Etiket arşivi: Mustafa Nutku
Çocuklarımıza mühim gerçekleri anlatmalıyız..
La Fontaine tarafından masalında takdirkâr bir ifade ile bahsettiği karıncanın bir yaz boyunca toplayıp depoladığı buğdaylar ise, onun bütün bir kış yiyebileceği buğdaydan çok çok fazla olduğundan, karıncanın yaz boyunca buğday toplayıp kış için onları depo etmesi La Fontaine’in masalında vermeye çalıştığı yanlış mesaj gibi, karıncanın medhedilmek sebebi değil; tam aksine, hırsından ve istifçiliğinden dolayı ancak tenkit edilmek sebebi olabilirdi.
Hem Ağustos böceğinin yaz aylarının belli bir zaman diliminde gece boyunca sürekli ses çıkartması, onun “haylazca saz çalması”na kesinlikle benzetilemez. Kur’an-ı Kerîm’de muhtelif sûrelerde “her şeyin Allah’ı tesbih ettiği” vurgulanarak tekrarlanıyor. Canlı-cansız her şey, maddenin en küçük parçası olarak bilinen kuvarklardan, en büyük galaksilere kadar, “hal lisanları” ile Allah’ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatlarının kâinattaki akislerini ilan ederken; “hal lisanı”ndan başka “kal lisanı” (konuşma lisanı) da olan insanların bazıları, akıl ve iradelerini iyi kullanmak suretiyle ve Ağustos böceği, bülbül ve diğer bazı hayvanlar da insanlar gibi akıl ve iradeleriyle olamasa da “fıtrî ibadetleri” halindeki “kal lisanları” ile Allah’ı tesbih ederler. Fakat İsrâ Sûresi 17/44. ayetinde denildiği gibi, insanlar onların Allah’ı bu tesbih etmelerini, yani Allah’ın noksan sıfatlardan uzak olduğunu ilan etmelerini anlamazlar.
Çocuklarımıza La Fontaine masallarının saçmalıklarını değil; bu mühim gerçekleri anlatmalıyız.
Farz olan ilim hangisidir?
İlim öğrenmenin farz olduğu hakkında, hadis kitaplarında hadisler vardır. Bu hadislerden bazıları şunlardır:
Hz.Hüseyin (r.a.), Peygamber Efendimizin şöyle buyurduklarını rivayet etmiştir:
“İlim öğrenmek her Müslüman üzerinde farzdır.” (İbni Adiyy’in el-Kâmil’i ve Beyhaki’ninŞi’bü’l-İman’ından)
Hz. Enes (r.a.), Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduklarını rivayet etmiştir:
“İlmi öğrenmek her Müslüman’a farzdır. Şüphesiz ilim öğrenen için denizdeki balıklara varıncaya kadar her şey Allah’tan bağışlanma diler .” (İbnü Abdi’l-Berr’in el-İlm’inden)
İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:
“Âlim olmayan veya ilim öğrenmeye çalışmayan, bizden değildir.”
(Deylemî’nin Müsnedü’l Firdevsinden)
Hz. Enes (r.a.), Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduklarını rivayet etmiştir:
“İlim öğrenmek, her Müslüman üzerine farzdır. İlmi lâyık olmayana öğreten, domuzun boynuna yakut, inci ve altın takan kimse gibidir.” (İbni Mâce, Mukaddime: 17)
Farz olan ilmin hangi ilim olduğu, ilmin öğretilmesine lâyık olmayanın kimler olduğu mevzuunda da hadis kitapları açıklamalarda bulunmaktadır. Şöyle ki:
Müslümanların dinî vazifelerini bilmeleri ve ibadetlerini doğru yapabilmeleri için bilmeleri gereken ilmi öğrenmeleri onlara farzdır. Bunun yanında, ruhî bakımdan tekamül edebilmesi ve bilhassa iman esaslarına dehşetli hücumların yapıldığı bu âhirzamandaki manevî tehlikelere karşı imanını muhafaza edebilmesi için gereken iman ilmine de sahip olmak, her Müslüman’a farz hükmünde görülmektedir. İlk bahsedilen farz ilme kısaca “ilmihal” denilir (Türkiye’de bugünün halk dilinde ve yazı dilinde bu kelime ekseriya “ilmihal” şeklinde kullanılmakta ise de, asıl yazılışı “ilm-i hâl”dir).
“İlm-i hâl: Bir Müslüman’ın günlük yaşantısında lâzım olan, kul-Allah, kul-kul ilişkilerini düzenleyen ve herkesin bilmesi gerekli olan bilgileri içeren ilim.” (Fıkıh ve Hukuk Terimleri, Prof.Dr.Mehmet Erdoğan, Ensar Neşriyat, 2005).
Bu ilmin kaynağı Kur’an ve hadistir. Sahih ilmihal kitapları, ehli sünnet akidesine bağlı dört hak mezhebin müctehid imamlarının Kur’an ve hadise dayanarak yaptıkları ictihadlarla, her müslümanın müracaat edebileceği ve istifade edebileceği şekilde hazırlanmış İslâmı doğru anlamak ve yaşamak rehberleridir.
Kur’an, onun tefsiri, açıklamalı hadisler ve ilmihal gibi kitaplar varken, bazıları herhangi bir faninin yazdığı çok daha değersiz bir kitaba “Başucu kitabım” derler; onu daha çok okurlar, onun reklamını yaparlar ve bu halleriyle, “en iyiyi seçerek okumak” yapmayışın bariz bir örneğini verirler.
Daha önce de bu yazılar arasında kısaca bahsedildiği gibi, Müslümanlar arasında, kendisine farz olan ilmihalini bilmeyen, onu öğrenmeye çalışmayan, bu ilmi bilmenin kendisi için lüzumu ve ehemmiyetinden bile habersiz, İslâm’ı çeşitli yanlışlar yaparak yaşayan maalesef çok kişi bulunmaktadır. Bunun tipik örneklerinden biri olarak tanıdığım bir mühendis, Müslüman olmasına ve namaz, oruç vd gibi İslâm’ın gereklerinin çoğunu da yapmasına rağmen, yıllarca çalıştığı bir devlet kurumunda müdürlüğe kadar yükselip emekli olduktan sonra, bir vesile ile ona evinde hangi ilmihal kitabının olduğunu sorduğumda, cep telefonundan hanımını arayarak, evlerinde ilmihal kitabı olup olmadığını sorması beni hayrete sevk etmişti. Evlerinde ilmihal kitabı olup olmadığını bile bilmeyen bir Müslüman’ın İslam’ı doğru anlamak ve yaşamak hususunda rehber eksikliği olmaz mıydı?
İngiltere’ye geçici görevle giderken yanıma aldığım az miktardaki eşyalarımın arasına o zaman bu alanda Türkiye’de satıştaki tek ciltlik en mühim eser olan Ömer Nasuhi Bilmen’in “Büyük İslâm İlmihali”ni de koymayı ihmal etmemiştim. Gayrimüslim bir ülkede İslâm’ı yaşamakla ilgili bir meseleyle karşılaşınca o ilmihale bakıyordum. Fakat oradaki çeşitli ülkelerden gelmiş Müslümanlardan görüştüklerimden bazılarının, kendi ülkelerinde her Müslüman’ın bizzat müracaat ederek fıkhî meselelerini öğrenebilecekleri ilmihal kitaplarının bulunmadığını, sadece âlimlere hitap eder şekilde yazılmış fıkıh kitaplarının bulunduğunu, Müslüman halkın fıkhî meselelerini ancak o âlimlerden öğrenebildiklerini söylemeleri ve Türkiye’deki duruma gıpta etmeleri de kayda değer bir hatıram olmuştu.
İlmihalini bilmeden kendi kendine dinî mevzularda hüküm vermeğe çalışmanın garabetini ve yanlışlığını, 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra, kızların başörtüsü ile okula devamına darbe yönetimi tarafından yasak getirildiği ve bu mevzuda büyük sıkıntıların yaşandığı dönemde, ilk YÖK başkanının bu mevzuda kendine göre Müslümanlığıyla şöyle “içtihad”(?) yapmaya çalıştığında gazetelerden okumuştuk:
“-İlim öğrenmek, her Müslüman’a farzdır. Kız öğrencilerimiz ‘başörtüsü de farzdır’ diyerek üniversiteye başörtülü olarak devam etmek istiyorlarsa, iki farzdan birini tercih etmeleri gerekiyor. Bana göre (?) ilim öğrenmek farzını başını örtmek farzına tercih etmeleri daha uygun olur.”
Sevabıyla ve günahıyla ahret âlemine göçmüş o eski YÖK başkanıyla ilgili hüküm elbette Allah’ındır; bu mevzuda biz bir şey söyleyemeyiz; fakat hekimlik mesleğinde başarılı olduğundan bahsedilmesine rağmen, bu “şahsî” fetvasında isabet ettiği söylenemez.
Dinî kitaplarda yazılı olduğu gibi, doktorluk, eczacılık, diş hekimliği, avukatlık, çeşitli branşlarda ve seviyelerde öğretmenlik vb.. dünyevî mesleklerle ilgili ilimleri öğrenmek, ilmihal ve iman ilmi gibi “farz-ı ayn” değil; “farz-ı kifaye” hükmündedir ve Müslümanlardan bir kısmının bu meslekler için gerekli ilimleri öğrenmeleri ve öğrendikleri ilimler ile bu meslekleri icra etmeleri, diğer Müslümanları o meslekler ile ilgili ilimleri öğrenmek farzından muaf hale getirir.
Hem de o mesleklerin, mutlaka başörtülü kızlar ve kadınlar tarafından icrası da dinî bakımdan gerekmez. Şimdi okullarda, resmî iş yerlerinde, milletvekilliğinde vs.. başörtüsü meselesi hallolmuştur; fakat şimdiye kadar bu mevzuda bahsettiğimiz örnekteki gibi ilmihalini iyi bilmeyenlerin o ilimle bağdaşmayacak yanlış fetvalarla hareket etmesinin örnekleri de maalesef çok olmuştur.
Prof.Dr.Mustafa NUTKU
Her Günümüzü Nasıl Bayram Yapabiliriz?
Dünya hayatımızda, âkil-bâliğ olduğumuz zamandan başlamak üzere, aklımızla ve irademizle hayatımız boyunca sürecek çok mühim bir imtihanın içindeyiz.
Bu imtihanın muhtelif soruları var.
Onlardan bazıları da, Allah’a ibadette malî mükellefiyetlerimizle ilgili olanlardır.
“Kurban” denilince, bu malî mükellefiyetlerden biri olan “Allah’a ibadet için koyun, keçi, sığır, deve, manda , gibi küçükbaş ve büyükbaş kasaplık hayvanların, İslâm dininde belirtilen usule uygun olarak, kurban bayramının ilk üç gününde Allah için kanlarının akıtılması” akla geliyor.
Bu, aslında “kurban” kelimesinin “Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olan şey” olan, ilk ve geniş manâsının içinde yapılan bir ibadettir.
Her Kurban Bayramında ,”Kimler kurbân kes(tir)melidir?” sorusu da gündeme gelir ve buna İslâmdaki dört hak mezhebe göre cevaplar verilir.
Bu cevapların çoğunda, Hanefî mezhebine göre “zengin” tarifine giren kişilerin zekât verdikleri gibi kurban da kes(tir)meleri nin gerektiği ifade edilir.
“Hediye kurban” da olabilir ve evli bir bey, kurban kes(tir)mek mükellefiyeti olan hanımına o istemeden, kendiliğinden “hediye kurban” alıp kesebilir/kestirebilir.
Fakat, bilhassa kurbanlık hayvan fiatlarının ülkemizde bazı ülkelere nisbeten birkaç misli yüksekliği sebebiyle, kurban kes(tir)mek mükellefiyeti olan bazı Müslüman hanımlar, beyleri onlara kendiliğinden kurban hediye edeceğini söylemeden;
“-Benim kurbanlığımı sen al..” demelerinin, bu malî ibadet mükellefiyetlerini nefislerine kabul ettiremedikleri manâsını taşıması ihtimali sebebiyle, sakınmaları gereken bir hal olduğunu dikkate almalıdırlar.
Tüm masrafları da dahil olarak, ülkemizdekinin yaklaşık üçte bir fiyatında Somali, Kenya, Filipinler, Pakistan , vd . ülkelerde güvenilir kuruluşlara kurban bağışında bulunularak kurban kestirmek imkânı bulunmaktadır.
Kurban ibadetiyle mükellef olduğu halde bu ibadeti nefsine kabul ettirmekte güçlük çeken bazı Müslüman hanımlar, bu ibadetlerini yapmaktan kaçınarak onu beylerine havale etmek yerine, yurt dışındaki bazı ülkelerde , ülkemizdekinin üçte biri kadar fiyatla güvenilir kuruluşlar vasıtasıyla kurbanlarını kendi paralarıyla kestirmeleri çok daha doğru olur.
Arefe günü ,bununla ilgili kuruluşlara kurban bağışlarının yapılması için son gündür.
Kurban bayramında dinimizin usullerine göre Allah’a ibadet için kanını akıtmak üzere kurbanlık almaya malî gücü bu mevzuda mükellef sayılacak kadar bulunmayanların ise, bu sebeble mahzun olmak yerine, “kurban” kelimesini asıl ve geniş manâsıyla ;”Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olan şey” olarak gözönüne almakla hem Kurban Bayramlarında ve hem de yılın her gününde, bir defa da değil; çok defa bu ibadeti yapabileceklerini düşünerek bunu gerçekleştirmeleri, kendilerine çok büyük manevî kazanç sağlayabilecektir.
Bu manâdaki “kurban”ı elbette ki, malî gücü iyi olanlar da ihmal etmemelidir.
Halk dilinde; “Deliye her gün bayram” şeklinde bir söz vardır. Halbuki, yukarıda bahsedildiği şekilde, “kurban”ı lügattaki ilk ve geniş manâsıyla idrâk ederek “Allah’ın rızasını kazanmağa vesile olan şeyleri yapmakla yaşanacak her gün”, delinin değil; “aklını en iyi kullananın bayramı” olacaktır ki, en büyük manevî kazanca vesile “Kurban Bayramı”nın da bu olacağını, “hakkı hak bilip ona tabî olanlar” kolaylıkla ve tereddüdsüz kabul eder.
Kurban Bayramınızı Tebrik Ederim.
Prof. Dr. Mustafa Nutku
NurNet.Org
Nasıl Yaşarsanız Öyle Ölürsünüz! (Nurettin Yaşar’ın Vefatı Vesilesiyle)
Her gün 300 bin kadar insan dünyaya gelmekte ve o sayıya yakın insan da dünyadan ayrılmaktadır. Rivayette; “Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” denmektedir. (Bkz. Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 1/332, 7/375, 8/431)
Ölüm, bu hayatın en büyük gerçeğidir; aklı gitmemiş hiç kimse, bu dünyada kalıcı olduğunu iddia edemez. Nurettin Yaşar da, 55 yıl önce geldiği bu dünyadan, 4 ay kadar önce 27 Mayıs 2013 tarihinde ayrılmıştı. Onun vefatını bildiren haberlerden biri şöyleydi:
“Nurettin Yaşar aslen Niğde’liydi. İmam-Hatip okulundan sonra, Erzurum’da Biyoloji bölümünde üniversite tahsilini tamamlamıştı. Üniversite öğrenciliği yıllarından itibaren kendini Risale-i Nur’larla Kur’ân ve iman hizmetine vakfetmiş; vefatına kadar yurt içinde ve yurt dışında çeşitli vilayetlerde bununla ilgili İslâmî hizmetleri olmuştu. İstanbul’da Fatih Camii’nde, kalabalık bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra tabutu önünde bir konuşma yapan Rotterdam İslâm Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, onun Erzurum’da henüz üniversite öğrencisiyken, kendisinin İslâmî İlimler Fakültesi hocalığından daha fazla İslâmî hizmetler yapmış olduğundan, takdirle ve sitayişle bahsetmişti.”
Kendisini birçok kişi gibi ben de bu özellikleriyle yıllardan beri tanıyordum. Ayrıca, son altı yıldır da ikimiz, İstanbul’daki bir aile vakfının mütevelli heyeti üyesiydik. O vakfın merkezinde yaz-kış, senenin her mevsiminde, her hafta muntazam bir şekilde ve zaman tanzimine hassasiyetle riayet edilen ve öğle tatili saatlerinde icra edilen Risale-i Nur derslerinde de bir araya geliyorduk. Suriye’deki müessif savaş başlamadan önce, kendisinin teşviki ile vakfın mütevelli heyetinden 4 kişi birlikte Suriye seyahatimiz de olmuştu.
Nurettin Yaşar İstanbul’un şehirler arası otobüs terminalleriyle Anadolu’ya açılan mühim bir ulaşım kapısı olan Harem’de ikamet ediyor; İstanbul’da katıldığı çeşitli Risale-i Nur derslerinden başka, Harem’den şehirler arası sefer yapan otobüslerle civar vilayetlere de Risale-i Nur dersleri yapmaya gidiyordu.
Sekiz yıl kadar önce evlendiği ailesinden Ahmed Said isimli bir oğlu vardı. Nurettin Yaşar’ın ailesi de yetişkin ve aktif bir Risale-i Nur Talebesiydi. O da, hanımlar arasındaki Risale-i Nur derslerinde ve okuma programlarında aktif olarak hizmet yapıyordu.
Nurettin Yaşar, üniversite öğrenciliği yıllarından beri meşgul olduğu Risale-i Nur eserleriyle ilgili birikimini başkalarıyla paylaşmak için çok istekli, şevkli ve gayretliydi. İkamet ettiği İstanbul’da ve İstanbul’a yakın vilayetlerde yaptığı Risale-i Nur derslerinden daha fazlasını yapmak; Risale-i Nur derslerini radyo programı, televizyon programı, konferans faaliyetlerinde de bulunarak daha geniş kitlelerle de paylaşmayı çok istiyordu.
Birlikte Mütevelli Heyeti üyesi olduğumuz vakfın haftalık mutad Risale-i Nur derslerinde bir araya geldiğimizde, bunun için benden de aracılık yapmamı rica ediyordu. Daha önce İslâmî hizmetler için bir süre kalmış olduğu Diyarbakır’daki özel bir televizyonda Risale-i Nur dersi yapmak için, ayda bir Diyarbakır’a gidiyordu. Son zamanlarında, İstanbul’daki bir FM radyosunda da haftada bir gün Risale-i Nur dersi yapıyor olmasına rağmen, o Kur’ân ve iman hizmeti için daha fazlasını yapabilmek şevkiyle dolup taşıyor:
“-Haykırmak istiyorum… Risale-i Nur’dan aldığım iman derslerini daha çok kişiyle paylaşmak istiyorum..” diyordu.
Onun bu fevkalâde şevk ve arzusunu karşılayabilmekle ilgili olarak, bir Ramazan günü, o akşam bir vakfın iftar yemeğine dâvetli olduğumu, o vakfın öğrenci yurdu da olduğunu, kendisinin ismini ve telefon numarasını vererek onun konferans vermek isteğini vakfın yetkililerine iletebileceğimi söylemiş ve dediğim gibi yapmıştım.
Bir yere konferans teklifi yapıldığında, cevabının alınmasının ekseriya aylarca sürebileceğini; bunun için çeşitli ön işlemlerin yerine getirilmesi icap ettiğini Nurettin Yaşar da bilmiyor olamazdı; buna rağmen, ertesi günü—konferans teklifimi iftar dâvetinde görüştüğüm vakıf yetkililerine yaptıktan sonra henüz 24 saat bile geçmemişken—bana konferans dâveti almadığını söylemesi hayretimi mucip olmuştu.
Son İlâhî kelâm olan Kur’ân’ın âyet-i kerîmelerinde de söylenildiği gibi, her nefis ölümü tadacaktır; ecel vakti gelince, ne bir saat geciktirilir ve ne de bir saat öne alınır. Nurettin Yaşar da, dünya hayatında Kur’ân ve iman hizmetiyle dolu 55 yıllık ömründen sonra mukadder eceline doğru giderken, “Yumît” ismiyle ölümü veren Allah’ın onun ölümüne koyduğu bazı perdeler olmuş. Duyduklarıma göre önce, yapmakta olduğu bir Risale-i Nur dersi esnasında göğsünde sıkışma hissetmiş. Götürüldüğü hastanede yapılan tetkiklerde kalp damarlarından dördünde büyük ölçüde tıkanma görülüp, bunların içinden kan akışını sağlayabilmek için dördüne de stent takılmış. Nurettin Yaşar bu şekilde bir müddet normal hayatına dönmüş gibi gözüktükten sonra, bir dişini çektirmesi esnasında kanı durdurulamamış ve daha sonra gelişen sağlık durumundaki çeşitli bozulmalarla, bir ay kadar yoğun bakımda kaldıktan sonra vefat etmiş.
Yoğun bakımda bulunduğu günlerde kendisinin ihtiyaçlarıyla ilgilenenlerden, birlikte üyesi olduğumuz vakfın mütevelli heyet üyelerinden Hakan Bey, Nurettin Yaşar için yurt dışından güçlükle getirttiği bir ilacı teslim için hastaneye gittiğinde, yasak olmasına rağmen yoğun bakım ünitesine girip kendisini kısa bir süre için görebilmek için çok ısrar edince, ilgili doktor sadece bir dakika için onu görmesine izin vermiş. Nurettin Yaşar, yarı uyanık halde gözlerini sabit bir noktaya dikmiş, dudakları sürekli kıpırdıyor ve muhtemelen zikrullah ile meşgul oluyormuş.
İhtiyaçlarını temin için yanına daha sık girmesine izin verilen kayınpederi ise, vefat edeceği gün onu önceki günlerine nisbeten çok daha iyi bir halde gördüğünü, konuşamadığı için eliyle işaret ederek kâğıt ve kalem istediğini, verdikleri kâğıt ve kalemle aşağıdaki yazıyı yazdığını, sonra gülümseyerek eliyle veda işareti yaptığını ve vefat ettiğini, bana gözyaşlarıyla anlatmıştı:
“-Sabırdan [her halde buraya bir virgül konulması daha iyi olacak], ziyade rızaya ulaşmak.
-Hastalığa riya girmez diyor [Bediüzzaman’ın “Hastalar Risalesi”nde söylediği bir cümleye atıf yapmış.]
-Halis bir ubudiyet yolunu buldum [Yine, Bediüzzaman’ın “Hastalar Risalesi”nde söylediği diğer bir cümleye atıf yapmış.]”
Nurettin Yaşar’ın vefatı, Risale-i Nur’la Kur’ân ve iman hizmetiyle yaşamasının “mutlu bir son”u olarak, “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz” hakikatine bariz bir misal olarak hatırlanmaya ve hatırlatılmaya değer. Allah rahmet eylesin.
Prof. Dr. MUSTAFA NUTKU
nutkumustafa@yahoo.com