Etiket arşivi: Metin Karabaşoğlu

Aşk Asla Yeterli Değildir..

Bir işin ‘gerek şartı’ aynı zamanda ‘yeter şart’ olmadığı gibi, parça da bütün değildir. Gelin görün ki, insanoğlu çoğu kez ‘gerek şartı’ ‘yeter şart’ zanneder ve çoğunlukla parçayı bütünle özdeşleştirir. Zira, bir iş gerek şart olmaksızın gerçekleşmez ve bir bütün, parça tamam olmadan bütün olmaz. Ve bu durum, dikkatlerin kendisi olmadan sonucun gerçekleşmediği ‘gerek şart’ ile kendisi olmadan bütünün yarım kaldığı ‘parça’ üzerinde yoğunlaştırır. Bu yoğunluk—parça-bütün ilişkisi gözden kaçtığı ve gerek şartın yeter şart olmadığı unutulduğu takdirde—sair şartlara ve sair parçalara, hatta işin ve bütünün tamamına dair bir algı körlüğünü getirir. Bu körlük, idraki daraltır. Sonuç parçanın bütünün tamamı imiş gibi muamele görmesi, ‘gerek şart’ın ise ‘yeter şart’ makamına terfi etmesidir.

Evliliğe ve aile hayatına dair yazılan, çizilen, konuşulan, düşünülen ve paylaşılan şeylere baktığında, insan bu yanılgı zincirinin bir yansımasını rahatlıkla görüyor. Birçok zihinde, evlilik ile aşk, aile hayatı ile birbirine âşık iki insan neredeyse eş-anlamlı hale gelmiş bulunuyor. Evliliğin ‘gerek şart’larından biri olarak aşk, genelde, ‘yeter şart’ olarak algılanıyor. Ve, sıhhatli bir aile hayatının ayrılmaz bir parçası olarak birbirine âşık iki kalp, bu aile tablosunun tamamı gibi muamele görüyor.

Evliliğe ve aile hayatına dair ‘aşk’ üzerinde yoğunlaşan bu vurgu, birçok alanda çok farklı tezahürleriyle çıkıyor karşımıza. Nikâh davetiyelerinin çoğunda, olan bitenin birleşik iki kalp figürüyle özetlendiğini görüyoruz. Düğün pastalarını kalp suretinde yaptırıyor kimileri. Düğün arabalarına bir çift kalp yapıştırılıyor ve her birinin içine hanımın ve erkeğin isminin ilk harfi yerleştiriliyor. Öte yandan, binlerce film, onbinlerce roman, yüzbinlerce şiir ‘beraberlik’ ile ‘aşk’ı âdeta özdeş tutuyor. ‘Aşkın gücü’ne dair filmler yapılıyor, mutlu evliliğin biricik formülü olarak ömür boyu aşkı öneren kitaplar hazırlanıyor, “Sevmek ne güzel şey / Sevgiyle düzelir herşey” türünden şiirler yazılıyor.

Ve aşka dair bu vurguyla birlikte, bir evliliği başlatmak veya yaşatmak, bir aile hayatını kurmak veya kurtarmak için aşkın yeterli olduğunu zanneder hale geliniyor.

Ama öte yandan, hüsranla sonuçlanmış, mahkeme kapısına dayanmış, önemli kısmı bir seneye varmadan tükenmiş evliliklerle karşılaşıyoruz. Aşk, evlilik için yeterli görülüyor; ama aşklar evliliği kurtarmaya yetmiyor. ‘Aşk evlilikleri’nin ciddi bir oranının yaşadığı akıbet, gerek şart olarak aşkın evliliğin yeter şartı olmadığını apaçık gösteriyor.

Aşk, tek başına yetmiyor

Bu vâkıa, aşkın kötü birşey olduğunu göstermiyor elbette. Rabb-ı Rahîm’in insan kalbine yerleştirdiği, insanı heyecana ve harekete sevk eden, insanı gayrete ve cevelana yönelten bir duygu olarak aşk, elbette hayatlara bir renk, bir anlam katıyor; ve açılmamış birçok duygu aşk ile açılıp olgunlaşıyor. İnsan aşkla gelişiyor, fark etmediği bir dizi nüansın anlamını ve önemini aşkla fark ediyor, pek çok insanî özellik aşk sayesinde inkişaf kaydediyor. Aşk insanı yontuyor, törpülüyor, inceltiyor, olgunlaştırıyor ve ‘mükemmel’e uzanan yolda adımlar attırıyor. Bütün bu yönleriyle, aşk, evliliğe anlam katıyor, renk katıyor, neşe ve lezzet kazandırıyor.

Ne var ki, evlilik denen şey, aşkla başlayıp bitmiyor. Bir aile hayatının kurulmasında ‘gerek şart’ olarak kesinlikle önem taşıyan aşk, ‘yeter şart’ da olamıyor. Zira, yetmiyor! Bu bakımdan, hem ‘gerek şart’ olarak aşkı vurgulamak, hem de aşkın ‘yeter şart’ olarak sunumuna açık bir muhalefet şerhi koymak gerekiyor. Aşka dair bu iki sunumun arasını açıkça ayırmak gerekiyor.

Bu noktada, sevmenin çok bilinen ve çok vurgulanan bir yansıması olarak aşkın, sevmenin ta kendisi ve yegâne yansıması olmadığını fark etmek gerekiyor öncelikle. Sevmenin, Risale-i Nur müellifinin bize güçlü bir şekilde gösterdiği üzere, şefkat gibi, hürmet gibi, acımak gibi başkaca tezahürleri var çünkü. Meselâ, anne çocuğunu sever, ama âşık değildir ona. Çocuğun anneye olan sevgisi de aşk değildir. Birincisi şefkat sınıfından, ikincisi ise hürmet cinsinden bir sevgidir. Babanın çocuğuna sevgisi de böyledir. Meselâ Yâkub aleyhisselamın oğlu Yusuf’a sevgisi de aşkın değil, şefkatin bir tecellisidir:

Hazret-i Yâkub aleyhisselâmın Yusuf aleyhisselâma karşı şedit ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir, belki şefkattir. Çünkü, şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvî ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Fakat muhabbet ve aşk, mecazî mahbuplara ve mahlûklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-yı nübüvvete lâyık düşmüyor. (…) Suver-i Kur’âniyenin en parlağı olan Sûre-i Yusuf’un en parlak nuru olan Hazret-i Yâkub’un (a.s.) şefkati, ism-i Rahmân ve Rahîm’i gösterir ve şefkat yolu rahmet yolu olduğunu bildirir.” (bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, “Yedinci Mektub”)

Aşk, niçin yetmiyor?

Bu bakımdan, sevmenin yegâne türü değil, bir türü olduğunu bildikten sonra, bir sevgi türü olarak aşkın tarifini doğru yapmak da gerekir. Nedir aşk, nasıl bir sevmektir? Karşılıklı sevmektir. Karşılık bekleyerek sevmektir. Karşılık görmediği halde dahi, karşılık beklemektir.

Bir başka insanı aşkla seven, ondan mukabele bekler, karşılık görmek ister. Ve, tatlı başlayan bütün aşklar, karşılık görmeyince yahut karşılık görmez duruma gelince veyahut karşılık görme ümidi dahi tükenince, biter. Karşılık görmeyeceğini kesinkes bilerek, karşılık göreceğine dair zerre miskal bir ümit hissetmeyerek devam eden tek bir aşk yoktur. Bütün aşklarda ya bir ‘hemen şimdi’ boyutu vardır, veya ‘bir gün mutlaka’ boyutu.

Sözün kısası, aşk karşılık ister. Aşk, karşılıklı sevmektir. Aşk, karşılık bekleyerek sevmektir:

“Evet, şefkat bütün envâıyla latîf ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise, çok envâına tenezzül edilmiyor. Hem şefkat pek geniştir. Bir zât, şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle, bütün yavrulara, hattâ zîruhlara şefkatini ihata eder ve Rahîm isminin ihatasına bir nevi âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip herşeyi mahbubuna feda eder. Yahut mahbubunu îlâ ve senâ etmek için başkalarını tenzil ve mânen zemmeder ve hürmetlerini kırar. (…) Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor, sâfi ve ivazsızdır. Hattâ en âdi mertebede olan hayvanâtın yavrularına karşı fedakârâne, ivazsız şefkatleri buna delildir. Hâlbuki aşk ücret ister ve mukabele talep eder. Aşkın ağlamaları bir nevi taleptir, bir ücret istemektir.” (bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, “Yedinci Mektub”)

Dolayısıyla, yalnızca aşk üzerine kurulan bir evlilik de, bir açıdan, pamuk ipliğine bağlı bir evliliktir. Ömrü ve sıhhati, karşılığa endekslenmiş bir evliliktir. Karşılık görme yüzdesi yükselince sağlamlaşan, karşılık görme yüzdesi düştükçe zayıflayan ve hatta çöken bir evliliktir. Aşk, bir evliliği ömür boyu taşımak, bir aile hayatının aslî ve yegâne direği olmak için asla yeterli değildir.

Sarsılan, sallantıda olan, hatta yıkılan evliliklere bakalım. Karı ve kocadan her ikisi veya en azından biri, eşinden lâyık olduğu ilgiyi ve karşılığı görmediğini düşünmektedir. Ki, ya gerçekten karşılık görmemekte veya gördüğü halde görülmediği düşünülmektedir. Aşka dair onca filme ve romana kırılma veya kopma anlarının cümleleri olarak yazılan, gündelik hayatta da sıklıkla duyulan “Eskiden böyle miydi?,” “Sen o eski sen değilsin,” “Seni tanımakta zorlanıyorum,” “Bazan benim evlendiğim adam bu muydu diye düşündüğüm oluyor” kabilinden bin türlü söz yalnız aşka dayanan bir evliliğin karşılık görülmediği zaman nasıl çökebildiğini belgelemektedir.

Açıkçası, aşk karşılıklı sevmektir; ve, karşılık beklediği için, aşk asla fedakâr değildir. Fedakâr bir sevgi olmadığı için de, bir evliliğin devamı için aşk asla yeterli değildir.

Zira, Rabb-ı Rahîm, ehadiyet sırrıyla, her insanı ayrı bir âlem olarak yaratmış, her insanı sonsuz sayıda duygu ve arzuyla donatmıştır. Bu sonsuz çeşitlilik içinde, her insanın sair insanlardan ayrıldığı bir yön, ayrıştığı bir özellik muhakkak vardır. Hâlık-ı Zülcelâl, birbirinin tıpatıp aynısı iki insan yaratmamıştır. Dolayısıyla, iki ayrı âlem olarak iki insanın evlilik sûretinde beraberliği—akrabalıktan iş hayatına, okul arkadaşlığından yol arkadaşlığına başka tüm beraberliklerde de olduğu gibi—içinde bir dizi ayrışma ve çatışma noktasını gizlemektedir. Meselâ, eşlerden biri maviyi çok severken, öbürü pembeye bayılıyor olabilir; ve evi boyamak sözkonusuysa, bu pekâlâ bir problem üretebilir. Hatta aynı rengi seven iki insan, bu rengin tonları konusunda çatışabilir. Patlıcanı imambayıldı suretinde seven bir koca ile kendisi öyle sevdiği için karnıyarık suretinde yapan bir hanım, sırf bu sebepten dolayı birbiriyle tartışabilir ve en azından biri diğerine darılabilir. Her evliliği, böylesi küçük meselelerden hayata ve dünyaya dair daha derinlikli tercihlere uzanan uzun bir çizgide çok sayıda gerilim ve çatışma beklemektedir.

Aşkın yanındaki ne?

İşte bütün bu çatışma noktalarında, aşk çözümü garanti etmez. Zira, aşk fedakâr değildir, karşılık istemektedir, “Ben şunu yaptım, ondan da bunu beklerim” demektedir.

Oysa, hayatın kıvrımlarında yaşanan nice mesele, taraflar “Ya o, ya bu!” noktasında kilitlendiğinde, ancak feragatla çözülebilmektedir. Feragat yoksa, kilit çözülmez. O yüzden, birbirini gerçek bir aşkla seven iki insanın, birbirine âşık olduğu halde birbirine küstüğü, darıldığı çokça görülmektedir. Herkesin kendi tercihinde direttiği bir kilitlenme hali, taraflardan en az biri feragata yönelmez ise, ciddi bir kopmayı getirebilmektedir. Sonradan, “Onu hâlâ seviyorum,” “Şimdiki aklım olsaydı” diye ağıtlar yakılıyor olsa bile…

Kısacası feragat, temininde aşkın yetersiz kaldığı bir özelliktir; ama yine feragat, bir evliliğin sıhhati ve devamı için kesinlikle gereklidir. Birbirini sevdiği halde sürekli çatışan ve çözümü hep karşıdan bekleyen insanların bir evliliği sürdürmeleri mümkün değildir.

Ve bu noktada, ‘karşılıklı sevgi’ olarak aşkın yanısıra, ‘karşılıksız sevgi’ olarak şefkat gündemimize girmektedir. Edgar Allen Poe’nun en güzel aşk şiirlerinden biri olarak hafızalara yer eden “Annabel Lee”sinde söylediği “We loved with love that was more than love” dizesinde kasdettiği şey şefkat midir, yoksa Türkçe müterciminin yazdığı üzere karasevda mıdır bilinmez; ama bilinen, şefkatin ‘aşktan da üstün bir sevgi’ anlamına geldiğidir. Zira, karşılık görerek veya en azından karşılık bekleyerek sevmenin adı olarak aşka mukabil, şefkatin en temel özelliği karşılık beklememesidir. Yolda gördüğü bir kedi yavrusuna, günün birinde evime giren fareleri yakalar beklentisiyle süt vermez insan. Yahut, bir anne, otuz-kırk sene sonra belki bana yardım ederler beklentisiyle hayatî tehlikeyi de göze alıp hamileliğe yönelmez. Çocuğu ezilmesin diye kendisini arabanın önüne atan bir annenin, yavrularını yemesin derken kendi başını köpeğe kaptıran tavuğun, kuzusunu kurtarmak isterken kurda yem olan koyunun veya koçun davranışı ‘beklenti’yle izah edilebilir türden değildir. Bütün bu davranışların muharriki şefkattir; ve bu davranışların gösterdiği üzere, şefkat karşılıksız sevmektir, beklentisiz sevmektir. Aşkta olmayan bir özellik, şefkatin en belirgin özelliğidir. Aşk fedakâr değildir, ama şefkatin meyvesi feragattir.

Aşkın tamamlayıcısı olarak şefkat

Bu bakımdan, aile hayatı içinde aşkın çözemediği gerilim noktalarında şefkatle gelen bir feragat ve fedakârlık kesinlikle işgörmekte; aşkın kurtaramadığı birçok evlilik, eğer aşk o evliliğin ‘yeter şart’ı değilse, şefkat ile kurtulmaktadır. Ki, birçok problemli evlilikte çocuğun bir ‘kurtarıcı’ olması bu sırdandır. Aşkın çözmediği birçok düğüm şefkatle çözülmekte; nice karı-koca, aralarındaki sorunları çocuklarına olan şefkatlerinden dolayı—nefislerini ve incinen gururlarını bir kenara atıp—feragatle bir çözüm arama yoluna gitmektedir. Şefkatin aşka olan üstünlüğünün bir diğer göstergesi, evladını terkin eşini terkten çok daha zor olmasıdır. Çocuklu ailelerin boşanmaya karşı daha dirençli olduğu; birçok evliliğin çocukların hatırına ayakta durduğu bir vâkıadır. Hem, çocukların olduğu ve şefkatin açıkça devreye girdiği evliliklerde insanlar gerginlik anlarında ‘yutkunarak konuşma’ ve iki kere düşünme tavrı sergilemekte; meseleyi kestirip atmaktansa söyleyeceği son sözü söylemeyi ertelemekte; ve hadise bu yüzden ani ve fevrî bir karara yol açmadan soğuduğunda, mesele zaten makul biçimde çözülmektedir. Böylesi durumlarda da, karşılık görmediğinde yitip gidiveren aşkın kurtaramayacağı beraberlikler şefkatin hatırına yürümektedir.

Bu noktada, vurgulanması gereken, ama en ziyade ihmal gören bir nokta, eşlerin birbirine karşı da şefkatle muamele etmesidir. Çünkü karı ve koca, karşı cinsten biri olarak yekdiğerine eştir; ve ‘eş’ olma açısından, aşk sözkonusu olmaktadır. Ama eşinin zaafları ve faziletleriyle, artıları ve eksileriyle bir insan olduğunu; eşinin ‘çocuklarının annesi’ olduğunu; eşinin kayınvalide ve kayınpederinin çocuğu olduğunu… dikkate aldığında insanın eşine karşı şefkat hissi de galeyana gelmektedir. Yaşanan gerilimde onun sergilediği tavrın ‘kendisine karşı’ olmaktan öte olduğu; bunun, ehadiyet sırrı gereği ayrı bir ailede ayrı bir donanımla apayrı şartlarda yetişmiş ayrı bir âlem olmasından kaynaklandığını dikkate aldığında da, şefkat hissi uyanmakta; anlayışlı olmayı, empatiyi ve feragati besleyerek, gerginliği çözmektedir.

Velhasıl, aşkın çözemediği gerilim durumlarının ilacı feragattir; feragatin olabilmesi için ise, şefkatin işletilmesi gerekir. Karşılıklı sevgi olarak birbirine duyulan aşkın yetmediği yerde, karşılıksız sevgi olarak şefkat pekâlâ imdada yetişebilir.

O halde, Bediüzzaman’ın “Yedinci Mektub”undan aldığımız dersle konuşursak, şefkat, hayatın sair alanlarında olduğu kadar, evlilik hayatında da daha bir dikkati ve vurguyu hak etmektedir…

Metin Karabaşoğlu

MoralDunyasi.com

“Güzeli Görme”ye Davetlisiniz! (Seminer – 17.11.2013 – Ankara)

Metin Karabaşoğlu’nun, Bediüzzaman’ın kırk senelik hayat, otuz senelik tahsilinin anahtar kelimelerinden biri olarak zikrettiği ‘nazar/bakış açısı’ kavramı üzerinden geliştirdiği, Said Nursi’nin bakma-görme-düşünme ilişkisi paralelinde ‘Güzel gören güzel düşünür’ sözünün yeniden tahlilini içereren bir sunum yapmak üzere Ankara’da olacaktır.

Ankara Karakalem gönüllülerinin düzenlemiş olduğu “Güzeli görmek” konusundaki bu seminerimiz 17 Kasım PAZAR günü, 12:30-16:30 saatleri arasında Ankara Türkiye Yazarlar Birliği Şubesinde gerçekleşecektir. Ankara ve civarındaki tüm dostlarımız seminerimize davetlidir.

Hayırlı günler dileklerimizle…

Konu: “Güzeli görmek”

Konuşmacı: Metin Karabaşoğlu

Tarih/Saat: 17 Kasım Pazar / 12:30- 15:30

Yer: Ankara TYB Şubesi, Sümer 1 Sk. No:11 kat:4 Kızılay / Ankara

metin karabasoglu seminer ankara davet 2013

“Elde var sonsuz” diyebilmek için…

Modern zamanların belki en büyük ve en kuşatıcı musibeti, ‘arzuların ihtiyaca dönüşmesi’ gerçeğidir. Arzuların ‘olmazsa mutlu olmam’ derecesinde insanların gönüllerine ve zihinlerine yer ettiği bir zeminde, gerçekte zarurî olmayan şeyler dahi insan için ‘zarurî ihtiyaç’ haline gelir; bu ise insanı bitmek bilmez bir ‘uyandırılmış arzular’ girdabında, bir dipsiz kuyuda boğar, öldürür.

Hz. Peygamber’in (a.s.m.) hadislerinden öğrendiğimiz bir derstir oysa. Canının her çektiğinin peşine düşmek, insana israf olarak yeter. Canının her çektiğinin peşine düşen, yani arzusunu ‘ihtiyaç’ gibi algılayan insan ise, gözünü ulaşmak istediği hedefe diker, zaten elinde olan nimetlere karşı körleşir. O hedefe ulaştığında, canı yeni bir şey daha çeker ve yeni bir hedef belirir gözünde. Bu defa onun peşinde derken, sonuç, hadiste bildirildiği üzere, ‘yiyen ama doyamayan adam’a dönüşmektir!

Yine Hz. Peygamber (a.s.m.) şükrün geniş kapısına girmenin de yolunu bize göstermiştir: Varlıkta bizden daha geride olana, musibette bizden daha önde olana bakmak. İnsanın eldeki nimetlerin farkına varması için nebevî formül, işte budur.

Gelin görün ki, modern zamanlar, bunun tam aksini öğretiyor insanlara. Reklamlar, habire, ihtiyaç olmayan nice nice şeyi ihtiyaç gibi göstermenin derdinde. Böylece, reklamların ağında ‘fizyolojik’ açıdan bakarsak o olmadan pekâlâ yaşayabileceğimiz halde, ‘psikolojik’ olarak o olmadan yapamam, yaşayamam noktasına sürüklüyor bizi. Televizyon dizileri, filmler derken, ‘gördüğüne imrenme’de bir adım daha ilerliyoruz üstelik. Hele bizde olmayan o şeyi yanıbaşımızdaki komşunun, işyerindeki arkadaşımızın elinde gördüğümüzde, bütün dünyamızı o şey meşgul eder hale geliyor artık.

Görenek belası

Bediüzzaman’ın ‘görenek belası’ dediği şey gerçekleşiyor işte. Reklamlarda gördüğümüz, filmlerde-dizilerde gördüğümüz, arkadaşımızın-komşumuzun elinde gördüğümüz derken, canımızın çektiği şey bizim için psikolojik anlamda bir ‘zorunluluğa’ dönüşüyor ve bu sarmal başka başka ürünler için habire tekrarlanırken, insan aslolanı, elinde olanı unutuyor. Dünyasını henüz elde edemediği şey doldurmuşken, elinde olan o kadar şeye karşı şükürsüz ve kör bir ‘elde var sıfır’ psikolojisi kuşatıyor insanı.

Halbuki, elde olan o kadar çok şey var ki… İnsanın, farkına varması gereken o kadar çok şey var ki…

Meselâ, tek taş yüzüğün hayali ve hasretiyle dolu bir insan, hakikat-ı halde en âlâ elmastan daha değerli halde her gün o kadar su damlasına muhatap olunuyor ki… Elmas ve altın yüklü devesiyle çölde susuz kalmış ölmek üzere olan bir adamı düşünelim. Bu adam, yol üzerinde rastgeldiği, yanında suyu olan adama o su karşılığı bütün yükünü de vermeye razı olur. Çünkü ya elmaslardan vazgeçecektir, ya hayatından. İşte öyle bir sınanmada çıkar insanın karşısına, elmasın mı, suyun mu daha aziz ve daha değerli olduğu. Gelin görün ki, bu karşılaştırmaları yapmadan, elde olanların kıymetini asla bilmeden ve şükrünü asla eda edemeden, akılsız ve iz’ansız bir hırsla yaşıyor insanoğlu.

Farkındalık eğitimi

Bizi şükürden alıkoyup israfa, kanaatten alıkoyup israfa sürükleyen bu hale karşı, elimizde olan nimetlerin farkına varabilmeyi mümkün kılacak; israflı ve hırslı bir hayata bedel, iktisatlı ve şükürlü bir hayata yöneltecek bir adres sunuyor bize Bediüzzaman. Bir ‘farkındalık eğitimi’ne bizi davet ediyor: Özgürlüğün kıymetini anlamak için, git, hapishanelere bak. Sağlığın kıymetini bilmek için, git, hastanelere gör. Hayatın kıymetini anlayıp aldığın her nefes için şükür borçlu olduğunu anlaman için ise, git, kabristanları, mezarlıkları ziyaret et!

Bir yapabilsek bunu; gitsek bu diyarlara, gitmesek bile hayalen gidebilsek, göreceğiz âlemler Rabbinin bizi hangi nimetlerle donatmış ve yaşatıyor olduğunu.

Bir başparmağı, insanı hayvanların yapamadığı nice nice şeyi yapar hale getirirken; bir el için, bir göz için, dil için, damak için, ayak için, her biri ayrı vazifeler yüklü nice nice azalarımız ve ayrı ayrı hücrelerimiz için; ve her birinin ihtiyacına cevap vermek üzere yaratılıp elimize verilen sayısız gıdalar için ne çok şükre borçluyuz oysa.

Hastanede ancak solunum cihazına bağlı halde zorlukla nefes alabilen bir insan, farkına bile varmadan, rahatça alıp verdiğimiz her nefes için ne kadar da şükretmemiz gerektiğini gösteriyor oysa…

Bir yapabilsek Hz. Peygamber’in öğrettiğini; nimet noktasında bizden geride olana, musibette ise bizden ileride olana bakabilsek…

Bir yapabilsek bu nebevî dersten ilhamla Bediüzzaman’ın teklif ettiğini; hapistekilere bakıp hürriyetin, hastanelere bakıp sıhhatin, kabristanlara bakıp hayatın bir nimet olarak farkına varabilsek…

O zaman göreceğiz ki, ‘ne var ki elimde?’ gibisinden bir soruyu asla soramaz insan. Bilakis, ‘elde var sonsuz’ idrakiyle ve buna mukabil sonsuz şükürler ederek yaşamaktır her insana yakışan…

Metin Karabaşoğlu

MoralDunyasi.com

Mısır ve Suriye için Bediüzzaman’ca bakış!

Risale-i Nur Külliyatının en merkezî risalelerinden biri, Kur’ân’ın mucizeliğini pek çok yönden isbata adanmış “Yirmibeşinci Söz”dür. Bu risalenin “Üçüncü Ziya” başlığını taşıyan en son bölümünde ise, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’ın mucizeliğinin en parlak işaretlerinden biri olarak, ondaki bütünlük, uyum ve dengeye işaret eder. Bir olan hakikatin pek çok rengi, pek çok veçhesi vardır ve Kur’ân’da bütün bu renkler ve veçheler tam bir uyum ve denge içinde bize sunulur. Kur’ân’daki bu dengenin izini sürebildiğinde mü’minler de hayatlarında dengeyi ve kıvamı bulur. Bu dengeyi kuramadığında ise, hakikat yolunda bile olsa, hakikatin bir renginde odaklanarak, Kur’ân’ın sunduğu dengeden ve bütünlükten mahrum olur.

Ondan bu denge, bütünlük ve uyum dersini alan bir Kur’ân talebesi olarak, Bediüzzaman’ın hayatında ve eserinde de bu dengenin tezahürleri ile karşılaşır insan. Hakikatin hangi durumda nasıl tatbik olunacağı, hangi muhataba ne şekilde sunulacağı, hakikatin değişik veçhelerinden hangisinin hangi şartlarda öne çıkacağı… Bu ve benzeri sorular, hep bir ‘denge’ meselesidir. Ve Bediüzzaman, Kur’ân’ın izini sürerek, bu noktada bize yol gösterir, yordam öğretir.

Bu bütünlüğü ve dengeyi kavradığımız ölçüde, Risale-i Nur’a bütüncül, dengeli bir kavrayışa ulaşırız. Bu bütünlüğün izini sürmediğimiz takdirde ise, hakikatin bir rengini, uysa da uymasa da her zemine tatbik eden ve bunu yaparken hakikatin bütün renklerini gözden kaçıran bir arızalı bakışa ve düşünüşe duçar oluruz.

Birçok örneği vardır bunun. Bir örneği, Bediüzzaman’ın Meyve Risalesi’nin “Dördüncü Mesele”si başta olmak üzere birçok bahiste karşımıza çıkan, ‘daireler’ tahlilidir. Bu bahiste de gördüğümüz üzere, insanların en başta kendi iç dünyasını, sonra ailesini, sonra yakın çevresini hakikatle hemhal kılma sorumluluğunu atlayıp; en geniş daire olan ‘küresel siyaset’le meşguliyetinin tehlikelerine karşı sıklıkla uyarıda bulunur Bediüzzaman. Ahireti unutacak şekilde dünyaya meşgul olmak, dünya içinde en yakın dairedeki vazifelerini unutacak veya ihmal edecek derecede en uzak daireye bakmak, bütün bunlar birer arızadır ve birer dengesizlik işaretidir. İnsan, yakından uzağa bir ehem-mühim sıralaması yapmakla mükelleftir.

Doğru bilgiye ulaşmak

Diğer taraftan, birşeye daha dikkat etmelidir insan. Doğru bilgiye ulaşmanın zor, hatta imkânsız olduğu bir zeminde, yanlış bir bilgiyle yanlış düşüncelere, kanaatlere, kararlara ulaşıp yanlış fiillere de yönelebilir. Âyetin bildirdiği üzere, haberi ‘fâsık’ın getirdiği, ama bu haberin doğruluğunu sınama imkânının olmadığı zeminlerde en doğrusu, bilgiyi saklayan veya saptıran ‘dezenformasyon’a kulağını kapatmaktır.

İşte, İkinci Dünya Savaşı şartlarında, böylesi hikmetlere binaen, “Dördüncü Mesele”yi yazmıştır Bediüzzaman. Yanısıra, birçok mektubuyla da, talebelerini ve mü’minleri, insanı en birinci sıradaki vazifesinden alıkoyan, zihin dünyasını altüst eden, iç dünyasını eksik veya saptırılmış haberlerle dağıtan ‘fâsık haberleri’ne kulağını kapatmaya çağırmıştır. Öyle ki, kendi tabiriyle o ‘Harb-i Umumî’ şartlarında ‘yedi sene’ hiç radyo haberi dinlememiş, hiç gazete okumamıştır.

Ama bu durum, dünyada neler olup bittiğinden habersiz bir Bediüzzaman portresi de çıkarmaz karşımıza. Bilakis, dün İslâm dünyasını ve mazlum milletleri sömürgeleştirme hesabına girişmiş küresel güçlerin tabir yerindeyse ‘birbirini yediği’ bu savaş şartlarından, hiç radyo dinlemediği ve gazete okumadığı halde, haberbar olması gereken yönüyle, haberdardır da Bediüzzaman. Kastamonu Lâhikası’ndaki ilgili mektuptan öğrendiğimiz üzere, o savaş hengâmında soğuk kış şartlarında bombalar altında inleyen çocuklar, yaşlılar, hastalar ve masumlar, Bediüzzaman’ın zihin ve kalb gündemindedir. “Onüçüncü Şua”nın sonundaki mektuptan anlaşıldığı üzere, modern zamanların zalimâne topyekün savaş mantığının bu büyük savaşta yol açtığı tahribattan da haberdardır. Yine, “Leyle-i Kadir’de İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme”nin belgelediği üzere, bu savaşın insan fıtratında yol açtığı buhranların da farkındadır ve bunlara karşı Kur’ânî bir tedavinin nasıl sunulacağı üzerine zihni ve kalbi meşgul olmaktadır.

Yani, Bediüzzaman’ın o büyük savaştan kulağını uzak tutmasının bir dizi sebebi vardır: Savaşın her iki tarafı da zalimdir. Savaş âlem-i İslâm’ın mukadderatı ile doğrudan ilgili değildir. Savaşla ilgili sahih bilgiye erişme imkânı neredeyse yoktur. Savaşın bu yönüyle asla ilgilenmez Bediüzzaman. Ama bu savaştan imana, Kur’ân’a, âlem-i İslâm’a ve insanlığa dair bir vazife, bir sorumluluk veya bir ders çıkarma noktasıyla ise ‘yedi senedir bakmadığı halde’ ilgilidir

Bediüzzaman’ca sorumluluk

Hele ki doğrudan ümmeti ilgilendiren meselelerde, Bediüzzaman’ı sorumluluğunu müdrik bir âlim olarak görürüz. Onun, doğrudan hilâfet merkezi Osmanlının, dolayısıyla İslâm âleminin ve ittihad-ı İslâm’ın hedef alındığı Birinci Dünya Savaşı şartlarında Kur’ân’ın mucizeliğini gösterecek bir tefsir yazma sorumluluğunu da atlamadan Ruslara karşı fiilen cihad vazifesini deruhte etmesi; İngiliz işgali ve İstiklal Harbi şartlarında İstanbul’da İngilizlerin propaganda ve psikolojik savaş mekanizmalarına karşı mücadele vermesi, bunun bir nişanesidir. Onun, bu şartlarda, şöyle dediği de, Tarihçe-i Hayat’ında aşikâr biçimde bildirilmektedir: “Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat, ehl-i İslâm’ın eleminden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâm’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiği­ni hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ışık görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak inşallah.

Aynı şekilde, özellikle Emirdağ Lâhikası’ndaki mektupları, Bediüzzaman’ın mü’minleri, İslâm âlemini ve ittihad-ı İslâm’ı ilgilendiren meselelerle meşguliyetini ortaya koyduğu gibi, bize bu meşguliyetimizin içeriği ve usulü noktasında yol da gösterir. Bediüzzaman, hiçbir zaman, vakit geçirmek, oyalanmak için, yahut âdeta maç seyreder gibi taraflardan birini tutup sonucunu takip etmek adına dünya hadiseleriyle ilgilenmemiştir. Yine Bediüzzaman, en birinci ve en yakın dairedeki vazifesini unutarak da, ülke veya dünya siyasetiyle zihnini meşgul etmiş biri değildir.

Ama aynı Bediüzzaman, zalimlerin lehine yazılacak bir suskunluktan ve ilgisizlikten de beridir. Bilakis, kimin zalim, kimin mazlum olduğunun farkında olarak; birinci, ikinci, üçüncü dairelerdeki vazifesini asla ihmal etmeden, dokuzuncu, onuncu dairelere de bakmış ve ona göre bir tavır geliştirmiştir. Dersim’de olup bitenlerden de bu sebeple haberdardır; Lozan’da neler olduğunun da farkındadır; Ayasofya’nın müze yapılmasının hangi sebeple olduğunu ve ne anlama geldiğini de bilmektedir; 1950’li yılların şartlarında Mısır’da, İran’da olup bitenleri de bilmekte ve gereken uyarıyı yapmaktadır.

Yani, Bediüzzaman ne aslî ve en birinci dairedeki vazifesini unutarak ‘onuncu daire’deki vazifesiyle meşgul olmuştur, ne de ‘birinci daire’den ötesini gözardı ederek ilgisizlik veya tepkisizlik suretiyle ülke veya dünya siyasetinde zulme taraf ve destek olmuştur. Bilakis, onun hayatının ve eserinin bütününde, bu noktada da bir dengenin dersi vardır.

Onun ayak izlerini takip edenlerin ise, bu denge dersinden hareketle, mü’minleri ve insanlığı ilgilendiren meselelerde Bediüzzaman’ca bir sorumluluğu kuşanmaları şarttır.

Unutulmasın, onun bize bıraktığı miras, ‘müsbet hareket’tir; zulme karşı tavır koyamayan, haksızlığa karşı suskun, dolayısıyla haksızların hesabına yazılan, ‘menfi’ bir ‘hareketsizlik’ değil…

Bu bağlamda Mısır ve Suriye’de yaşananların bizi ne kadar alakadar ettiği veya etmediğini yeniden değerlendirmemiz ve hareket tarzımızı ona göre şekillendirmemiz gerekmiyor mu?

Metin Karabaşoğlu

Moral Dünyası Dergisi

Geleceği gördüm: Son olayların perde arkası üzerine bir tahlil…

Son bir ayda bu ülkenin üzerine bir kâbus gibi çöken ağır sınanma, pek çok açıdan öğreticiydi. Ölüden diri, karanlıktan aydınlık, geceden gündüz çıkaran bir Kadîr-i Zülcelâl’e iman etmiş insanlar açısından, içinden çok hayırlar çıkması umulan bir şer, çok rahmetler ve nimetler çıkması ümit edilen bir zahmet ve mihnet süreciydi yaşanan. Kimin kim olduğuna, kimin kime dönüşebildiğine, hangi ruh halinin yanlış, hangi davranış biçiminin doğru olduğuna; daha nice nice şeye dair, muazzam bir tecrübe…

Benim aynama yansıdığı üzere, bir ‘darbe girişimi’ydi yaşanan. Yeni, farklı, ama son tahlilde bildik bir ‘darbe’ girişimi. Bu ülkeden öte, son senelerde bu ülkede ortaya çıkan ve bütün İslâm diyarını kuşatma istidadı bulunan bir istikbali hedef alan bir darbe girişimi. Bediüzzaman’ın yüzyıl önce ‘azametli bahtsız bir kıt’anın reçetesi’ olarak yazdığı Münazarat’ta dile getirdiği üzere, hürriyetin mü’minler için ne anlama geldiğini; ‘Avrupa dinsizleri ile Asya münafıkları’nın ittifakından kurtulup kendi iradesiyle hareket edebilir hale geldiklerinde, ‘ittihad-ı İslâm’ ile mü’minlerin bütün yerkürenin mazlumları için nasıl bir ümit ve imkâna dönüşebileceğini gösteren gelişmelerden sonra, bu gelişmelere dur demek, en azından surda bir gedik açmak üzere tekrar tekrar çalışarak planlanmış bir darbe girişimi…

Bu süreçte gördüklerimi ve bu sürecin öğrettiklerini paylaşma niyetindeyim.

Ve buna, bu sürecin bana gösterdiği, ama olaylar başladığından itibaren yazılan binlerce yazı, yapılan yüzlerce açık oturum ve edilen binlerce analiz içerisinde bir türlü ‘göremediğim’ bir hususu paylaşmakla başlama niyetindeyim.

Fasık değil fasıklar topluluğu

Açık ve net ifade edeyim: Bu süreçte ben, geleceği gördüm. Geleceğin iman-küfür, hidayet-dalâlet, hak-bâtıl savaşının kodlarını… Bu kodları anlatabilmem için ise, öncelikle, Kur’ân’ın bir dersine ve bir Kur’ân talebesinin bu dersten çıkardığı sonuçlara değinmem gerekiyor.

Âlemlerin Rabbi, Kur’ân’ında ‘hidayete erdirmeyeceği’ üç topluluğun haberini verir: kâfirler, zalimler ve fâsıklar.

Dikkat edelim: Kur’ân’ın hiçbir âyetinde, âlemlerin Rabbi, bir kâfirin, zalimin veya fâsıkın hidayete ermeyeceğini eremeyeceğini söylüyor değildir. Hidayete ermeyecek olan, bir kâfir, zalim veya fâsık değil; kâfirler, fâsıklar ve zalimler ‘topluluğu’dur. Buna karşılık, en başta Asr-ı Saadet’te görüldüğü üzere, kendisini içinde olduğu bu ‘topluluk’tan ayrı tutabilen niceleri hidayet bulabilmiştir. Lâkin, hidayetin eşiğine kadar geldiği halde o ‘topluluğa’ karışıp tekrar sapıp gidenler de vardır. Kureyş müşriklerinin elçisi olarak Hz. Peygambere geldiğinde Resulullah aleyhissalatu vesselamın okuduğu Kur’ân âyetleri karşısında kalbi imana yaklaştığı halde, tekrar küfür, zulüm ve fıskı beraberce üzerlerinde taşıyan Kureyş’in müşrikler ‘topluluğu’ arasına karışıp kendisine yazık eden Utbe b. Ebi Rebia bunun en hazin örneğidir.

Bu âyetler, ‘topluluk’ta oluşan ayartıcı bir dayanışmayı; teke tek hakikate muhatap olma istidadı taşıyan insanların böylesi bir topluluk dayanışması içinde birbirlerini küfürde, zulümde veya fıskta nasıl besleyip teşvik ettiklerini ihsas eder. Böylece, bütün insanlara hakikati tebliğle yükümlü mü’minlere, bir yol da gösterir.

Akliye, gadabiye, şeheviye

Söz konusu âyetlerin öğrettiği bir diğer ders daha vardır. Bu âyetler, insanda var olan üç temel kuvve doğru kullanılmadığında ortaya çıkan sonuca da işaret etmektedir.

Bir Kur’ân talebesi olarak Bediüzzaman’ın, Kur’ân’ın haber verdiği ‘dağların yüklenemediği ama insanın yüklendiği emanet’in bir veçhesi olarak ‘ene’yi, yani benlik algısını ele aldığı “Otuzuncu Söz”de dile getirdiği üzere, insanın hem her insanın hayatını, hem de insanlık tarihini belirleyen üç temel kuvvesi vardır:

(1) kuvve-i akliye,

(2) kuvve-i gadabiye,

(3) kuvve-i şeheviye.

Bu üç kuvve de, Fâtır-ı Hakîm tarafından insana o hayatın insanca sürdürebilsin ve Yaratıcısını bütün isimleriyle tanıyarak yaratılmasındaki hikmeti gerçekleştirsin diye verilmiştir.

En başta kuvve-i akliye, insanın düşünme, doğruyu yanlıştan ayırma, hakikati bulabilme yeteneğini ifade eder. Akıl, hikmet, iman ve marifet içindir. Nitekim, ‘aklı olmayan’ imanla ve amel-i salihle yükümlü değildir. Öte yandan, olan aklını kullanmayan da, aklını düzgün kullanmayıp yahut kötüye kullanıp bâtılı hak, hakkı bâtıl gibi gören ve gösteren de mes’uldür. Ve küfür, aklı düzgün kullanmayışın bir neticesidir.

Kuvve-i gadabiye ise, insanın ona emanet edilmiş hayatına kasdeden zararlı unsurlardan korunması için verilmiştir. Hikmet üzere çalışan bir aklın idaresinde cesaretle bu emaneti korumakla yükümlüdür insan. Öte yandan, bu kuvvesini kullanmayıp zararlı unsurlara, kötülüğe, şerre karşı boyun eğdiğinde de sorumludur; bu kuvvesini kötüye kullanıp zulme sebebiyet verdiğinde de.

Aynı şekilde, kuvve-i şeheviye, hayatının devamı için lâzım olan şeylere iştiha duyabilmesi için kendisine verilmiştir. Hayatının devamı için helâl dairede iffetle yol almakla yükümlüdür insan. Öte yandan, bu kuvvesini kullanmadığı durumda da; bu kuvvesini kötüye kullanıp helâl haram demeden ve ayırmadan nefsinin her istediğinin peşine düşmesinden de sorumludur.

Kafirler, zalimler ve fasıklar

Şimdi, her insanın yaşadığı bu ‘kuvveler’ imkânını (veya imtihanını) insanlar topluluğuna uyarlarsak; kâfirler topluluğu ‘kuvve-i akliye’nin, zalimler topluluğu ‘kuvve-i gadabiye’nin, fâsıklar topluluğu ‘kuvve-i şeheviye’nin düzgün kullanılmayışının veya kötüye kullanılmasının bir eseridir.

Ve elbette, bu üçü, ille de üç ayrı topluluk olarak varolacak da değildir. Bunlardan sadece birinde haddi aşmak bir topluluğun hidayetine kasdeden bir sapma niteliği taşıdığı halde, ikisini, üçünü birden aynı anda kendisinde toplayanlar da vardır.

Bu tahlili, daha geniş bir düzleme taşırsak: Vahyi reddeden seküler hümanizme dayalı Batı uygarlığını ve Batının yerkürenin galibi durumuna geldiği andan itibaren İslâm’a ve Müslümanlara karşı giriştiği üç küsur asırlık mücadeleyi bu çerçevede analiz edersek:

Modern Batı, İslâm’a karşı mücadelesinde bu üç kuvveyi de kullanmıştır. Bir yandan, Allah’ın varlığını red ve inkâr eden ateistleri, öte yandan Allah’ın varlığını kabul etmekle birlikte semavî dinleri, yani ilâhî vahyi ve peygamberleri reddeden deistleriyle; ayrıca, Batının galip konumundan istifadeyle arada Müslümanları İslâm’dan koparıp kendi inancına döndüreceği umuduna kapılmış Hıristiyan misyonerleri ve hele ki bütün akademik maskesine rağmen mü’minlerin aklına dinleri hakkında türlü çeşit şüpheler düşürme ve mü’minleri birbirine düşürme gayretiyle kuşanagelmiş koskoca bir oryantalistler ordusuyla; asırlardır Batı İslâm’a karşı ‘kuvve-i akliye’ cihetinde bir mücadelenin içindedir, ama bu mücadeleden galibiyet devşirmeyi bir türlü başaramamış haldedir. Bilakis müntesiplerinin en zayıf durumda olduğu modern zamanlarda dahi İslâm, en güçlü zamanında Batının içinden Hıristiyanlıktan veya deizmden veya ateizmden kopup İslâm’ı seçen milyonlarca muhtedi devşirmiş haldedir.

İslâm’a karşı bu uğurda oluşturduğu muazzam güce ve dahası İslâm dünyasının neredeyse tamamında eğitim müfredatlarının onların lehine oluşturulmasına rağmen ‘kuvve-i akliye’ üzerinden bir mücadelede başarılı olamayan Batı, ‘kuvve-i gadabiye’ cihetinden, yani doğrudan ordularını, silahı ve şiddeti devreye sokarak da yürütmüştür İslâm’a karşı mücadelesini. Bu ordu, bu şiddet ve silah, ya bizzat Batıya ait olup Batılı ellerle kullanılmış veya ruhunu Batıya satmış Müslüman isimli zalimler ve muktedirler eliyle. Gelin görün ki, kitabıyla, sözüyle Kur’ân’ı yenemeyen, İngiltere’nin en güçlü zamanında Avâm Kamarasında Gladstone’un bas bas bağırmasına rağmen Kur’ân ile Müslümanların arasını açamayan Batı; orduları, tankı, topu, tüfeği, bombası, zulmü, zalimi, diktatörü ile de bunu başarabilmiş halde değildir. Böylece, belki Müslüman toplumlardaki İslâmî hissiyatı baskı altında tutmuş, belki Bediüzzaman’ın ‘Asya münafıkları’ dediği işbirlikçileri eliyle mü’minlerin ‘ittihad-ı İslâm’ çatısı altında ümmet idrakini fiiliyata taşımasını engelleyen ‘ulus-devlet’ hapishaneleri oluşturmuştur; ama sözle dinlerinden koparamadığı Müslümanları, silahla da dinlerinden koparamamıştır.

Son oyun

Ve şimdi, şu son yıllarda, bütün âlem-i İslâm, doğrudan ‘Avrupa dinsizleri’nin fiilî istilasından kurtulurken bünyelerine iliştirilmiş ‘Asya  münafıkları’nın istibdadından da gerçekten kurtulup kendi kaderini tayin edebilir noktaya gelme istidadındadır. Ne ‘Avrupa dinsizleri’nin, ne ‘Asya münafıkları’nın orduları artık Müslümanları korkutmamaktadır. Dahası, birçok Müslüman ülkesinde ordu, artık bu ikilinin kumandasından kurtulup silahını kendi insanına yöneltmekten uzaklaşır durumdadır.

Bu durumda, İslâm’a karşı yerel-küresel bir ittifak oluşturan seküler ‘konsorsiyum’un elinde, en kullanışlı kuvve olarak, ‘kuvve-i şeheviye’ kalmaktadır. Batı, sözle ve silahla, yani küfürle ve zulümle yenemediği; ‘kâfirler topluluğu’nun ve ‘zalimler topluluğu’nun baş edemediği İslâm’a ve müntesiplerine, bundan böyle, fıskla ve ‘fâsıklar topluluğu’yla hükmetmeyi deneyecektir.

Bu süreci, on yıl kadar önce Karakalem’in 4. sayısında, modern dönemlerden postmodern döneme olan seyrin içerisinde irdelemiş; postmodern bir dünyada ‘iman-küfür mücadelesi’nin yeni bir veçheye kavuşacağını ve bundan böyle mücadelenin ‘düşünce’ düzeyinden ziyade ‘yaşam tarzları’ düzeyinde; akıl düzeyinden ziyade nefis ve haz düzeyinde şiddetleneceğine dikkat çekmiştim. (Belirtmem gerek; “Risale Okumaları”mın beşinci kitabı olarak Geleceğe Dönüş’ün merkezinde yer alan bu yazı, hayatıyla ve eseriyle zenginleştiğimiz Bediüzzaman’ın “Otuzikinci Söz”de gerçekleştirdiği, ‘ehl-i dalâletin vekili’yle üç aşamalı harikulâde münazarasından aldığım dersle yazılmıştır.)

Geleceği gördüm

Son yaşananlar ışığında ben işte bu geleceği gördüm. Son olaylarda maskeler çıkar, saflar belirir, kimileri ‘fabrika ayarları’na döner ve kalblerinde maraz olanlar da kendilerini belli ederken; ben asıl işte bunu gördüm.

Bunun, iki önemli ipucu vardı benim için. Sözümona ‘masum çevre duyarlılığı’ ile takdim edilen, faraza öyle olsa bile savunulamaz bir çapulculuğa, başbakana odaklanmış görünse de esasen dindara ve dine yönelik rezil bir saldırıya ve sefil bir darbe girişimine dönüştüğü halde ‘savunulan’ bu eylemlerin ‘taşıyıcısı’ durumundaki unsurlarda saklıydı bu ipuçları. İlkini, Başbakan Vekili Bülent Arınç’la 5 Haziran’da yaptıkları konuşmanın ardından yaptığı basın açıklamasında Taksim Platformu verdi. Çözün bakalım: Mesele masum bir ‘çevre duyarlılığı’ idiyse, ‘kadın bedenleri üzerinde denetim kuran muhafazakâr erkek politikalarına karşı yükselen ses’in ne alâkası vardı? Ve tarif edilemez bir yıkıcılığa, çapulculuğa dönüştüğünde eylemleri ‘masum’ gösterme adına yine aynı günden itibaren başlayan, bıktırıcı bir şekilde eylemlerin yanında yer alan gazeteci, politikacı, akademisyen, sanatçı her kesim tarafından tekrar tekrar dile getirilen ‘yeni gençler,’ ‘çiçek çocuklar’ söyleminin…

Şu çok açık: Bu ülke, ümmet ve bütün yerküre, iman-küfür mücadelesinde ‘postmodern’ bir dönemece girdi, giriyor.

Bundan böyle, bu mücadelede şer cephesi ‘kuvve-i şeheviye’ üzerinden bir saldırıya odaklanacak; imanla ve mü’minle olan mücadelesini nefis ve haz merkezli olarak yapacak ve bunun için özellikle kadınlar ve gençler üzerine oynayacak… Mücadele çetin ve uzun süreli olacak; evlerimiz, eşlerimiz, çocuklarımız hedef alınacak…

Yirmi günlük yıkıcı şer taarruzunda eteklerdeki taşlar dökülürken, ben perde gerisinde işte bunu gördüm…

Not: Ama umutsuzluğa da mahal yok. İslâm’ın elçisi Hz. Peygambere ilk iman eden bir kadın (Hz. Hatice), ikincisi bir genç (Hz. Ali) idi çünkü. Yani, Kureyş müşrikleri kaybetmişti. Bugünün küresel ifsat şebekesine karşı, yine biz kazanacağız inşaallah…

Metin Karabaşoğlu

Moral Dünyası Dergisi