Etiket arşivi: Muhiddin Yenigün

Kalpler Neden Mühürleniyor?

Bakara Suresi’nin 7. ayetinde “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.” şeklinde bahsedilen “kalplerin mühürlenmesi” ile kulların iradesi elinden alınmış olmuyor mu?

Bu ayeti Kur’an-ı Kerim’den ayırıp, tek başına okuduğumuz zaman gerçekten bu şekilde mana verilebilir hale gelmektedir. Fakat bir ayete doğru mana verebilmek için dikkat edilmesi gereken bazı noktalar vardır. Şimdi bu noktalara dikkat ederek konuyu kısaca inceleyelim.

Az önce söylediğimiz gibi ayete bu mananın verilebilmesi için diğer Kur’an ayetlerinden ayırılması gerekmektedir. Çünkü konu ile ilgili tek ayet bu değildir. Kalplerin mühürlenmesinden bahsedilen diğer ayetleri de inceleyip hepsini birlikte değerlendirerek, ancak fikir sahibi olunabilir. Şimdi konu ile ilgili diğer ayetlere bakalım:

Verdikleri sağlam sözü bozmalarından, Allah’ın ayetlerini inkâr etmelerinden, peygamberleri haksız yere öldürmelerinden ve “kalplerimiz muhafazalıdır” demelerinden dolayı (başlarına türlü belâlar verdik. Onların kalpleri muhafazalı değildir), tam aksine inkârları sebebiyle Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Artık onlar inanmazlar.

Bir de inkârlarından ve Meryem’e büyük bir iftira atmalarından ve “Biz Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demelerinden dolayı kalplerini mühürledik… (Nisâ Sûresi 155,156)

… And olsun, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişti. Fakat onlar daha önce yalanladıklarına inanacak değillerdi. Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler. (A’râf Sûresi 101)

Sonra, onun ardından birçok peygamberi kendi toplumlarına gönderdik. Onlara apaçık mucizeler getirdiler. Fakat onlar önceden yalanlamakta oldukları şeye inanacak değillerdi. İşte biz haddi aşanların kalplerini böylece mühürleriz. (Yûnus Sûresi 74)

Onlar kendilerine gelmiş hiçbir delil olmaksızın, Allah’ın ayetleri hakkında tartışan kimselerdir. Bu ise Allah katında ve iman edenler katında büyük öfke ve gazap gerektiren bir iştir. Allah, her kibirli zorbanın kalbini işte böyle mühürler. (Mü’min Sûresi 35)

Onlardan seni dinleyenler vardır. Fakat senin yanından çıktıkları zaman (alay ederek), kendilerine bilgi verilmiş olanlara, “Az önce ne söyledi?” derler. İşte bunlar, Allah’ın, kalplerini mühürlediği ve nefislerinin arzularına uyan kimselerdir. (Muhammed Sûresi 16)

Bu, onların önce iman edip sonra inkâr etmeleri, bu yüzden de kalplerine mühür vurulması sebebiyledir. Artık onlar anlamazlar. (Münâfikûn Sûresi 3)

Nefsinin arzusunu ilâh edinen, Allah’ın; (hâlini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız? (Câsiye Sûresi 23)

Bu ayetlerle birlikte baktığımız zaman anlaşılıyor ki, mühürleme olayı sebepsiz yere yapılmış bir müdahale değildir. Allah’ın (cc) kuluna zulüm olsun diye yaptığı bir şey de değildir. Ancak bir durum tespitidir. Rabbimizin çeşitli sebeplerle bir kalbe vurduğu “bu artık iflâh olmaz” mührüdür.

Mühür kelimesi bizim aklımızda, su ve elektrik saatlerinin mühürlenmesi gibi bir anlamı çağrıştırır. “Saat mühürlendi artık elektrik ve su gelmeyecek” diye düşündüğümüz gibi, “Allah (cc) kalbi mühürledi artık iman o kalbe giremez” diye düşünüyoruz. Hâlbuki durum bundan farklıdır. Bir üretim bandının en sonunda, çıkan ürünün üzerine vurulan “BOZUK” mührü gibi düşünmek gerekir bu mühürlemeyi de. Ürün o mühürden dolayı bozuk muamelesi görmeyecek, bozuk olduğu için o mühür vuruldu.

Bakara Suresi’nin 7. ayetine sorudaki gibi yanlış anlam verebilmek için, Allah’ı (cc) da doğru tanımamak gerekir. Çünkü Rabbimizi doğru şekilde tanırsak, biliriz ki:

• Adil olan Allah (cc) durup dururken kulunun kalbini mühürlemez.
• Her işi hikmetle yapan Allah (cc) bir hikmeti olmadan bir kulunun kalbini mühürlemez.
• Kulunu affetmek için (tabiri caizse) bahaneler üreten Allah (cc), kalbini sebepsiz mühürleyerek kuluna af kapısını kapatmaz.

Liste daha da uzatılabilir.

Son olarak şunu da söyleyebiliriz. Her kulun imtihanının ne zaman biteceği Rabbimizin (cc) takdirindedir. Kalbi mühürlenen kul o anda ölmüş olsa, ortada itiraz edilecek hiçbir şey kalmayacaktı. Bu anlamda düşününce, kulun kalbinin mühürlenmesi, o kulun imtihanının orada bittiği anlamına da gelebilir. Nitekim bazı ayetlerde kimi kafirler ölülere benzetilmektedir.

Muhiddin YENİGÜN

 

AL-İ İMRÂN-31’deki “BANA”yı Yanlış Mı Anlıyoruz?

“Niyet ettim Allah rızası için…”

Niyet gerektiren bütün ibadetlerimize bu ifadelerle başlarız. Her ne kadar bazılarımız diliyle böyle söylerken, kalbiyle “Niyet ettim Cennete kapağı atmak için…” manasını düşünüyor olsak da, ibadetlerde aslolanın Allah’ın (cc.) rızasını kazanmak, kendimizi O’na sevdirmek olduğunu hepimiz biliriz.

Rabbimizin nazarında itibarımızı arttırmak, O’nun katında daha değerli olabilmek içinse ibadet edip emirlerine uyar, yasakladıklarından da uzak dururuz. Böylece Rabbimize daha sevimli geleceğimizi umarız.

Kısacası, her Müslüman için, kendini Rabbine sevdirmek hedeftir. “Benim Allah’ın sevmesine, benden razı olmasına ihtiyacım yok!” diyen -akıl sağlığı yerinde- bir Müslümana rastlamak mümkün değildir.

Rabbimiz de kendisinin rızasına yaklaştıran davranışları bizlere bildirmiş, kendimizi O’na sevdirebilmek için neler yapmamız gerektiğini bize haber vermiştir.

İşte bunun yollarından bir tanesi Al-i İmran Suresi’nin 31. Ayetinde çıkar karşımıza. Bu ayette Rabbimiz, Hazreti Peygamber’in diliyle, bize, sevgisini kazanmanın yolunu tarif eder:

“(Ey Peygamber!) De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafur – Rahîm’dir.”

Bu yol göstermenin sonucunda her Müslümanın, Hazreti Peygamber’in hayatını inceleyip, ona tabii olması, onun yaptıklarını yapıp kaçtıklarından kaçması beklenir, değil mi?

Nitekim pek çoğumuz Rabbimizin muhabbetini ve rızasını sünnete ittibada ararız.

Onun gibi namaz kılar, onun gibi oruç tutarız; onun gibi tesbihat yapar, onun gibi dua ederiz; onun gibi misvak kullanır, onun gibi yemek yeriz. En azından bunları yapmaya gayret ederiz.

Özetle; Rabbimizi sevdiğimiz için onun elçisine tâbi oluruz. Ve böylece Rabbimizin de bizi sevmesini umarız.

Hazreti Peygamber’in en önemli görevlerinden biri olan tebliği de onun yaptığı gibi yapmaya çalışır bazılarımız. Fakat onun yaptığı gibi, insanları Allah’a kul olmaya davet etmek hassas bir konudur. Rasulullah’ın (sav.) uyguladığı tebliğ metotlarını uygulamak için ilim gerekir, sabır gerekir… Meselâ kavl-i leyyini yani tatlı dille, kibarca meramımızı anlatmayı iyi bilip uygulamamız gerekir.

Bazılarımız bu işi çok iyi becerir. Bazılarımızsa tebliğ yaparken, insanları Allah yoluna davet ederken Al-i İmran 31’i yanlış anlıyoruz sanki!

Kendimizi Efendimizin yerine koyma işini abartıp, ayetteki “bana uyun” ifadesindeki “bana”nın kendimiz olduğunu mu zannediyoruz meselâ?

Nasıl oluyor da Rabbimizin sevgisini kendi onayımıza bağlayabiliyoruz?

Yine o zan sebebiyle hidayetine vesile olduğumuz bir kişinin bize tabi olmasını; bize tebaa, mürit olmasını bekleyebiliyoruz.

Hâlbuki ayette konuşturulan Sevgili Peygamberimizdir (sav.). Cümledeki, ittiba edilmesi gereken özne (bana) de yine sözü söyleyendir. Yani Efendimiz (sav.)… Biz ancak ona uymaya davet edebiliriz.

Peki, kendimizi Allah’ın bir insanı sevmesi için olmazsa olmaz şart sayacak kadar önemli addetmemize sebep olan şey nedir?

Acaba “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” hadis-i şerifinde kast edilen âlimlerden mi sayıyoruz kendimizi?
Reklâmlarda dendiği gibi: O ne özgüven o?

Hâlbuki o kardeşlerimiz bizim için, “hidayet vakti bizimkinden biraz daha sonra gelmiş kardeşlerimiz” olmalıdır sadece.
Her ne kadar Hz. Ali kendisine bir harf öğretenin kölesi olacağını söylese de, bizim vesilemizle hidayete ermesi, hiçbir kardeşimizi bize köle yapmaz. Zaten Hazret-i Peygamber’in (sav.) “ilmin kapısı” diye tarif ettiği zata bir harf öğretebilecek kaç kişi vardır ki dünyada?

Tebliğ yapan kişinin tek derdi muhatabını Rabbine ulaştırmak olmalıdır. Bunu yaparken de kendisi ile meşgul etmemelidir. Muhatabının ömür boyu kazanacağı sevaplardan alacağı pay, tebliğ yapan kişi için zaten büyük bir kazançtır.
Muhatabını ilave bir aidat, yeni bir abone, artı bir oy, bir mürit olarak görüp bu kazancı heba etmenin anlamı var mı?

Tebliğci ayna gibi olmalıdır. Hazreti Peygamberi kendisinde yansıtan, muhatabına o ihtişamı gösteren bir ayna olmalıdır. En güzel aynalarsa, üzerinde yansıttığı görüntüyü bozacak en küçük bir leke bulundurmayan, tertemiz aynalardır.

Dürbün gibi görüntüyü doğru noktaya odaklamalıdır. Rabbimizin yüceliğini, nimetlerini görmekten uzak kalmış gözler için bunları yakına getirmelidir. Ancak merceklerinde toz, kir yapışmış olmamalıdır. Uzağı yakın etmesi gerekirken üzerindeki lekelerle meşgul eden bir dürbün ne işe yarar ki?

Aynadan baktığımızda üzerindeki lekelerden dolayı ne yansıttığını göremiyorsak, dürbünü gözümüze dayadığımızda tek gördüğümüz parmak izlerinden oluşmuş bir sis perdesi ise, her ikisi de göstermek istedikleri şeyi gösteremiyorlar demektir.

Kısacası; insanları Allah’ın yoluna davet eden kişi, nefsini araya koymadan, muhatabını Kur’an’a, Rasulullah’a (sav.) yani doğrudan Rabbine ulaştıracak yola götürmelidir. Nefsini aradan çıkarma konusunda sorun yaşıyorsa, öncelikle bu sorunu halletme gayretinde olmalıdır.

Muhiddin Yenigün

Bilgi Araç Mıdır Amaç Mı?

Bilgi, günümüzün olmazsa olmazları arasında.

Bilginin ne kadar kıymetli bir olgu olduğunu hepimiz biliyoruz. Bilgili birini gördüğümüz zaman, “bu kişi âlimdir” diyor, saygıda kusur etmiyoruz.

Bilimde ileri gitmenin, dünyaya yön vermek olduğunu düşünüyoruz.

Dünya’nın dört bir tarafında insanlar bilimle uğraşıyor. Bilimsel verilere bir katkı da kendileri yapabilmek için ömürlerini tüketiyorlar. Bunun sonucunda her an bir miktar bilgi insanlık için meçhul âlemden bilinen âleme aktarılıyor.

Peki, bu kadar önemli ve değerli olan bilgiye sahip olmak insan için bir araç mıdır yoksa bir amaç mı?

Çevremizde bazı insanlar görürüz. Evinde binlerce kitap olur onların. Cilt kapağının rengine göre, dekoratif maksatla kitap toplayanları söylemiyorum. O kitapların hepsini okumuş olanları kast ediyorum. Daha çok şey bilme uğruna eline geçen her şeyi okurlar bu kişiler. Asla doymayacak bir bilgi açlığına sahiptirler. Genellikle de birden fazla alanda bilgi sahibi olurlar. İçlerinde, sohbet ortamlarında çevreye hava atmak amacıyla bunu yapanlar da olabilir tabii. Bu kişilerle oturup sohbet ettiğinizde o okuduklarından pek çok bilgi aktarırlar size.

İşte bunların bir kısmı için bilmek amaçtır. Onlar bu bilgilerini faydalı bir maksat için kullanmazlar. Yani hayata tatbik etmezler. Sadece daha çok, daha çok bilmek isterler.

Ancak bilginin sonu yoktur. Ne kadar ilerlerseniz ilerleyin hep daha ilerisi olacaktır. Diyelim ki bugün değil de üç yüz yıl önce dünyaya geldiniz. Bütün ömrünüz boyunca, belki at sırtında binlerce kilometre yol kat ederek ve türlü meşakkatlerle elde ettiğiniz tüm bilgiler, bugün belki bir ortaokul öğrencisine verilen bilginin sadece bir kısmını oluşturuyor olacak.

Ya da diyelim bugünden üç yüz yıl sonra dünyaya geldiniz. –Dünya’nın o kadar ömrü olup olmadığı başka bir konu.– Üç yüz yıl sonra bütün bilimsel gelişmeler tamamlanmış, bilinecek hiçbir şey kalmamış mı olacak?

Hayır?

Bin yıl da iki bin yıl da geçse bu böyle olacak. Hep öğrenilecek, hep merak edilecek bir şeyler olacak.

Buradan anlaşılıyor ki bilgiyi amaç edinmek, yani hep daha fazlasını bilmeyi amaçlamak hiçbir zaman sonuna erişilemeyecek bir hedeftir. Bu yüzden çok bilmektense bildiğinden en fazla yararı elde etmek daha akıllıcadır.

Az önce tarif ettiklerimiz gibi öğrenmeyi amaç edinenlerin dışında yaygın kanı, bilimin amaç değil araç olduğudur.

İnsanlar ihtiyaçları ve hedefleri doğrultusunda bilgi edinir ve bilgi üretirler.

Mesela, bir hekim bir alanda bilgi edinip uzmanlaşır ve insanlara o alanda faydalı olur.

Bir ziraat mühendisi nasıl daha fazla verim alabileceğini araştırır ve yeni teknikler geliştirir.

Bir hacker bilgisayar programcılığını öğrenir ve bundan kendine çıkar sağlar.

Özetle, bilgi hayata bir etki yaptığında, kendisinden bir verim elde edildiğinde bir değere sahiptir. Yani bir araç olarak kullanıldığında… Ne kadar çok olursa olsun kendisinden bir verim elde edilmeyen bilginin hiç bir değeri yoktur.

Eğer insana, dünyaya hatta en azından sahibine bir fayda sağlamıyorsa kitapta duran bilgi ile kafada duran bilgi arasında bir fark yoktur.

Belki abartılı bir örnek olacak ama kitaplar, kafasının üzerine koyup düzgün yürümeyi öğrenenlerin hayatına, okuyup da kafasının içinde saklayanlardan daha fazla şey katar.

Sanırız mesele anlaşılmıştır. Bilgi bir amaca yönelik kullanılırsa değerlidir. Kendisi bir amaç olamaz. Çünkü hiçbir zaman tamamına sahip olunamaz. Sahip olunan kadarından en iyi verim alınmalıdır.

İki bin yıl sonra da dünyaya gelsek yine de keşfedilecek bir şeyler olacak dedik. Demek kâinat bu kadar büyük bir bilgi ile donatılmış. Bu kadar büyük veri ta ilk yaratılışta kâinata yüklenmiş.

Peki, bu verinin yani bilginin kaynağı nedir?

Tabi ki âlemlerin Rabbi, sonsuz ilim sahibi olan Allah’tır (cc). Kâinatta var olan bilginin miktarı, kâinatı var eden zatın ne kadar büyük bir bilgiye sahip oluğuna işaret eder. Sadece “ol” deme kolaylığında yarattığı kâinatta bu boyutta bilgi mevcutsa kendisinin sahip olduğu bilgi hangi sıfatla tarif edilebilir?

Aslında kâinatın yaratılış amacı da bilgiye dayanır. Bizim ve tüm kâinatın yaratılış sebebi, kendini gizli bir hazine olarak tarif eden Rabbimizin “bilinmek istemesidir”. Yani aslında ulaşabildiğimiz tüm bilgiler, bizim Rabbimizi bilmemiz içindir.
Zaten insan ne kadar çok şey bilirse bilsin, sahip olduğu bilgi tüm bilginin yanında sonsuz küçük kalacaktır.

Rabbini bilen tüm kâinattaki bilginin özünü bilmiş, sahip olduğu bilgiyi en doğru şekilde kullanmış demektir.

Rabbini bilmeyen ise bilgisini asıl amaç doğrultusunda kullanamamıştır.

Sözün özü:

Rabbine ulaştırmayan bilgi kellede yüktür.

Muhiddin YENİGÜN

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2016 Ağustos (476.) sayısında yayınlanmıştır.

Sünnetleri Terk Etsek Ne Kaybederiz?

Allah sadece farzları emretmiş. Yani sadece farzları yerine getirsek de ibadetimizi yapmış oluyoruz. Sünnetleri yapmamıza ne gerek var?

Zaman zaman bu görüşü kendine şiar edinmiş kişilerle karşılaşabiliyoruz. Bu kişilerin, ibadetlerin sadece farz kısımlarını yaparak sorumluluklarını yerine getirdiklerini düşündüğünü görüyoruz.

En çok terk edildiğini gözlemlediğimiz sünnetler ise namazların ilk ve son sünnetleri oluyor. Herhangi bir zorunluluk veya darda kalma söz konusu olmadığı halde namazların sadece farzlarını kılıp çıkıyor onlar.

Daha ileri gidenler de var kuşkusuz. Fakat ileri derecesi biraz da bilgi gerektiriyor. Namazın farzı içinde atlayabileceği sünnetleri bulup es geçerek namazı daha da kısaltmak, abdesti sadece farz uzuvları yıkayarak almak da görülmedik şeyler değil. Ama bu kısım öyle bilmeden, rastgele olmaz. Yani bu kişiler neyi terk ederlerse ibadetlerinin yok hükmünde olacağını bilecek kadar da bilgi sahibiler. Kimsenin aklına yanlış fikirlerin gelmesine mahal vermemek için bu tür terklerin neler olduğunu telaffuz etmeyeceğiz.

Bildiğimiz gibi sünnetlerin çeşitleri var. Bazı sünnetler Hazreti Peygamber’in (sav.) gündelik hayatta yapıp tavsiye ettiği davranışlardır. Misvak kullanmak, sağ elle yemek, oturarak su içmek gibi davranışlar bunlardandır. Bazı sünnetler de o dönemin ve bölgenin adetlerine uygun olarak, Hz. Peygamber’in (sav.) yaptığı, giydiği, yediği şeyler olabilir.

Bu iki tür sünnetler bizim konumuz değil. Zaten o derecede sünnetlere ittiba edeni bulursak, ancak saygımızı ve sevgimizi iletiriz kendisine. Hürmet ederiz!

Bizim konumuz olan sünnetler ise ibadetlerle ilgili ya da bizzat ibadet olan sünnetler.

Öncelikle sorumuz şu:

Bu sünnetleri terk edersek ibadetimizi yapmamış olur muyuz?

Cevap:

Olmazsınız. Sadece farzını kıldığınız bir namaz, kılınmıştır. Ama nasıl?..

Diyelim ki size bir görev verildi. Bir sinemada bir filme gitmeniz gerekiyor. Bilet alıp salona girdiniz ve on dakika sonra çıktınız.

Ne yapmış oldunuz? Filme girmiş ve sorumluluğunuzu yerine getirmiş oldunuz. Hatta gerekirse bunu biletle ispat bile edebilirsiniz.

Bununla birlikte filmden bir şey anladınız mı? Filmle ilgili kaç soruya cevap verebilirsiniz? Filmle ilgili bir şey hissettiniz mi? Filmle bir irtibatınız oldu mu?

Hayır!

Çünkü niyetiniz filmi izlemek değil, en çabuk şekilde görevi yerine getirip, bir an önce önemli(!) işlerinize geri dönmekti.

Örnekleri çoğaltabiliriz:

Dedelerimiz anlatırdı; savaş zamanlarında yokluk o derecedeymiş ki, yollardaki at dışkıları içinden süpürge tohumlarını toplayıp pişirerek kendilerine yiyecek hazırlarlarmış.

O insanlar onları yiyerek hayatta kalmayı başarmışlar.

Afrika’nın açlıktan kırılan ülkelerinden ülkemize gelen öğrencilerin “Burası Cennet mi? Biz üç günde bir yemek yiyebiliyoruz, siz günde üç defa yiyorsunuz…” dediğini duymuştum.

Şimdi bu insanlar da hayatlarını sürdürebildiklerine göre demek ki o kadar gıda da hayatta kalmak için yeterli.

Hayatta kalmak için yeterli ama bu şekilde beslenerek tam gıdamızı almış oluyor muyuz? Yoksa bir şeyler eksik mi kalıyor?

Bu şekilde beslenmekle salgınlarda dimdik ayakta kalır mıyız, yoksa en küçük bir mikrop ya da bakteri karşısında devrilip gider miyiz?

Evet! Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde, elçisine “Kur’an ve Hikmet” verdiğini zikrediyor. Yani Sevgili Peygamberimize (sav.) Kur’an’da geçmeyen bazı bilgiler de verilmiş.
O da kendisine verilen bu Kur’an ve Hikmet ile ibadetleri bu şekilde yapmış. Demek ki o ibadetlerin Kur’an’da geçmeyen kısmının da bir “Hikmeti” varmış. Yapmayınca bir şeyler eksik kalacak.

Öyle olmasa, “Cennete gidecek tek bir insan olsa, o da kendisi olacak” olan yüce Peygamber (sav.) ne diye ayakları şişene kadar namaz kılsın, hiçbir ümmetinin yetişemeyeceği kadar ibadet ile meşgul olsun? Dört rekât öğlen kılıp kalkmayı bilmiyor muydu?

Gerçi bizim meşgalelerimiz çok bugün, önemli işlerimiz var(!) Vaktimiz kısıtlı(!)

O kadar çok işimiz var ki! Daha, en az bin dört yüz sene devam edecek son semavi dinin temellerini ve direklerini tesis edeceğiz. Rabbimizin bize emanet ettiği vahyi en küçük bir eksik veya fazla olmadan kullarına tebliğ edeceğiz. Rabbimizin istediği kul nasıl olunur, bütün insanlara yaşayarak göstereceğiz. Bunun yanında, yaşadığımız şehirden kovulduktan sonra gidip başka bir şehirde devlet kuracak, birkaç yıl içinde de o kovulduğumuz şehri devletimize katacağız.
Kısaca, dost düşman herkesin ittifakıyla, insanlık tarihinin zirve insanı olacağız daha… Sonra da herkes bizi taklit edecek(!)

Muhiddin Yenigün

BAY-DER Arıtma Tesisleri

Cumartesi sabahı bir ağabeyimin davetiyle, gitmeden önce varlığından bile haberdar olmadığım bir derneğin programına katıldım. İyi ki de katılmışım.

Kuruluşundan bu yana yakından tanıdığımız Suffa Vakfı’nın şemsiyesi altında bir hizmet şekli olarak başlayan Bağımsız Yaşam Projesi, 2013 yılında Bağımsız Yaşam Derneği (BAY-DER) ismi ile derneğe dönüşmüş.
İlk yola çıktıkları günden bugüne kadar da iki yüzden fazla kardeşimize ulaşmayı başarmışlar.

Peki, ne yapıyormuş bu Bağımsız Yaşam Derneği ya da kısaca BAY-DER?

Adından da anlaşılacağı üzere; “Bağımlıların” arınıp “Bağımsız” bir “Yaşama” kavuşabilmeleri için onlara yol gösteriyor.

Fakat bunu yaparken, sahip oldukları iki özellikleri var ki, onları benzerlerinden ayırıyor:

Öncelikle bu işi ilâç kullanmadan yapıyorlar. Programda dinlediğimiz “Bağımsızların” çoğu, hayatlarının on yıldan uzun bir kısmını “Bağımlı” olarak yaşamışlar. Bu süre içinde onlarca defa hastaneye yatırılmışlar, defalarca ilaç tedavileri uygulanmış, çipler takılmış, fakat maalesef sonuç alınamamış bu gençlerde.

BAY-DER ise ilaç kullanmak yerine, “Bağımlının” maddeyi bırakıp bu tarafı tercih edebilmesi için, temiz tarafta kendisine o maddeden daha fazla ilgisini çekecek bir şeyler sunmak gerektiği düşüncesiyle, “Bağımsızlığını” daha önce kazanmış kişiler –ki onlara Ex-user deniyormuş– ve psikolojik danışmanların eşliğinde bir ruhsal arındırma programı uyguluyor. İlave olarak da gençlere manevi destek sağlayan uzmanlar mevcut.

Bu arındırma sisteminden yüksek verim alabilmelerini, ilgilenme süresine bağlıyorlar. Her bir vakayı en az üç ay yakından izliyorlar. Diğer kurumlarda yoğunluk nedeniyle hastalar bir hafta on gün içerisinde bırakılmak zorunda kalıyorlarmış.

Zaten gördüğüm kadarıyla yoğunluk bu mücadelede başarılı olamamanın en büyük sebebi. Bir bağımsız kardeşimiz de bunu dile getirdi sahnede. “Zaten bırakmayı isteyecek duruma gelmek kolay bir şey değil!” dedi o kardeşimiz ve devam etti “Temizlenmeye karar verip ilgili kuruluşu aradığımız zaman da bize altı ay sonraya randevu veriyorlar. Ama altı ay sonra artık aynı istekte olmuyorsunuz ki…”

BAY-DER dekilerin en önemli ikinci özellikleri ise bu iş için hastadan veya ailesinden hiçbir ödeme almamalarıdır. Bu da hastaların onlara, dolayısıyla da onların hastalara ulaşmasını oldukça kolaylaştırıyor.

Katıldığım programda bağımsızlığını kazanmış kardeşlerimiz ve aileleri konuştu sırayla. Aileleri dediysem de çoğunlukla anneleri. Fakat en çarpıcı konuşmayı bir baba yaptı. Çıktı sahneye aldı eline mikrofonu, bir bize baktı, bir oğluna baktı ve sarılıp oğluna hüngür hüngür ağladı. En sonunda da “Bu ağlamam üzüntüden değil!” diyebildi zorlukla ve indiler sahneden. Zaten program boyunca o yumruk gırtlağımızdan hiç eksik olmadı ki!

Konuşmalar elbette çok etkileyiciydi. Fakat bazı notlar aldım yine de sözler arasından cımbızla. Meselâ 2016 yılında, Türkiye’de uyuşturucudan ölenlerin sayısı terörden ölenlerin sayısından daha fazlaymış. Bunca terör olaylarına rağmen…

Yine bu işin önemli bir yerinde bulunan, psikoloji eğitimi almış bir bağımsız kardeşimiz küçük yaşlardaki yeme bozukluklarının bu pisliğe zemin hazırladığını tespit etmiş.

Çok enteresan bir durumu da paylaştı kardeşlerimiz bizimle. Sokakta kalan bağımlıların ilk gittikleri yerler camiler oluyormuş. Bu nedenle dernek olarak imam ve müezzinlerle özel olarak ilgileniyor, onları bilgilendirmek için ayrıca çaba sarf ediyorlarmış.

Başka bir ilginç tespit de, bağımlılığın torbacılar eliyle değil arkadaşlar eliyle yayıldığıydı. Buradan gençlerde arkadaş seçiminin ne kadar önemli olduğu çıkıyor ortaya.

Dikkatimi çeken bir başka nokta ise her türlü hayat tarzından ailelerin çocuklarının bu illete bulaşmış olmasıydı. Bizim hayat tarzımız buna müsait değil, bize bulaşmaz diye bir şey yok! Okumuşu da geldi oraya, cahili de, çarşaflısı da, küpelisi de… Farkında olmasak bile tehlike sandığımızdan çok daha yakınımızda.
Hepimizin bilmesi gereken bazı şeyleri dile getirip bitireyim yazımı:

Bağımlılık bir hastalıktır. Tedavi edilmelidir. Fakat bu tedavi bağımlıların tek başına başarabilecekleri bir şey değildir. Toplum olarak bu kardeşlerimizin tedavisi için seferber olmalıyız. Oradaki bir annenin söylediği gibi, herkes bu çocuklar için “onun yerinde benim çocuğum da olabilirdi” düşüncesiyle hareket etmedikçe çözüm zor.

Bağımlılık bulaşıcı bir hastalıktır. Arkadaş eliyle bir virüs gibi topluma yayılır. Konuşmacılardan bir tanesi en az yüz kişiyi bu illete başlattığını söyledi programda. Diğerleri rakam vermediği için bilmiyorum.

Bağımlılık kronik bir hastalıktır. Bağımlılıktan kurtulan kişi ölene kadar, zaman zaman vücudu tarafından o maddeye yönlendirilir. Bu yüzden olayın öncelikle kafada bitmesi ve öyle kalması çok önemlidir. Ayrıca düzenli, sağlıklı bir aile ve çevre de bu mücadelede bağımsızın en önemli yardımcıları ve destekleridir.

Bağımsızlığını kazanmış bir kişi için, bağımlılıktan kurtulma mücadelesi veren kardeşlerine kılavuzluk ve destek olma davası, tekrar eskiye dönmeme yolunda önemli bir imkân sağlar.

Bu konuda hepimize görev düşüyor. En azından kendimizi ve çevremizdekileri koruma yolunda bilinçlenmemiz lâzım. En küçük bir gayreti küçük görmemeliyiz. Orman yangınını başlatan kıvılcım gibi hızla yayılarak büyüyor bu illet. Kıvılcımken söndürmek en kolayı… Yukarıda, bir kişinin en az yüz kişiyi bu illete bulaştırdığını söylemiştim. O kardeşimizi en başta kurtarabilseydik, hasta ettiği yüz kişi ve onların da hasta ettiği pek çokları belki hiç bu pisliğe bulaşmayacaktı. Alınan neticelere bu gözle bakmak gerek.

Son olarak orada verdikleri dernek broşüründen bir sayfayı sizlerle paylaşmak istiyorum.  Pek çok vakada başlangıç noktası olan sigara ile ilgili birkaç not düşmüşler bu sayfada. Fotoğraftan sonra da web ve sosyal medya bilgilerini vereceğim. İhtiyaç duyan bu bilgilerle kendilerine ulaşabilir.

Muhiddin Yenigün

 


BAYDER

web: http://bayder.com.tr