Etiket arşivi: Muhiddin Yenigün

BİLGİ KİRLİLİĞİ

Eskiden bilgiye ulaşmak çok zormuş. Bir âlimden bir bilgi alabilmek için insanlar aylarca yol kat eder, o âlimin yanında belli süre eğitim-öğretim görür, sonra ya geri döner ya da başka bir bilgi için başka bir yolculuğa çıkarlarmış.

Belki yüzlerce, binlerce yıl boyunca bu şekilde yayılan, toplanan bilgiden hasıl olan öz, şu anda ortaokul seviyesindeki çocuklara, toplasanız birkaç saatlik ders sırasında verilmekte.

Hakeza bundan birkaç yıl önce bir konuda araştırma yapmak veya merak ettiğimiz bir bilgiye ulaşmak istediğimizde o konudaki kitapların bir araya toplandığı kütüphanelere gitmek; binlerce kitap arasında araştırma yapmak zorundaydık.

Bugün ise bu işlem birkaç saniyemizi ancak alıyor. İnternet denen icat üzerinden istediğimiz konu hakkında bilgi dışında, o bilgi ile ilgili eleştiri ve yorumlara bile yerimizden kalkmadan, saniyeler içinde ulaşabiliyoruz. Bu da daha kısa zamanda daha fazla bilgiyi hafızamıza yüklüyoruz demek oluyor.

Bu açıdan bakınca internetin ne kadar faydalı bir icat olduğunu görüyoruz. Fakat insanoğlu her faydalı icadı kendine zarar verecek bir hale getirmenin yolunu mutlaka buluyor.

İnternet de bu kuralın dışında değil maalesef. Artık öyle bir hale geldi ki, şu anda faydasının mı yoksa zararının mı daha fazla olduğu belirsizleşti.

Pek çok insan internete ulaşamadığı zaman eli ayağına dolanır, kilitlenip kalır hale geldi. Psikolojisi bozulanlar, tedaviye ihtiyaç duyanlar o kadar çok ki!

İlk çıktığı yıllarda sigarayı, margarini sağlığa yararlı diye pazarladıkları gibi internet de makyajlı bir katil mi acaba?

İnsanların internet kullanımı konusunda ölçüyü kaçırıp bağımlı hale gelmesini, hastanelerin bağımlılık servislerinde tedavi edilmeye başlanmasını yine internet üzerinden haber alıyor olmamız da konunun ne kadar trajikomik olduğunu gösteriyor aslında.

Bir de işin sosyal medya boyutu var ki!..

Eskiden, tanıdıklarımızdan ayda yılda bir haber alırdık. Görüşemediğimiz süre zarfında hayatında geçen önemli olayları öğrenir, üzülür/sevinir, sonra kendi hayatımıza dönerdik.

Şimdi ise pek çok tanıdığımızın her akşam ne yemek yediğini, o yemeği kiminle ve nerede yediğini biliyoruz. Tırnağı mı kırılmış, kendine yeni çorap mı almış haberimiz var.

Bütün tanıdıklarımızın, hatta şahsen tanımadığımız ünlülerin hayatını yakından takip edebiliyoruz.

Fakat bu arada bizim hayatımız arada kaynıyor. Başkalarının ne yaptığını takip etmek için kendi hayatımızı feda ediyoruz.

Feda etmediğimiz kısmı ise yaşıyoruz, o da ayrı bir vaka! Gizlimiz saklımız kalmadı.

Yazımızın başında yüzlerce yılda toplanan bilginin, özet olarak, bu gün her ortaokul öğrencisine, kısa bir zamanda verildiğini söyledik. Bu demektir ki; bundan yüzlerce yıl önce yaşamış insanların omuzlarının üzerinde taşıdığından çok daha fazla bir bilgi yükünü ister istemez yükleniyoruz. Tabii ki bu miktar hayatımızı devam ettirebilmemiz için yeterli değil. Bu yüzden her gün bu yüke yeni yükler ilave etmek, her gün yeni bir şeyler öğrenmek durumundayız.

Beynimizin de bir kapasitesi olduğunu düşünürsek, bu yüklemeyi yaparken çok seçici olmamız gerektiği gün gibi ortadadır. Yani bir şey öğrenirken önceliği bize en fazla gerekli olanlara vermek, akla en uygun davranış olacaktır.

Hal böyle olunca, hangi artist ne filimler çevirmiş, hangi şarkıcı hangi şarkısını kim(ler)e ithaf etmiş, hangi takım hangi maçın kaçıncı dakikasında ne yapmış, hangi siyasetçi kıytırık bir konuda ne beyanat vermiş gibi bilgiler kafaya lüzumsuz yük yükleme değil midir?

Hatta tanıdıklarımızın her akşam ne yediğini, o gün ne giydiğini, kimlerle hangi duyguları paylaştığını veya sindirim sisteminin performansını bilmemizin bize ne yararı vardır? Düğünü, mezuniyeti gibi önemli günleri dışında, her tanıdığımızın her hareketini niye bilelim ki? Hesabını bize mi soracaklar?

Neticeye gelirsek; tüm organlarımız ve gözle göremediğimiz donanımlarımız gibi aklımız ve beynimiz de bize bir amaç uğruna verilmiştir. Onu veren elbette nerede ve nasıl kullandığımızı, veriliş sebebine uygun bir şekilde sarf mı, ıvır zıvır işlerde israf mı ettiğimizi bize soracaktır.

Bu yüzden nelere kafa yorduğumuza, akıl nimetini nerelerde kullandığımıza dikkat edelim.

Yoksa maazallah adamın aklını alırlar.

Muhiddin Yenigün

Kur’an Yeter Mi?

İşin içinde iş olduğunu, mesajın içinde gizli başka mesajlar bulunduğunu bilmeyen için çok çarpıcı bir sözdür: “Kur’an bize yeter!” Sanılır ki, Kur’an’ın azameti, yüceliği, kusursuzluğu dile getirilmeye çalışılıyor bu sözle. Zihinde böyle bir etki meydana getirmesinin bir sebebi de belki cümleyi olumsuz yapınca ortaya çıkan ifadenin rahatsız ediciliğidir.

Gel gör ki uzun zamandır dile getirilen, Müslümanların kafasını karıştırmaya yönelik bir ifadedir bu aslında. Çünkü nihayetinde Allah Resulü’nü (sav.) hedefe koyar, belli etmeden.

Şahsi kanaatimce vakti zamanında hadis âlimlerinin, hadislerin ravi zincirinin kuvvetini tarif etmek için kullanmış oldukları sahih-zayıf sınıflaması ve sonradan gelen bazı ilim erbabının hadislerin arasına kendi sözlerini karıştırmasının bu akımın doğuşunda etkisi büyüktür.

Bu akımla yeni tanışmış biriyle konuştuğunuzda size, hadisler arasında, aslında hadis olmayanların da karışmış olduğunu söyleyecektir. Ona göre bir ifadenin hadis olarak kabul edilebilmesi için Kur’an’a uyup uymadığına bakılmalıdır.
Peki, bu bakma işini kim yapacak? Kur’an’da o konu hakkında hüküm verilip verilmediğini, verilmişse nasıl bir hüküm verildiğini kim tespit edecek? Dahası, bu hadisin Kur’an’daki bir ayetin müteşabih anlamlarından birine bakıp bakmadığını… Bu soruyu o yeni tanışan kişiye sorduğunuzda aslında bu işi kendisinin de yapamayacağını bilir ve “âlimler” der. Tabii aslında aklındaki âlim kendi hocasıdır.

Hâlbuki Buhari’deki bir Hadis’te; Hz. Aişe (ra) Allah Resulü’nün (sav.) bir sözünü anlamayıp “Fakat Kur’an şöyle demiyor mu?” diye ayeti okuyunca, Sevgili Peygamberimiz konuyu izah edip ayetin de kendi söylediğinin de doğru olduğunu ifade etmiştir.
Bu arada “Hadis’in Kur’an’a uyup uymadığının kontrol edilmesi” gerektiği görüşü de bir Hadis’e dayandırılır fakat o hadis sahih değildir. Hatta pek çok âlim bunun uydurma olduğu görüşündedir.

İşin kötüsü bu akıma kapılınca fikirler bu seviyede kalmaz. Bir sonraki aşama, aralarında doğruluğu şüpheli olanlar var diye bütün hadisleri inkâr etmektir. Hadisleri inkâr etmenin ilk bakışta fark edilmeyen bir anlamı da tüm sünnetleri inkâr etmektir. Ya da işine gelmeyenleri…

Peki, hadisleri ve sünnetleri denklemden çıkarırsak, Rabbimizin bize Kur’an’ı ulaştırmak için görevlendirdiği “elçisinin” durumu ne olur?

Ben söyleyeyim: Postacı!

Sanki o mübarek elçi, o kutlu nebi kitabı almış, getirip masaya koymuş ve “İşte kitap bu! Bundan sorumlusunuz! Herkes okusun, ne anlıyorsa onunla amel etsin!” demiş bir postacı durumuna getirilmektedir.

Hâlbuki Kur’an’ı, Resulullah’ın (sav.) eliyle gönderen Rabbimiz (cc.) “Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin.” (Enfal 20),

“Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa 80) gibi ayetlerle dinimizi öğreneceğimiz iki kaynağın, kitabı ve elçisi olduğunu açıkça bildirmektedir. Herhangi birinden gelen bir bilginin bir diğerinin onayına sunulması gerektiği gibi bir ibare yoktur. Bu bağlamda hadislerin Kur’an’a sunulması gerektiğini ifade eden hadisi(?) bu meşrep erbabı Kur’an’a sunmuş olsalardı, bırakın hedef yapmayı, en başta elemeleri gerekecekti.

Kaldı ki, Mübarek Peygamberimiz (sav.) “Şunu iyi biliniz ki bana Kur’an-ı Kerim ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir.” (Ebu Davud, Tirmizi) sözleriyle Kur’an dışındaki sözlerinin de Kur’an’la aynı kaynaktan geldiğini bildirmektedir.
Konu hakkında ilmi araştırmalar, makaleler pek çok olduğundan burada çok fazla işin ilmi tarafına girmeden meramımızı anlatmaya çalıştık. Daha bilimsel bilgi isteyenler o makalelere başvurmalılar.

Bizim vermek istediğimiz asıl mesaj ise bu konunun gözden kaçan çok önemli bir sonucuyla ilgilidir.

Hadisleri inkâr ederken, ta asrısaadet zamanına kadar hadis zincirlerinde adı geçen sahabe ve âlimlerin güvenilirliklerine halel getirilmektedir. Üzerlerine şüphe gölgeleri düşürülmektedir. Bu meşrebi benimseyenlerin pek çoğu belki bunu istemeseler bile ortaya çıkan bu şüphe, bazılarının çıkıp “Kur’an’da da müdahale var!” iddialarını ortaya atmasına zemin hazırlamaktadır. Zaten hali hazırda bunu iddia edenler de mevcuttur. Farkında olmadan(?) onların değirmenine su taşınmaktadır.
Bunun bir adım ötesi ise Kur’an’ı inkârdır.

Muhiddin Yenigün

Yanına Mı Kalıyor, Yarına Mı?

Yıllar önce bir arabalı vapurda, arabanın içinde dışarı bakarken görmüştüm onları.

Beş altı yaşlarında bir çocuk ayağının dibinde rüzgâra direnmeye çalışan bir kelebeğe dikkatle bakıyordu. Bembeyaz bir kelebekti. Kanatları rüzgâr karşısında sanki birer yelken gibi onu alıp götürmek için çırpınıyor o ise sanki çocuğun arkadaşlığından memnun, ondan ayrılmamak için olanca gücüyle zemine tutunmaya çalışıyordu.

Çocuk biraz eğildi kelebeğe doğru. Kafasını biraz sağa yatırıp baktı. Sonra biraz da sola yatırıp baktı. Biraz da dizlerini kırıp çömelerek daha yakından baktı kelebeğe. Sonra ayağa kalkıp gülümseyerek ailesine el salladı. Tekrar kelebeğe döndüğünde ise artık gülmüyordu. O minik ayağını kaldırdığı gibi kelebeğin tepesine indirdi. Artık sadece arabalı vapurun zemininde bir lekeydi kelebek.

Yukarıdaki sahne bir kurgu değil birebir şahit olduğum bir olay bu yüzden kimse abarttığımı düşünmesin.

Çocuğun bu davranışı günlerce gözümün önünden gitmedi. Neden öyle yapmıştı o çocuk?

Bulabildiğim tek cevapsa şuydu:

Çünkü “yapabilir”di. Yani bunu yapmaya muktedirdi ve onu engelleyen kimse yoktu.

Aslında her yerde görmeye alıştığımız bir davranıştı bu ama bu kadar küçük yaşta ortaya çıkması belki beni şaşırtmıştı.

Yoksa büyüklerin dünyasında son derece alışılageldik bir davranıştı bu. Hatta “oyunun kuralı”.

Daha fazlasına sahip olmalısın. Sahip olmak istediklerin başkasının hakkıysa bu hakkı kendine almalısın. Bunun için; güçlüysen güçsüzü ezeceksin, güçsüzsen iyi bir plan yapacaksın…

Maalesef günümüzde yaygın olan dünya görüşü bu:

  • Dünyanın daha fazlasına sahip ol! Bunu yaparken de kimsenin gözünün yaşına bakma.
  • Düşene bir tekme de sen vur.
  • Acırsan acınacak hale gelirsin.

Televizyonda, sinemada, medyada hep bu dünya görüşü dayatılıyor insanlara fark ettirilmeden.

Bunun sonunda da zulüm ortaya çıkıyor. İnsanlar birbirlerine zulmediyor.

Bu zulümler belli bir sınırı aşınca dünyadaki yargı mekanizmaları devreye giriyor ve yine dünya şartlarında zulmedene cezasını veriyor.

Fakat dediğimiz gibi “belli bir sınırı aşıca”. Çünkü her türlü zulme müdahale edilebilmesi mümkün değil. Mesela otobüse binerken sıradaki bekleyenlere omuz atarak önce binmeye çalışan için yasalar bir ceza öngörmüyor. Engelli araçlarının kullanımı için kaldırımlara yapılan rampaların önüne arabasını park edenler için de bir yaptırım yok. Pek çok yerde sigara dumanıyla bizi rahatsız edenlere de dava açamıyoruz.

Sonuçta böyle zulümler cezasız kalıyor.

Aslında yargıya intikal eden ve hüküm verilen zulümlerde de adaletin tam sağlandığını söyleyemeyiz. Çünkü yargı mekanizması suçu cezalandırır. Çoğu durumda zararı tazmin mümkün olmaz. Mesela bir dolandırıcı yakalanıp hapse atılır ama çaldığı paraları harcadıysa, mazlum mazlum olarak kalmaya devam eder. Dolandırıcının hapiste olması mazlumun giden paralarını geri getirmez, olsa olsa bir nebze moral verir. Ya da katilin yakalanıp hapse atılması maktulü hayata döndürmez.

Örnekler çoğaltılabilir.

Hâlbuki bizi yaratan Rabbimiz Adil’dir. Kimsenin kimsede en küçük bir hakkını bırakmaz. Sadece cezalandırmaya değil zararı tazmine de Kadir’dir. Fakat özellikle tazmin tarafı, imtihan koşulları gereği dünyada uygulanamaz. Uygulansa insanın inanıp inanmamayı tercih etme hakkı elinden alınmış olur.

Bu yüzden hem zalimlerin gerçek cezalarını çekecekleri hem de mazlumların kendilerine yapılan zulümlerin gerçek mükâfatlarını alacakları bir ahiret yaratması, Rabbimizin adaletinin gereğidir.

Bu hesap görmenin ne derece hassas olduğu yani hangi ölçüdeki zulümlerin hesaba katılacağı hususunu da Rabbimiz Zilzal suresinin sonunda şöyle açıklıyor:

O gün insanlar amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için darmadağınık geri dönüp gelirler. Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.

Muhiddin Yenigün

Bu yazı elden geçirilerek, ZAFER DERGİSİ’nin 2016 Temmuz (475.) sayısında yayınlanmıştır.

FDO: Fıtratı Değiştirilmiş Organizma

Ta ilkokul yıllarımızdan beri sürekli duyduğumuz bazı sözler ister istemez zihnimizde yer etmiştir. Eğitim denince hemen bu sözler gelir aklımıza.

Hayır, hayır! “Zeki ama çalışmıyor!” değil. O ayrı bir vaka.

Çocuğu kabiliyetine göre eğitmekten bahsediyorum.

Buna göre; çocuğun hangi alanda kabiliyetli olduğu ne kadar erken tespit edilip, kabiliyeti yönünde eğitilmeye başlanırsa, o kadar başarılı olur. Kabiliyeti olan bir iş yaptığından başarılı da olunca, hem işini sever, hem de mutlu olur.

Bu düşünceye bir diyeceğimiz yok. Duyduk itaat ettik. Daha iyisini duyana kadar da ederiz… Fakat konu hakkında söyleyecek bir iki sözümüz var.

Bu sistemde süreç şöyle işler:

Daha okul öncesi dönemde kontroller başlar. El becerilerine bakılır önce. Sanata kabiliyeti varsa daha bu yaşlarda -veli de isterse- ona göre yönlendirilir çocuk.

Okula başlayınca çalışkanlarla tembeller ayrılır.

Ortaokulda artık yavaş yavaş çocuğun sayısala mı yoksa sözele mi kabiliyeti olduğu netleşmeye başlar.

Üniversite sınavının öncesi de köprüden önce son çıkış… Gencimiz neye kabiliyeti varsa, ne olmak istiyorsa o yönde bir okul seçer ve istediği mesleği yaparak hem başarılı hem de mutlu olur.

Kuşkusuz böyle olabilmesi için sistemin kusursuz çalışması lâzımdır. Fakat pembe gözlükleri çıkarınca manzara biraz farklı görünebilir. Meselâ gencin kabiliyetini göz önüne almadan, sadece alabileceği maksimum puanı tahmin edip, o sınırın altından “bi üniversite” bitirtmeye çalışmak ve üniversiteye gönderilmesi maddi manevi israf olan birini, okulu bitirmesi için zorlayıp durmak da hayatın gerçeklerinden.

Bu sistemin, kusursuz işlemesi durumunda faydalı olduğuna şüphe yok.

Çocuk matematiğe kabiliyetliyse matematik, bir şeyleri bozup tamir etmeye meraklıysa mühendislik, çenesi kuvvetliyse avukatlık, spora kabiliyetliyse de spora yönlendirilir bu sistemde.

Fakat çocuğun kabiliyetleri bunlarla mı sınırlıdır?

Kabiliyet dediğimiz şey fıtrat aslında. Yani yaratılıştan gelen özellik…

Peki, bir kızımızın anne olma kabiliyeti ne olacak?

Bir kız çocuğunun fıtratı evde çocuklarını yetiştirmeye mi daha uygundur yoksa şantiyede, kafasında kaskla, dozere nereyi ne kadar kazacağını söylemeye mi?

O, dozere kazacağı yeri gösterirken evdeki çocuğunun neye kabiliyeti olduğunu kim takip etmektedir?

Annelik bu kadar basit bir şey midir ki, mesai saatleri dışında biraz vakit ayırmak yeterli olsun?

Ya ev hanımlığı? Kadın fıtratı ev hanımlığına mı uygun değil, yoksa bu “iş” çok da önemli mi değil?

Peki, fıtratında baba olma kabiliyeti ile doğan erkek çocuklarımız? Aman çocuğum ezilmesin, üzülmesin diye evden dışarı salınmayan, erkek muhabbetlerinden çok kadın günlerine katılan baba adayları?.. Oğlumuzun baba, koca olma kabiliyetini geliştirmesine yardım ediyor muyuz? Yoksa köreltiyor muyuz bu kabiliyeti?

Toplumda cinsiyet karmaşasına biz mi sebep oluyoruz yoksa? Kız gibi erkekler, erkek gibi kızlar bizim suçumuz mu?

Evet, kabiliyet denen şeyin aslında fıtrat olduğunu söyledik. Ve sevgili Peygamberimiz, her birimizin İslâm fıtratı üzere doğduğumuzu bildiriyor.

Ne demek İslâm fıtratı üzere doğmak?

Karakteri, maddi ve manevi yapısı İslâm’ın kurallarına uygun demek…

Yani en başta verilen donanım geliştirilirse, insanın İslâm ile çatışması mümkün değil.

O halde, başta namaz olmak üzere ibadetlerde bu kadar zorlanmamızı neye borçluyuz?

Ya gönül rahatlığı içinde günah işleyebilmemizi?..

Sahi, kim bozdu bizim fıtratımızı?

Muhiddin Yenigün

Bu yazı elden geçirilerek, ZAFER DERGİSİ’nin 2016 Haziran sayısında yayınlanmıştır.

Allah ile kul arasına girilir mi?

Sorumuz, cevabı herkesçe bilinen, zaten başka türlü düşünülmesi de abes olan bir soru gibi gelebilir.

Öyle ya! Çocukluğumuzdan bu yana binlerce kez duymuşuzdur, “Allah’la kul arasına girilmez!” sözünü. Bu kadar çok duyduğumuza göre doğru olmalı(!)

Acaba gerçekten öyle mi? Yoksa birileri bizi ketenpereye mi getiriyor?

Hep yaptığımız gibi, konuyu bakabildiğimiz bir kaç açıdan inceleyelim.

Öncelikle bu sözün doğru olabileceği anlam şudur:

Hiç kimse, “Bana şunu verirsen, benim için şunu yaparsan, senin Allah katında daha değerli bir kul olmanı veya ettiğin duanın kabul olmasını sağlarım…” gibi bir takım iddialarla Allah ile kulun arasına girme yetkisine sahip değildir.

Nitekim İslam’ın gelmesi ile hükmü kaldırılmış olan dinlerde, en büyük tahrifatlardan birinin bu konuda yapıldığını görürüz. Bunun sonucunda, Cennetten kat mülkiyeti tapulu yapı kooperatifleri kuran, savaş başlatıp bitiren, istediğini dinden çıkarıp istediğini içeride tutan din adamları türemiştir o dinlerde. Bugün bile, bir papaza gidip günah kilometresi sıfırlatılabilmektedir.

Söylediğimiz gibi sözün doğru kullanılışı bu olabilir, fakat bu sözün genel kullanımının bu manada olduğunu söyleyebilmek için ileri derecede hüsn-ü zan sahibi olmak gerekir. Bu ifadenin başka ne anlamları olabileceğini görmek için şimdi bakış açımızı biraz değiştirelim. Bakalım neler göreceğiz?

Hazreti Peygamber (s.a.v.) hayattayken sahabeler dinlerini ondan öğreniyorlardı. Vefatından sonra da karşılaştıkları olaylar karşısında nasıl davranacaklarını eğer sağlığında kendileri Allah Resulünden öğrenmemişlerse, ondan öğrenmiş birini bulup ona sorabiliyorlardı. Dolayısı ile bilgiye ulaşmak kolaydı. Zamanla sahabeler ahirete göçtükçe, bilgiyi kaynağından alanların sayısı azaldı ve bu bilgilerin bir araya toplanması ihtiyacı ortaya çıktı. Bir araya toplanan bu bilgilerin sınıflanıp disipline edilmesiyle de İslami ilimler ortaya çıktı.

Bu ilimler aslında her Müslümanın bilmesi ve hayatına uygulaması gereken bilgilerken, günümüzde maalesef hiç ilmihal görmemiş pek çok Müslümanlar mevcuttur.

Yani günümüzde her Müslüman Rabbinin emrettiği gibi bir kul olarak yaşayacak kadar dinini bilmemekte, daha da kötüsü buna ihtiyaç da hissetmemektedir.

İşte, günümüzde “Allah ile kul arasına girilmez!” sözünü kullanan pek çoklarının hedeflediği de tam olarak budur. Müslümanlar dinlerini öğrenemesinler, yaşayamasınlar. Sonra da Hz. Ömer’in ikaz ettiği gibi, “yaşadıklarını din zannetsinler”.

Evet, Allah ile kul arasına girilmez. Ama bunun için kulun kendini, Rabbini ve dinini bilmesi gerekir. Dinini bilmeyen kişi Rabbiyle nasıl muhatap olacak?

Aslında günümüzde bu söz ile hedeflenen, dinsiz bir Allah inancıdır. Bazı kaynanaların, annesi babası olmayan damat adaylarına “çöpsüz üzüm” dedikleri gibi, Allah inancı da, din olmadan sorunsuz, sorumluluksuz bir inançtır onlar için. Namazsız, oruçsuz, zekâtsız, zikirsiz, duasız, haramsız, helâlsiz…

Bu bir inanç olabilir belki ama aslında “Allah” inancı değildir. Sonuçlarını da çevremizde görüyoruz. Günümüzde pek çok Müslüman, Allah’ı yanlış/eksik tanımakta, dolayısıyla farkında olmadan Allah’tan başka bir şeyi ma’bud kabul etmektedir.

Hal böyle olunca dinini diyanetini bilen kimseler için insanlara Rablerini ve dinlerini tanıtmak, Allah ile bağlarını koparmış(!) olanları tekrar Allah’ın ipine bağlamak yasak değil aksine görevdir. Böyle insanlar Allah ile kul arasına girmek zorundadır.

Meselenin bir başka boyutu da Allah ile kul arasına girmenin sadece inanç alanında gündeme gelmesidir. Hâlbuki Allah kulları ile türlü türlü muhatap olur. Mesela rızkını verir ve bunu yaparken aracı kullanır. Burada maaş verdiği işçisinin rızkını verdiğini sanan işverenleri kast etmiyoruz. Meyveyi ağaç eliyle, sütü inek eliyle, balı arı eliyle vs. verdiği gibi görmeyi göz, duymayı kulak aracılığıyla verir. Özetle bu âlemde her şey için aracı kullanır. Ayetlerini bile Hz. Cebrail eliyle gönderir. Yani namaz ve dua dışında doğrudan muhatap olmak yoktur. Çünkü bu âlem buna uygun yaratılmamıştır. Doğrudan muhataplık inşallah Cennette olacaktır.

Toparlamak gerekirse;

Bu söz çoğu durumda, “Allah” ile “Din”i birbirinden ayırmak maksadıyla kullanılır. Çünkü Dinin Allah ile bağlantısını koparabilirlerse ortadan kaldırmaları çok kolay olacaktır. Belki de bu çabaların sonucunda pek çok kişi artık kendisini deist olarak tanımlamaktadır. Yani, “Allah var ama din yok!” demektedir.

Böyleleri için inandıkları yaratıcı ile aralarına girmeyelim biz.

Ancak bizim Rabbimiz Allah’tır ve bize en güzel din olarak İslâm’ı göndermiştir.

Bir din varsa onun emir ve yasakları, kuralları da vardır ve bu kurallara uyulmalıdır.

Eğer kuralları araştırıp kendimiz hüküm çıkarabilecek, kulluğumuzu bizden istediği şekilde yapabilecek kadar ilim sahibiysek kimseyi Allah ile aramıza sokmamıza gerek yoktur.

Burada “ilim” kelimesini üstüne basa basa vurgulamak gereklidir. Çünkü hüküm çıkarmadaki ölçüler bu “ilim”in içindedir.

Bu ilme sahip olmadan çıkaracağımız hükümler, kendi doğrularımıza göre, yani aslında “kafamıza göre” verilmiş hükümler olur ki, buna din denmez. Dense dense, “dinin emrettiği gibi yaşamayanın, yaşadığını din zannetmesi” denir ki Hz. Ömer de aynen böyle demiştir.

Muhiddin Yenigün