Etiket arşivi: nefis terbiyesi

Nefis Nedir? Nasıl Terbiye Edilir?

Genel anlamda nefis insanın; kötü huyları çirkin vasıfları, şerrin kaynağı ve kötülüğün esası olan bir latife şeklinde tanımlanmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’de nefis, nefsin Arapçadaki çoğulu, enfüs ve nüfüs ile birlikte yaklaşık üç yüz yerde geçmektedir.[1]

Bediüzzaman’ göre kötülükleri isteyen, insanı daima kötü şeylere sevk eden[2] kötülüklere sebep, menfaat duyduğu şeylere kul ve köle olan, bütün gücüyle dünyaya, maddiyata yönelmeyi isteyen, maneviyata gözünü kapayan insana daima tuzak kuran[3] nefistir.

Nefsin hayra kabiliyeti yok, şerri yapmakta ise eli uzundur.

Her şeye kendi hesabına bakar, hoşlandığı ve menfaat duyduğu şeylere var gücüyle yönelir, esası ise kusur, noksanlık, aczi ve fakridir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:  “Nefis daima kötü şeylere sevk eder” (Yusuf Suresi, 12/53)

Bediüzzaman 135 parça ve 6000 sayfayı bulan eserlerinde nefse çok yer verir ve diğer müelliflerde çok az rastlanan bir üslup ile muhatabını hep nefsi görür.

 Kendisi bunu birçok eserinde şöyle dile getirmektedir:

Yazdığım hakaik-i imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim[4] mütekellim aciz kalbimdir, muhatap asi nefsimdir.[5]

Ey nefs-i emmarem! Sana tabi değilim. Sen istediğin şeye ibadet et  ve istediğin şeyin peşine düş. Ben ancak ve ancak beni yaratıp şems ve kameri ve arzı bana musahhar eden Fatır-ı Hakîm-i Zülcelâl’e abd olurum”[6]

Mutasavvıfçıların bir kısmı nefsi emmare, levvame, mutmeinne diye üç[7],bir kısmı,  Emmare, Levvame, Mekkâre, Mutmeinne diye dört[8] bazıları da emmare, levvame, Mulhime, Mutmeinne, Raziye, Marziyye, Kâmile diye yedi dereceye ayırır.[9]

Bu derecelendirmeyi Kur’an-ı Kerim ve Hadislere göre yaparlar. Bediüzzaman ise genel manada nefsi,  Emmare, levvame, mutmeinne[10] gibi üç dereceye ayırır ve ayrıca mecazi (manevi) nefis üzerinde de durmaktadır.

Nefs-i Emmare

mum ışığıBediüzzaman’ a göre Nefs-i Emmare derecesinde olan bir nefis en tehlikeli nefistir. Tahrip ve şer cihetiyle sonsuz cinayet işleyebilir.[11]

Fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır. Aciz, fakir olmasına rağmen gurur ve fahrdan da geri kalmaz. Bediüzzaman bu konumdaki nefs-i emmare’yi meyve ağaçlarındaki kuru çubuğa benzeterek şöyle hitap eder:

Ey nefis! Sen daima zemme (kınanmaya) müstehaksın.

Zira meyve ağaçlarındaki kuru çubuk gibi dahi değilsin. Senin cüz’î bir ihtiyarın bulunmakla o nimetleri fahrinle (gurur) tenkis (noksanlaştırıcı) ediyorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfranınla (inkârınla) tahrip ediyorsun ve temellükle (kendine mal etmek) gasp ediyorsun. Senin vazifen fahr (övünme) değil, şükürdür. Sana layık olan şöhret değil tevazudur, hacalettir (utanma), senin hakkın medih değil, hodbinlik (kendini beğenme) değil hudabinliktir.”

Evet, sen benim cismimde âlemdeki tabiata benzersiniz, ikiniz hayrı kabul etmek şerre merci (kaynak) olmak için yaratılmışsınız. Yani fail ve masdar değilsiniz. Belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var o da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir surette kabul etmemenizden şerre sebep olmanızdır.”[12]

 Nefs-i emmare’ye hiç güvenilmemelidir.[13]

 Nefs-i emmare aklı da arkasına takıp fitne ateşine düşürtüyor.[14]

Risale-i Nur’da nefs-i emare devekuşuna benzetilmiştir. “nefs-i emare devekuşu gibi aleyhinde olan şeyleri lehinde zanneder.”[15] Ehl-i gafletin nefs-i emmaresinin en tehlikeli ciheti kâinatı sebeplere verir. ALLAH’ın malını onlara taksim eder. Kendi kendine temlik (sahiplik) eder.[16] Cenab-ı Hakk’ı da tanımaz.[17]

Nefsin hatırı için müminlere düşmanlık etmemek gerektiği de şu cümlelerle açık bir şekilde vurgulanmıştır.

 “Düşmanlık etmek istersen nefs-i emmarene düşmanlık et, ıslahına çalış.

O zararlı nefsin hatırı için müminlere düşmanlık etme”[18]

Nefs-i emmareye esir olmamak gerektiği de veciz bir şekilde şöyle izah edilmektedir: “Asıl hürriyet, nefs-i emareye esir olmamaktır zira şeriat ile terbiye olmayan hürriyet, hürriyet değil belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmare’ye esir olmaktır.”  Nefsin bir başka özelliği de kendisini kader dairesinden hariç olarak düşünerek[19] kadere razı olmaz.[20] Kendisine ait olan kötülükler ve günahlara gelince de bunları kadere vererek mesuliyetten kaçar.[21]

Levvame, mutminne ve Mecazi (Manevi) Nefis

Nefs-i levvame; yaptığı kötülüklerin sonunda zaman zaman pişmanlık duyan ve sahibini tövbeye sevk eden nefs-i emmarenin bir üst derecesidir. Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi adını “levvame olan nefse kasem ederim” (Kıyame, 2) ayetinden almaktadır.

Nefs-i emmare, levvame (kötüleme) ve mutmaineyye inkılâp edince silahlarını ve teçhizatlarını asab (sinirler) ve damarlara ve tabiata devreder. Mutmainne derecesindeki nefsin vazifesini ömrünün sonuna kadar -nefsi terbiye olduğu halde- izleri yine görünür[22]

Manevi Nefs-i Emmare

Burada şu sonuç çıkarılmaktadır: Kişi dünyada var olduğu müddetçe manevi derecesi ne olursa olsun, nefsi devam edip kötü emellerini yerine getirmek için zaman ve zemin kollamaktadır.

Nefs-i mutmainne derecesinde olan bir kısım asfiya ve evliya dahi nefsin tehlikelerinden şikâyet etmişlerdir. Nefisleri mutmainne seviyesinde oldukları halde kalpleri gayet selim ve nurlanmış iken manevi hastalıklarından feryad etmişlerdir. İşte bu zatlardaki nefs-i emmare değil belki asaba (sinirlere) ve damarlara devredilen nefs-i emmarenin vazifesidir. Hastalık kalbi değil belki hayalidir.[23]

Manevi nefs-i emmare gerçek nefs-i emmareden daha tehlikeli, kötü ahlakı devam ettirir,  söz dinlemez. Muhakkikin-i Evliyadan olan İmam-ı Rabbanî de bu nefisten haber veriyor.[24]

Nefs-i emmare ölünce yerine manevi bir nefis geçer ve bu da kişinin nefsiyle yapılan mücadeledeki sevabı almak için ömrünün sonuna kadar devam eder.[25]

Mecazi nefis özellikle akıl ve kalbi dinlemiyor.

 “Bu ikinci nefs-i emmarede  şuursuz kör hissiyat bulunduğu için akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın”[26]

Bu makamdaki nefis insanı helal dairede masumane ve helal isteklerle kandırabilir. Bediüzzaman mecazi nefsin kendi kendisinden istediklerini şu cümlelerle dile getirir.

 “Niçin istirahat-ı hayatına çalışmıyorsun belki reddediyorsun ve gayet zevkli ve masumane lezzetli bir hayat ve bir ömrü kendine nur dairesinde aramıyorsun ve ölmeye karar verip razı oluyorsun?

 Risale-i Nur’un kudsî vazifesi benim ölümümle daha ziyade halisane olacak dedim ve ikinci nefs-i emmare böylece sustu.”[27]

 Nefis mutmaine derecesine varınca acımak gerekir.[28]

Nefisle Mücadele ve Terbiye Etmek

Bediüzzaman nefsini nasihata muhtaç görüp nefis ile mücadele etmenin önemi üzerinde çok durmaktadır. Nefis ve şeytanla uğraşmak cihaddır.[29]

Nitekim Hâdis-i Şerif’te “Biz küçük cihaddan büyük cihada döndük” denilerek nefis ile cihad etmek ALLAH yolunda cihad etmekten zor olduğu”[30] belirtilmiştir.

“Düşman istersen nefis yeter”[31]

 denilerek başka düşman aramaya gerek olmadığı vurgulanmıştır.

Bediüzzaman’a göre terbiye konusunda en evvel nefisten başlamak gerekir. “Zira nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez.[32]

Risale-i Nur en evvel tercümanının nefsini iknaya çalışır. Elbette nefs-i emmaresini (kötülüğü emreden nefsi) ikna eden ve vesvesesini tamamen ortadan kaldıran bir ders gayet kuvvetli ve halistir ki bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı manevi-i dalâlet karşısında tek başıyla üstün gelerek karşı koyabilir.”[33]

Nefis ile mücadele etmek için onu iyi tanımalıdır.

Nefsi daima insana tuzak kurar. Arzularını gerçekleştirmek için de yaptırmayacağı kötülük yoktur.

 Nefis kusurunu görmek istemez, görse bile lehine tevil eder. Avukat gibi kendini savunur, yaptığı kötülükleri görmeyince tövbe ve istiğfar etmek istemez. Nefsinin ayıbını gören istiğfar eder ALLAH’a sığınan şeytanın şerrinden kurtulur.”[34]

Yapısı gereği kendini hür ve serbest gören nefis, kendi haline bırakıldığında insanın başına getiremediği kötülük yoktur. Nefis her şeyi kendi hesabına göre değerlendirir. Hoşlandığı şeye kendisini tamamen verir. Kendini hatasız zanneder, hizmetten daima kaçar.

Bu sebepten Risale-i Nur’da belirtildiği gibi tezkiye-i nefs etmemek ile insan ancak kötülüğü emreden nefsin tehlikelerinden kurtulabilir.[35]

Nefis, gafletle kusurunu, aczini, fakrını göremez ve görmek istemez.

Hem ne kadar musibetlere hedef olduğunu, çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez adeta çelikten bir vücudu var gibi kendini ölümsüz olduğunu düşünür.”[36]

Nefsini her zaman isyankâr, âsi gören Bediüzzaman bir başka eserinde ise şöyle diyor: “Ben nefsim ile musalaha etmemişim, çünkü terbiye etmemişim”[37]

Sahabeler Nefsini Tezkiye ve Tathir Eder

Velayet ehli nefsini öldürmede başarılı olur fakat yine sahabe derecesine varamazlar. Bu mesele Risale-i Nur’da şu şekilde izah edilmektedir:

“Ehl-i velayet her ne kadar nefsin öldürmesine muvaffak olurlar yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünkü sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden şükür ve hamd ve ubudiyete daha fazla mazhardırlar.[38]

Nefsine tabi olan kişi öldüğünde komşu ve akrabaları hatta kâinat sevinecek, Kur’an-ı Kerim’e tabi olanın ise ölümünde manevî derecesine göre üzüleceklerdir.[39]

Kısacası nefsi ıslah ve terbiye etmenin yolları Risale-i Nur’da şöyle sıralanmaktadır:

1- Nefsi aç bırakmak: Mutasavvıflar nefsi öldürmenin yollarından biri onu aç bırakmakla olur derler. Bediüzzaman buna paralel olarak şöyle der:

 Ramazan-ı şerifteki oruç en gâfillere zaafını hissettiriyor, ne derece acınacak bir durumda olduğunu anlar.[40]

 Ayrıca bu konuda şu Hâdis-i Şerif’e yer verir:

“Hâdisin rivayetinde vardır ki, Cenab-ı Hak nefse demiş ki

“Ben neyim sen nesin?” Nefis demiş ki “Ben benim sen sensin”

Azap vermiş, cehenneme atmış, yine sormuş, yine demiş “ene ene, ente ente” (ben benim, sen sensin) hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlıkla azap vermiş,   yani aç bırakmış yine sormuş:

 “Sen kimsin ben kimim?

Nefis bu defa şöyle demiş: Ente Rabb-i Rahim ve ene abdu’kel-aciz (Sen benim Rabb-i Rahimimsin, ben senin aciz bir kulunum).[41]

2- Nefsin arzularına zıt bir şekilde hareket etmek:

 “Nisyân-ı nefs içinde (nefsi unutmamak) yani huzuzat ve ihtirasatta unutmak mevtte ve hizmette düşünmektir.”

3- Dinî vecibeleri yerine getirmek ve İslamiyete dayanmak:

 Bu hususta Bediüzzaman Divan-ı Harb-i Örfî adlı eserinde şöyle demektedir:

“Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden (alçak zulmünden) selametimiz (kurtuluşumuz) İslamiyete istinad (dayanma) iledir” deyip şöyle devam eder

“İşte Kur’an’dan aldığım dersler ile nefis ve şeytanla yaptığım savaşta muzaffaren kurtuldum bütün ehli dalâletin vekili olan nefis ve şeytanla ilk çarpışma “Subhanallah, ve’l-hamdulillah ve la ilâhe illallah vallahu ekber ve’la havle velâ kuvvete illa billah” kelimelerinde vuku buldu, bu kelimelerin kalelerinde tahassun ederek o düşmanlarla münakaşalara giriştim.”

“Nefis tembelliğinden dolayı ubudiyet vazifesini terk ettiğinden ALLAH’tan gizlenme ihtiyacını duyuyor. Yani onu görecek bir rakibin (gözeticinin) gözü altında bulunmak istemiyor. Bunun için bir Hâlik’in, bir Mâlik’in bulunmasını istemiyor. Sonra mülahaza eder, sonra tasavvur eder. Nihayet ademini, yokluğunu itikad etmekle dinden çıkar.[42]

Kul böyle huylara sahip bir nefsi, kendi maddi ve manevî menfaati için İslamiyet suyu ile temizleyip şerrinden kurtulmaya çalışmalıdır.

4- Enaniyetten kurtulmak:

Risale-i Nur’da nefisteki şer ve yıkıcılık hayra ınkılap edebileceği üzerinde de durulur. Nefs-i emmare eğer enaniyeti bırakırsa hayrı ve vucudu tevfik-i ilahiyeden istese şer ve tahripten ve nefse itimattan vazgeçse istiğfar ederek abd olsa o vakit ondaki sonsuz kabiliyet-i şer, nihayetsiz hayır kabiliyetine döner ahsen-i takvim (en güzel derece) kıymetini alır. Ala-yı illiyyine çıkar.[43]

5- Risâle-i Nuru nefsine hitaben okumak:

 “Risale-i Nur ve bilhassa ihlas risaleleri hakiki ve mecazi nefsin bütün desiselerini izale ve onların açtığı yaraları tedavi eder.[44] Nefsiniz sizi aldatmasın Risâle-i Nur terbiye etmiyor diye şüphelendirmesin.

6- Mecazi nefis, belalarla ve sıkıntılarla veya her hissini iman ve Kur’an davasına feda ederek: Mecazi nefis ancak tokat elem bela ve sıkıntılarla veya her hissini maksadına feda ederek ıslah olunabilir.

Risale-i Nur’un bu zamanda erkanları gibi her şeyini enaniyetini bıraksın dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakiki hem mecazi iki nefis ittifak edip kötülüklere ve günahlara sevk ediyor.[45]

7- Mecazi nefsi ıslah etmenin bir yolu da Ayet-i Hasbiyeyi okuyarak:

 Bediüzzaman asaba gelen nefs-i emmarenin şerrinden “asaba ve damarlara gelen his beni ezdiği zamanda Hasbunallahu ve nime’l-vekil, ni’me’l-Mevlâ ve ni’me’n-nasir” ayet-i hasbiye imdada yetişti, bu hastalığı izale etti.”[46] Diyor.

8- Ehl-i tarikatın seyr-i sülûka girmesi:

Tasavvufta seyr-i sülûkün (manevi yolculuk) sebebi nefs-i emmareden kurtulmaktır. Sülük tarikatın en önemli şartı en ehemmiyetli neticesi olan ihlâs vasıtasıyla gizli şirkten ve riya ve tasannu (yapmacık) gibi rezailden kurtulmak ve tarikatın mahiyet-i ameliyesi (önemli işi) olan tezkiye-i nefis vasıtasıyla nefs-i emmareden kurtulmaktır.[47]

Keramete sahip bir şahsın nefs-i emmaresi baki ise kendine güvenerek gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir.[48]   Sonuç Kısacası nefis insan varlığının en alt derecesidir. Nefis deyince ilk akla gelen nefs-i emmaredir. Daima en büyük, en tehlikeli düşman olarak görülmektedir. Ondan kurtulmak için de Kur’an ve iman hakikatleri ve ibadetlerle ve günahlardan kaçınmakla ve sünnet-i seniyeye uymakla  terbiye etme yoluna gidilmelidir. Nefis terbiye edildiği zaman safiyet kazanır güzel sıfatların derecesine yükselebilir ve kişi dünya ve ahirette mutlu ve huzurlu yaşar.

 Aksi takdirde insan esfel-i safiline düşer ahirette cehennem azabına müstehak olur. Dünyada da mutlu olması zorlaşır. İnsan dünyada var olduğu müddetçe manevi derecesi ne olursa olsun nefis yok olmuyor kul ölünceye kadar varlığını asab ve damarlara devr ederek devam ettirir.

Dr. Ahmet Yıldız / RİNYAY

______________________________________

[1] Nefis konusunda geniş bilgi için bkz, Kuşeyri, er-Risaletu’l-Kuşeyriye, Daru’l-Hayr Mat., Beyrut, 1413, s.,83;  Gazali, İhyau Ulumuddin, Daru’l-Kalem, Beyrut, ts., III, 5; Hucviri, Keşfu’l-Mahcub, Matbaa-i Emir Kebir, Tahran, ts., s., 245;  Sühreverdi, Avarif, Dru’n-Nehr’n-Nil, ts., (İhya’nın V. Cildi ile beraber.) s., 217; Nesefi, Keşfu’l-Hakaik, Tahran, 1344, s., 84. [2]Nursi, Bediüzzaman Said, Risale-i  Külliyatı, Nesil Basım- Yayın, İstanbul, 1996. I, 626, 13. Lema, 12  İşaret. [3]Nursi,  Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1994,  s. 187; Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1994 s. 130 [4] Nursi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1994, Mektubat, s. 73; Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1994  s. 397,427; Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1994, s. 262 [5] Nursi,  Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1994, Mesnevi-i Nuriye, s. 230 [6] Nursi,  Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1994, s. 94 [7] Sühreverdî,a.g.e., s. 221-222 [8] Meybudî, Keşfu’l Esrar ve Uddetu’l Ebrar, Emir Kebir Mat., Tahran, 1361,V,  92 [9] Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, İstanbul, 1341, s. 240 [10]Nursi, Bediüzzaman Said, Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Basım- Yayın, İstanbul II, 1660, 27 Mek. 3. mesele [11]Nursi, a.g.e., I, 137, 23. Söz I Nükte, II 1385. [12] Nursi, a.g.e., I, 89, 1. nokta [13] Nursi, a.g.e., I, 668, 2. Lem’a [14] Nursi, a.g.e., I, 1612, 27. Mek [15]Nursi, a.g.e.,  II, 1340, Zerre [16]Nursi, a.g.e., I, 205, 26. Söz, 1. mebhas [17]Nursi, a.g.e.,  I, 25, 10 söz, mukaddime, 1. İşaret [18]Nursi, a.g.e.,  I, 471, 22. Mek. 4. Vecih [19]Nursi, a.g.e.,  II, 1340, zerre [20] Nursi, a.g.e., II, 1327, habbe [21] Nursi, a.g.e., II, 1383, mesnevî [22]Nursi, a.g.e., I, 502, 26. Mektub [23] Nursi, a.g.e., I, 502, 26, I. 1016, Şualar, 13. Şua    [24] Nursi, a.g.e., I, 1660 Kastamonu lahikası, 27. Mek. [25] Nursi, a.g.e.,  I, 1016, Şualar, 13. Şua [26] Nursi, a.g.e., II, 1660, 27. Mek. 3. Mesele [27]Nursi,  a.g.e., I, 1763, 27. Mek. [28]Nursi, a.g.e.,  I, 957, 24. söz [29]Nursi, a.g.e.,  II, 1359, Mesnevî, 10. Risâle [30]Aclunî, Keşfu’l Hafa, Beyrut, 1301 I, 424 [31] Nursi, a.g.e., I, 479, 23. Mektup [32]Nursi,  a.g.e., I, 109, 21. Söz [33] Nursi, Sikke-i Tastik-i Gaybî, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1994, s. 152 [34]Nursi, a.g.e.,  I, 627, 13. Lema, 13. İşaret [35] Nursi, a.g.e., I, 568, 29. Mektup, 9. Telvih [36] Nursi, a.g.e., I, 539, 29. Mektup. [37] Nursi, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1994, s. 392, 421 [38] Nursi, a.g.e., I, 219, 27. Söz, 3. Sebep [39] Nursi, a.g.e.,  I, 627, 13. Lem’a, 12. İşaret [40]Nursi, a.g.e.,  I, 539, 29. Mektub. [41] Nursi, a.g.e., I, 541, 29.   Mektub.  (Bu dipnota iki referans verilmiş) [42] Nursi, a.g.e., II, 1309, Katre’nin Zeyli, Remiz [43] Nursi, a.g.e., I, 137, 27. Söz, 1 nükte [44]Nursi, a.g.e.,  I, 1661, 27. Mektub. 3. mesele [45] Nursi, a.g.e., I, 1660, 27. Mektub 3. Mesele [46]Nursi,  a.g.e., II, 1889, Emirdağ lahikası,a.g.e.,  II, 27. Mektub.  [47]Nursi,  a.g.e., I, 568, 29.   Mektub. 9. Telvih [48] Nursi, a.g.e., I, 359, 9. Mektub

Bir Müslüman için Ramazan nedir?

Hayatın gayesi Allah’ın rızasını kazanmak ve onun sevdiği kul olabilmektir.

İnsan nefsi, kendini hür ve müstakil kabul eder. İstediğimi yaparım, der.

Nefis, Hz. Yusuf (as)’un ifadesiyle, kötülüğü emreder.

Nefsin istekleri ile Rabb’imizin emirleri çoğu zaman farklıdır hatta birbirine zıttır. Nefsine uyan yanar.

Nefse laf anlatmak, söz dinletmek çok zordur. Bu sebeple nefsin eğitilmesi ve terbiye edilmesi gerekir. Nefsine uyan, Allah’ı unutur, dalalet vadilerinde at koşturur.

Nefsi terbiye etmenin en kestirme yolu, onu sevdiği şeylerden mahrum bırakmaktır.

Ramazanı nefsi terbiye etme ayı kabul etmeliyiz.

Oruca niyet ederek nefse ilk emri vermeliyiz:

Arkadaş, sen hür ve müstakil değilsin. Her istediğini yapamazsın. Rabb’imin emri olmadan yemek yiyemez, su içemezsin. Sen kulsun, seni yaratan ve terbiye eden bir Rabb’imizin emirlerine itaat et.”

Böylece nefsin firavunluğu kırılmış olur.

Her istediğini yapamayacağını ancak helal olan şeyleri, helal olan vakitte yapabileceğini anlar.

İnsanoğlu nankördür. Kur’an bu gerçeği Adiyat suresi, 6.ayetinde çok nefis bir şekilde ifade eder:

Şüphesiz insan Rabb’ine karşı pek nankördür.”

Bu sebeple insan sahip olduğu nimetleri hatırına getirmek istemez. Çoğu zaman nimetler elimizden çıktıktan sonra kıymetini anlarız.

Ramazanda oruç vasıtasıyla çekeceğimiz açlık, bize sahip olduğumuz nimetlerin değerini anlatır. Çeşitli nimetler elimizin altında iken onları değerini bilemeyiz. Ramazanda oruç olduğumuz için iftar vaktine kadar bir yudum su, bir lokma ekmeği bile yiyemeyiz. Açlık bize su, ekmek, meyve, sağlık gibi sahip olduğumuz nimetlerin değerini anlatır. İftar vakti, sıcak pideden alacağımız bir lokmanın bile ne kadar değerli olduğunu anlarız. Başka zaman kebapları, lahmacunları, türlü türlü yemekleri, baklavaları, börekleri beğenmeyen nefsimiz, ramazandan bir lokmalık pidenin ne kadar lezzetli olduğunu fark eder ve sayısız nimetleri bize bahşeden Rabb’imize şükreder.

Nimet şükür için verilmiştir. İnsan nimet içinde yüzerken şükretmeyi düşünmez, gaflet deryalarında yüzer. Ramazan çok iyi bir uyarıcıdır, insanı gaflet uykusundan uyarır.

Ramazan yardımlaşma ve fakir-fukarayı anlama zamanıdır.

İnsan herkesi kendisi gibi bilir. Nimetler içinde yüzen insan, fakir-fukarayı ve onların çektikleri sıkıntıları anlamaz. Anlamadığı için de yardım elini uzatmaz. Ramazan orucu bize yoksulların çektiği acı ve ıstırapları bir nebze olsun hissettirir, böylece yardım duygularımız hareket geçer. Cenab-ı Hakk’ın bize lütfettiği nimetleri yoksullarla paylaşırız.

Sinsi nefis devamlı kalbimize vesvese verir. Senin kıldığın namaz, tuttuğun oruç, verdiğin sadaka ne ki, bunlar seni kurtarmaz şeklinde telkinler yapar. Rabb’imizin af, mağfiret, rahmet ve şefkat sahibi olduğunu bize unutturmak ister. Şeytanın vesveselerine aldanmamalı, bize Rabb’imizin rızasını kazandıracak adımlar atmalıyız.

Ebu Hüreyre(ra)’den rivayet edilen bir hadis, bize Rabb’imizin rahmet ve mağfiret deryasını müjdeler. Şöyle ki:

“Yüce Allah buyuruyor ki: Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, beni andıkça ben onunla beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden anarım.

O, beni bir cemaat içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım.

O, bana bir karış yaklaşacak olursa ben ona bir zira yaklaşırım.

Eğer o, bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım.

Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim.

Kim bana şirk koşmaksızın dünya dolusu günahla gelse ben de onu yine mağfiretle karşılarım.

(Buhari, Tevhid 15, 35; Müslim, Zikr 2, Tevbe 1)

Ramazan; Rabb’imize kulluk, ibadet ve dua etmeyi sevmenin ve ibadetlerden haz ve lezzet alma mevsimidir.

Ramazan arınma ve Rabb’imize yaklaşma zamanıdır.

Ramazan, nefis putunu kırma, Allah’a kul ve asker olma vaktidir.

Ramazan, Kur’an okuma, onu anlama ve nuruyla nurlanma ayıdır.

Ramazan yardımlaşma, fakir ve fukaranın gönlünü ve duasını alma zamanıdır.

Ramazan, hayatın manasını anlama, Rabb’imizin rızasına uygun bir hayat yaşamayı prensip ve âdet edinmenin tam vaktidir.

Okuyucularımın ramazanlarını tebrik eder, Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmalarına vesile olmasını Rahman ve Rahim olan Rabb’imizden niyaz ederim.

Ali Erkan Kavaklı

Beni nefsimle baş başa bırakma!

İnsanlara en zor gelen imtihanların başında nefis terbiyesi gelir. Bediüzzaman’a göre nefis mücadelesi için neler yapabiliriz? Nefislerimizi nasıl terbiye edebiliriz? Bunun yolu var mı?

Terbiye etmekle yükümlü olduğumuz, bu sebeple mahşerde birinci derecede sorumlu bulunduğumuz, ama terbiye etmeye güç yetiremediğimiz, bu yüzden Peygamberimizin (asm) diliyle her an şerrinden Allah’a sığınmaya ve Allah’tan yardım istemeye mecbur olduğumuz temel içgüdümüz nefsimizdir.

Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bir duâsında buyuruyor ki: Allah’ım! Göz açıp kapayıncaya kadar dahi beni nefsimle baş başa bırakma!”, Bediüzzaman Hazretleri ise “Ben nefsimle musalaha etmemişim; çünkü terbiye etmemişim.” diyor.

Nefis için yükseliş ve iniş, ölüme kadar her zaman mümkündür. Îman, ibâdet ve taat yükselişine; isyan, tuğyan ve günahlar inişine sebep olur. Nefs-i emmârenin, levvâme, mutmainne veya daha yüksek makamlara yükselişi halinde bile, silâhlarını ve cihâzâtını asâba devrettiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, asâb ve damarların o vazîfeyi, yani “emmâre” vazifesini ömrün sonuna kadar gördüğünü, dolayısıyla nefs-i emmâre çoktan ölmüş olsa bile eserlerinin damarlarda yaşadığını; bundan dolayı çok büyük asfiyânın ve evliyânın nefisleri “mutmainne” makâmında oldukları halde, nefs-i emmâreden şikâyet ettiklerini kaydeder.

Saîd Nursî Hazretlerine göre, Nefislerinizi temize çıkarmayın.”  âyeti, nefsin en ilkel haline karşı bizi uyarmaktadır. Şöyle ki: İnsan cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Hattâ evvelâ yalnız nefsini sever; başka her şeyi nefsine fedâ eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder. Mâbuda yaraşan bir tenzîh ile nefsini ayıplardan tenzih eder ve berî görür. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine tapar bir tarzda kendini şiddetle müdafaa eder. Hattâ fıtratında derc edilen ve yalnız Mâbud’unun hamd ve tesbihi için kendisine verilen duyguları ve istidâtları kendi nefsine sarf ederek, “Nefsinin arzûsunu kendine İlâh edinip her emrine uyan kimseyi gördün mü?” sırrına mazhar olur.

Netîcede, gerçekte “acz” içinde yuvarlanan nefis, kendisini üstün görür, kendisiyle gururlanır, kendisini beğenir. Oysa kulluk makâmı, Allah’ın azameti ve büyüklüğü karşısında, kendi acziyetini idrâk etmeyi gerektirmektedir.

İşte bu mertebede nefsin tezkiyesi ve terbiyesi, nefsi tezkiye etmemektir, yani nefsi günahlardan berî görmemektir. Yani nefsi temize çıkarmamaktır. Nefsin günahlardan arınması ve temizlenmesi için bu şarttır. Çünkü, “acz” içinde olduğunu idrâk eden nefis, gururlanmaz, kendisini büyük görmez; “ubûdiyet” yoluna girer. Ubûdiyet yolu ise onu, mahbûbiyete, yani Allah sevgisine mazhar olma makâmına yükseltir.

Bedîüzzaman’a göre nefis bazen kendisini unutur. Ölümü başkasına verdiği; fenâyı, zevâli ve yokluğu, kendi üzerine almadığı gibi; külfet, hizmet ve ibâdet makâmında, yani Allah’ın emirlerine muhatap olma makâmında da, kendini unutur. Nefis, kendini Allah’ın emirlerine muhatap saymak istemez.

Fakat ücret almaya ve lezzetlerden istifade etmeye gelince öne atılmakta ve şiddetle istemektedir. Yani lezzetlerde nefis kendini unutmamaktadır. İşte, nefsin emmâre makamı budur. Nefsin bu vahim hâline, Allah’ı unutup da, Allah’ın da nefislerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir.” âyeti işaret etmektedir.

Nefsi bu makamda tezkiye, tathîr ve terbiye etmek, yani arındırmak, bu hâlin aksini telkin etmekle mümkündür. Yani nefsin unutkanlığı ile örtüşecek bir biçimde, lezzetlerde, tatlarda, ihtiraslarda, menfaatlerde ve ücretlerde nefsi unutmak. İbadet, hizmet, faaliyet ve ölüm gibi nefsin sevmediği hallerde ise nefsi unutmamak. Yani hizmetlerden geri durmamak, öne atılmak. Her an ölümü beklemek ve hazırlanmak.

Böylece nefis kendisinin “fakr” içinde olduğunu unutmaz. Bu idrak onu Allah’ın Rahman ismine ulaştırır. Yani nefis kendi fakirliğini bilmesine rağmen, bu fakirliğe aldırmaz ve daha dehşetli bir fakirlik olan ölümün her an kapıda olduğunu hissederek, hizmetlere atılır ve ibadetlerde ön safta yer alırsa; Rahman ismi o nefsi kucaklar, ihata eder, şefkat eder, nimetlerini bollaştırır, bereketini arttırır, hadsiz sevaplar verir; ölümden sonra da o nefsi fakir ve yoksul bırakmaz. O nefse rahmet eder.

DUÂ

Ey Rabb-i Rahim’im! Ben kendimi bilmezken, Sen beni bildin, diledin ve yarattın! Beni insan yaptın; bana ihsan-ı şahanenden faruk bir akıl, zalim bir nefis ve mutî bir kalp verdin ve önüme insaniyet-i Kübra gibi bir hedef koydun! Rabbim! Seni bilmeyi, bulmayı ve şükretmeyi bana müyesser kıl! Beni nefsime bırakma! Nefsimi Zat-ı Mualla’na kul eyle! Sana olan yolculuğumda elimden tut! Benden yardımını esirgeme! Âmin!

Süleyman Kösmene

Fikir alışverişinde şunlara dikkat!

Müşterek bir işte çalışan şahıslar, dinî veya dünyevî bir müessese mensupları müdavele-i efkâr yaparlarken, kendi fikrini mutlak bir isabet bilmesi, diğer arkadaşlarının fikirlerini daima isabetsiz görmesi, müessese arkadaşlarının reylerini hakir bulmasıdır. Kendi fikirleri ile yapılan işlerin zararlı ve iflasa doğru gittiğini hatırlatan en yakın arkadaşlarına yüz çevirmesi, müessesenin maddî imkânlarının elinde bulunması, şubelerdeki işin içyüzünden haberi olmayanların teveccühüne aldanmasıdır. Müesseseye, sekiz-on işte, şahsî kanaatinden ve başka arkadaşların fikirlerinden zararlar gelince de bir takım teviller yoluna sapmak, telaşsız görünerek kendi cebindekini değil, umumun hukukunu zayi etmesidir.

Müdavele-i efkârda bir işi isabetsiz veya zararlı bulduğunu arkadaşına söylerken, edep, terbiye, hürmet gibi yüksek ahlâkı çiğneyerek tehevvürle, şiddetle söylemesi, karşısındakinin izzetini kırması, İslâmî terbiye ve ahlâka sırt çevirmek olduğu halde, bunu hiç nazara almayarak, “Bana böyle dedi, şöyle dedi” gibi hiddetle mukabele etmesidir. Dehşetli zararlarda kendisinin dahli olmadığına, ya cehl-i mürekkeple veya gururla iddiada bulunmasıdır. Halbuki mesai arkadaşlarına hürmetle mukabele edip, kendi fikirlerinin isabetsiz olabileceğine ihtimal vererek, yirmi meselede hiç olmazsa on adedini arkadaşlarının kanaatlerine münasip bulup iş yapmasıyla fikirlere menfî hislerin karışmadığı anlaşılmış olur.

Fikirlerindeki isabetsizlik zararlara sebep olunca, diğerleri bu zarara sebep olana hürmetkârâne, asilâne, alçak gönüllülükle kendi fikirlerindeki veya vazifelerdeki kusurlarını da sayarak, ondan özür dileyerek söylemesi- velev kırkıncı defa da kabul etmeyecek olsa- yine o yanlış yapana söylemek yerine şuna buna söylemesi; böylece müessese mensuplarına olan hüsn-ü zan ve itimadın kırılması; bir kimsenin aile çatısı altında kalması icab eden hatalarını yayması; o kimseyi kötüleyip şuna veya buna söylemekle bin zarar getireceğini hissiyatının tesiriyle görememesidir.

Müteaddit defalar bir iş hususunda münakaşa edilir; meşveret ve müdavele-i efkâr adı ile söze oturulur. Münakaşa ve kavga ile kalkılır. Bu kavgamsı konuşmada herkes heyecanlanır. Hisler heyecana gelir. Biri diğerine, diğeri ötekine hakaretli sözler sarf eder. İlk defa birisi hakaret eder, diğeri de misilleme yapar. Birinci hakaret edip kalb kıranı kasdederek, “Birinci bana şöyle dedi, ben de ona öyle dedim” der. Bu beş-altı defa tekerrür edince, artık en yakın dava arkadaşına ikincisi küskün durur. Bu küskünlüğü gören ikinci birinciden soğur. İkinci ile üçüncü birleşir. Birincinin gıyabında konuşa konuşa, artık o da haricîlerin müşfiki, can kardeşine küsücü olmuştur. Artık birincinin hakkında tenkitler ve kusurları sayıp dökmeler başlamıştır.

İslâm muaşeret, edep ve terbiyesine riayet etmeden, nefis ve tehevvürüne kapılarak, dahilî hizmet mensuplarına hariçtekilere dahi yapılmayacak bed muameleyi yapmaktır. Bu kötü hissiyat zararlı netice doğurunca, “Ben sebep oldum, özür dilerim” olgunluğunu göstermeyerek, zararlı neticeyi acib bir halet-i ruhiye ile karşısındaki arkadaşına yüklemektir. Taraflar dahi şahısların umumunun alâkadar olduğu umumî bir meselede, iki taraf da birbirini sabit fikirlilikle itham ederek, müessese hizmetine dinamit koyarak umumun zararına sebep olmalarıdır.

Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin notlarından…

 

Bir zerre hizmet, bir dağ; bir dirhem hizmet, bir batmandır

  • Ey ferasetli ve müdebbir ehl-i hizmet!

 

  • Omuz omuza verip çalışmaya çok muhtaç olduğunu; tek başına veya ekalliyette kaldığın zaman muvaffakiyetsizliğe düşeceğini her gün hatırla ve bu hakikatı bir karta yazıp cebine koy ki, günde on defa nefsine ihtar edebilesin.

 

  • Bir ve beraber olduğun hizmet ve dâvâ arkadaşlarının gönlünü kırma. Senin gönlünü kıran olursa, “Buna benim nefsim müstehaktır” de ve gönlünü kıranın gönlünü hoşnut eyle.

 

  • Böyle bir zamanda, böyle kudsî bir îmân hizmetinde çalışanlara karşı durumumuz şudur: Bir zerre hizmet, bir dağ; bir dirhem hizmet, bir batmandır. Bu nur hizmetinde -az dahi olsa- bulunanlar, çok hürmet, muhabbet ve şefkate lâyıktır. “Dane taşıyan bir karıncayı bile incitme”.

 

  • Dostunu şiddet ve minnet içinde tutarsan, bir daha senin suratını bile görmek istemez. 

 

  • Halk nazarında nice itibarsız, hakir görünen Müslümanlar ve İslama hizmet edenler vardır ki, onlar insanlardan takdir, hürmet ve muhabbet beklemezler. Onlar, ehl-i îmana hürmetkâr ve merhametli olurlar. Onlara Allah’ın rızası kâfi gelir.

 

  • Sen bir mü’mine “Fenadır” diye kötü zanda bulunabilirsin; halbuki o kimse Allah’ın makbulüdür.

 

  • Arkadaş! Gül padişahının yanında silaha davranmış diken var. Dikensiz gül, kusursuz arkadaş arayan kusurundan habersiz kimse, arkadaş bulamaz.

 

  • Nur-u Kur’ân hizmetinde bir ve beraber çalıştığınız kardeşler ve ehl-i îmân içinde, gücenen ve küsen, gücendiren ve küstürenlerden olmayınız “Deymiyor bu dünya böyle şeylere” .
    İnsan iyi işli olmalı Kendisini daima kusurlu görmeli.