Etiket arşivi: mehmet emin karabacak

Hazır Yoğurt Yok(sa) Okula Gitmem!

Lise Öğrencisi: Anneeee! Akşam yemekte ne var?

Anne: Fasulye, pilav, salata…

Lise Öğrencisi: Yoğurt da var mı?

Anne: Var.

Lise Öğrencisi: Hazır yoğurt mu?

Anne: Hayır, ev yoğurdu.

Lise Öğrencisi: Hazır yoğurt yoksa ben yemem! Yarın okula da gitmem!

-Se –Sa’lı Yetişen Çocuklar

Konuşmanın devamını tahmin etmişsinizdir.  Anne ne; “Keyfin bilir.” demiştir ne de çocuk okula gitmemezlik etmiştir. Çünkü günümüz çocukları –se, -sa’larla büyüdükleri için, isteklerini de –se, -sa’larla yerine getirteceklerinden o anne de ne yapıp ne edip o yoğurdu sofraya getirmiştir.

Eskiden ne anne babaların ne de çocukların böyle bir şansı yoktu. Çünkü sofralarda bu kadar çeşit olmadığı gibi seçme sansları da yoktu.  Buna çocuk sayılarının fazlalığı da eklenince sofraya konulan hemen biteceğinden beğenmemezlik de edilmezdi. Yemeğe kızıp yemeyeceğini söyleyen çocuğa annenin vereceği cevapta; “… kökünü ye!” olacaktır. Günümüzdeki gibi yemeklerin saklanacağı buzdolabı da olmadığı için, artan yemeklerde ya kedinin çanağına ya da yal kovasına (hayvanlar için yemek artıklarının toplandığı kova) dökülürdü. Pireye kızıp yorganın yandığını gören çocukta bir daha sofraya nazlanmadan oturacaktır.

Oysa günümüz çocuklarının yedikleri önünde yemedikleri arkalarındadır. Buna rağmen birçok çocuk, önüne konan birçok yiyeceğe burun kıvırmaktadırlar. Yiyecekleri beğenmeyip burun kıvıran bu çocukların gönüllerini hoş etmek içinde pazarlığa girilmektedir.

Geriye dönüp şöyle bir baktığımızda çocukların  –se, -sa’lar büyütüldüğünü görüyoruz. -Se, -sa’larla büyüyen çocukların geri bildirimleri de tepkileri de hep –se, -sa’larla olacaktır.

Anne babaların çocuklara karşı –se, -sa’ları en çok kullandıkları durumlar: Uslu uslu oturursan, yemeğini yersen, ödevlerini yaparsan, sınavı kazanırsan, takdir alırsan, çalışırsan, sözümü dinlersen… Yemeğini yemezsen, yaramazlık yapmazsan, ödevlerini yapmazsan, sınavı kazanamazsan, sözümü dinlemezsen, zayıfsız gelmezsen… Bunlar aklımıza ilk gelenler.

-Se, -sa’larla büyüyen çocuklar büyüdükleri zamanda onlarda yerine göre anne babasıyla yerine göre arkadaşlarıyla yerine göre de eşiyle sorumluluklarını yerine getirmede  –se, -sa’larla yapacaktır. Seversen(iz), telefon alırsan(ız), tatile götürürsen(iz), araba alırsan(ız), ev alırsa(ız), iyi bir iş bulursan (ız)…

Neden –Se, -Sa?

Anne babalar, çocuklarla ilişkilerinde –se, -sa’ya bağlı şart kipi cümleler kurmalarının temelinde; istek ve beklentilerini gerçekleşmeme kaygısından kaynaklanmaktadır.

Anne-baba ve çocuk arasındaki ilişkilerde –se, sa’ya dayanan sevgiyi Japon yazar Masumi Toyotome üçe ayırmaktadır. Masumi Toyotome bunları da “eğer, çünkü, rağmen” olarak adlandırır.

Birincisi “Eğer” türü sevgidir. Beklentiler karşılanırsa karşı tarafa verilecek şartlı sevgi. Başka bir ifadeyle isteklerini yerine getirtmek için vaat edilen, karşı tarafı düşünmeyen tek taraflı ve bencil bir sevgi türüdür. Eğer derslerine çalışırsan seni severim, eğer beni üzmezsen seni severim, üniversiteyi kazanırsan seni severim.

İkincisi “Çünkü” türü sevgidir. Bu tür sevgide de bir şeylere sahip olunduğu için ya da koşulu taşıdığı veya gerçekleştirdiği için gösterilir. Seni seviyorum çünkü: Derslerine çalıştığın için, beni üzmediğin için, sözümü dinlediğin için, yatağını topladığın için…

Üçüncüsü “Rağmen” türü sevgidir. Eğer ve çünkü sevgi türlerinde bir şart ve koşul olmasına rağmen bu tür sevgide böyle bir koşul yok. Sevgiler karşılıksız ve her şeye rağmen sevgi özelliğini kaybettirmez. Çocuklarının yaramazlıklarına ve tembelliklerine rağmen sevebilmek bu tür bir sevgidir.

Sonuç olarak; gönül ister ki çocuklara gösterilen sevgiler, rağmen türü sevgi olsun. Ancak birçok anne baba sözünü dinletmek ya da çocukların sorumluluklarını yerine getirtmek için diğer sevgi türlerini kullanmaktadırlar. “Ne ekersen onu biçersin!” misali çocuklarda anne babalarında gördükleri –se, -sa’lı sevgiyi yine anne babalarına istek ve sorumluluklarını –se, sa’ya bağlayarak getirtmektedirler.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

“Tost”lu Eleştiri

“Okuldan eve her gelişimde annemin kapıda hoş geldin deyip beni kucaklaması ve günümün nasıl geçtiğini sorması hayaliyle gelirim. Fakat daha eve adımımı atar atmaz annem: “Üstünü çıkar askıya as¸ çantanı ortalık yere atma¸ ellerini yıka.” Sonrasında ise; “Televizyonu açma¸ git dersine çalış¸ üstünü kirletme¸ beni bağırtma, eve zamanında gel …” ardı arkası gelmeyen cümleler kurar.

 Yine bir konu hakkında görüş söylediğimde ise; “Çok konuşma¸ kapat çeneni¸ senin aklın ermez¸ sen daha çocuksun¸her şeye burnunu sokma,  akşam yatmasını sabah kalkmasını bilmezsin git yat…” gibi ardı arkası kesilmeyen eleştiriler gelmeye başlar diye anlatıyor Emre adında bir öğrencimiz.

Bir anlık da olsa çocuğun yerine kendimizi koyduğumuz zaman düşüncesi bile insanı bunaltmaktadır. Peki¸ her gün bu eleştiri sürecini yaşayan çocuklara ne yapsın!

Eleştiri; daha çok eksikleri söyleme anlamında çağrım yapsa da aslında eleştiri bir insanı, bir eseri, bir konuyu doğru ya da yanlış taraflarını göstermek amacıyla yapılan incelemedir.

Eleştiriler kişiden kişiye değiştiği gibi ortamdan ortama da değişmektedir. Eğer eleştirilecek kişini sosyal statüsü yüksekse yerine göre eleştirilmemekte ya da eleştirirken daha yumuşak ifadeler kullanılmaktadır.

Eleştirilecek kişinin yaşı ve sosyal statüsü düşükse eleştiride kullanılacak dil, sert bir o kadar da cömert davranılır. Eleştirdiğimiz kişi bir de kendi çocuğumuz ise cömertliğimizde daha fazla olur. Başka bir ifadeyle konu yemeyip yedirdiğimiz, giymeyip giydirdiğimiz çocukların hal ve hareketleri olunca bunu onların iyiliği için yaptığımızı düşünürüz. Bu düşünceyle de eleştirilerimizi sansürden geçirmeden ve çocuk üzerinde bırakacağı etkiyi de düşünmeden cömertçe yaparız.

Eleştiride En Çok Kullanılan Sözler

Anne babalar çocukların en çok yaramazlık, söz dinlememe ve derslere çalışmama konusunda eleştirmektedirler. “Sen adam olmazsın, kadir kıymet bilmezsin, halden anlamazsın, ne biçin çocuksun, anlayışı kıt, …” gibi ifadeler, anne babaların en çok kullandıkları cümlelerin başında gelmektedir. Bunları kullanılırken de ifadeler sert olunduğu gibi çözüm yolları söylenirken de yine yumuşak ifadeler kullanılmamaktadır. “Ben senin yerinde olsaydım, bizim zamanımızda, yediğin önünde yemediğin arkanda…”  diyerek kullanılan ifadelerde yine sitemkâr bir şekilde kullanılmaktadır.

Anne babaların eleştiri anlamında kullandıkları suçlayıcı ifadeler, çocuklarda suçluluk duygusuna bağlı olarak düşük benlik saygısı geliştirecektir. “Ne yaparsam yapayım anne babama yaranamıyorum.” diyerek suçluluk psikolojisi bürüneceklerdir. Yinelenen suçlayıcı eleştirilere çocuklar, karşı koysalar da düzeltme gereği yerine, anne babanın kendine uygun gördüğü kişiliğe bürünmeye çalışacaklardır.

Olumlu Eleştiriler Abartılmamalı

“Aferin sana, sen çok akıllı bir çocuksun, bunu hiç kimse senin gibi yapamaz!” gibi cümleler kurarak çocukların olumlu davranışlarını abartmamak gerekir. Çocukların başarılarını ve olumlu davranışlarını takdir ederken gerçekçi bir şekilde değerlendirmek gerekir. Çünkü olumlu davranışlara değil de kişiliklerine verilen abartılı geribildirimler, çocuklarda kibirlenme ve büyüklenme gibi insanları küçük görme davranışına neden olacaktır.

Eleştiriler Nasıl Yapılmalı?

Eleştiriler yapılırken yumuşak bir dil kullanılmalıdır. Yetişkinlerde olduğu gibi çocuklar da söylenenden daha çok nasıl söylendiğine bakarlar. Çocuklara bağırarak, çağırarak ya da rica ederek bir şeyle yaptırmaya çalışılmamalıdır. Çocukların içimde bulunduğu ortam ile psikolojik halleri göz önünde bulundurarak uygun bir dil kullanılmalıdır.

“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler…” (İsra, 17/53) “Ey Musa! Firavun’a karşı yumuşak söz söyle, ona yumuşaklık göster!” (Taha, 20/44)  ayetlerinde olduğu gibi çocuklara eleştiri yaklaşımın nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde açıklamaktadır.

Mevlana Hazretleri; ne söylediğinden daha çok nasıl söylediğini, karşısındaki muhatabın gönlünde nasıl bir etki yapacağını şu veciz sözleriyle ifade etmektedir:

“Söz vardır, keskin kılıç gibidir; dostluğu keser, öldürür. Kalpte tedavisi imkânsız yaralar açar. Gönül bahçesindeki yeşillikleri, sevgi çiçeklerini hazan mevsimi gibi kurutup öldürür. Bir söz de vardır ki, ilkbahar mevsimi gibidir. Her tarafı süsler, güzelleştirir, sayısız faydalar sağlar.”

Buradan da anlaşılacağı üzere çocukların olumsuz davranışlarını eleştirirken “Tost Tekniğini” kullanmak gerekiyor. Yani eleştirilecek davranışlar iki övgü arasına tost ekmeği arasına konan malzemeler gibi yerleştirilerek yapılmalıdır. Başka bir ifadeyle çocuğun olumlu davranışları ön plana çıkararak övülmeli. Sonra eleştirilecek olumsuz davranışlar yumuşak bir ifade ile söylendikten sonra tekrar övgü dolu ifadeler kullanmak gerekir. Bunun için çocuklar eleştirileceği zaman iki olumlu yanını bulunmadan eleştiri yapılmamalıdır.

Eleştiride Dikkat Edilmesi Gerekenler

  1. Çocuklara yapılan eleştiriler, ileriki yıllarda çocuğun yetişkin kimliğini oluşturacak ve çocuğun benlik algısını etkileyecektir Bunun içinde övgü ve eleştiriler çocukların kişiliklerine değil davranışlarına olması gerekir.
  1. Eleştiri konusunda anne babalar çocuklara en güzel şekilde model olmalıdırlar. Çünkü yerli yersiz eleştirmeler, kişiliklerine zarar verdikleri gibi anne babayı model alan çocuklarda, karşısındaki kişileri yerli yersiz eleştirecektir.
  2. Aile içi kararlarda çocuklarında fikirleri alınmalıdır. Olumsuz da olsa çocuğun kararına tepki vermek yerine saygı duyulmalıdır. Çünkü fikirlerini önemsenmeyen hatta izin verilmeyip eleştirilen çocuklar içine kapanık güvensiz birer kişi olacaklardır.
  3. Çocukların sadece olumlu ya da olumsuz yönleri eleştirilmemelidir. Çünkü sadece olumlu yönleri takdir edilen çocuklar,  kendilerini kişilik olarak “Mükemmel” olarak görmesine, sürekli olumsuz yönleri görülüp eleştirilen çocuklar da kendilerini “Değersiz” hissetmelerine neden olacaktır.
  4. Çocukları başkalarının yanında özelliklede arkadaşlarının yanında eleştirilememelidir. Çocukları bir başkasıyla kıyaslanmamalı, kıyaslanacaksa da dünü ve bugünü ile kıyaslanmalıdır.
  5. Olumsuz eleştiriler uygun zaman ve uygun ortamda yapılmalıdır. Çocuğun sıkıntılı stresli zamanlarda yapılan eleştiriler istenmeyen sonuçlar doğurabilmektedir.
  6. Eleştiri de kullanılacak dil ve ses tonuna dikkat etmek gerekir. Ne çok kibar, ne de bağırıp çağırarak yapılmamalıdır.  Yani ne ricacı ne de sesle dövülmemelidir.
  7. Eleştiride duygu ve düşünceler açık ve net olarak ifade edilmelidir. Çünkü sözler başka duygular başka şeyler söylememeli ki çocukları ikilem içinde bırakılmamalıdır.

Mehmet Emin Karabacak

İlk Çocuklar Neden Daha Duygusaldır?

Anne babalar genel olarak ilk çocuklarının diğer çocuklara göre içine kapanık oldukları ve kendilerini fazla ifade edemediklerinden yakınırlar.

Çocuklarının bu halinden memnun olmayan anne babalar,   leb demeden leblebiyi anlayan; sıkılgan olmayan, derdini anlatabilen ve en önemlisi kendini ifade edebilen bir çocuk olmalarını isterler.

İlk çocuklar kardeşlerine nazaran genelde daha duygusal, daha çekingen iken; mizaç ve huy olarak da kardeşlerinden farklılıklar gösterirler.

İlk çocuklara nazaran sonraki çocuklar daha girişken, ortam ve çevreye daha çabuk uyum sağlarlar. Ayrıca duygusallıktan öte akılcı, risk alabilecek kadar kendine güvenen ve arkadaş ortamına çabuk ayak uydurabilen kişilerdir.

İlk çocuklarıyla ilgili sıkıntılarını dile getiren anne babalara hamilelik dönemleri ve çocuklarını büyütme şeklini düşünmelerini isterim.

Yeni evlisiniz ve evliliğin ne olduğunu anlamadan çevrenizin sizden çocuk beklediğini fark edersiniz. Sizden hayırlı bir haber adı altında çocuk beklediklerini ve bu haber gecikince de farklı yorumlara sebep olduklarını görmeye başlarsınız. Bu beklentiler de sizi ister istemez olumsuz etkiler.

Yeni bir ortama gelin gelmişsinizdir. Yeni insanlar ve yeni çevreye uyum derken çocuğunuza hamile kaldığınızı fark ediyorsunuz.

Sosyal çevreye uyumla birlikte ilk defa bir hamilelik dönemi yaşıyorsunuz. Hamileliğin sıkıntısı yanında çevrenin hamilelikle ilgili “Bizim zamanımızda, biz hamile iken …” diye başlayan tavsiye, öneri, kaygı ve yakınma adı altındaki psikolojik baskı, anne adayının ruh halini olumsuz etkiler.

Bunun yanında anne adayının psikolojik yalnızlığı, duygusallığı, çocuğun cinsiyeti hakkında beklentileri, çocuğuma iyi bir anne olabilecek miyim, ona iyi bakabilecek miyim tarzındaki düşünceleri kendisini strese sokar. Bunun sonucu olarak bu tür kaygılar ister istemez anne kadar karnındaki çocuğu da etkiler.

Burada anneye özellikle şu soruyu soruyorum. “İlk çocuğunuzun hamilelik dönemi ile diğer çocuğunuzun hamilelik dönemleri aynı mıydı?”

Annenin cevabı ise genellikle: “O zamanlar hem tecrübesizdim hem de pek bir şey bilmiyordum.” olur.

Düşünmeye devam ediyoruz. Çocuk doğdu ve çocuğunuzu büyütmeye çalışırken etraftan da müdahaleler başlar. Çevrenizden de doğrudan ya da dolaylı olarak akıl ve fetva vermeler başlanır. Çocuk büyütme ve çocuk eğitimi konusunda acemiliğiniz ve kaygılarınızla birlikte evdeki büyüklerin de çocuğa karışmasından, çocuk eğitiminde yalnız olmadığınızı ve gönlünüze göre çocuk yetiştiremeyeceğinizi anlarsınız.

Bütün bunlara rağmen iyi bir anne olmak adına, çocuğun üstüne fazla düşmeye başlarsınız. Ağlamasın diye maması acıkmadan verilir, üşümesin diye üzeri bastırılır, düşer diye koşmasına izin verilmez, kendisiyle oynayacak kardeş ve arkadaşı olmayan çocuğun önüne oyuncaklar doldurulur. Kısacası onun adına onun yapacakları hem düşünülür hem de fazlasıyla yapılır.

Velilere: “Diğer çocukları da bu ortam ve bu psikolojiyle mi yetiştirdiniz?” diye soruyorum.

Cevap olarak: “Hayır, diğer çocuklara pek kimse karışmadığı gibi ben de tecrübe edinmiştim.”  olur.

Kardeşsiz ve arkadaşsız büyüyecek olan ilk çocuklara, çocukluklarını yaşamalarına da fazla izin verilmez. Normalde çocuklar oyunla, deneme yanılma yöntemiyle ve arkadaş ortamı içinde öğrenirken çoğu anne baba, bu imkândan çocuklarını mahrum bırakırlar.

Arkadaşları arasında oyunla ve yaşayarak öğrenecek olan bu çocukların anne babaları, çocuklar üzerlerine çok fazla düştükleri için arkadaş grubuna katılmalarına da fazla izin vermezler.

Evde kendisiyle oynayacak kimse bulamayan bu çocukların eğitimleri bir de nine ve dedenin işe karışmasıyla çok daha farklı bir boyut kazanır. Bu çocuklar çoğu zaman tutarsız davranışlarıyla karşımıza çıkar.

Dışarı çıkmasına fazla izin verilmeyen ve kendisiyle oyun oynayacak kimseyi bulamayan çocuk, daha çok ailesi tarafından alınan oyuncaklara boğulur. Sadece oyuncakla oynayan çocuklar ileride kendilerini ifade etmede ve öz güven kazanmada da sıkıntı yaşarlar. Arkadaş çevresine katılmasına fazla izin verilmeyen ve kardeşsiz büyüyen bu çocuklar, hem ilk çocuk olduklarından hem de canları sıkılmasın diye her istedikleri ikiletilmeden alınır.

Çocuğun kendini ifade etmesini, yeteneğini kullanmasını, sorumluluk alacağı etkinliklerini çocuk adına yaparak mükemmel bir anne baba olduğumuzu göstermeye çalışırız. Yani öyle bir hale getiriyoruz ki çocuğun bütün işlerini çocuk adına biz yapıyoruz. Büyüdükleri zaman da; “Bu çocuk niye böyle?” diyoruz. Bu duruda anne babaların, çocuklarına iyilik yapalım derken kötülük yaptıklarından haberleri bile yoktur. Her şeyi anne babasından bekleyen bu çocuklardan, ders çalışma ve ödev yapma gibi bir davranışı beklemek boşuna olur.

Bu çocukların olumlu görünen tarafları ise; yaşıtlarından daha fazla olgun,  ağır başlı ve sessiz olmalarıdır. Çocuğun bu hali yaşının gereği olarak alması gereken sorumluluklarının önüne geçiyorsa zararlıdır. Çünkü her çocuk, bulunduğu yaşa ve kişilik yapısına uygun davranmalı ve ona göre hareket etmelidir.

Bu Çocuklar için Neler Yapılmalı?

  1. Çocukların yaşıtlarıyla oynamalarına imkân sağlanmalı ve bu konuda onları teşvik etmeli.
  2. Çocukların yaş ve yeteneklerinin üstünde bir beklenti içine girilmemeli ve yaşlarına uygun sorumluluklar verilmeli. “Sen ablasın, sen abisin.” diyerek yaşından büyük olgunluk beklenmemeli.
  3. Yaşlarına ve yeteneklerine uygun olumlu davranışlar sergilediklerinde çocukların bu davranışı pekiştirilmeli.
  4. Kendi işlerini kendilerinin düşünmeleri sağlanmalı, onlar adına onların işleri yapılmamalı.
  5. Çocukların kendilerini ifade etmelerine imkân sağlanmalı. Bunun için de istemeden vermemeli ve çocukların cümlelerini tamamlamalarını beklenmeli.
  6. Çocukların da hata yapabilecekleri göz önünde bulundurularak hataları büyütülmemeli.
  7. Kendilerine güvenini geliştirecek sorumluluklar verilmeli. Yerine getirilen sorumluluklar için de olumlu geribildirimler verilmeli.

Büyüme aşamasında iyi niyet olarak her şeyi düşünülüp ayağına götürülen çocuklar, büyüdüğü zaman sorumluluk alma konusunda problem yaşayabilirler.

Oyunlarını arkadaş ortamı yerine evde anne babasıyla ya da oyuncaklarla oynayan çocuklar, arkadaşları ile oynayan çocuklar arasında sosyalleşme açısından fark oluşacaktır..

Normal ortamda davranışlarını deneme yanılmayla yöntemi yerine, anne babasının nasihati ve tavsiyeleriyle şekillendiren çocuklar, yaşından büyük gibi düşünecek ancak yaşıtları gibi davranmayacaktır.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Beddua ile Çocuklarının Ahlakını Bozan Anne Babalar

Dua; kişinin Cenab-ı Hak’tan kendisi ya da bir başkası için olumlu bir şeyler istemesi ya da dilemesidir.

Beddua ise; bir kimsenin başına kötü şeylerin gelmesini dilemek için söylenen sözlerdir. Beddualar; genellikle öfke, kızgınlık, güçsüzlük ve çaresizlik anlarında söylenmektedir.

Dua olumlu olarak algılanırken beddua olumsuz olarak algılanmaktadır Maddi ve manevi olarak faydası olanlara hayır dua edilirken, maddi ve manevi olarak zararı dokunanlara da beddua edilmektedir.

Hayır duaları mutluluk anlarında yapılırken beddualar ise sıkıntılı anlarda yapılmaktadır.

“Allah iyiliğini versin, Allah kalbine göre versin, Allah işlerini rast getirsin, Allah zihin açıklığı versin…” anne babaların evlatlarına normal zamanlarda yaptıkları dualardan bazılarıdır.

“Allah gün yüzü göstermesin, Allah sürüm sürüm süründürsün, dizine gözüne vursun, Allah’ından bulasın, ocağın sönsün, iki yakan bir araya gelmesin…” bu ve buna benzer serzenişler ise anne babaların sıkıntılı ve sinirli zamanlarında evlatlarına karşı yaptıkları beddualardan bazılarıdır.

Anne babalar, normal şartlarda akıllarının ucundan dahi geçirmedikleri düşünceleri, çocukların en küçük olumsuz hareketlerine karşı sinirlenip beddua amaçlı sözleri kolayca söyleyebilmektedirler.

Bütün anne babalar iyi niyetlidir. Bu iyi niyet normal zamanlarda, söylemeye dahi haya edilen, akıllarına gelince de “Tövbe tövbe” denilen beddua, kızgınlık zamanlarına kolayca ağızdan çıkabilmektedir.

Sinirlilik anlarında ağzından çıkan bir sözün nereye varacağını kestiremeyen anne babalar, sıkıntıların dönüp dolaşıp kendilerini bulacağını düşünemezler. Elbette bütün anne babalar bilerek çocuklarının kötülüğünü istemeyecek kadar akıllı ve bilinçlidirler. Ancak bu tutum her ne kadar kızgınlıkla yapılsa da hoş görülecek bir tavır değildir. Çünkü dil neye alıştırılırsa onu söyleyecektir. Kızgınlık zamanında çocuğa beddua etmek yerine dilini “Allah seni ıslah etsin” demeye alıştırmalıdır.

Anne babalar için bir imtihan aracı olan çocuklar, onların hem bu dünya hem de öbür dünyaları için mutluluk kaynağı olabildikleri gibi zindanı da olabilmektedir. Çocukların olumsuz davranışlarına sabredip eğitmek yerine, beddua eden anne babalar, çocuklarının olduğu kadar kendi hayatlarını da karartmaktadırlar.

Kızgınlık belirtisi olarak söylenen beddualar, hayır duada olduğu gibi en ulu makama çıkar. Dualarının kabulünün konusunda inancı tam olan anne babalar, beddualarında Cenab-ı Hak tarafından kabul edileceğini çok iyi bilirler.

Bilindiği gibi çocukların dini mükelleflikleri ergenlik çağında başlamaktadır. Mükellef olmayan çocuklar namaz ve oruç gibi dini vecibeler için sorumlu olmadıkları gibi olumsuz hal ve hareketlerden de sorumlu değillerdir. Dini manada hiçbir sorumluluğu olmayan çocuklara yapılacak bedduaların zamanla anne babalara geri döneceği bir gerçektir.

Bir kimse karşısındakine hayır ya da beddua ettiği zaman melekler o duayı alır, dua edilen kimse o duayı hak etmişse ona yüklerler. Fakat o kimse bu duayı hak etmemişse söyleyene o duayı iade ederler. Beddua edilen çocuğa ise melekler, günahsız ve akil baliğ olmadığından bedduayı yüklemekten hayâ ederek sahibine iade ederler. Anne babalar ileriki zamanlarda kendilerine asi olan çocuklarına karşı nerede hata yaptım diye düşünmeye başlarlar.

Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Bir kul, herhangi bir şeye lânet ettiği vakit, o lânet semâya doğru yükselir. Gök kapıları hemen onun önüne kapatılır. Sonra o, yere doğru iner. Arzın kapıları da ona kapatılır. Sonra sağa ve sola (doğru) yol tutarsa da, gidecek bir yer bulamaz. Nihayet lânet olunan kişiye dönüş yapar. Eğer o, buna lâyık ise orada kalır. Şayet o, buna ehil değilse, bu sözü sarf edenin kendisine döner (ve onun üzerinde kalır).” (Ebû Dâvud, 4/277) buyurmaktadır.

“Cennet annelerin ayağı atındadır.” (Kenz-ül Ummal, 45439.) hadisince ayaklarına altına cennet konulan anne babalar, bunu kendilerini cennete girmesini kolaylaştıracak şekilde algılamaktadırlar. Bu hadisi çocuklarından daha çok kendileri için algılayan anne babalar, çocukların eğitimlerinde karşılaştıkları olumsuz davranışlara karşı anlayış ve sabır göstermek yerine beddua etmeyi tercih etmektedirler. Anne babalar hak konusunu da yerine göre koz olarak kullanmaktadırlar. “Hakkım helal etmem” sözü ile çocuklarla aralarındaki bağları zayıflatmakta yerine göre de ortadan kaldırmaktadırlar. Yıllarca kendini arayıp sormayan ve kendince hayırsız evlat olan çocuklarına da “Ben onlara ne yaptım?” sorgulaması içine girmektedirler.

İtaatsizlikte bulunan çocuğundan şikâyete gelen bir babaya İbn-i Mübârek sordu:

“Sen oğluna hiç beddua ettin mi?”

“Evet, canımı çok sıktığı zamanlarda ettim.”

“Sen kendi elinle kötü yapmışsın çocuğunu. Baba ve annenin çocuğu hakkındaki duası ret olunmaz. Peygamber Efendimiz (s.a.v), mübarek dişini kıran kavmine: “Yâ Rab, kavmime hidayet eyle. Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar!” diye dua etti. Sen de böyle bir anlayış içinde olsaydın; ziyan etmezdin. Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in bu sabrı ve metaneti, ziyan getirmedi, sonunda kavminin imanlarına sebep oldu.” der.

Yine Peygamber Efendimiz (s.a.v), Taiflileri İslam’a davet için gittiğinde hiç ummadığı tepkilerle karşılaşmıştı. Taif’in önde gelenleri Peygamber Efendimiz (s.a.v) ile alaycı konuşmuşlar ve ona inanmamışlardı. Biri “Peygamberlik için Allah senden başkasını bulamadı mı?” diye alay ediyor, öteki “Sen peygambersen, ben seninle konuşamam; çünkü sen çok yücesin seninle konuşmam.” diyerek aklınca uyanıklık yapıyorlardı. Bu da yetmezmiş gibi dönüş yolunda Taifli çocuklara Peygamber Efendimiz (s.a.v)’i ve Hz. Zeyd’i taşlatarak onları yaralatmışlardı. Rahmet Peygamberi Efendimiz (s.a.v): “Bilmiyorlar Rabbim, bilselerdi yapmazlardı.” diyerek Allah’a kendisini taşlayanları helak etmemesi için onların adına istiğfarda bulunup dua buyurdu.

Taif halkını helak etmekle görevli olarak kendisine gönderilen dağlar meleği; “Beni Rabbin gönderdi Ya Muhammed! (s.a.v) dile, iki dağı birleştirerek Taif halkını helak edeyim!” diyen meleğe:

“Hayır! Onları helak etme! Umulur ki Rabbim onların neslinden kendisine kulluk eden bir ümmet yaratır.” diyerek geri çevirerek hayır duada bulunmuş ve yıllar sonra bu belde halkı da Müslüman olmuştur.

“Rahmetli anne babam aklıma geldikçe hayır dua aklıma gelir. Sağlığında bana hep hayır dua ederlerdi. Şimdi bende aklıma geldikçe onlar için hayır dua ettiğim gibi onlar için hayır hasenat yapmaktayım. Çünkü bugünkü başarılarımın temelinde onların duası yatmaktadır” der bir eğitimci yazar.

Ebu Hureyre (r.a) rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:“Üç dua vardır ki, kabul olacaklarında şüphe yoktur: Mazlumun duası, yolcunun duası ve babanın çocuğuna duası.” (İbni Mace, Dua,11)

Çocuklara beddua edip onları musibetlere maruz bırakmak yerine, hayır dua edip onların kurtuluşuna sebep olmak gerekir. Çünkü çocuklara yapılan hayır dualar, anne babaların vefatlarından sonra kullanılmak üzere yatırım olacaktır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v): “İnsan ölünce, üç ameli dışında bütün ameli amellerinin sevabı kesilir. Sadak-i cariye, kendisinden istifade edilen ilim, arkasından hayır dua eden hayırlı evlat.” (Müslim, Vasiyet,14) buyurmuşlardı.

Çocuklara yapılan bedduaların Allah tarafından kabul edilip çocukları bulması halinde, buna ilk ve en çok üzülecek olan yine anne babalar olacaktır.

“Yüzüme hasret kalasın!” diye beddua eden anne, kızının Avrupa’ya gitmesinden sonra anne-kız yıllarca görüşememişler. Annesinin kızgınlık anında söylediği bir sözden dolayı hem annesinin hem de kendisinin yıllarca bu sıkıntıyı yaşadıklarını söyler bir gurbetçi bayan.

Anadolu da hata yapıldığı zaman söylenen bir deyiş vardır: “Ömrü uzun, niye böyle yaptın!” diye. Aslında dilimizi olumsuzluklarda da güzel ifadelere alıştırmak gerekir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri Marifetname adlı ünlü eserinde; “Çocuklara hakaret ve beddua etmemelidir. Zira beddua, fakirlik sebeplerindendir.” demiştir.

Allah Resulü (s.a.v) çocuklara beddua etmeyi doğru bulmamış ve devesine kızan ve bu sebeple arkasından lanet eden birisini ikaz ettikten sonra şöyle buyurmuştur: “Kendinize beddua etmeyin. Çocuklarınıza beddua etmeyin. Mallarınıza beddua etmeyin. Duaların kabul olduğu bir ana rastlarsınız da duanız kabul olur. ” (Ebu Davud, Vitr,27).

Sonuç olarak çocuklara beddua edilmemesi gerekir. Çünkü çocuklara yapılacak beddualar hem anne babalar için hem de çocuklar için hayırlı olmayacaktır. Peygamber Efendimiz (s.a.v):“Bir babanın duası, ilahi hicaba erişir ve bu hicabı da aşar.” (İbni Mace), “Bir kimse lanet edince, lanet edilen buna müstahak değilse, kendine döner.” (Beyhaki) buyurmuşlardır.

Beddua edilen çocuklar için geri dönüş yolunu da Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: “Ey günah işleyerek, nefsine zulüm eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah, bütün günahları affetmeye kadirdir. O, sonsuz rahmet ve mağfiret sahibidir. Size azap gelip çatmadan, Rabbinize yönelin; O’na teslim olun. Sonra yardımcı bulamaz, çaresizlik içinde kıvranırsınız. Ansızın gelen azapla yüz yüze gelmeden, Rabbinizden size indirilenin en güzeline, Kur’ân’a tâbi olun. Nefsin; ‘yazıklar olsun bana! Allah’a karşı azgınlık içinde oldum. Hak ve hakikatle alay edenlerden, onu hafife alanlardandım,’ diyeceği ve pişmanlıkla kıvranacağı günden, sakının!” (Zümer, 39/ 53-56)

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

Anı Yaşama…Çarşı Pazar Ağalığı

Behlül Dânâ Hazretleri bir gün Harun Reşid’den bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar denetimini verdi.
Behlül Dânâ Hazretleri hemen işe koyuldu. İlk olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek tarttı hepsi normal gramajından noksan geldi. Dönüp fırıncıya sordu:
-“Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?” Adam da her soruya olumsuz cevap verdi. Memnun olduğu bir şey yoktu.
Behlül Dânâ Hazretleri bir şey demeden ayrıldı ve bir başka fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor, eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de sordu ve her soruya olumlu cevap aldı.
Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid’in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi. Harun Reşid: “Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın?” der. (Mehmet Kerimoğlu, Sufi Hikâyeleri, Karanfil Yay. İst. 2004 )
Behlül Dânâ Hazretleri:“Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış.” der.
Cenab-ı Hak tarafından “En güzel biçimde yaratılan.”(Tin,4) insan, yaşam adına kendisinden beklenen aynı güzelliği gösterememektedir. Kendisinden sadece kul olması istenen insan, hayat şartlarını ve zamanının olmadığını bahane ederek, sorumluluklarını yerine getirme konusunda ikilem içinde kalmaktadır.
Cenab-ı Hakk’ın; “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât,56) buyurduğu ve görevi sadece Allaha kulluk olan insan, çoğu zaman yaradılış gayesi dışına çıkmaktadır. Söylem olarak en iyi şekilde kul olmak istediğini söyleyen insan, davranış olarak söylemlerin tersini yapmaktadır.
Rızkına Cenab-ı Hak tarafından kefil olunan insanoğlu “Hakikat insan için, kendi çalıştığından başkası yoktur.” (Necm,39) ayetine rağmen; sanki kendisine taksim edilenden daha fazlasını alabilecekmiş gibi istek ve heves içinde bulunmaktadır. Bu istek ve heves, insanın, kendine verilen sorumluluk ve kulluk bilincini unutmasına sebep olmaktadır.
Gönderiliş gayesi Rabbine kulluk bilincini unutan insan, mutlu olmak için farklı alanlara yönelmektedir. Mutluluğu ve huzuru Rabbine kul olmakta aramak yerine başka etmenlerde arayan insanlara, Cenabı Hak gelecek kaygısı ve anı yaşayamama sıkıntısı vermektedir. Buna bağlı olarak insanlar da geçmişine yönelik pişmanlık ve gelecek kaygısı için kıvranıp durmaktadırlar.
Allah’a kul olma konusunda söylemleriyle davranışları arasında tutarsızlık içinde olan insan, bu haliyle hem bu dünyasını hem de öbür dünyasını sıkıntıya sokmaktadır.
Ebû Osman Hîrî Hazretlerine; “İnsanların içine nereden geldiği bilinmeyen keder nasıl çöker?” diye sorulunca; “Ruh, insanın işlediği günahları ve kötülükleri unutmaz. Nefs ise bunları unutur. Ruh, nefsin mahvolduğunun farkına varır ve bu sebeple insanın içine bir keder çöker. İnsan bunun sebebini anlayamaz.” der. (Evliyalar Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi, İst.1992)
İnsanlar, Allah’a kulluklarını unuttukları zaman Cenab-ı Hak tarafından kendilerine tarif edilmeyen sıkıntılar verilmektedir. Adını kendilerinin de koyamadıkları bu sıkıntılardan kurtulmak için insanlar değişik yerlerde ve farklı çevrelerde aramaktadırlar.
“Abbasi Halifesi Harun Reşid bir Ramazan günü Behlül Dânâ’ya tembih etti:
– Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et.
Akşam oldu, namaz kılındı, namazdan sonra Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıkageldi. Harun Reşid şaşırdı:
– Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin.
Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra bendeniz cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış.” (Mehmet Kerimoğlu, Sufi Hikâyeleri, Karanfil Yay. İst. 2004)
Günlük yaşamında anı yaşama bilinci gelişmeyen bu insanlar, kulluk vazifelerini yerine getirirken de anı yaşamayacaklardır. Günlük hayatta insanların, zaman yetersizliği gibi bahanesinden ve aceleciliklerinden dolayı ibadetlerinde de anı yaşayamadıklarına şahit olmaktayız.
Bazı insanların oruçlu olmanın şuuruna varmak ve anı yaşamak yerine; açlığa bağlı olarak sinirlilik, sabırsızlık, iftara kadar zaman öldürmek gibi davranışlar sergilediğini ve kulluğun hazzını yaşayamadığını görüyoruz.
Camiden çıkarken acelece çıkma, günlük namazları camide kılmama, namazları tadili erkâna riayet etmeden kılma, namazlardan sonra tespih çekmeme ve dua yapmama, namaz sonrası duaları kısa veya yarı kalkerken yapma gibi durumlar kişinin kullukta ve ibadette anı yaşamadığını göstermektedir.
Kuran-ı Kerim’i normal kitap gibi okuma, elindeki tespihi öylesine çekme, namazını hareketten öteye götürememe insanların kulluk bilincinin farkına varamadıklarını göstermektedir.
Zamanın kısıtlığından şikâyet eden bu insanlar, ibadetleri ifa etmede yavaş davranırken ibadetleri eda ederken de aceleci davranırlar. Yine bu insanlar film, maç, eğlence gibi konulara hem zaman bulma hem de anı yaşama konusunda cömert davranmaktadırlar.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net