Etiket arşivi: Muhiddin Yenigün

Komşunun Tavuğu..

Yaklaşık on yıl kadar önceydi. O dönem mail gruplarında epeyce vakit harcardım. Oralarda İslam ve iman hakkında soru soranlara izahlar yazar, ileri geri konuşanlarla tartışmaya girip cevap yetiştirirdim.

Bir süre sonra benim laf anlatmaya çalıştığım insanların çoğunun, orada bulunma sebebinin aslında tartışmak ve çözüm bulmak değil, insanların kafasını karıştırmak olduğunu gördüm.

Mesela bir konuda sapık bir fikir ortaya atarlar veya cevapsız olduğunu düşündükleri, kuvvetli itham veya iftira içeren ya da kafa karıştırıcı bir soru sorarlardı. Karşılıklı yazılan pek çok mailde, söylediklerinin yanlış olduğunu delillerle ispatladıktan ve onları susturduktan bir kaç gün sonra, hiç bir şey olmamış gibi başa dönüp o ilk maili tekrar gruba gönderirlerdi.

Uzun süre didiştikten sonra o alanda bir hizmetin olamayacağına karar verdim. Gerçekten sorusu olanların cevap bulmak için başvurabileceği Sorularlaislamiyet.com ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fetva sitelerinin de giderek tanınması üzerine gönül rahatlığıyla o alanı bıraktım. Zaten yavaş yavaş mail grupları da popülerliğini kaybetmeye başlamıştı.

Başkalarına faydam oldu mu bilmiyorum ama o sürecin bana faydası oldukça fazladır.

İşte o dönemde, bir konu hakkında araştırma yaparken bir sitede o konu ile ilgili çok çarpıcı fikirler beyan edildiğini gördüm. Çok ikna edici bir “tarza” sahip olan dini bir siteydi bu. İnsanların kafasına takılan sorulara dikkat çekici cevaplar veriyorlardı. Fakat İncil’den…

Evet, bu bir Hristiyanlık sitesiydi. Verdikleri cevapları allayıp pullayıp öyle bir sunuyorlardı ki, okuyanı etkiliyorlardı. Verdikleri birçok cevapta bir yere kadar İslamiyet’le paralellik olması, bilmeyen insanların kafasında “bunlar da doğru (hak) demek ki!” fikrini oluşturuyor, böylece insanlar zihnen, sonradan söylenecek eğri sözlerin de doğru olduğunu kabul etmeye hazır hale getiriliyordu. Bu eğrilikler de genellikle İslam hakkında insanların kafalarına soru işaretleri, şüpheler sokma şeklinde ortaya çıkıyordu.

O gün, o tuzakları fark edip o hileli soruların hepsine zihnimde cevap vermemi sağlayan Risale-i Nur’ları, o günden daha önce tanımış olduğum için Rabbime çok şükretmiştim. Ya tanımasaydım?..

Ya hala tanımamış olanlar?

Kafasında İslâm hakkında temel ölçü, bilgi ve değerler yerleşmemiş bir insan için bu ve bunun gibi siteler, hangi adımda havaya uçuracağı belli olmayan mayın tarlaları gibiler.

İşte asıl problemli noktaya geldik.

O sitede kurulanlar gibi tuzakları fark edip, kendini kurtarabilecek temel İslami bilgilere sahip Müslüman oranı nedir? Toplumumuzda, neye ve neden inandığını bilen Müslüman oranı nedir? Bu oranlar düşük olunca insanların böyle örümceklerin ağlarına düşme ihtimali artıyor ne yazık ki!

Elbette donanımlı, itikadı sağlam birine böyle numaralar sökmez. Fakat maalesef pek çoğumuz Rabbimizi tanımıyoruz, Peygamberimizi tanımıyoruz, kitabımızı tanımıyoruz, diğer peygamberleri tanımıyoruz, Rabbimizin katında değerli olan insanları tanımıyoruz, dinimizi bilmiyoruz…

Bunun sonucunda, kendi elindeki dinin güzelliklerini, değerlerini bilmeyen bazı kişiler, başkalarının makyajlayıp “hak din” süsü verdikleri batıl dinlerine kolaylıkla talip olabilmekte, aldatıcı cazibesine kapılabilmekteler.

Bu durum eskilerin “komşunun tavuğu komşuya kaz görünür” sözleriyle ifade ettikleri manayla tam örtüşmektedir aslında. Bir farkla ki burada komşu, domuzu süsleyip bize evermeye çalışmaktadır. Bunu yaparken de karanlıktan istifade etmektedir. Kafaların içindeki karanlıktan…

Göklerin ve yerin nuru olanın kafamızın içini aydınlatmasına izin vermezsek bir gün kendimizi bir domuzun duvağını kaldırırken bulabiliriz. Bunlar uzak olduğumuz tehlikeler değil..

Daha da kötüsü; eğer biz göklerin ve yerin nurunun, ondan yansıyan ziyaların kafamızın içini ve kalbimizi aydınlatmasına izin vermezsek, bizden sonrakileri o mayın tarlasına dalmaya çok daha müsait olarak yetiştireceğiz demektir.

Bu tür tuzaklara düşmemek için ÖNCELİKLE dinimizi iyi öğrenmeliyiz. Neye neden inandığımızı, neyi neden yaptığımızı ve neyi de neden yapmadığımızı iyi bilmeliyiz. ONDAN SONRA da, bizi bu gibi tuzaklara düşmekten muhafaza etmesi için Rabbimize çok dua etmeliyiz.

Muhiddin Yenigün

yenigun.name.tr

Ata sporumuz: DARBE

Kendisi ile hukukumuz neredeyse doğumumla başlar. O benimle daha bir yaşımdayken tanışmış ama o tanışmayı ben hatırlamıyorum.

10 yaşıma geldiğimde ise ilk defa kendisini tanıdım.

Bir sabah, rahmetli Hasan Mutlucan’dan kahramanlık türküleriyle açmıştım gözümü.

10 yaşındaydım. 10 yaşındaki her çocuk gibi sokağa çıkmak istedim. “Olmaz!” dediler. Yasakmış! Askerler yakalarsa götürürmüş…

Bundan hoşlanmasam da kedimi bir önceki günden daha güvende hissettiğimi hatırlıyorum. Büyüklerden de, artık zamanının gelmiş olduğunu sıkça duyardım. Ne hale geldiyse memleket!

Şu anda 46 yaşındayım ve kendisinin envaiçeşidiyle tanışma şansım(!) oldu bu süre içinde.

Klasiği, moderni, post moderni hatta internetten yapılanını bile gördüm.

Görünen o ki kuruluşu da darbeye dayanan devletimizin hamurunda var bu iş. Ama artık o hamur değişti. Yok öyle üç kuruşa beş köfte!

Hukukta her suçun bir cezası vardır. Örneğin hırsızlık yaparsanız 2 ila 5 yıl arasında bir ceza yersiniz. Hırsızlık, size ait olmayan bir şeyi sahibinin isteği dışında kendinize almanızdır. Bu işi silah zoruyla yaparsanız adı yağma (gasp) olur ve 6 yıldan başlar. Eğer o silahı sadece tehdit etmek için kullanmayıp zarar da verdiyseniz minimum 10 yıl yatarsınız.

Buna paralel olarak, devlet kademelerini hak etmediğiniz şekilde düzenlenmiş sınavlarla ele geçirmeye kalkışmayı bir çeşit hırsızlık olarak düşünebiliriz. Ya da seçimle gelinen makamları seçilmeden elde etmeye yeltenmeyi…

Eğer aynı şeyi silah tehdidi ile yapmaya kalkışırsanız da bu işin adı darbe olur.

Darbelerde genellikle canlar gider. Eğer darbe başarılı olursa kendisine darbe yapılan, başarılı olmazsa da darbeyi yapan bunu canıyla öder. Adettendir…

Fakat 15 Temmuz’da masum sivillerden yüzlerce can gitti. İşte bu adetten değildi. Belki de darbenin devlete değil millete yapıldığına işaretti. Bunun adı cinayetti, katliamdı…

Yolda hareket halindeki araçları ve yayaları tankla ezip geçecek kadar gözü dönmüş katillerin, nasıl bir ruh haliyle kendilerini devleti yönetebilecek yeterlilikte görebildiklerini anlamak mümkün değil. Bu yapılan savaşta bile suçtur.

Her darbede canlar gitmez ama… Bazen darbelerde hayatlardır giden. Çoğu kimse darbe olduğunu bile anlamazken, binlerce hayatı karartır darbeciler. Sadece ailedeki hanımefendinin başı kapalı diye…

Medeniyeti kabile seviyesinin üzerine çıkmış toplumlarda devletler seçilmiş şûralar eliyle yönetilir. Kur’an’ın emrettiği yönetim şekli de budur. Bugün biz bu yönetimi demokrasi ismiyle tanıyoruz.

Bu sistemde devleti yönetme hakkı seçimle halk tarafından tevdi edilir. Bu hakkı başka yollardan ele geçirmek tüm milletin hakkına tecavüzdür.

Seçimle bu hakka sahip olmayı denemek yerine zor kullanmaya kalkışılması da millet tarafından bu hakkın kendilerine verilmeyeceğinden emin olunduğunun göstergesidir.

Yani halk onlar tarafından yönetilmek istememektedir.

Halkın istemediğini Hakk da istemeyince, bu işe yeltenenler işte böyle zelil duruma düşerler.

Anlaşıldığı üzere darbe ile tüm milletin hakkına tecavüz edilmektedir. Bu boyutta bir kul hakkı ile Rabbinin huzuruna çıkacak olanların hesap vermeleri elbette çok zor olacaktır.

Son söz olarak, iradesi elinden alınmaya kalkışılan bir milletin, canı pahasına topyekûn iradesine sahip çıkışı tüm takdir ve övgü kelimelerinin yetersiz kaldığı bir sahne çıkardı ortaya.

Rabbim milletimizi bir daha böyle bir destan yazmak zorunda bırakmasın. Amin.

Muhiddin Yenigün

Şeytan Allaha muhatap olduğu halde nasıl olur da iman etmez?

Bildiğimiz gibi Rabbimiz meleklere ve (cinlere) Âdem’e secde edin, demişti. İblis hariç hepsi secde ettiler o yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.

Durum böyle olunca, yani Şeytan, Rabbimizle (bir şekilde) muhatap olduğu ve kıyamete kadar Âdemoğullarını ifsad için zaman isteyebildiği halde, bugün nasıl olur da iman etmez, neden kurtuluş kapısını zorlamayı seçip de tövbeyi hatırına getirmez?

Bir insan bir şeyle çok fazla meşgul olursa, bir süre sonra kendisi yapmadığı zamanlarda da zihni o şeyle meşgul olmaya devam eder.

Meselâ hafızlık çalışan öğrencilerin, olur olmaz yerde akıllarına ayetler, sureler gelmesi gibi… Ya da bütün vaktini kâğıt oyunları oynayarak geçiren bir kişinin oyun oynamadığı zamanlarda bile gözünün önünden kâğıtların üzerindeki işaretlerin geçmesi, aklında habire sayıları yan yana dizmesi gibi… Sürekli bilgisayar programları yazan bir kişinin, normal hayatında problem çözerken de kod yazar gibi sistematik bir yol takip etmesi gibi…

Özetle insan ne ile meşgul oluyorsa, bir süre sonra artık o meşgul olduğu şey zihnini ele geçirmeye başlar. Bu çerçevede düşündüğümüzde, Şeytan da binlerce yıldır insanlara nasıl Allah’ı inkâr ettirebileceğini, nasıl isyana götürebileceğini, nasıl yoldan çıkarabileceğini, nasıl kötülükler yaptırabileceğini, nasıl şerre sevk edebileceğini düşünmekte, bu uğraşlarla meşgul olmaktadır. Bu artık öyle bir hale gelmiştir ki, artık (varsa) meşgul olmadığı zamanlarda bile, zihni bunlarla meşgul olmakta ve bunları düşünmektedir. Hal böyle olunca artık o zihinden bir hayır, bir tövbe beklemek anlamsız olmaktadır.

Bunu şuna da benzetebiliriz:

Bağımlıları hepimiz biliriz. Çeşitli maddelere bağımlı olmuş, o maddeyi almazsa bilincini kaybeden, fakat o maddeyi aldığında da bilinçli olmayan insanlardır bağımlılar. Bütün hayatları, bağımlısı oldukları o madde çevresinde döner. Başka hiçbir şey düşünemezler. Kendileri için neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırabilme kabiliyetlerini kaybetmişlerdir. Onlar için, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin farklı değildir. Dünyalarında sadece o madde vardır.

Şeytan da o bağımlılar gibi yılarca küfür ve inkâr ile uğraşa uğraşa bunun bağımlısı olmuş, artık başka bir şey düşünemez hale gelmiştir. Bu nedenle artık ondan kendisi için doğru olabilecek kararlar vermesi beklenemez.

Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki; Şeytan en baştaki isyanını zaten –belki- imanının en kuvvetli olduğu zamanda yapmıştı. İmanının en kuvvetli zamanında kendini isyandan alıkoyamayan bir iradeden, aradan geçen bu süreçten sonra iman etmesi, tövbe etmesi beklenemez.

Hepsinin ötesinde, bildiğimiz gibi tövbenin şartları vardır. Gayb kapısı açıldıktan sonra artık tövbe kapısı kapanmaktadır. Şeytan ise zaten gayb âlemindendir. Dolayısı ile kendisi şu anda herhangi bir imtihana tabi değildir. Bu nedenle de tövbe yönünden kabirdeki ölü gibidir. Yani onun için artık çok geçtir.

Onun tersine Hz. Âdem ve nesli olan biz ise, bizi yoldan çıkarmaya yemin etmiş olan şeytana uyup uymamakla sınanmaktayız. Bu yüzden nelerle, meşgul olduğumuza, hayatımızı nelerin çevresinde yaşadığımıza çok dikkat etmeli, tövbe etme fırsatını iyi değerlendirmeliyiz.

Bizim için de çok geç olmadan…

Muhiddin Yenigün

Bu yazı ZAFER DERGİSİ’nin 2016 Nisan (472.) sayısında yayınlanmıştır.

Hastalık İmtihansa, Çocuklar Neden Hastalanıyor?

Hastalıklar birer imtihansa ve çocuklar henüz imtihana tabi değillerse, bu dünyada çocuklar neden hastalanıyor, hatta ölüyor?

Bu soruyu çeşitli açılardan değerlendirdiğimizde birden fazla cevabı olduğunu görürüz. Elbette ki cevaplar burada vereceklerimizle sınırlı olmayabilir. Yine de biz ilk akla gelen birkaç tanesine kısaca bakalım.

Bir defa çocuk imtihana tâbi olmadığı halde muhatap olduğu bu zorluk karşılığında elbette Rabbi tarafından mükâfatlandırılacaktır. Bu mükâfatlandırmanın keyfiyetini bilemesek de Rabbimiz en âdil, en merhametli, en cömert olandır ve her hak edene hakkını verendir. Meselenin çocuğa bakan bir yönü böyledir.

Ayrıca anne baba olanlar çok iyi bilirler ki, çocuğun hastalanması çocuktan çok anne babası için imtihandır. Çocuk hastalığın etkisi ile bir sıkıntı çekiyorsa da, ebeveyni, özellikle de annesi katbekat fazla sıkıntı çeker. Evladının şifası için gecesini gündüzüne katar, kendini unutur.

Elbette bu söylediklerimiz imtihanın sıkıntı tarafı ile ilgilidir ve Rabbimizin anne baba fıtratına yerleştirdiği şefkat duygusundan kaynaklanan güç ve enerji ile imtihanın bu tarafı, daha kolay üstesinden gelinebilir hale gelmektedir.

Fakat evladın hastalanmasındaki asıl imtihan isyan edip etmeme imtihanıdır. Burada çok dikkatli olunmalı, ölçüyü aşmadan, tevekkül ile görev yerine getirilmelidir. Şifa verip vermemek Allah’ın takdiridir. Ebeveyne düşen şifayı bulma yolunda sebeplere başvurmak, neticeyi dua ile Allah’tan istemektir.

Bu cevaptan sonra ister istemez akla şu soru gelir:

Peki ya ailesi olmayan çocuklar? Onlar da hastalanıyor. Aileleri olmadığına göre, onların hastalığı kimin imtihanı?

Onların hastalık ve mağduriyetleri toplumun imtihanıdır. O çocuğun şifasını aramak, mağduriyetten kurtarmak, eli ulaşabilecek herkesin görevidir. Pek çok hadis-i şerif ve ayetlerde yetimlere yardımcı olmak, onları sevindirmek tavsiye edilip ödülünün büyük olduğundan bahsedilmiş, onlara zarar verecek davranışlar men edilmiştir.

Meselenin başka bir boyutu, Rabbimizin bizi yaratırken âlemde kurduğu sebep-sonuç temelli sistemle ilgilidir. Eğer dünyada çocuklar hasta olmasaydı, duruma Âlemler Rabbi tarafından müdahale edildiği çok belli olacak, o zaman da Allah’a inanıp inanmama konusunda insanın iradesi zorlanmış olacaktı. Bu ise dünyayı bir imtihan alanı olmaktan çıkaracak, dolayısıyla varlığını anlamsız hale getirecekti.

Özetle, çocukların hasta olması çocuklardan çok büyüklere bakan bir durumdur. Belki Rabbimiz bu şekilde bize şöyle bir mesaj iletmeyi de murat etmiş olabilir:

Evlatlarınız size emanetimdir. Akılları erene kadar onlarla ilgilenmek, korumak, göz kulak olmak sizin görevinizdir. Onları size verdiğim gibi, sağlıklarıyla veya tamamen geri alarak da sizi imtihan ederim. Aynen bunun gibi, kendi canınız da size emanetimdir ve eninde sonunda emanetimi geri alacağım. Sorumluluğunuzda olduğu sürece bu emanetime de hakkıyla sahip çıkın ve onu cehennemden koruyun.

Son olarak; karşılaştığımız çocuk yaşta ölümler, bize ölümün yaş ile ilgisinin olmadığı, her an bizim de kapımızı çalabileceği gerçeğini hatırlatmalı, dosdoğru yol üzerinde olmaya sevk etmelidir.

Bu dünyadaki her şey, her yönüyle ebedî hayatımızın hazırlığı olduğundan, yaşadıklarımızın ahirete bakan anlamlarının daha önemli olduğunu unutmamalıyız.

Muhiddin Yenigün

Hepsi Hikâye mi?

Anlatacak ne çok şeyimiz var.

Duygularımız, düşüncelerimiz, isteklerimiz, hatıralarımız, hedeflerimiz, yaptıklarımız, başkalarının yaptıkları(!)…

Hepimiz her gün birilerine bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz. Fakat anlattığımız şey, her zaman, kolay anlaşılır bir şey olmayabiliyor, değil mi? Hepimiz yaşamışızdır bu durumu. Hani bizim için konu kolaydır ama karşımızdaki, anlattığımızı o kadar kolay anlayamaz ya!..

İşte, böyle durumlarda, anlattığımız şeyin karşımızdaki tarafından daha kolay anlaşılmasını sağlamak maksadıyla kullandığımız bir yöntem, hikâyeleştirme yöntemidir. Bu yöntemde, verilecek mesaj, bir hikâye ile muhatabın zihninde ortaya çıkarılmaya çalışılır. Oradan gerçeğe geçiş yapılır.

Hikâyelerle anlatma Kur’an’da sıklıkla kullanılır. Hz. İbrahim’in, Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın, Hz. Yusuf’un kıssaları ve daha pek çoğu ilahi mesajı daha kolay anlayabilelim diye Kur’an içinde bize anlatılır.

kalpHz. Peygamber (a.s.m.) da pek çok mesajını, çevresindeki sahabelerinin dünyasına hitap eden hikâyelerle iletmiştir.

Burada bir parantez açıyor ve hikâye kelimesi ile bir anlatım tarzını kast ettiğimizi belirtiyoruz. Buradan, “Kur’an ve hadiste anlatılanlar hikâyedir, gerçek değildir” gibi bir mana çıkarılmasın.

Bu yöntem, Kur’an’ın son asırdaki muhataplarına yazılmış tefsirlerinden biri olan Risale-i Nur’da da aynen kullanılır.

Bu hikâyelerde bazen iki asker olur, bazen iki yolcu; bazen yol yaya geçilir, bazen şimendiferle, bazen gemiyle; bazen kuyuya düşülür, bazen karanlık köprüden geçilir, bazen süt denizinde uçulur…

Bildiğimiz gibi, bu eserlerin müellifi Bediüzzaman Hazretlerinin hayatı bütün dönemleriyle kayıt altındadır. Çocukluk döneminde de, gençlik döneminde de, sonraki dönemlerde de hayatında iz bırakan kişiler hep bellidir.

Peki, acaba hiç düşündük mü, mesela birinci sözdeki iki asker, Bediüzzaman’ın hayatında kimleri temsil ediyor? Daha doğru bir ifadeyle, onun hayatındaki hangi kişiler, birinci sözdeki hikâyede, iki asker olarak karşımıza çıkıyor? Bunlardan hangisi bir reisin ismini aldı, hangisi almadı?

Acaba yirmi dört altın verilip bir yolculuğa gönderilenler kimler? Ve hangisi bu altınları çarçur etti, hangisi gerektiği gibi kullandı?

Padişah’ın kendisine verdiği çiftliği savaş zamanı padişaha satan kişi, acaba hizmetinde bulunanlardan biri mi? Acaba Barla’dakilerden mi? Ya satmayan kim?

Şu anda ne saçmalıyor bu adam diyorsunuz, değil mi?

Çünkü hepimiz biliyoruz ki, o “temsilî” hikâyeciklerdeki şahıslar da, olaylar da asıl mesaj anlaşılabilsin diye kurgulanmışlardır ve hepsi semboliktir.

Zaten hikâyeciklerden sonra da Bediüzzaman, o sembollerin gerçek hayatta neyi temsil ettiklerini anlatır. Hikâye ile zihinlerde oluşturduğu kurgunun üzerine, gerçek hayattan kişi ve kavramları oturtuverir. Tabii, her ne kadar biz burada “kişi” demiş olsak da, bu aslında belirli bir tavrı sergileyen kişileri ifade eder. Namaz kılmayan, iman etmeyen vb. gibi…

Özetlersek; iletilmek istenen mesaj, anlaşılması zor bir mesajsa, bunu iletmek için bir hikâye kurgulanır. Bu hikâye ile muhatabın zihninde bir yapı oluşturulur. Sonra gerçek hayattaki karşılıkları, bu yapıdaki yerlerine yerleştirilir. Böylece muhatap, anlatılmak isteneni kolaylıkla anlar.

Bu metodu hepimiz anlıyoruz ve kullanıyoruz.

Şimdi size bir soru soracağım.

Rabbimizin de, Kur’an’da, verdiği mesajların anlaşılması için böyle hikâyecikleri bir yöntem olarak kullandığını bildiğimize göre, acaba bizim gerçek hayat dediğimiz şey de, aslında bir temsili hikâyecik olabilir mi?

Hayatta karşılaştığımız iyi insanlar, kötü insanlar, olaylar, anlaşmalar, anlaşmazlıklar, hastalanmalar, iyileşmeler, öğrenmeler, unutmalar, sevinçler, üzüntüler hep bir temsili hikâyeciğin parçaları mıdır?

Daha doğrusu bunlara, temsili hikâyeciğe baktığımız gibi mi bakmalıyız?

Acaba hayat dediğimiz şey, bize bir mesaj vermek için mi var?

Acaba biz belli bir mesajı almak için mi var edilmişiz?

Acaba gerçek mesajı anlayabilmek için, hikâyedeki misallerin arkasındaki gerçek anlamları mı görmeliyiz?

Acaba güncel hayatta karşılaştığımız olaylara, “O onu yaptı, bu bunu etti, şu şunu dedi…” şeklinde tepki vermekle, yazının başında yaptığımız gibi, temsili hikâyecikteki karakterlere yanlış anlam mı veriyoruz?

Acaba verdiğimiz bir karar, temsili hikâyecikteki o yol ayırımı olabilir mi? Hikâyedeki o yol ayrımı ile gerçekte temsil ettiği mana arasındaki benzerlik ne kadarsa, verdiğimiz bir kararın bize görünen durumu ile mana âlemindeki karşılıkları arasındaki benzerlik de ancak o kadar mı?

Acaba hayatımızı hikâye dinler gibi mi yaşıyoruz?

Yoksa hikâyenin anlattığı asıl manaları anlamaya mı çaba gösteriyoruz?

Muhiddin Yenigün