutarak ya da kucaklayarak normal çocukların on dakikada gittiği yolu, siz en az yirmi dakikada gidiyorsunuz. Yolda size acıyarak bakıp geçenleri umursamadan okula geliyorsunuz. Çocuğunuzun dersi bitinceye kadar yeri geliyor okulda kalıyorsunuz. Normal çocukların teneffüste koşup eğlendiklerini gördükçe içinizin parçalandığını hissetmenize rağmen teneffüste de onunla ilgileniyorsunuz.

Bütün hayatınızı bu çocuğa göre planlıyorsunuz. Ve bu çocuk sürekli size bağımlı yaşamaya devam edecek. Her şeyini siz yapıyorsunuz. Yemesinden tutun da tuvaletine kadar her türlü bakımı ile size bağımlıdır.

Bir an dahi olsa gözünüzün önünden ayıramıyorsunuz. Bir yere gitmek isteseniz kimseye bırakamıyorsunuz. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamadığı gibi diğer çocuklar gibi de sarılıp sizi kucaklayamıyor da.

Sadece kendi ihtiyaçları dediğimiz öz bakım becerilerini kazanmasını istiyorsunuz. Şu liseyi ya da şu fakülteyi kazanmasını istemiyorsunuz, istediğiniz tek şey çocuğunuzun kendi kendine yetmesi. Hatta düşüncelerin en acısı ve en kötüsü de ben ölürsem bu çocuğa kim bakacak diye derin bir üzüntü duymaktasınız…”

Bazı aileler için bu bir senaryo olsa da bazıları için hayatın ta kendisidir. Bu konuda özürlü ailelere Allah yardım etsin. Düşüncem o ki Allah’u âlem ben onları “Cennetlik Analar” olarak düşünüyorum. Gerçekten de bu iş, sabır ve yürek işidir.

Özürlü çocuğa sahip değilsek de hayat şartları bizi de, çocuğumuzu da bir gün özürlü hale getirebilir. Doğum öncesi ve doğum sonrasını bir yana bırakın; küçük ve büyük kazalar çocuklarımızı olduğu kadar bizleri de özürlü yapabilir.

Çocukların sevgiden başka bir şey istemediği şu üç günlük dünyada en güzel davranışın şükredebilmek olduğunu düşünüyorum. Çünkü nimetlerin devamının şükre bağlı olduğunu Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır:

“Ve hatırlayın ki Rabbiniz size şöyle bildirmişti: Yüceliğim hakkı için şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7)

Allah’ım Bir de Şu Kuluna Bak!

Eli ayağı düzgün; fakat sadece ayakkabıya ihtiyacı olan adamın biri, yolda yürürken takım elbiseli, bir elinde eksport çanta, gözünde güneş gözlüğü ve ayağında da gıcır gıcır ayakkabısı olan bir adam görür. Adam hemen:

 “Ey Allah’ım bir şu kuluna bak bir de bana bak! Benim bir ayakkabım dahi yokken onun bütün ihtiyaçları tam ve yepyeni. Ben senden sadece bir ayakkabı isterken, sen bütün nimetlerini bu kulunda toplamışsın.” diyerek yoluna devam eder.

Köşeyi dönünce az ileride üstü başı yırtık olmaktan öte ayakları olmayan bir dilenci görür ve aklı başına gelen adam:

“Yarabbi takım elbise de çanta da ayakkabı da istemiyorum. Sadece ayaklarımı istiyorum, varsın böyle de iyi benim durumum.” diyerek tövbe eder.

Onun için değil mi Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammet (s.a.v):

“Kendinizden üstündekilere bakmayınız, kendinizden aşağıdakilere bakınız. Çünkü kendinizden yukarıdakilere bakmak insanı isyana götürür; kendinden aşağıdakilere bakmak ise insana şükretmeyi öğretir.” buyurmuşlardır.

Dünyalara değişmeyeceğimiz çocuklarımızı bize eli ayağı düzgün olarak veren Allah’a şükretmemiz gerekir. Cenab-ı Hak paha biçemeyeceğimiz, eli ayağı düzgün, zekâsı normal çocuklar verdiyse bunun değerini bilmek gerekir. Bu çocukların yetenekleri üstünde bir beklenti içine girip hem çocuklarımıza hem de kendimize bu hayatı zindan etmeyelim.

Allah çocukları bize, kapasitelerinin üstünde bir şeyler beklensin ya da başka çocuklarla kıyaslayın diye vermedi. Allah bize onları, emanet olarak belli kapasitelerde verdi ki bizleri de bu kapasitedeki çocukları yetiştirmek ve eğitmek üzere görevlendirdi.

Çocukların kapasiteleri konusunda bize düşen sorumluluğu Cenabı Hak; Bakara Süresinin son ayetinde (2/286):

Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sensin bizim Mevlamız, kâfir kavimlere karşı yardım et bize.” buyurarak ne çocuklarımız için ne de kendimiz için kalkamayacağımız bir yükün altına girmememizi en güzel şekilde ifade etmektedir. Bunun yanında bizlere; çocukların kapasitelerine uygun bir beklenti içinde olmamızı ve onların kapasitelerinin üstünde bir beklenti içine girmememizi istemektedir.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Hazır Çorba Gibi Yetiştirilen Çocuklar

Gıdaların genetiğiyle mi oynandı yoksa yeni neslin genetiğiyle mi oynandı bilmem ama anne babalar, çocuk eğitiminin genetiğiyle oynadığı bir gerçek.

Eskiden çocuklarını doğal yollarla (anne sütü, ev yapımı yoğurdu, tere yağı,…) beslemeye çalışan  anne babalar, günümüzde ise çocukları hazır gıdalarla (hazır mama, hazır çorba, hazır yoğurt, çikolata, cipsi, kola…) beslenmeye çalışmaktadırlar.

Her şeyleri hazır olacak olan bu çocukların doğumları da hazır olacaktır. Doktor tarafından anne adayına ağır kaldırmayacaksın deniyor o da bunu en küçük bir iş yapmayacak diye algılıyor ve her şeyi ayağına bekliyor. Sonuçta anne adayı hareketsiz kalınca ister istemez doğumda zor olacaktır. Doğumun zorluğundan korkan anne adayı, normal doğum yerine farklı bir seçeneği düşünecektir.

Anne ile çocuk arsındaki duyusal bağları güçlendirecek normal doğum yerine, bugün birçok anne tarafından sıkıntısız olmasından dolayı sezaryen tercih edilmektedir. Oysa normal doğumun hem anne için hem de çocuk için birçok faydası olduğu doktorlar tarafından ifade edilmektedir.

Normal doğum yerine sezaryenle hiçbir emek harcamadan dünyaya gelen çocuklar, beslenmeleri de anneyi emerek (ekmek için mücadele) değil de biberonla (hazırlığı alıştırma ve hazır mama) yapılınca çocukların fiziksel gelişimlerinin yanı sıra kişilik gelişimleri açısından da bazı sıkıntıları beraberinde getirecektir.

Evet, birçok anne değişik mazeretler aldı altında bebeğini emme davranıştan mahrum bırakmaktadır. Anne ile çocuk arasındaki sevgiyi bağlarını güçlendirecek anne sütü yerine, daha çocuk doğar doğmaz biberon ve yalancı emzikle tanıştırılıyor.

Çocuğu hazırcılığa alıştırmak biberonla başlıyor. Çünkü çocuk biberonla beslenirken emek harcamıyor. Biberonla beslenmek eskilerin tabiriyle  “Armut piş, ağzıma düş!” oluyor.

Anneyi emmek; başlangıçta çocuklar için çok zordur ve emek gerektirir. Oysa emmek bebeklerin birçok duygusal ihtiyaçlarını (bedensel temasa bağlı olarak sevgi bağı oluşturma) karşılamaktadır. Zekâ gelişimlerinin yanı sıra çene kaslarının gelişmesi, damak yapısının düzgün olması, diş ve gaz çıkarma gibi birçok faydası vardır. Anneyi emmenin birçok ruhsal ve sağlık faydasını bir yana bıraksak da çocuk emme davranışıyla ekmek için hayatla mücadeleyi öğrenmektedir.

Hayatı öğrenmeyi ve hayatla mücadeleyi birçok çocuk, biberon yüzünden öğrenememektedir.  Hazırcılığa alıştırma sadece biberonla beslenmekle de kalınmıyor. Birçok çocuk bebeklikten çıkıp kocaman olmalarına rağmen yemeğini kendisi yemiyor ya da yiyemiyor. Karnını iyice doyuramaz ya da üst başını kirletir diye eline kaşık verilmeyen bu çocuklar, dökmeden yemesini de öğrenemeyeceklerdir.  Yemekleri anne babaları tarafından yedirilen bu çocuklar, kendilerine güvenmedikleri içinde kendi kararlarını veremeyeceklerdir. Bu yüzden çocuğun ekmek için hayatla mücadeleyi öğrenmesinin önüne bir kez daha geçilmiş olacaktır.

Kendi yemeğini yiyemeyen, üstünü giyemeyen, okul çantasını anne babasına taşıtan çocukların hallerini gördükçe bir eğitimci bu çocuklara üzülürken kendimi de şanslı olarak hissediyorum.

 Köyde büyüyenler bilir. Bağ bahçe zamanında genelde herkes bağ bahçeye gittiğinden evde kimse olmaz. Bizlerde okul zamanında öğle tatilinde yemek için eve geldiğimizde yemeğimiz kendimiz hazırlardık. Günümüzdeki ocaklar gibi ocağımız otomatik değildi. Ocağı çakmakla yakar çayı ocağa koyardık. Çayla birlikte sofraya koyduğumuz zeytin, peynir, yoğurt ve kümesten getirip yağda pişirdiğimiz yumurtaları da yer okula tekrar geri dönerdik.

İkindi okuldan geldiğimizde rahmetli anneme nazlanmak adına acıktığımızı söylediğimizde; “Oğlum mutfağı sırtımda bahçeye götürmedim. Canı ne çektiyse alıp yeseydin.” diyerek mutfağı bana bırakan annem, bugünün annelerine sanki bir mesaj yollar gibiydi.

Çocuğun mutfağa girmesini mutfağı karıştırmak olarak algılayan günümüzün titiz anneleri, çocuklara bırakın mutfakta bir şey hazırlamalarına müsaade etmek, sen git dersine çalış diyerek de mutfağa sokulmamaktadır. Bugün üniversite okuyan birçok kız öğrenci yemek yapmasını, lise öğrencisi de çay yapmasını bilmemektedir. Erkek çocuklarının da kız çocuklarından kalır tarafı yok. Birçok erkek çocuğu her şeyi otomatik olan ocağı kullanması dahi bilmemektedir.

Çocukları hazırcılığa alıştırma konusunda yürümeyi öğrenirken de devam etik. Çocuklar doğru dürüst emekleme davranışını kazanmadan bu seferde düşmeden yürümesini öğrenmeleri için örümceklere bindirdik.

Yürümesini örümceklerde öğrenen çocuklar, yolları düşe kalka yürümek yerine ya ana kucaklarında ya da çocuk arabalarında geçmektedirler. Yürürken de kendi başına yürümek isteyip elimizden tutmak istemeyen çocuklara da düşer diye her şeye rağmen izin vermedik. Başka bir ifadeyle düştükten sonra kalkma davranışını öğrenmemeleri için elimizden geleni fazlasıyla yaptık.

Bir gün baba ile oğlu kırlarda gezerken kelebeklerin kozadan çıkışlarına şahit olurlar. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşan çocuk, babasıyla birlikte kelebeğin kozadan çıkışını seyretmeye başlar.

 Çocuk, kelebeklerin kozadan sıkıntı ve emek harcayarak çıktıklarını ve ardından da hemen uçtuklarını görür. Çocuk bu ya; kelebeklerin kozadan çıkarken çırpınmalarına ve sıkıntı çekmelerine acır.

Bizim çocuklara iyilik olsun düşüncesiyle yaptıklarımızı çocukta kelebeklere iyilik olsun diye yapar. Elindeki değnekle onların yollarını açar. Hatta ağlarının önünü de açarak kelebeklerin kolayca kozadan çıkmalarını sağlar.

Çocuk, kozadan kolayca çıkan kelebeklerin havada uçmaya başlamalarının ardından 2-3 saniye sonra düşerek öldüklerini görür. Çocuk, garibine giden bu durumu öğrenmek için babasına sorar. Baba da oğluna:

“Kelebekler, uzun ve yorucu bir mücadeleden sonra kendi çabalarıyla kozadan çıkarlar. Bunun nedeni olarak da Allah, onların uçmalarını sağlayacak kanat ve bacak kaslarının gelişmesi için bu evreyi yaratmıştır. Kozadan kanat ve bacak kaslarını güçlendirerek çıkan kelebekler, uçmayı da kolayca öğrenmektedirler.

Oysa senin onlara iyilik adına yapmış olduğun şey, onların sonu oluyor. Senin yardım ettiğin kelebekler, bacak ve kanat kaslarını geliştiremedikleri için yani sana göre bu sıkıntılı evreyi yaşamadıkları için uçamadan ölmektedir.”

Düşmek bana çocukluğumda çok şey hatırlatır: Bisikletten düştük, eşekten düştük, ağaçtan düştük, merdivenden düştük, dereye düştük, oyun oynarken düştük ve en önemlisi bu hayat oyununda kalkıp tekrar oyuna devam edebilmek için düştük. Düştük çünkü toprağa düşen tohum gibi yeniden dirilmek için düştük. Bu anlamda düşmek (yerinde ve zamanında) demek tekrar ayağa kalkabilmeyi ve tek başına da olsa yoluna devam edebilmeyi öğrenebilmek demektir.

Almanya I.Dünya Savaşı’nda, Japonya ise II. Dünya Savaşı’nda ekonomileri büyük yara almalarına rağmen bugün ekonomik olarak adlarından söz ettiriyorlarsa düştükten sonra kalkmasını öğrendikleri içindir. Biz I.Dünya Savaşı’nda aldığımız yarayla II. Dünya Savaşı’na katılmamamıza rağmen bugün Almanya ve Japonya gibi güçlü ekonomimiz yoksa bu, düştükten sonra kalkmasını öğrenemediğimizden kaynaklanmaktadır.

Bugün çocuklara, düştükten sonra da kalkmasını öğretmiş olsaydık çocukların ne sınavlarını ne de işlerini düşünür olurduk. Çocukları o kadar düşündük ki onların düşünmelerine bile gerek bırakmadık. Bir zamanlar Metin Akpınar’ın oynadığı bir aşı reklâmı vardı: “…bu çocuk niye hastalandı anlamadım gitti. …canı acımasın diye onun aşısını dahi kendime yaptırdığım halde…”

Çocukları o kadar düşündük ki dün tek başına yürüyemez diye yürümesine yardım ettiğimiz çocuğa bugünde tek başına yiyemez diye yemek yemesine yardım ediyoruz. Okulda ödevlerine, lise ve üniversite de tercihlerine sonra iş bulmasına ve evlenmesine en sonunda da boşanmasına yardım ediyoruz.

Sonuç olarak; yardım etmek niyetiyle yaptığımız birçok durumlarda çocuklara kötülük yapıyoruz. Sonrasında da kendi ayakları üzerinde duramayıp kendi kararlarını veremeyen çocuklara “Kocaman oldun hala bensiz bir iş yapamıyorsun!” sitemini yapıyoruz.

Sonuç olarak çocuklarımızı yetiştirip eğitirken onlara ne kadar müdahale edersek; büyüdükleri zamanda kendi ayakları üzerinde durmakta o kadar zorluk çekeceklerdir. Her şeyi anne babası tarafından yapılan bu çocuklar, kendilerine güvenemediklerinden okulda olduğu kadar sosyal hayatta da sorumluluk almaktan korkacaklardır. Kendilerine güvenemeyen, kararlarını vermekte zorlanan bu çocuklar, büyüdükleri zaman bağımlı bir kişi olacaklarından hayatta hep birilerinin gölgesinde yaşayarak, yönetmekten çok yönetilmeye müsait kişiler olacaklardır

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Çocukları Çarpıp Sonra Taş Yapan…

Bir gün bir baba evine gelerek; “Haydi çocuklar hazırlanın, yarın sizi tatile götüreceğim.” der. Evde herkes sevinç çığlıkları atıp sevinirken evin küçük çocuğu:

-“Hayır, ben tatile gitmek istemiyorum” der.

Nedenini merak eden anne ve baba:

-“Çocuğum herkes tatile gitmek için can atarken, senin gitmeme sebebin nedir?” diye sorarlar. Çocuk soruya soruyla karşılık verir;

-“Babacığım gideceğimiz tatil yerinde Allah var mı?” diye sorar. Çocuğun sorusuna şaşıran baba:

-“Tabi ki var çocuğum; çünkü Allah her yerdedir.” der. Çocuk:

-“O zaman ben de gitmiyorum.”  der. Duruma iyice şaşıran baba merakla:

-“ Peki, niye?” der baba. Çocuk ise kararlı; fakat korkak bir şekilde:

-“Anneciğim babacığım, sizi kızdırdığım zaman ya da sözünüzü dinlemediğim zaman bana; Allah seni taş yapacak demiyor muydunuz? Ne zaman ben bir hata yapsam ya da sizin isteklerinizi yerine getirmesem sizler bana; Allah taş yapar, Allah çarpar diyordunuz. Tatile gittiğimiz zaman bir hata yapıp Allah’ın beni taş yapmasından korkuyorum, onun için tatile gitmek istemiyorum.” diye karşılık verir.

***

Eş dostla birlikte Aygır’a (Bozkır-Konya) ilk defa pikniğe gittiğimizde dağdaki taş adamı gösterdiler.

Oradaki şeklin adam mı değil mi diye incelerken bir taraftan da taş adamın hikâyesini dinliyorduk. Taş adamın hikâyesinin özünde; ekmeğe küçük abdestini yaptığı için çobanı Allah’ın taş yapması vardır. O zamanları birinci sınıfa yeni giden kızım, benzer şeyleri masal kitaplarında okuduğu ve böyle bir şeyi somut olarak gördüğünde ise tepkisi:

-“Gerçekten de baba Allah o adamı taş mı yapmış.” şeklinde olmuştur.

Hikâye ne kadar gerçek ne kadar uydurma orasını bilmem; ama soyut zekâsı gelişmemiş çocuklarda nasıl etki yapacağını gördüm.

***

Bir gün bir kız çocuğu kurs hocasına:

-“Hocam arkadaşlarım başlarını açanları, Allah saçlarından tavana asarak cehennemde cayır cayır yakacağını söylüyorlar.”  der. Toplumumuzda anne babaların çocuklara dini bilgileri nasıl anlattığını gösteren ibretlik bir ifadedir.

Hoca da çocuğun psikolojisini çok iyi anlamış olacak ki, çocuğun cezadan çok Allah’tan kaygılandığını anlar ve hem çocuğun sorusunu cevaplamak hem de Allah’ın kötü biri olmadığını anlatmak için;

 -“Hayır, evladım Allah hiç kimseyi başı açık diye cehennemde cayır cayır yakmaz. Allah çocukları da saçlarını kapatanları da çok sever. Allah sevdiklerini de cennetine koyar.” diye cevaplandırır.

Çocuk büyük ihtimalle Allah’ın kötü biri olmadığını, insanları cezalandırmak istemediğini hatta çocukları, çok sevdiğini anlamış ve rahatlamış olacaktır. Burada yapılmak istenen ne olursa olsun çocuklara Allah’ın cezalandırıcı değil, affedici olduğu mesajının verilmesidir.

***

Doç Dr. Sefa Saygılı; çocuklara Allah’ı yanlış anlatmanın hangi boyutlara ulaştığını şu şekilde anlatmaktadır.

Ahmet adındaki genci Hıristiyanlığa geçtiği için “Acaba hasta mı?”  diye muayeneye getirmişlerdi. Kendisine “Nereden çıktı bu din değiştirme?” diye sorduğumda şu cevabı vermişti:

“Doktor Bey, benim babam aşırı dindar bir insandır. Ancak çok sinirlidir, her şeye bağırır çağırırdı. Ters bir hareket yapsak cehennemlik olduğumuzu söyler döverdi. Çok şiddetli dayaklar yedim, hakaret ve aşağılamalar işittim. Sonra ne zaman ki artık büyüdüm, ona inat olsun diye din değiştirdim. Onun bu durumuna üzüntüsü adeta bana zevk veriyor.”

Bizim için çok önemli olmayan, söylenmesi çok kolay; fakat sonucunun nereye varacağını bilmediğimiz bir sözün çocukta neler yaptığını anlatan önemli bir örnekti.

Çocuklara Allah’ı anlatılırken ceza veren değil; seven, bağışlayan ve affeden olarak anlatılmalı. Yoksa çocuklar Allah’ı kötü, insanlara ceza vermeyi seven olarak tanıyacaklardır.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Sinirli Anne Babaların Bir Derdi Olsun!

Yavuz Bahadıroğlu bir röportajında söyle anlatıyor: Bir gün Necip Fazıl’a dayanamadım sordum “Niye bu kadar öfkelisiniz?” Yine öfkelice “Öfkeli miyim? diye tepki gösterdi ben ısrar edince “Sen değil misin?” diye sordu. “Hayır” deyince bana şöyle cevap verdi: “Senin keyfin var, benim derdim var!” dedi. İşte zaman zaman kendimi öfkeli bulunca diyorum benimde derdim olmaya başladı. (Çocuk ve Aile Eğitimi-3, Nev Yayınları, S;49)

Evet derdimiz olsun; ancak bu dert, çocuğu fıtrat üzerine yetiştirip yetiştirememenin derdi olsun. Derdimiz olsun; Rabbimiz tarafından emanet verilen bu çocukları hayırlı evlat olarak yetiştirip yetiştirememenin derdi olsun. Derdimiz olsun; ahrette bu çocukların davacı değil şefaatçi yetiştirip yetiştirememenin derdi olsun. Derdimiz olsun; derdimiz Rabbimizin hoşnut olacağı ve olduğu evlatlar yetiştirip yetiştirememenin derdi olsun. Derdimiz olsun; derdimiz “Annelerin ayakları altındaki cenneti” (Nesâî, Cihad,6) kazanamama ve çocuklara kazandıramamanın derdi olsun. Derdimiz büyük; ancak derdimizi unuttuk kendimizi ve çocuklarımızı yaramazlık gibi farklı dertlerle dertlendiriyoruz.

Çocukların yaramazlıklarını dert edip onların ruhunu inciterek bağırıp çağırma ve tokatlar, anne baba için bir kayıptır. Çünkü kazanacak olanda kaybedecek olanda anne babalardır. Her bağırıp çağırma ve tokadın anne babanın sevecenliğin yitirdiği bir gerçektir. Anne babalar her sinirlenişte çocuklarını evlatlıktan uzak görecekleri gibi çocuklarda anne babalarını ebeveynlikten uzak göreceklerdir.

Her ne kadar sinirli iken duygu yoğunluğunu fazlada yaşasak dilimizi yumuşak sözlere alıştırmalıyız. Çünkü sinirlenince çocuklara bağırıp çağırmak, hakaret etmek, tokat atmak çocukla anne baba arasındaki bağı zayıflatacağından buna da en çokta sevinenin şeytan olacağını unutmamak gerekir.

Onun için içindir ki; çocukların yaramazlıklarını ve sıkıntılılarını dert edip bayramlık ağzımızı açmadan ya da elimizi kaldırmadan önce iyice düşünmek gerekir:

  • Ebeveynliğin bir cihat olduğunu, cihadında sabır gerektirdiğini, Rabbimizin de sabredenlerle beraber olacağını,
  • Ne ekersen onu biçersin misali, çocukların sıkıntılarına sabrederek onlarında anne babalarının yaşlılıklarında sıkıntılarına sabredeceğini,
  • Hastalandığında ilk hal ve hatırını soranın, tedavisi için koşturacak kişinin çocuklarının olacağını,
  • Her ne kadar uzaklarda da yaşasalar; kimsenin halini hatırını sormadığı zamanlarda hatırını soracak, bayram ve seyranlarda elini öpmek için gelecek ilk kişinin olacağını,
  • Ölüm haberini alınca en çok üzülecek olanın ve anne babaya son görevini yapmak için çırpınan kişinin olacağını,
  • Kabirde de dahi seni unutmayacak arkandan sadakalar verip ve her namaz sonrası seccadesinin başında hayır dualar yaparak seni yalnız bırakmayacak kişinin olacağını,
  • Öldükten sonra amel defterini kapattırmayacak kişinin de bu çocukların olacağını UNUTMAMAK GEREKİR.

Peki, ne yapmak gerekir?

  1. Öncelikle aile bireyleri sinirliliğin nedeni üzerinde durmaları gerekir. Teşhis doğru olursa tedavide doğru olacaktır.
  2. Sinirliliği artıracağı için çocukları, yaramazlıkları ve olumsuzluklarıyla değil; ilerde Kur’an okuyan, duan eden, hayır hasenat yapan bir kimse imiş gibi hayal edilmeli.
  3. Çocuk eğitimi sabır işidir. Onun için bağırarak ve döverek çocuk yetiştirilemeyeceğine göre çocukların olumsuz tavırlarına karşı sabırlı ve anlayışlı olmalı.
  4. Eve gelen konu komşunun çocuğuna gösterilen anlayış ve sabrın aynısı, anne babalar kendi çocuklarına da göstermeli.
  5. Anne babalar kendilerinin ve çocukların ahlakını bozacak kötü arkadaş ve olumsuz çevreden uzak tutmalı.
  6. Çocukların ahlakını bozacağı için özellikle sinirlilik hallerinde beddualardan kaçınmalı. Dua edilecekse de bu her zaman hayır dua olmalı.

            Bunların yanında:

            Çocuklara karşı sinirlenildiği zaman dili tesbihata alıştırmalı. “Özellikle “La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim”  demeye. Geçmediği takdirde Ayetel Kürsi’yi okumaya. Yalnız bunları okurken de sinirli şekilde değil de Rabbimizden yardım isteyerek ve yavaş yayaş okunmalıdır.

Sinirlilik hala geçmediği takdirde ise çocukların yanında çıkarak başka bir odaya geçilmeli, gerekirse odanın kapısı kapatarak rahatlama adına sessizce de olsa iki damla gözyaşı dökülmelidir.

Mehmet Emin Karabacak / cocukaile.net