Etiket arşivi: Mustafa Nutku

Bir fikre davet nasıl yapılabilir?

“Bir fikre davet, cumhur-u ulemânın kabulüne vâbestedir (bağlıdır). Yoksa davet bid’attır, reddedilir.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri)
Çeşitli insanlar, çeşitli mevzularda fikirler ortaya atabilir. Bunların kabulü veya reddi için ölçü, kıstas acaba ne olmalıdır? Ortaya atılan her fikrin kabul edilmesi, tabii ki yanlıştır. Hem, doğruluğu sağlam delillere dayanmayan zıt fikirlerin insan zihninde birlikte kabulleri, en basit mantığa göre de mümkün olmaz. Meselâ: Birbirinin zıddı olan aydınlık ve karanlık, bir arada bulunamaz; ışık gelince, karanlık gider. Bir fikrin kabul edilebilmesi için, delil ve âkibete bakılması icap eder; ortaya atılan fikirlerin bazılarının delili sağlam ve güvenilir olmayabileceği gibi, bazılarının sonuçları da, o fikrin yanlış olduğunun mutlaka kabulünü gerektirebilir.
“Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvelâ قَالَ لِمَنْ وَ قَالَ لِمَا وَ قَالَ فِيمَا وَ قَالَ مَنْ yani: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş? olan bir kaide-i esasiyeyi, nazar-ı itibara almalı. Evet, kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatab, maksad ve makam. Yoksa, her ele geçen kitab okunmamalı, her söylenen söze kulak verilmemelidir. Meselâ: Bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle; bir neferin, arş sözü arasında ne kadar fark vardır? Birincisi koca bir orduyu harekete getirir. Aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez.” (Konferans, Z.Gündüzalp, 1950)
İnsanların, ekseriyetle bu kaideye aykırı hareket ettiği görülür; bu sebeble yanılırlar ve başkalarını da yanıltırlar. En başta, Allah (c.c.) ve Resulullah’ın (s.a.v.) söylediklerine itibar etmek lazımdır; onların söyledikleriyle doğrulanamayan ve hele aykırı olduğu açıkça görülen sözlere itibar edilmemelidir. Allah ve Resulüne tabi olmak, Allah ve Resulüne bağlılığı da gösterir. Fakat, herhangi bir insanın sözüne uyarken, durum farklıdır; çünkü, kelamın ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı değişmiştir.
Dinî neşriyatta bulunan bir yazar, ilk insan ve ilk peygamber Hz.Âdem (a.s.) olduğu dinî kaynaklarımızda yazılı olmasına rağmen, insanlığın yeryüzündeki ilk ceddinin Hz.Nuh (a.s.) olduğu şeklinde bir iddiada bulunmuş ve bununla ilgili bir makale ve onun genişletilmiş şekliyle ile bir kitap da neşretmişti; “cumhur-u ulema”nın kabulü bir yana, İslâm ulemasından onun fikrine katılan bir kişinin bile adı duyulmamıştı. Bu sebeble, o iddiasının reddedilmesi gerekiyordu.
Yıllarca önce vefat etmiş ve hayattayken de Müslüman olarak tanınmış bir malî müşavir, Türkiye Cumhuriyeti’nin İslâm Şeriatına göre idare edilmediğini, bu sebeble “Dar’ül-Harb” (Müslümanların hâkimiyeti altında bulunmayan yer) sayılacağını ve dolayısıyla faizin Türkiye sınırları içerisindeki Müslümanlara haram olmadığını her vesileyle söylüyor ve bu sebebten çeşitli kişilerle sert tartışmalara sebeb oluyordu. Bu mevzuda yazılmış kitaplarda da belirtildiği gibi, konuyla ilgili âlimlerin çok büyük ekseriyeti bunu kabul etmediklerinden, o malî müşavirin bu fikrine daveti reddedilmeliydi.
Amerikan kovboylarıyla ilgili filmlerde çok rastlanan görüntülerden biri de, Amerika’nın yeni kuruluş yıllarında kanun hakimiyetinin olmadığı Teksas gibi bazı eyaletlerinde, bir şarlatanın bir sokak kavşağının köşebaşında durarak, “her derde deva” iddiası ile küçük bir şişedeki maddeyi ilaç gibi satmağa çalışmasıdır. Bugün kanun hakimiyetinin olduğu ülkelerde bile, bu şarlatanlığın yaygın bazı emsallerine rastlanmakta; hattâ radyo ve televizyon gibi en tesirli reklam vasıtaları bile, bu maksatla kullanılmaktadır. Acaba bir şahsın satmak istediği ürünle ilgili sadece kendisinin o ürün lehinde konuşma yapmasıyla, dedikleri peşin hükümlülükle kabul edilmeli midir? Kanun hakimiyetinin olmadığı zaman ve yerlerle, kanun hakimiyetinin mevcut olduğu söylenen zaman ve yerlerde böyle durumlarda pek farklılığın olmaması ise, insanı ibretle düşündürmektedir.
İhtiyarlık ve ölüm dışında, her hastalığın devasını da Allah yaratmıştır. Bir hastalığın devasını aramak; Allah’ın Şafi (Şifa veren) ismine iltica ile, şifayı verenin Allah olduğunu bilerek ve kabul ederek, şifa için Ona fiilî duada bulunmak ve bu manâsıyla bir nevî ibadet olabilir. Tabiat, Allah tarafından yaratılmış şifalı çeşitli ürünleriyle, ayni zamanda “devalar hazinesi”dir. Tabiattaki şifalı şeylerin bazılarını bilenler ve bildiklerini söyleyenler vardır; fakat bu mevzuda doğruyla yanlışın iyi ayırt edilebilmesi de lâzımdır. İnsanlar, dünyada ebedî yaşamak ister gibi, genellikle sağlıklarına çok düşkün olduklarından,  modern tıbbın ve alternatif tıbbın itiraz edilemeyecek doğru ve faydalı şekilleri dışındaki bu reklamlara da ekseriya kolayca kapılabilmektedirler.
İnsanların sağlıklı ve çok yaşamak arzuları, maddî menfaatler için istismar edilmeye çok müsaittir ve bu maksatla onların istismar edilmelerine çok rastlanır. Tabiattaki devaları, yaradılışlarının hakikî manasıyla doğru anlamak, ondan istifade etmek ve ettirmek; insanların sağlıklı olmak temayüllerini maddî menfaat hesaplarıyla istismar etmemek ve bu istismarla insanları aldatmamak gerekir.
Bugün de, bıçakla kolayca kesilebilen yumuşak bir ağacın köklerini ve o köklerden kesilmiş birkaç parçayı seyyar tezgahına dizmiş ve kocaman bir levhaya da, o kökün ne kadar çok hastalığa ilaç olduğunu yazmış “modern şarlatanlar”, kanun hakimiyetinin olmadığı zamanlardaki Teksas’ta olduğu gibi,  “her derde şifa ilaç” sattıkları iddiasıyla insanların sağlıklı olabilmek temayüllerini kendi maddi menfaatlari için istismara ve onları aldatmaya çalışan eski emsallerinden çok farklı bir hal sergilememektedir.            
Bu konuya, bitkisel ilaçlarla tedavi mevzuundaki bir konuşmasının sonrasında, bir konuşmacının dikkatini çektiğimde;
“-Onlar bunu, kanunlar çerçevesi içerisinde yapıyorlar.”
cevabını almıştım. Kanunlar, modern şarlatanlığı önlemekte yetersiz ise, bunun önlenmesini sağlayabilecek şekilde kanun boşluklarının giderilmesine çalışılması gerekmez mi?
En etkili reklam vasıtası olan televizyonda, mütehassısı olmadığı halde, halk sağlığı için tavsiyeleri ile medyatik olmuş biri;
“- Sabah kalktım ve şu hastalığa karşı şöyle bir reçetenin şifalı olabileceğini düşündüm..”
 diyor ve o reçetesini televizyon yayınıyla ilan edince; “sağlığına çok düşkün” televizyon seyircileri de, hemen kağıt-kalemle o reçeteyi not alıp tatbike başlıyorlar. Rüyalar, ancak nübüvvetin bir cüzü de olabilirken ve sabah kalkınca yeni bir reçete aklına geldiğini söyleyen o medyatik kişi sıradan bir insanken, kendisine bu reçete kimin tarafından ve nasıl bildirilmiş ve güvenilirliği ne derecededir diye, insanlar tarafından ekseriya düşünülmemektedir.
Günlük hayatta, medyada son yıllarda bazen bahsedilişine rastlanabilen “Kozmik bilim”in ne manâya geldiğini acaba kaç kişi ciddiyetle düşünüp araştırmış olabilir? “Kozmik bilim”, dilbilgisi bakımından bir sıfat tamlamasıdır; “kâinat” manâsındaki “kozmos”(İngilizcesi “cosmos”) isminden yapılmış bir sıfat olan “kozmik” kelimesi lügata göre, “kâinatla ilgili” manâsındadır. “Bilim” kelimesi için de, birbirine manâ bakımından yakın çok sayıdaki tariften, sadece bir tanesini kısaca şöyle nakledebiliriz:
Bilim; 1.Evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi. 2. Türlü duygusal yaşantıların mantıkça bir örnek düşünce dizgesine uydurulması için gösterilen çabalara verilen ad.” (http://www.teknolojide.com/bilim-nedir_4893.aspx sitesine göre).
Bu tarifin yer aldığı internet sitesinde, başlıca bilim dalları: Astronomi ve Fizik – Kimya – Matematik ve Geometri – Tıp – Biyoloji – Sosyoloji – Siyaset bilimi – Psikoloji – Antropoloji olarak bildirilmekte; bilimlerin sınıflandırılması da şöyle yapılmaktadır: 
 Konu ve kullandıkları yöntemlerine göre;
Formel Bilimler: Duyularımızla kavrayamadığımız, zihinsel olarak düşüncede var olduğunu kabul ettiğimiz ilke ve sembolleri konu edinen; genelleme ve tümdengelim yöntemlerini kullanan; Matematik, Mantık…
Doğa Bilimleri: Doğayı, doğada yer alan varlıkları ve olayları inceleyen ve tümevarım yöntemini kullanan ve doğa yasalarını bulmaya çalışan; Fizik, Kimya, Biyoloji, Astronomi, Jeoloji …
İnsan Bilimleri: İnsanı; insanın tarihsel, kültürel, toplumsal dünyasını konu edinen hem tümevarımı hem tümdengelimi kullanan; Tarih, Antropoloji, Psikoloji, Sosyoloji, Siyaset Bilim, Dil Bilim…
Konu, yöntem ve ulaştıkları sonuçlarına göre;
Rasyonel Bilimler: Akla mantığa dayalı, ideal varlığı konu alan bilimler: Matematik, Mantık …
Normatif Bilimler: Sonuçlarında yönlendirici kurallara ulaşan bilimler: Hukuk, Mantık, Siyaset Bilim…
Pozitif Bilimler: Konularını deney yöntemi ile araştıran bilimler: Fizik, Kimya, Biyoloji, Psikoloji, Sosyoloji…
Yukarıda nakledilenlerden de anlaşılabileceği gibi, kâinatla ilgili (kozmik) bilimlerin sayısı çok olduğu halde, onu “kozmik bilim”adı altında tek bir bilim gibi göstermek mümkün olabilir mi; böyle gösterilmeğe çalışılırsa bu, “cumhur-u ulema” tarafından kabul edilebilir mi, “cumhur-u ulema” tarafından kabul edilemezse reddi gerekmez mi, “kozmik bilim” adı altında müstakil bir bilim, ilgili “cumhur-u ulema” tarafından kabul edilmemiş olduğu halde, başına “kozmik” kelimesi getirilerek adlandırmak suretiyle bahsedilen bu “bilim”in (?) kavramları ve öğretileri kabul edilebilir mi ?
Kur’an-ı Kerim’de “her şeyin Allah’ı tesbih ettiği”ne dair müteaddid (çok sayıda) âyetler vardır. Çok sayıda âyet buna vurgu yaptığına göre, “tesbih” kelimesinin manâsını iyi anlamamız gerekmektedir. Birkaç kişilik bir özel sohbette buna kısaca dikkati çekerek,  “lisan-ı kal” (konuşma lisanı) ve “lisan-ı hal” (hal lisanı) olmak üzere iki lisan bulunduğunu , yalnız insanlar değil; insan gibi konuşabilmek lisanı olmayan hayvanlar, bitkiler ve cansız tüm varlıklar da Allah’ı tesbih ettikleri âyetlerle söylenen  “Her şey”kelimesinin manâsına dahil olduğundan; konuşmak lisanı olan insanların hem “hal lisanları” ile (Allah’ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatlarının tecellilerini iradelerine bağlı olmadan çalışan vücudlarında) göstererek, hem de “konuşma lisanları” ile Allah’ı tesbih edebilecekleri;  konuşmak lisanı olmayan canlı-cansız tüm varlıkların ise, yalnız “hal lisanları”yla Allah’ı tesbih ettiklerini, yani Onun varlığının, birliğinin, isim ve sıfatlarının tecellilerini “hal lisanı”yla kendilerinde gösterdiklerini ve Onun noksan sıfatlardan uzak olduğunu ilan ettiklerini söylediğimde, bu sözlerimin oradaki muhataplarından emekli bir vaiz olan ve haftada dört gün fahrî olarak vaizliğe devam eden bir zatın; “-Her şey, canlıdır..” şeklinde bir iddiada bulunarak, bu iddiasında ısrar etmesi, hayretimi mucip olmuştu.
“Canlı”; “hayat sahibi” demektir. Bunun aksi; “ölü”dür. “-Her şey canlıdır..” iddiasında ısrar etmek, aslında hayatın en büyük gerçeği olan ve hergün yaklaşık üçyüzbin insan ve ayrıca onlardan çok daha fazla hayvan ve bitkinin delilini verdiği, Kur’an’da ve hadiste de çok defa bahsedilen “canlıların ölümü”nü yok saymak (Hâşâ) gibidir. İnsanın ruhunun ölümü yoktur; fakat cesedinin ölümü ve Haşir’de ruhlara yeniden ceset giydirilmesi vardır. “Her şey canlıdır” sözü, insanların cesedleri de “Herşey”e dahil olduğundan, o da canlıdır manasına gelir. İnsanın cesedi de canlıysa, o cesedlerin toprağa gömülmesi için mezarlıklar niçin vardır ve insanlar en yakınını, en sevdiğini bile 1,5 metre derinliğindeki bir çukura koyup üzerini toprakla doldurmakla, cahiliyet devrindeki gibi bir canlıyı diri diri gömmüş mü olmaktadır?
Israr ettiği iddiasının, biraz derin düşünülürse ne gibi aykırı manâlara da gelebileceğini iyi düşünmemiş ve “maksadını aşan” bir söz ve iddiada bulunmuş o muhterem vaizin bu yanlış anlamasını belki gidermek imkânı olabilir diye, bu iddiasının dayanağını sorduğumda da;
“-Kadızâde adlı zatın, Arapça  bir eserinde böyle yazıyor.” cevabını almıştım.
Belki o eser kendisinde bulunan ve Arapça da bilen birisine, Kadızâde ismiyle maruf o merhum zatın o kitabında yazdığından bahsedilen cümleyi sormak imkânım olabilir diye düşünerek, kitabın ismini de yazmasını isteyince, onu yazıp bana verdi: “Fevâidü’l-fevâid fî ahkâm’ül-akaid”. O zat kitabında, bazılarının “-Herşey canlıdır” iddiasında bulunmasına sebeb olacak ne yazmış, bunu araştırıp soruşturmadan bir şey diyebilmem elbette mümkün değil; fakat, o vaizin bana söylediği gibi, bilhassa vaazlarında hem “cumhur-u ulema”ya ve hem de ondan daha mühim ve öncelikli olarak, biraz derinine inilince, âyet ve hadise bile manâ bakımından uyumu açık olmayan bir şeyi kimseye söylememesini temenni ediyorum.
Bir imam-hatip de, vaaz kürsüsünde cemaatine vaazında, Peygamberimiz’in (s.a.v.) sünnetlerinin hikmetli yönlerinin de bulunduğuna misaller verirken önce; “Gece yatmadan önce, odanızdaki ateşi söndürünüz” hadisinin hikmetine isabetli bir şekilde dikkati çekmişti ve kış günleri soba zehirlenmeleri ve yangınların sebeblerinden birinin bu hadise uymamak olduğunu söylemişti. Fakat bunun ardından; “Bir şey içerken, içtiğiniz kaba nefesinizi vermeyiniz” hadisinin hikmetinden bahsetmeğe teşebbüs edince, bu mevzuyla ilgili ”cumhur-u ulema”nın kabulünden çok uzak şeyler söylemişti:
“-Bir şey içerken, içtiğiniz kaba nefesinizi niçin vermemelisiniz? Çünkü verdiğiniz nefeste karbon dioksit vardır (burası doğru); fakat bu karbondioksit, içtiğiniz şeyin içinde karbon monoksit olur ve siz asit içmiş olursunuz, asit.. (yanlış)” (!) dedi.
Maksadımız asla, din hizmeti veren görevlilerimizi küçümsemek ve halk nazarında küçük düşürmeğe çalışmak değildir; ancak böyle durumları sadece sükutla geçiştirmek yerine, yanlışın devam etmemesi, tekrarlanmaması ve daha iyisinin olabilmesi için müsbet manâda söylenmesi gerekenleri, efkâr-ı umumiye önünde de olsa, uygun bir üslupla söyleyebilmektir.
Peygamberimiz’in (s.a.v.) kısaca; “Aldatan bizden değildir” sözüyle özetlenebilecek bir hadisi vardır. Bugünün ticaret hayatında ise, maalesef bu hadise aykırı olarak, “aldatmak sanki ticaretin bir kaidesiymiş gibi davranan” çok kişi bulunmaktadır.
Buna dair verilebilecek çok misallerin en basitlerinden biri de, yumurta satan dükkanlarda son zamanlarda çok rastlanan şekilde, kabuğu koyu renkli yumurtaların etiketine “köy yumurtası” yazılarak, onlara kabuğu beyaz renkli yumurtalardan daha yüksek bir fiyatın konulmuş olmasıdır. Bunu gördüğüm alışveriş yerlerinde, köy yumurtasının kabuğunun koyu renkli, köy yumurtası olmayanın kabuğunun beyaz olacağı şeklinde (ilgili “cumhur-u ulema”nın kabul ettiği) gerçek bir bilginin olmadığını, tavukların çeşitli cinslerinin ve bu tavuk cinsleri arasında kabuğu koyu renkli yumurtlayanların da olduğunu, kabuğu koyu renkli yumurtaya “köy yumurtası” yazarak yüksek fiyat koymanın müşteriye yalan beyan ve onu aldatmak olacağını söylüyorum.
Bazı satıcılar;
“-Bu yumurtalar bize de öyle geliyor” diyerek, etiketini hiç değiştirmeden, o  yalan beyan ile aldatmaya devamda kendilerince mahzur görmüyorlar; bazıları ise, üzerine “köy yumurtası” yazısını koymadan, belki de müşteri sorarsa o şekilde cevap vererek, sanki kabuğunun beyaz değil de esmer renkli oluşu ayrıca bir değer ifade ediyormuş gibi,  yumurta kabuğu renk farkını müşteriden almağa devam ediyorlar.
Helal gıda konusu ile ilgilendiğimi öğrenenlerden, şu soru da bana çok defa sorulmuştur:
“- Yemeklik ve kahvaltılık margarinler, domuz yağı katılmak suretiyle katı hale getiriliyormuş; bu doğru mu?”
Bunu ilk defa kim ortaya atmış ve hangi delile dayanarak söylemiş bilmiyorum ama, gerçekle ilgisi yoktur.
Yemeklik ve kahvaltılık margarinler yerine, katı yağ olarak tereyağ elbette tercih edilmelidir; fakat bu sağlık bakımından böyledir; sıvı yağların domuz yağı ile katılaştırılmasının yapılması şeklinde bir işlem ise, yoktur.  Yemeklik sıvı yağlar, moleküllerindeki bazı karbon atomlarında çifte bağlar ihtiva ederler; hidrojenasyon (hidrojenleme) ile bu yağ moleküllerine hidrojen katılmak suretiyle çifte bağlar yok edilerek, sıvı yemeklik ve kahvaltılık yağlar katılaştırılmış olur.
Helal gıda hassasiyeti için bile olsa, bunun gibi halk arasında yayılmış her söze, doğruluğunu araştırmadan inanmamak gerekir.
Bir kişi kendisinin doktor olduğunu iddia etmesiyle doktor, eczacı olduğunu iddia etmesiyle eczacı, mühendis olduğunu iddia etmesiyle mühendis, öğretim üyesi olduğunu iddia etmesiyle öğretim üyesi, profesör olduğunu iddia etmesiyle de profesör vb sayılmaz ve öyle kabul edilemez. O iddiasının delilinin ve itiraz edilemeyecek dayanağının olması gerekir. Yurtdışında yapılan tahsillerde elde edilen diplomaların Türkiye’dekilere muadeleti (eşdeğerliği) bunun için ilgili resmî kurumlar tarafından müşkülpesentlik sayılacak bir titizlikle araştırılır. Dünyanın en meşhur ve en eski üniversitelerinden Kahire’deki “El-Ezher İslâm Üniversitesi”ni bitiren çok kişinin diplomalarının yakın zamanda, bilhassa 28 Şubat postmodern darbesi sonrasında Türkiye’deki ilahiyat fakültelerine muadeleti kabul edilmemiş ve onlar ilahiyat fakültesi mezunu sayılmayarak, mağdur edilmişlerdir.
Lisans eğitimi seviyesinde Türkiye’dekinden daha aşağı seviyeyi Türkiye’dekine muadil (eşdeğer) saymamak mevzuunda bu derecede  müşkülpesentlik gösterilirken, SSCB’nin dağılması sonrasında Azerbeycan gibi ülkelerden para ile satın alınabilen doktora, doçentlik, profesörlük belgelerine karşı, Türkiye’deki ilgili kurum tarafından sıkı murakabe ve Türkiye’de elde edilmiş emsallerine eşdeğerlik arayışının titizlikle gösterilmemesi ise, Türkiye’nin bu konudaki büyük tezatlarından biri olmaktadır.
Akademik  sahada da, tüm akademik unvanların konuyla ilgili “cumhur-u ulema”nın kabulüne bağlı olması, yani “Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliği”ni hazırlayan ve kabul eden yetkililerin koyduğu kıstasların gerktiği şekilde uygulanarak kabul edilmesi gerekmektedir.
Üniversite öğretim üyeliği; yardımcı doçentlik, doçentlik ve profesörlüktür.  Yardımcı doçentlik ve profesörlük, üniversitede bununla ilgili bir kadroya tayinle alınabilecek akademik unvanlardır. Profesörlerin, üniversitede görevli olmadığı halde bu unvanı kullanabilmesi için de,  yönetmeliğe göre, üniversitede profesörlük kadrosunda en az üç yıl görev yapmış olması gerekir. Yardımcı doçentlik akademik unvanı ise, üniversitede bununla ilgili kadroda çalışılmadığı durumlarda kullanılamaz.
Bunların denetimi Türkiye’de “Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK)” tarafından yapılmadığı için, bilhassa Azerbeycan’ dan parayla satın aldıkları akademik unvanlarıyla halkımızın nazarında sağladıkları itibarla, bazıları siyaset, ticaret ve eğitimle ilgili alanlarda haksız kazançlar elde etmektedirler ve Türkiye’de buna mani olması gereken yetkili kurum, bu konuda yıllardır maalesef pasif kalmaktadır.
Türkiye’de “Rekabet Kurulu” adlı bir kurul vardır ve bu kurul, aldatıcı reklam yapanlara ağır para cezaları verir. “Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliği”ni hazırlayan ve kabul eden, uygulanmasını da ciddiyetle takip ve murakabe etmesi gereken “Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK)”, yurt dışında para ile satın alınmış profesörlük belgeleriyle Türkiye’de siyaset, ticaret ve diğer alanlarda faaliyet gösterenlere; “-Sen bu profesörlük akademik unvanını Türkiye’dekine eşdeğer olarak Yüksek Öğretim Kurumlarında veya o kurumların dışında kullanabilmek için gerekli şartları taşıyor musun?” diye sorgulayacak ve bu sorgulaması neticesinde gereğini yapacak şekilde, maalesef faaliyet göstermemekte ve murakabe vazifesini yapmamaktadır.
“Canlılık” özelliği ile ilgili olarak burada bahsedilebilecek diğer bir misal de, medyatik olmuş bir Japon’un suyun canlı olduğuna dair iddiasıdır.
Biyoloji bilimi, dünyada bitkilerin, hayvanların ve insanların “canlı” olduklarını ve bunların dışındakilerin “cansız” olduklarını bildirir. Dinî kaynaklarımız ise, âhirette tüm varlıkların biyoloji biliminin kabul ettiği dünyadaki canlı varlıklar gibi “canlı” olacaklarını bize bildirir. Su, en mühim kimyasal bileşiktir; fakat, halen biyoloji biliminin “cumhur-u ulema”sı  tarafından dünyadaki “canlı” varlıklardan kabul edilmemektedir.
Buna rağmen, aslında bir “sosyal bilimci” ve “alternatif tıp” konusunda doktora yapmış olan Japon Dr.Masaru Emoto, “suyun dünyada da canlı varlıklardan olduğunu” ısrarla iddia ediyorsa, yıllardır bu iddiasıyla ilgili olarak sadece popüler mahiyette kitap yazmak, web sitesinde kitabının reklamını yapmak ve bu konuyu ilgi çekici bulanların davetleri üzerine konferanslar vermekle kalmak yerine; iddiasını ilgili “cumhur-u ulema”ya (söz ve reyleri muteber biyoloji âlimlerine) kabul ettirmeye de çalışması gerekirken bunu yapmamakta, söylediklerini ilgi çekici bulanlara kitabını satmakta ve konferanslar vermektedir.
Suyun canlı olduğuna dair iddiasının bid’at olmaması, reddedilmemesi için, dünyadaki en büyük biyoloji âlimlerinin katıldığı uluslararası biyoloji kongrelerinde ya “canlılık” tarifini değiştirtmeli veya suyun da mevcut tarife göre “canlı” olduğunu kabul ettirebilmelidir.
‘Sudaki Mucize’, ‘Suyun Bilinmeyen Gücü’, ‘Sudaki Gizli Mesajlar’, ‘Su Müzik Dinliyor’, ‘Aşkın Şekli’ adlı kitapları ve ‘Ne Biliyoruz ki?’ isimli filmle ünü tüm dünyaya yayılan Dr. Masaru Emoto,  “5. Dünya Su Forumu”nun İstanbul’da yapıldığı 2009 yılında özel bir kolejin sponsorluğunda konferans vermek üzere Türkiye’ye de davet edilmiş ve kendisiyle yapılan bir röportaj 28/3/2009 tarihli Günaydın gazetesinde yayınlanmıştı.  Bu röportajında Dr. Masaru Emoto; suya iyi davranmamız gerektiğini, böylece daha sağlıklı ve sevgi dolu bir dünya kurulabileceğini, kendisinin sattığı iyi, güzel ve şefkatli davranılmış suları içenlerin hastalıklarının iyileştiğini, fakat tıp alanındaki bilim adamlarının bunun doğruluğunu onaylamadığını, çünkü o zaman kendi işlerine son verilmiş olacağını, suyun da insan gibi duygulara sahip olduğunu düşündüğünü, vücudumuzda görmediğimiz suyu hayal ederek ona şükranlarımızı sunmamızın ve onun hakkında iyi düşünmemizin sağlığımız için de faydalı bir yol olacağını, söylenen kelimelerin titreşim enerjisinin suya tesir ettiğini, kendi ülkesi olan Japonya’da ona karşı olan bir grup olduğunu ve o gruptaki bilim adamlarının kendisinin çalışmalarını yıpratmaya çalıştıklarını, çünkü yenilikten ve birilerinin öne çıkmasından hiç hoşlanmadıklarını, halkın büyük ilgisini görmesine rağmen bilim çevresi ve bunlardan da ağırlıklı olarak sağlık gruplarının maalesef kendisini desteklemediklerini, bunun sebebinin de biraz önce bahsettiği gibi kendi pozisyonlarını korumak istemeleri olduğunu, bilim çevresi ile uyuşamama sebebinin; onun yaptığı şeylerin üç boyutlu ifade edilememesi olduğunu, yaptığının ruh gibi, hayalet gibi fiziksel bir şey değil; olmayan bir şeyin resmini çekmek ve olmayan bir şeyi göstermek olduğunu; dolayısıyla bunu rakamsallaştıramadığı için bilim adamları ile tartışamadığını ve farklı boyutlarda düşündüklerini, Almanya-İsviçre sınırında soğuk füzyon deneyi yapıldığını ve o deney ispatlandıkça ona az da olsa destekte bulunan bilim adamlarının söylemleriyle onun şu anda tüm bu anlattıklarının altyapısını hazırladığı halkaya tam oturacağını, şimdi sadece altyapıyı oluşturduğunu, kıyamete yakın da  dünyanın döneceğini ama güneşin ters taraftan doğacağını, İslam’ın bu “teori”sini kendisinin doğrulayabileceğini, günde bir litreye yakın su içtiğini, içmeden önce ömrünün 50 senesini suyun ne kadar önemli bir nimet olduğunu bilmediği ve onu gözardı ettiği için sudan özür dilediğini ve ona teşekkür ettiğini, araştırmalarından sonra suyun gerçekten Allah’a giden bir yol ve onun bir mesajcısı olduğunu anladığını, Şintoizm (Japon milli dini) ile Müslümanlığın birbirine benzediğini (aslında hiç benzemez), Allah’ın 99 adını gösterdiği kristallerin çok güzel olduğunu ve tam kendisinin  düşündüğü gibi  şekiller oluştuğunu ve bunun üzerine “Aslında İslam ile ilgili bir adam mıyım, İslam’ın bana mesajı mı var ve İslâm onu kendine mi çekiyor?” gibi düşüncelere kapıldığını (İnşallah Müslüman olur.), yakında Suudi Arabistan’da bir kitabının  yayınlanacağını, Esma-ül Hüsna’yı suya göstereceğini ve oluşacak kristallerin fotoğraflarını çekeceğini söylemektedir.
Onun röportajında bu söylediklerinin tümü doğru olmadığı gibi, tümü de yanlış değildir; bahsettiklerinden, ilgili “cumhur-u ulema”nın doğru kabul ettiklerine ancak doğru denilebilir. Bazılarının ve laik eğitim sistemi ders kitaplarının “Tabiat Kanunları” dediği “ Âdetullah Kanunları”na göre, onun bazı deneyleri,  sözleri ve iddiaları ile ilgili olarak, ilgili “cumhur-u ulema”nın kabul edebileceği ve daha önce bir makalemde bahsettiğim şunlar da söylenebilir:
“İmanî  hakikatler” ve “Bilimsel gerçekler”, aslında birbirlerine aykırı değildir; uyum halindedir ve birbirini destekler. Gerçek bilim, “âdetullah kanunları”dır.  Bunlara saygı duymalıyız. Neyin imanî bir delil olabileceğine, doğru karar verilmelidir. İmanî bir meselede, zayıf ve reddedilebilir bir delil gösterilemez. Gösterilse, hem o iman davasına hem de o delili imanlarına dayanak yapmağa çalışmış insanlara, belki bilmeyerek zarar verilebilir. Mucizeler ve kerâmetler olabilir, fakat bunlar istisnaî hallerdir; Allah’ın (c.c.) peygamberlerine ve evliyalarına ikramı olan Âdetullah Kanunları’ndaki bu istisnalar, genel kaideyi bozmaz.
“Bir çadır kurdum; gelin bu çadıra girin..” diyerek, pek sağlam olmayan bir direkle kurulan bir çadıra  iyi niyetle de olsa bir davet yapılsa, bu iyi niyetli davete uyarak çadıra girenler yıkılabilecek olan o çadırın altında kalmak tehlikesinde bulunsalar, baştan bu tehlikeyi ikaz etmek icap eder.
Dr.Masaru Emoto adlı bir Japon, suyun donarak buz haline gelişinin mikroskop altında çektiği fotoğraflarını kendine göre yorumlayarak, dünya basınına sansasyonel bir haber olarak vermiş; web sitesine koyduğu fotoğraflarla ve 2002 de yayınladığı bir kitapla da ilgi çekmeye çalışmıştır. O tarihten beri onun yorumlarına bizim basınımızda da hakikaten imanî bir delil gibi, tekrar ile yer verildiği dikkati çekmektedir.  Dr.Emoto’nun gerçek niyeti ne olursa olsun, suyun değişik ses etkileri altında buz haline gelişiyle ilgili çektiği fotoğrafları yorumlamasındaki bazı yanlışlarına dikkati çekmemiz icap ediyor. Aksi halde, yukarıda misalini verdiğimiz pek sağlam olmayan direkle kurulmuş bir çadırın çökmesi gibi, ileride verebileceği manevî zararlara bilerek kayıtsız kalmış oluruz.
1 – Önce, “Su kristali” ifadesi kullanılmaz; suyun katı hali için “Buz” kelimesi kullanılır. Su, H2O formülündeki moleküllerden meydana gelen maddenin sıvı halinin adıdır.
2 – “Canlı” olmak ne demektir? Bunun tarifini göz önüne alıp, eğer bu tarife uyuyorsa, suyun canlılar gibi davrandığını söylemek lazımdır. Âhirette her şey canlı olacak; taşlar bile konuşacaktır. Fakat bu dünyada öyle değildir. Biyolojiye göre canlılar, bitkiler, hayvanlar ve insanlardır. En basit canlılar olan bitkilerde, canlılığının sebebi olan “hayat” vardır; hayvanlarda ve insanlarda ise ayrıca,  hayattan başka canlılık özellikleri de bulunur.
3 – “Su molekülleri ve atomlarının bir insan duyarlılığına sahip olduğu” iddiası da doğru değildir. Kendisinde hayat bile olmayan su, nasıl en mükemmel canlı olan insan gibi duyarlı davranabilir?  İnsanların sözünden etkilenmeyen çok sayıda insan bulunduğu halde ve hemcinslerini etkileyebilmek insanlar için bile özel kabiliyet, ilim ve sanat olduğu halde, cansız su moleküllerinin insanların sözünü duyması, anlaması ve etkilenmesi nasıl mümkün olabilir?
4 – “Su molekülünün manyetik alanının havadaki ses dalgalarından etkilendiği” iddiası da yanlıştır. Manyetik alanlar, havadaki ses dalgalarından etkilenmezler .
– “-Peki, su moleküllerinin donarken değişik buz yapıları meydana getirmelerine değişik seslerin etkisi ne olabilir?”diye sorulacak olsa, bunun cevabı kimyacılar için çok basittir:  Kimyacıların ayırma ve saflaştırmalarda çok kullandıkları“kristallendirme” işleminde, iyi bir kristallendirmenin (yani katının, saf halde sıvıdan ayrılması işleminin) yapılması istenen sıvının, hareketsiz olmasının temine çalışılır. Kristallenme sırasında, molekül veya iyonlar birbirine eklenerek “katı kristal yapısı”nı meydana getirirler. Sıvıdaki hareketler ve dalgalanmalar, o sıvıdaki molekül ve iyonların hareketlerine tesir ederek, katı kristal yapılanmasının meydana getireceği katı şeklini değiştirebilir. Havadaki değişik ses frekanslarının ses şiddetlerinin sıvı yüzeyinde meydana getirebileceği mekanik etki ve bunun neticesinde de sıvı kütlesindeki dalgalanmalar farklı olabileceğinden, o sıvıdan teşekkül edebilecek katı kristallerinin şekilleri de tabii ki, farklı olur. Suyun donarken farklı seslerin etkisinde farklı şekilli buz kristalleri meydana getirmesi meselesinin sebebi ve yorumu, Dr.Emoto’nun dedikleri gibi değil; bundan ibarettir.
Her şeyin Allah (c.c.)’ı tesbih ettiği ve hal lisanları ile bir nevi duada bulundukları hakikatinin açıklanması ise, ayrı bir mevzudur ve Dr.Emoto’nun söyledikleri ona delil olamaz.
Allah’ın (c.c.) varlığına, birliğine, kudretine, isim ve sıfatlarının çeşitli tecellîlerine kâinatta ve onu inceleyen fenlerde ve tabiat bilimlerinde sayısız deliller varken; Dr. Emoto’nun söylediklerini, meselenin gerçeğini bilenlere de sorup araştırmadan, bilhassa Müslüman medyasında gerçek ve çok mühim bir imanî delilmiş gibi sık sık bahis konusu etmeğe lüzum yoktur.
Yukarıda verilen çeşitli misallerle;
“Bir fikre davet, cumhur-u ulemânın kabulüne vâbestedir (bağlıdır). Yoksa davet bid’attır, reddedilir.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri) hakikatine dikkat çekilmeye çalışılmıştır.
Bu mühim konuyu, “İslâm’da zaruret meselesi”yle ilgili doğru hükümlere ve “Zaruretler mahzurları mubah kılar”(Mecelle)kaidesine aykırı olarak; “Meşrubatta alkol yerine kullanılabilecek bir madde bulunamadığı takdirde, alkol kullanılabileceğine” dair, ülkemizdeki helal gıda ile ilgili bir platformda yakın bir geçmişte iki kişinin ilan edilen yanlış fetvasının da, teferruatına girmeden çok kısa olarak, ilgili “cumhur-u ulema”nın kabul edemeyeceği için reddedilmesi gerektiğini söylemekle tamamlıyorum.
Prof. Dr. Mustafa Nutku
www.NurNet.Org

Çocuklarımıza mühim gerçekleri anlatmalıyız..

Şimdiye kadar, laik eğitim sisteminde ilköğretimin ilk sınıflarından itibaren, Rabbimizi bize tanıtan üç büyük ve küllî muarriften (tanıtıcıdan) birincisinin; “Kâinatın Büyük Kitabı” olduğunu anlatmak ihmal edilmiştir. Bunun aksine, maalesef La Fontaine gibi batılı bazı yazarların gerçekleri saptıran masalları ile, çocukluk çağından itibaren nesillerimiz, aklını en iyi şekilde kullanabilmekten mahrum yetiştirilmeye çalışılmıştır.
Halbuki, “Kâinatın Büyük Kitabı“nı okumayı bilmeyen La Fontaine gibi kişiler, o masal kitaplarında yanlış mesajlar vermişlerdir. Yanlış mesajların verildiği La Fontaine masallarından biri de, “Ağustos böceği ile karınca” masalıdır. Güya Ağustos böceği tembelmiş, hep saz çalarmış; karınca ise çalışkanmış, hep buğday toplayıp depo edermiş. Bu sebeble, kışın Ağustos böceği yiyecek bulamayıp karıncaya muhtaç olurmuş. Bu masalın hakikatle hiç alâkası yoktur. “La Fontaine’in bu masalındakinin aksine, Ağustos böcekleri, kışa ulaşamadan ölürler; dolayısıyla da karıncaya muhtaç olmazlar.

La Fontaine tarafından masalında takdirkâr bir ifade ile bahsettiği karıncanın bir yaz boyunca toplayıp depoladığı buğdaylar ise, onun bütün bir kış yiyebileceği buğdaydan çok çok fazla olduğundan, karıncanın yaz boyunca buğday toplayıp kış için onları depo etmesi La Fontaine’in masalında vermeye çalıştığı yanlış mesaj gibi, karıncanın medhedilmek sebebi değil; tam aksine, hırsından ve istifçiliğinden dolayı ancak tenkit edilmek sebebi olabilirdi. 

Hem Ağustos böceğinin yaz aylarının belli bir zaman diliminde gece boyunca sürekli ses çıkartması, onun “haylazca saz çalması”na kesinlikle benzetilemez. Kur’an-ı Kerîm’de muhtelif sûrelerde “her şeyin Allah’ı tesbih ettiği” vurgulanarak tekrarlanıyor. Canlı-cansız her şey, maddenin en küçük parçası olarak bilinen kuvarklardan, en büyük galaksilere kadar, “hal lisanları” ile Allah’ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatlarının kâinattaki akislerini ilan ederken; “hal lisanı”ndan başka “kal lisanı” (konuşma lisanı) da olan insanların bazıları, akıl ve iradelerini iyi kullanmak suretiyle ve Ağustos böceği, bülbül ve diğer bazı hayvanlar da insanlar gibi akıl ve iradeleriyle olamasa da “fıtrî ibadetleri” halindeki “kal lisanları” ile Allah’ı tesbih ederler. Fakat İsrâ Sûresi 17/44. ayetinde denildiği gibi, insanlar onların Allah’ı bu tesbih etmelerini, yani Allah’ın noksan sıfatlardan uzak olduğunu ilan etmelerini anlamazlar.

Çocuklarımıza La Fontaine masallarının saçmalıklarını değil; bu mühim gerçekleri anlatmalıyız.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU
www.NurNet.Org

Farz olan ilim hangisidir?

İlim öğrenmenin farz olduğu hakkında, hadis kitaplarında hadisler vardır. Bu hadislerden bazıları şunlardır:

Hz.Hüseyin (r.a.), Peygamber Efendimizin şöyle buyurduklarını rivayet etmiştir:

İlim öğrenmek her Müslüman üzerinde farzdır.” (İbni Adiyy’in el-Kâmil’i ve Beyhaki’ninŞi’bü’l-İman’ından)

Hz. Enes (r.a.), Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduklarını rivayet etmiştir:

İlmi öğrenmek her Müslüman’a farzdır. Şüphesiz ilim öğrenen için denizdeki balıklara varıncaya kadar her şey Allah’tan bağışlanma diler .” (İbnü Abdi’l-Berr’in el-İlm’inden)

İbni Ömer (r.a.) rivayet ediyor:

Âlim olmayan veya ilim öğrenmeye çalışmayan, bizden değildir.”

(Deylemî’nin Müsnedü’l Firdevsinden)

Hz. Enes (r.a.), Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduklarını rivayet etmiştir:

İlim öğrenmek, her Müslüman üzerine farzdır. İlmi lâyık olmayana öğreten, domuzun boynuna yakut, inci ve altın takan kimse gibidir.” (İbni Mâce, Mukaddime: 17)

Farz olan ilmin hangi ilim olduğu, ilmin öğretilmesine lâyık olmayanın kimler olduğu mevzuunda da  hadis kitapları açıklamalarda bulunmaktadır. Şöyle ki:

Müslümanların dinî vazifelerini bilmeleri ve ibadetlerini doğru yapabilmeleri için bilmeleri gereken ilmi öğrenmeleri onlara farzdır. Bunun yanında, ruhî bakımdan tekamül edebilmesi ve bilhassa iman esaslarına dehşetli hücumların yapıldığı bu âhirzamandaki manevî tehlikelere karşı imanını muhafaza edebilmesi için gereken iman ilmine de sahip olmak, her Müslüman’a farz hükmünde görülmektedir. İlk bahsedilen farz ilme kısaca “ilmihal” denilir (Türkiye’de bugünün halk dilinde ve yazı dilinde bu kelime ekseriya “ilmihal” şeklinde kullanılmakta ise de, asıl yazılışı “ilm-i hâl”dir).

İlm-i hâl: Bir Müslüman’ın günlük yaşantısında lâzım olan, kul-Allah, kul-kul ilişkilerini düzenleyen ve herkesin bilmesi gerekli olan bilgileri içeren ilim.” (Fıkıh ve Hukuk Terimleri, Prof.Dr.Mehmet Erdoğan, Ensar Neşriyat, 2005).

Bu ilmin kaynağı Kur’an ve hadistir. Sahih ilmihal kitapları,  ehli sünnet akidesine bağlı dört hak mezhebin müctehid imamlarının Kur’an ve hadise dayanarak yaptıkları ictihadlarla, her müslümanın müracaat edebileceği ve istifade edebileceği şekilde hazırlanmış İslâmı doğru anlamak ve yaşamak rehberleridir.

Kur’an, onun tefsiri, açıklamalı hadisler ve ilmihal gibi kitaplar varken, bazıları herhangi bir faninin yazdığı çok daha değersiz bir kitaba “Başucu kitabım derler; onu daha çok okurlar, onun reklamını yaparlar ve bu halleriyle, “en iyiyi seçerek okumak” yapmayışın bariz bir örneğini verirler. 

Daha önce de bu yazılar arasında kısaca bahsedildiği gibi, Müslümanlar arasında, kendisine farz olan ilmihalini bilmeyen, onu öğrenmeye çalışmayan, bu ilmi bilmenin kendisi için lüzumu ve ehemmiyetinden bile habersiz, İslâm’ı çeşitli yanlışlar yaparak yaşayan maalesef çok kişi bulunmaktadır. Bunun tipik örneklerinden biri olarak tanıdığım bir mühendis, Müslüman olmasına ve namaz, oruç vd gibi İslâm’ın gereklerinin çoğunu da yapmasına rağmen, yıllarca çalıştığı bir devlet kurumunda müdürlüğe kadar yükselip emekli olduktan sonra, bir vesile ile ona evinde hangi ilmihal kitabının olduğunu sorduğumda, cep telefonundan hanımını arayarak, evlerinde ilmihal kitabı olup olmadığını sorması beni hayrete sevk etmişti. Evlerinde ilmihal kitabı olup olmadığını bile bilmeyen bir Müslüman’ın  İslam’ı doğru anlamak ve yaşamak hususunda rehber eksikliği olmaz mıydı?

İngiltere’ye geçici görevle giderken yanıma aldığım az miktardaki eşyalarımın arasına o zaman bu alanda Türkiye’de satıştaki tek ciltlik en mühim eser olan Ömer Nasuhi Bilmen’in “Büyük İslâm İlmihali”ni de koymayı ihmal etmemiştim. Gayrimüslim bir ülkede İslâm’ı yaşamakla ilgili bir meseleyle karşılaşınca o ilmihale  bakıyordum. Fakat oradaki çeşitli ülkelerden gelmiş Müslümanlardan görüştüklerimden bazılarının, kendi ülkelerinde her Müslüman’ın bizzat müracaat ederek fıkhî meselelerini öğrenebilecekleri ilmihal kitaplarının bulunmadığını, sadece âlimlere hitap eder şekilde yazılmış fıkıh kitaplarının bulunduğunu, Müslüman halkın fıkhî meselelerini ancak o âlimlerden öğrenebildiklerini söylemeleri ve Türkiye’deki duruma gıpta etmeleri de kayda değer bir hatıram olmuştu.

İlmihalini bilmeden kendi kendine dinî mevzularda hüküm vermeğe çalışmanın garabetini ve yanlışlığını, 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra, kızların başörtüsü ile okula devamına darbe yönetimi tarafından yasak getirildiği ve bu mevzuda büyük sıkıntıların yaşandığı dönemde, ilk YÖK başkanının bu mevzuda kendine göre Müslümanlığıyla şöyle “içtihad”(?) yapmaya çalıştığında gazetelerden okumuştuk:

 “-İlim öğrenmek, her Müslüman’a farzdır. Kız öğrencilerimiz ‘başörtüsü de farzdır’ diyerek üniversiteye başörtülü olarak devam etmek istiyorlarsa, iki farzdan birini tercih etmeleri gerekiyor. Bana göre (?) ilim öğrenmek farzını başını örtmek farzına tercih etmeleri daha uygun olur.”

Sevabıyla ve günahıyla ahret âlemine göçmüş o eski YÖK başkanıyla ilgili hüküm elbette Allah’ındır; bu mevzuda biz bir şey söyleyemeyiz; fakat hekimlik mesleğinde başarılı olduğundan bahsedilmesine rağmen, bu “şahsî” fetvasında isabet ettiği söylenemez.

Dinî kitaplarda yazılı olduğu gibi, doktorluk, eczacılık, diş hekimliği, avukatlık, çeşitli branşlarda ve seviyelerde öğretmenlik vb.. dünyevî mesleklerle ilgili ilimleri öğrenmek, ilmihal ve iman ilmi gibi “farz-ı ayn” değil;  “farz-ı kifaye” hükmündedir ve Müslümanlardan bir kısmının bu meslekler için gerekli ilimleri öğrenmeleri ve öğrendikleri ilimler ile bu meslekleri icra etmeleri, diğer Müslümanları o meslekler ile ilgili ilimleri öğrenmek farzından muaf hale getirir.

Hem de o mesleklerin, mutlaka başörtülü kızlar ve kadınlar tarafından icrası da dinî bakımdan gerekmez. Şimdi okullarda, resmî iş yerlerinde, milletvekilliğinde vs.. başörtüsü meselesi hallolmuştur; fakat şimdiye kadar bu mevzuda bahsettiğimiz örnekteki gibi ilmihalini iyi bilmeyenlerin o ilimle bağdaşmayacak yanlış fetvalarla hareket etmesinin örnekleri de maalesef çok olmuştur.

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

Her Günümüzü Nasıl Bayram Yapabiliriz?

Dünya hayatımızda, âkil-bâliğ olduğumuz zamandan başlamak üzere, aklımızla ve irademizle hayatımız boyunca sürecek çok mühim bir imtihanın içindeyiz.

Bu imtihanın muhtelif soruları var.

Onlardan bazıları da, Allah’a ibadette malî mükellefiyetlerimizle ilgili olanlardır.

“Kurban” denilince, bu malî mükellefiyetlerden biri olan “Allah’a ibadet için koyun, keçi, sığır, deve, manda , gibi küçükbaş ve büyükbaş kasaplık hayvanların, İslâm dininde belirtilen usule uygun olarak, kurban bayramının ilk üç gününde Allah için kanlarının akıtılması” akla geliyor.

Bu, aslında “kurban” kelimesinin “Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olan şey” olan, ilk ve geniş manâsının içinde yapılan bir ibadettir.

Her Kurban Bayramında ,”Kimler kurbân kes(tir)melidir?” sorusu da gündeme gelir ve buna İslâmdaki dört hak mezhebe göre cevaplar verilir.

Bu cevapların çoğunda, Hanefî mezhebine göre “zengin” tarifine giren kişilerin zekât verdikleri gibi kurban da kes(tir)meleri nin gerektiği ifade edilir.

Hediye kurban” da olabilir ve evli bir bey, kurban kes(tir)mek mükellefiyeti olan hanımına o istemeden, kendiliğinden “hediye kurban” alıp kesebilir/kestirebilir.

Fakat, bilhassa kurbanlık hayvan fiatlarının ülkemizde bazı ülkelere nisbeten birkaç misli yüksekliği sebebiyle, kurban kes(tir)mek mükellefiyeti olan bazı Müslüman hanımlar, beyleri onlara kendiliğinden kurban hediye edeceğini söylemeden;

-Benim kurbanlığımı sen al..” demelerinin, bu malî ibadet mükellefiyetlerini nefislerine kabul ettiremedikleri manâsını taşıması ihtimali sebebiyle, sakınmaları gereken bir hal olduğunu dikkate almalıdırlar.

Tüm masrafları da dahil olarak, ülkemizdekinin yaklaşık üçte bir fiyatında Somali, Kenya, Filipinler, Pakistan , vd . ülkelerde güvenilir kuruluşlara kurban bağışında bulunularak kurban kestirmek imkânı bulunmaktadır.

Kurban ibadetiyle mükellef olduğu halde bu ibadeti nefsine kabul ettirmekte güçlük çeken bazı Müslüman hanımlar, bu ibadetlerini yapmaktan kaçınarak onu beylerine havale etmek yerine, yurt dışındaki bazı ülkelerde , ülkemizdekinin üçte biri kadar fiyatla güvenilir kuruluşlar vasıtasıyla kurbanlarını kendi paralarıyla kestirmeleri çok daha doğru olur.

Arefe günü ,bununla ilgili kuruluşlara kurban bağışlarının yapılması için son gündür.

Kurban bayramında dinimizin usullerine göre Allah’a ibadet için kanını akıtmak üzere kurbanlık almaya malî gücü bu mevzuda mükellef sayılacak kadar bulunmayanların ise, bu sebeble mahzun olmak yerine, “kurban” kelimesini asıl ve geniş manâsıyla ;”Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olan şey” olarak gözönüne almakla hem Kurban Bayramlarında ve hem de yılın her gününde, bir defa da değil; çok defa bu ibadeti yapabileceklerini düşünerek bunu gerçekleştirmeleri, kendilerine çok büyük manevî kazanç sağlayabilecektir.

Bu manâdaki “kurban”ı elbette ki, malî gücü iyi olanlar da ihmal etmemelidir.

Halk dilinde; “Deliye her gün bayram” şeklinde bir söz vardır. Halbuki, yukarıda bahsedildiği şekilde, “kurban”ı lügattaki ilk ve geniş manâsıyla idrâk ederek “Allah’ın rızasını kazanmağa vesile olan şeyleri yapmakla yaşanacak her gün”, delinin değil; “aklını en iyi kullananın bayramı” olacaktır ki, en büyük manevî kazanca vesile “Kurban Bayramı”nın da bu olacağını, “hakkı hak bilip ona tabî olanlar” kolaylıkla ve tereddüdsüz kabul eder.

Kurban Bayramınızı Tebrik Ederim.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

NurNet.Org

Nasıl Yaşarsanız Öyle Ölürsünüz! (Nurettin Yaşar’ın Vefatı Vesilesiyle)

Her gün 300 bin kadar insan dünyaya gelmekte ve o sayıya yakın insan da dünyadan ayrılmaktadır. Rivayette; “Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” denmektedir. (Bkz. Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 1/332, 7/375, 8/431)

Ölüm, bu hayatın en büyük gerçeğidir; aklı gitmemiş hiç kimse, bu dünyada kalıcı olduğunu iddia edemez. Nurettin Yaşar da, 55 yıl önce geldiği bu dünyadan, 4 ay kadar önce 27 Mayıs 2013 tarihinde ayrılmıştı. Onun vefatını bildiren haberlerden biri şöyleydi:

“Nurettin Yaşar aslen Niğde’liydi. İmam-Hatip okulundan sonra, Erzurum’da Biyoloji bölümünde üniversite tahsilini tamamlamıştı. Üniversite öğrenciliği yıllarından itibaren kendini Risale-i Nur’larla Kur’ân ve iman hizmetine vakfetmiş; vefatına kadar yurt içinde ve yurt dışında çeşitli vilayetlerde bununla ilgili İslâmî hizmetleri olmuştu. İstanbul’da Fatih Camii’nde, kalabalık bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra tabutu önünde bir konuşma yapan Rotterdam İslâm Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, onun Erzurum’da henüz üniversite öğrencisiyken, kendisinin İslâmî İlimler Fakültesi hocalığından daha fazla İslâmî hizmetler yapmış olduğundan, takdirle ve sitayişle bahsetmişti.”

Kendisini birçok kişi gibi ben de bu özellikleriyle yıllardan beri tanıyordum. Ayrıca, son altı yıldır da ikimiz, İstanbul’daki bir aile vakfının mütevelli heyeti üyesiydik. O vakfın merkezinde yaz-kış, senenin her mevsiminde, her hafta muntazam bir şekilde ve zaman tanzimine hassasiyetle riayet edilen ve öğle tatili saatlerinde icra edilen Risale-i Nur derslerinde de bir araya geliyorduk. Suriye’deki müessif savaş başlamadan önce, kendisinin teşviki ile vakfın mütevelli heyetinden 4 kişi birlikte Suriye seyahatimiz de olmuştu.

Nurettin Yaşar İstanbul’un şehirler arası otobüs terminalleriyle Anadolu’ya açılan mühim bir ulaşım kapısı olan Harem’de ikamet ediyor; İstanbul’da katıldığı çeşitli Risale-i Nur derslerinden başka, Harem’den şehirler arası sefer yapan otobüslerle civar vilayetlere de Risale-i Nur dersleri yapmaya gidiyordu.

Sekiz yıl kadar önce evlendiği ailesinden Ahmed Said isimli bir oğlu vardı. Nurettin Yaşar’ın ailesi de yetişkin ve aktif bir Risale-i Nur Talebesiydi. O da, hanımlar arasındaki Risale-i Nur derslerinde ve okuma programlarında aktif olarak hizmet yapıyordu.

Nurettin Yaşar, üniversite öğrenciliği yıllarından beri meşgul olduğu Risale-i Nur eserleriyle ilgili birikimini başkalarıyla paylaşmak için çok istekli, şevkli ve gayretliydi. İkamet ettiği İstanbul’da ve İstanbul’a yakın vilayetlerde yaptığı Risale-i Nur derslerinden daha fazlasını yapmak; Risale-i Nur derslerini radyo programı, televizyon programı, konferans faaliyetlerinde de bulunarak daha geniş kitlelerle de paylaşmayı çok istiyordu.

Birlikte Mütevelli Heyeti üyesi olduğumuz vakfın haftalık mutad Risale-i Nur derslerinde bir araya geldiğimizde, bunun için benden de aracılık yapmamı rica ediyordu. Daha önce İslâmî hizmetler için bir süre kalmış olduğu Diyarbakır’daki özel bir televizyonda Risale-i Nur dersi yapmak için, ayda bir Diyarbakır’a gidiyordu. Son zamanlarında, İstanbul’daki bir FM radyosunda da haftada bir gün Risale-i Nur dersi yapıyor olmasına rağmen, o Kur’ân ve iman hizmeti için daha fazlasını yapabilmek şevkiyle dolup taşıyor:

“-Haykırmak istiyorum… Risale-i Nur’dan aldığım iman derslerini daha çok kişiyle paylaşmak istiyorum..” diyordu.

Onun bu fevkalâde şevk ve arzusunu karşılayabilmekle ilgili olarak, bir Ramazan günü, o akşam bir vakfın iftar yemeğine dâvetli olduğumu, o vakfın öğrenci yurdu da olduğunu, kendisinin ismini ve telefon numarasını vererek onun konferans vermek isteğini vakfın yetkililerine iletebileceğimi söylemiş ve dediğim gibi yapmıştım.

Bir yere konferans teklifi yapıldığında, cevabının alınmasının ekseriya aylarca sürebileceğini; bunun için çeşitli ön işlemlerin yerine getirilmesi icap ettiğini Nurettin Yaşar da bilmiyor olamazdı; buna rağmen, ertesi günü—konferans teklifimi iftar dâvetinde görüştüğüm vakıf yetkililerine yaptıktan sonra henüz 24 saat bile geçmemişken—bana konferans dâveti almadığını söylemesi hayretimi mucip olmuştu.

Son İlâhî kelâm olan Kur’ân’ın âyet-i kerîmelerinde de söylenildiği gibi, her nefis ölümü tadacaktır; ecel vakti gelince, ne bir saat geciktirilir ve ne de bir saat öne alınır. Nurettin Yaşar da, dünya hayatında Kur’ân ve iman hizmetiyle dolu 55 yıllık ömründen sonra mukadder eceline doğru giderken, “Yumît” ismiyle ölümü veren Allah’ın onun ölümüne koyduğu bazı perdeler olmuş. Duyduklarıma göre önce, yapmakta olduğu bir Risale-i Nur dersi esnasında göğsünde sıkışma hissetmiş. Götürüldüğü hastanede yapılan tetkiklerde kalp damarlarından dördünde büyük ölçüde tıkanma görülüp, bunların içinden kan akışını sağlayabilmek için dördüne de stent takılmış. Nurettin Yaşar bu şekilde bir müddet normal hayatına dönmüş gibi gözüktükten sonra, bir dişini çektirmesi esnasında kanı durdurulamamış ve daha sonra gelişen sağlık durumundaki çeşitli bozulmalarla, bir ay kadar yoğun bakımda kaldıktan sonra vefat etmiş.

Yoğun bakımda bulunduğu günlerde kendisinin ihtiyaçlarıyla ilgilenenlerden, birlikte üyesi olduğumuz vakfın mütevelli heyet üyelerinden Hakan Bey, Nurettin Yaşar için yurt dışından güçlükle getirttiği bir ilacı teslim için hastaneye gittiğinde, yasak olmasına rağmen yoğun bakım ünitesine girip kendisini kısa bir süre için görebilmek için çok ısrar edince, ilgili doktor sadece bir dakika için onu görmesine izin vermiş. Nurettin Yaşar, yarı uyanık halde gözlerini sabit bir noktaya dikmiş, dudakları sürekli kıpırdıyor ve muhtemelen zikrullah ile meşgul oluyormuş.

İhtiyaçlarını temin için yanına daha sık girmesine izin verilen kayınpederi ise, vefat edeceği gün onu önceki günlerine nisbeten çok daha iyi bir halde gördüğünü, konuşamadığı için eliyle işaret ederek kâğıt ve kalem istediğini, verdikleri kâğıt ve kalemle aşağıdaki yazıyı yazdığını, sonra gülümseyerek eliyle veda işareti yaptığını ve vefat ettiğini, bana gözyaşlarıyla anlatmıştı:

“-Sabırdan [her halde buraya bir virgül konulması daha iyi olacak], ziyade rızaya ulaşmak.

-Hastalığa riya girmez diyor [Bediüzzaman’ın “Hastalar Risalesi”nde söylediği bir cümleye atıf yapmış.]

-Halis bir ubudiyet yolunu buldum [Yine, Bediüzzaman’ın “Hastalar Risalesi”nde söylediği diğer bir cümleye atıf yapmış.]”

Nurettin Yaşar’ın vefatı, Risale-i Nur’la Kur’ân ve iman hizmetiyle yaşamasının “mutlu bir son”u olarak, “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz” hakikatine bariz bir misal olarak hatırlanmaya ve hatırlatılmaya değer. Allah rahmet eylesin.

Prof. Dr. MUSTAFA NUTKU

nutkumustafa@yahoo.com