Etiket arşivi: Mustafa Nutku

“Yol!”

Devletlerin en önemli meselelerinden biri de hudutları içinde yol şebekesini kurabilmektir.
Yol yapımı büyük masraf, emek ve zamana mal olmaktadır. Yapılmış yolların bakımının ve trafik intizamının temininin de ayrı meseleler olarak halledilmeleri icab etmektedir.
İnsanlar köy yolu, şehir yolu, ekspres yol, vb. mevzularda düşünür, konuşur, okur, dinler ve yazarlar. Fakat kendi vücutlarında kendi iradeleri ve müdahaleleri olmadan inşa edilmiş yüzbin kilometrelik yol şebekesinde gece-gündüz gayet muntazam olarak milyarlarca hücrelerine besin maddelerinin getirildiği ve artık maddelerinin götürüldüğü trafik akışını pek az insan düşünebilir ve bu şuurla, vücudlarını Yaratan’a ve Çalıştıran’a karşı vazifelerini yapmak mesuliyetini duyarlar.
Halbuki insanın hali bir yolcuya benzer. Yolculuğunun bu dünyadaki son menzili kabirdir. Kabirde bir müddet kalacak, sonra haşre gidecektir. Haşirden sonra gideceği yer ise, ebed memleketidir. Böylesine uzun bir seferin başlangıç yeri olan dünyada insan, ebed yolculuğunun tedbirlerini almalı ve levazımatını tedarike çalışmalıdır. Aksi halde, tedbirsiz, hazırlıksız, levazımatsız, nursuz giden insanın  bu gidişinin son menzili neresi olabilir?
En kısa bir seyahatimizde bile, gideceğimiz yeri düşünüp en münasip bir yol seçeriz; yola gireriz, yol alırız, yol veririz, yol isteriz. Davetli ve emirle çağrılmış, “sefer-görev emri” hâmili olduğumuz ebedî âleme başlamış bu yolculuğumuzda hedefimizi düşünmeyecek miyiz? Yola girmeyecek miyiz? Yol almayacak mıyız? Yol vermeyecek miyiz? Yol istemeyecek miyiz? 
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Evlilik ve Ailevi Sarsıntılar Hakkında Bazı Notlar..

Evlilik ve ailevî sarsıntılar hakkında yıllardır çok kişi çok şeyler söylemiştir, çeşitli vasıtalarla neşretmiştir ve bu durum devam etmektedir. Ben de bu mevzuda altı yıl önce özetle ve maddeler halinde şunları neşretmiştim:
–İmam-ı Gazalî’nin,  “-Evlenmek mi hayırlıdır, bekar kalmak mı?” sorusuna verdiği: “-Hangisinde İslâmî hayatı daha iyi yaşıyabilecekse, o hayırlıdır.” cevabı, bir Müslümanın evlilik ve eş seçimi kararı için çok önemli bir ölçüdür.
2 – Bilhassa bu manâda; “İyi bir evlilik, bekar kalmaktan iyidir; bekar kalmak ise, kötü bir evlilikten iyidir.”
3 – “Aile” ve “aile içi eğitim” konularında eserler ve konferanslar vermiş, çok sayıda radyo ve TV programlarında yer almış merhum hadis profesörü Prof.Dr.İbrahim Canan; “Kadın-erkek eşitliği ve feminizm, Batı’da ailenin çöküş sebebidir.” demekteydi. “Batılılaşma” hevesi ile, Batı ailesinin çöküş sebebini, bu sebebin kötü neticeleri de ortaya çıkmasına rağmen almak hatadır. Medyada kadın-erkek eşitliğini yanlış manâlarda kullanmakta ısrar ile savunmayı kendilerine dava edinenler vardır. Hakikatte ise, kadın-erkek eşitliği ancak kanunlar önünde vardır; onun dışında kadın-erkek eşitliği fıtrata (yaradılışa) aykırıdır.
4 – Aile yapımızdaki sarsıntılar ve parçalanmalar, üzerinde önemle durulması gereken bir konu teşkil etmektedir ve bu konuya çeşitli açılardan yaklaşımlarda bulunanlar olmaktadır. İslâmî esaslardan uzaklaşılan bir devlet yapısına geçilirken, 85 sene (şimdi 91 sene) önce, İsviçre Medenî Kanunu “Şimdilik” diyerek alınıp uygulamaya konulmuş; fakat o zamandan beri bir Türk Medenî Kanunu yapılamamış; aksine, ona yeni ve daha da zararlı hale getiren bazı yamalar da yapılarak, İsviçre Medenî Kanunu muhafaza edilmiştir.
5 – “Kitap” ve “Sünnet”te (Kur’an ve Hadis’te) ailenin sağlam olmasının gerekleri de vardır.Bunlara muhalefet edilince, ailevî sarsıntılarda ve parçalanmalarda sebepleri başka yerde aramaya lüzum yoktur. Medenî Kanun’dan önce yürürlükte bulunan ve 85 sene (şimdi 91 sene)  önce İsviçre Medenî Kanunu kabul edilince yürürlükten kaldırılan Osmanlı Aile Nizamnamesi, “Kitap” ve “Sünnet”e uygun olarak hazırlanmıştı.
6 –Bugün, evli bir kadının kocasına karşı vazifeleri unutturulmaya, tahrif edilip “modern, feminist yorumlar” yapılmaya çalışılmaktadır. Bu hale maalesef bazı dinî yayınevlerinin neşrettiği kitaplarda da rastlanmaktadır. Bazı Müslüman erkeklerini günümüzde evlenmekte çekingenliğe sevk eden sebeplerden biri de bu olmaktadır.
7 – Bediüzzaman’ın 80 yıl (şimdi 86 yıl) kadar önce “Lem’alar” adlı eserinde “Yirmidördüncü Lem’a İkinci Nükte”de ve “Hanımlar Risalesi” adlı küçük boy risalede hanımlara iki sayfa içinde üç defa ısrarla “daire-i İslamiye içindeki terbiye-i İslâmiye”nin öneminden bahsedip ona vurgu yapmasının sebebi: O risalenin yazıldığı sırada ve o günlerden beri gittikçe gelişen radyo, TV gibi iletişim imkanlarını alabildiğine kötü kullanarak, hanımları “daire-i İslâmiye” içindeki “terbiye-i İslâmiye”den uzaklaştırabilmek için çok yoğun gayretlerin olmasıdır.
8 – Bediüzzaman, ayni eserinde, kadınların perde arkasındaki gizli şer güçler tarafından bu şekilde hedef alınmasıyla sanki onların manevî bir ateş hattında ebedî hayatlarının kaybolması tehlikesi içinde oluşlarını kısaca tasvir eder gibi, onlar için “bîçare nisa taifesi” sıfatını kullandıktan sonra, muhtemelen içinde bulundukları büyük manevî tehlikeden habersiz ve bu tehlikeye karşı tedbirsiz ve savunmasız olanları kastederek, “onların gafil kısmı” olarak vasıflandırmasıyla diğer kadınlardan ayırt etmektedir. Onun da dikkat çektiği gibi, en az 85 (şimdi 91) yıldır, kadını İslâm ahlâkı yönünden bozmaya çalışarak sağlam aile yapımız bozulmaya çalışılmıştır ve buna büyük bir kör inatla devam edilmektedir.
9-Aile yapımızdaki sarsıntılar ve bozulmalarla ilgili bu teşhisi koyduktan sonra çözüm ve tedavi yoluna gidilirse, başarılı neticelere ulaşılabilir. Aksi halde, bu teşhisi koymadan gösterilecek çeşitli gayretler fıtrata (yaradılışa) aykırılıkları sebebiyle neticesiz kalmaya mahkum olabilir..
Prof. Dr. Mustafa NUTKU

En Büyük Maçın “Çok Kısa” Bir Yorumu..

İnsanların sadece bir defalığına gönderildikleri bu dünya hayatlarında;

  • 15 yaşlarından itibaren akıl nimetini taşımaları devam ettiği müddetçe,
  • ölümlerine kadar devam eden, 
  • kazancı ve kaybı da çok büyük,
  • rövanşı olmayan en büyük maçlarından çok gafil bir halde, 

içi teneffüs ettikleri atmosfer havasından biraz daha yüksek basınçtaki hava ile doldurulmuş meşin bir topun ardından bütün mevcudiyetleri (akıl, alâka, merak, heyecan, beden vs) ile sürekli gol yiyerek mağlubiyetlerine koşmaktan vazgeçmemeleri, ne kadar yanlış ve yadırganacak bir haldir!..

Prof. Dr. Mustafa Nutku

 

Helal Gıdaya Dikkat Ediyor Muyuz?

    İnsanın hayatında en fazla dikkat etmesi gereken hususlardan biri de, kendisi ve bakmakla mükellef olduğu kişilerin helal gıda almasıdır. Bununla ilgili âyetler ve hadisler vardır. Helal gıdanın fıkıh kitaplarında açıklandığı gibi, hem liaynihî ve hem de ligayrihî helal olması gerekir. Bu onun, hem kendisinin mahiyeti itibariyle ve hem de elde ediliş yolu itibariyle helal olmasıdır.
    
   Halkının büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede yaşıyor olmak, Müslüman bir ülkede sanki satılan her şey helal cinsten olurmuş gibi yanlış bir zannın da neticesi olarak, liaynihî (mahiyeti itibarıyla) helal olanı araştırmak mevzuunda, Müslümanların gayrimüslim bir ülkede yaşamağa nisbeten daha gafil ve kayıtsız davranmalarına sebeb olabilir ve günümüzdeki Müslümanların bir kısmı maalesef bu haldedir. Bunların arasında, kendisini ehl-i ilim sayan ve helal gıda mevzuuna dikkati çekmeğe çalışanları helal gıda sertifikası veren kuruluşlara müşteri ve maddî kazanç sağlamak için vehimleri ve vesveseleri tahrike çalışanlar olarak görerek onlara iftirada bulunanlar ve tepki gösterenler dahi maalesef vardır. 
    
   Son zamanlarda Diyanet İşleri Başkanlığımızın da bu mevzuda çalışmalar yapması, Müslüman halkımızı yanıltıcı ve yanlışa sevk edici bu yanlış tepkilere karşı çok faydalı olmuştur.
    
   Bir ülke halkının büyük çoğunluğu Müslüman olsa bile, bizim ülkemizde olduğu gibi o ülke İslâm kanunları ile idare edilmiyorsa, o ülkede satışta olan her şeyin helal zannedilmesinin yanlışlığı çok açıktır. İslâm’ın âyetle çok kesin olarak yasakladığı şarabın ve domuz etinin bile satışına devlet tarafından yasak konulamadığı ve serbestçe satıldığı ülkemizde, sayısı altmışbeşbin kadar olduğu tahmin edilen ve hergün yenilerinin ilavesiyle sayısı daha da artan endüstriyel (çeşitli maddelerin karışımı halinde fabrikalarda yapılan) gıda maddelerinin tümüne karşı İslâmî hassasiyet ve seçicilikten uzak bir tavır sergilemek bu mevzudaki cehaletin neticesi ise. o cehaletin giderilmesi için eğitici faaliyetlerde bulunulması lâzımdır.
    
   Helal gıdanın insan biyolojisi ve davranış psikolojisiyle ilgisi, çok basit olarak şöyle izah edilebilir: Allah insanı rızka, yemeğe ve içmeğe muhtaç olarak yaratmış; fakat yiyecek ve içeceklerini helal ve temiz olanlardan seçmelerini de Kur’an’da âyetle emretmiştir. İnsanın yiyip içtikleri sindirim sisteminden geçtikten sonra kanına karışır ve kılcal damarlar ile birlikte toplam uzunluğu yüzbin km kadar olan kan damarları sistemiyle, ortalama yüz trilyon kadar olan vücud hücrelerine taşınır. Hücrelerde saniyede binlerce biokimya reaksiyonlarıyla bir kısmı enerji verici, bir kısmı da vücudun dokularını yenileyici maddelere dönüştürülür. Ayni cinsten hücrelerin meydana getirdiği dokuların cinsine göre ömürleri de değişiktir ve bu şekilde insan bedeninin hayat müddeti içerisinde defalarca yenilenmesi vukubulur.
    
   Davranış psikolojisi bakımından, herşeyin benzeriyle ünsiyet etmesi kaidesiyle, bu yenilenmelerle haram gıdalardan inşa edilmiş hale gelen insan bedeni, başka haramlarla da çok kolay ünsiyet eder ve haramlar içinde yaşayışıyla, bir hadiste anlatılan temsille açıkça dikkat çekildiği gibi, duaları da kabul edilmez; ebedî bir helâkete namzet ve müstahak olabilir.
    
   Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde helal dairesi içerisinde yaşamanın önemine ve lüzumuna dikkat çekilmektedir. Helal dairesinin keyfe de kâfi olduğu, onun haricinde harama girmeye hiç lüzum olmadığı ikna edici bir dille anlatılmaktadır. 
   
    İnsan, kendisine Allah tarafından verilmiş hayatla, Onun tarafından takdir edilmiş ömür müddeti boyunca, Onun tarafından verilmiş akıl ve cüz’î iradesiyle çok mühim bir dünya imtihanı içinde bulunduğunu ve kendisi için konulmuş haddi aşmaması icab ettiğini asla hatırından çıkarmamalıdır. O haddin kenarına kadar yaklaşması, o haddi aşmak tehlikesini getireceğinden,helal dairesinden çıkmak şüphesi veren şeyler mevzuunda da dikkatli olmalıdır. 
   
   Risale-i Nur Külliyâtından Lem’alar adlı eserde, Onyedinci Lem’a, Onüçüncü Nota, Dördüncü Mesele’de, “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez” mealindeki, Buharî, Taberanî ve Beyhakî’de yer alan sahih bir hadisten bahsedilmektedir. İnsan, başıboş olarak dilediği gibi yaşamak için bu dünyaya gelmemiş; ayni Külliyât’tan Mektubat adlı eserde Dokuzuncu Mektup, “Saniyen” başlığında açıklandığı gibi, Allah’ın bir askeri olarak Onun emir ve yasakları içerisinde Ona kulluk vazifesini yapması için gönderilmiştir. 
Bu emir ve yasakların çizdiği hudutlar; helal dairesidir ve onun içerisinde de helal gıda mevzuu, çok mühim bir yer tutmaktadır.

Mustafa NUTKU

Millî Eğitim Müfredatının Gündemde Olması Sebebiyle… (2)

Lavoisier ismi, bütün Lise 1. sınıf  Kimya kitaplarının ilk sahifelerinde, “Kimyanın Temel Kanunları” bahsinde, “Kütlenin Sakımı Kanunu” ile birlikte yer alır.
1743-1794 yılları arasında yaşamış olan bu Fransız kimyacı, kimya ilminde teraziyi sistematik olarak devamlı kullanarak, kendisinden önce yapılmış deneylerin neticelerini değerlendirmiş; kendisinin bazı deneyleri ile takviye edilmiş izahlar yapmış ve kimyevî reaksiyonlara giren maddelerin ağırlıkları toplamının reaksiyondan çıkan maddelerinkine eşit olduğunu, “Kütlenin Sakımı Kanunu” olarak ifade etmiştir. Bu kanunun Lise kimya kitaplarında yer alan sınırlı bir manâdaki “Hiçbir şey yoktan var olmaz; varken yok olmaz” ifadesinin ders kitapları ve öğretmenler tarafından çok iyi açıklanarak, yanlış anlamalar ve  anlatmalarla dinsizlik propagandasına malzeme yapılmasına mani olunması gerekmektedir.
Çünkü, Alman Fizikçi Albert Einstein 1905 yılında “Özel İzafiyet Teorisi” ile, maddenin yoğunlaşmış bir enerji olduğunu, enerjinin maddeye, maddenin de enerjiye E=mc2 (E:erg-enerji, m: gram-kütle, c: cm/s-boşluktaki ışık hızı) basit formülüne göre dönüşebileceğini bilim âlemine kabul ettirerek, hem Lavoisier’in “Kütlenin Sakımı Kanunu”ndaki iddiasının yanlışlığını ortaya koymuş; hem de bilim ve teknolojide “Atom Çağı”nın öncüsü olmuştur.
Ancak E=mc2 formülünden hesaplanan kütlenin enerjiye eşdeğeri çok büyüktür. En şiddetli kimyevî reaksiyonlarda bile enerji haline dönüşen madde miktarı, en hassas terazilerle bile tartılabilme sınırının çok gerisinde ve hesaba katılmasına lüzum görülmeyebilecek kadar az olup burada yapılan hata kimyacıların çalışma hassasiyetlerinin çok dışında kaldığından, bugün de kimyevî reaksiyonlarda pratikte madde kaybolmamış kabul edilir; kimya denklemlerinin katsayılarının denkleştirilmesinde ve kimya reaksiyonlarıyla ilgili problemlerin çözümünde, E=mc2 formülüne göre kütlenin enerjiye dönüşmesi veya enerjiden kütle meydana gelmesi hesaplarının da yapılmaması, çözümde mühim hatalara sebep olmaz.
Fakat nükleer reaksiyonlarla ilgili hesaplarda, E=mc2 formülüne göre kütle-enerji dönüşümünün mutlaka gözönüne alınması icab eder. Atom bombası, hidrojen bombası, nükleer santrallar, güneş ve yıldızlarda neşredilen çok büyük enerjinin eşdeğeri olan kütle kayıpları ihmal edilemez. Böylece, Einstein’in keşfettiği E=mc2 formülüyle, Lavoisier’in “Kütlenin Sakımı Kanunu” açıkça reddedilmiş olmasına rağmen, kimya denklemleriyle alâkalı işlem ve hesaplarda niçin kullanılmakta devam edildiğinin sebebinin çok iyi açıklanarak, gençliğin inanç dünyasının şekillendiği lise çağında Allah’ın varlığının ve  yaratıcılığının inkâr edilmesi batağında ebedî hayatların mahvolmaması için, müfredatta yapılması gerekenler ihmal edilmemelidir.
Lavoisier’in 1789’da neşrettiği “Kütlenin Sakımı Kanunu”nun aslında yanlışlığının Einstein’in 1905’de neşrettiği Özel İzafiyet Teorisi’ndeki E=mc2 madde-enerji bağıntısıyla açık bir şekilde anlaşılmasına rağmen, sadece pratikte doğru kabul edilmesinin temin ettiği kolaylıklar sebebiyle kimya öğretiminde ve tatbikatında hâlâ kullanılmakta oluşu, biyoloji ilminde “Darwinizm” ile yapılmağa çalışılan manevî tahribatın benzerini daha az ölçüde de olsa kimya ilminde de yapmağa teşebbüs edenlerin, çok yanlış ve gençliği ifsada çalışmak gayretlerine maalesef malzeme teşkil edebilmektedir.
Ya bu mevzuun cahili ya da kasıtlı, kötü niyetli olan müfsîdler tarafından bazı zihinler  bulandırılmakta; maddenin ezeliyeti ve inkâr-ı uluhiyet sapıklıklarının müdafaasında, Lavoisier’in aslında yanlış olan fakat pratikte doğru kabul edilebilen (ve pratikte doğru kabul edilmesi gereken) “Kütlenin Sakımı Kanunu” dinsizlik propagandası için sahte bir delil gibi ortaya sürülmeğe çalışılmaktadır. Bu durumda, Lavoisier’in ismi ve onun “Kütlenin Sakımı Kanunu”, belki kıyamete kadar kimya kitaplarında kimyanın temel kanunlarından biri olarak yer alıp uygulanabilecek; fakat ayni zamanda, bazı mugalatacılara ve hakikat tahrifçilerine sahte delil, aldatma ve saptırma vasıtası da olabilecektir.
Lavoisier böylece, Kütlenin Sakımı Kanununun pratikte doğru kabulüyle bir bakıma kimya ilmine hizmet etmek, diğer taraftan da 18. asrın sonlarından 20. asrın başına kadar maddenin ezeliyeti ve inkâr-ı uluhiyet sapıklıklarına sahte bir delil sunmuş; Kader-i İlâhi de, belki onun bu mevzudaki sevabının da günahının da, dünyadaki karşılıklarını vermiştir:
Lavoisier isminin Genel Kimya kitaplarında kıyamete kadar yer alabilecek gibi gözükmesi ona dünyada şan ve şöhret mükafatı sayılabilirken, Fransız İhtilali sonrasında giyotinle başı kesilerek feci şekilde idamı da –ona idamı için isnat edilmiş olan suçla alâkasından ziyade- yanlış ifade ettiği kimya kanunuyla manen idamına sebeb olduklarının günahlarından “Sebeb olan yapan gibidir” kaidesiyle aldığı günah hisselerinin, dünyadaki peşin bir cezasını görmüş olabileceğini düşündürmektedir.
Bu mevzuun ilahî hikmetleriyle ilgili yönü de düşündürücü olmakla beraber; Millî Eğitim Müfredatımızın gündemde oluşuyla,  o Müfredat’ın hazırlığıyla, bu mevzudan bahseden ders kitaplarının yazılmasıyla, o ders kitaplarının kabul edilmesiyle, kimya derslerinde talebelere “Kimyanın Temel Kanunları” bahsi anlatılırken bu mevzuun hassasiyetine itina gösterilip yanlış anlamalarla gençlik çağından itibaren inanç sapkınlıklıklarına sebeb olunmaması ile ilgili yönleri de vardır ve bilhassa bu mühim yönlerinde gerekenler kesinlikle ihmal edilmemelidir.
 
Prof.Dr.Mustafa NUTKU