Etiket arşivi: Onkolog Dr. Haluk Nurbaki

Hazreti Nesibe

Hz. Nesibe  inşallah hepinizin gönlüne kendi vereceği sevgi mesajları dolayısıyla “hissedilirken” bir şeyin farkına varmanızı istiyorum; Tarihte yaşamış, İslamiyet’e hizmet etmiş bir insanı anmaktan çok ötede bir vazifeyi yerine getiriyoruz, bu: Fahri Kâinat sevgisinin tarzını öğrenme vazifesidir! Çünkü Fahri Kâinat sevgisini, seviyoruz sanıp da gaflete düştüğümüz zaman; Hz. Nesibe ondört asır öteden ama gönlümüzün en yakın noktasından öyle sevilmez, böyle sevilir (!) mesajı veriyor… Bunun için örnek bir kare alarak başlatmak istiyorum;

Uhud savaşında, Fahri Kâinat etrafında korkunç bir cesaretin temsilcisi olarak savaşırken oğlunun aniden kolunun yaralandığını gören ve o kolunun kanları içerisinde yere yıkılan oğlunu koşup kolunu sararak, öteki eline kılıcını vererek: “derhal vazife başına! Fahri Kâinat’ın bu dar anında ne yara olur ne ölüm düşünülür” diyerek harp sahnesine saldığı zaman, Fahri Kâinat Efendimiz bir an baktı ve bir şey söyledi (?). Şimdi bu söylediği sözü anlayabilmemiz için iç dünyanıza bir dönün… Oğlu çok ciddi bir kanamayla ölmek üzere olan bir annenin, evladının kanını usulen şöyle bir sarıp öteki eline kılıcı vererek ölüm sahnesinde ısrarla savaşmasını isteyen bir annenin hissiyatını bir an düşünün… Büyük çoğunluğunuz hanımefendiler, hangi dertlerle dertleştiğini görün! Annesiniz veya anne namzedisiniz… bu nasıl bir sırdır ki; çok üstün olan evlat şefkatine rağmen [onu birazdan göreceğiz, evlat şefkatinin ne demek olduğunu (bu şefkate rağmen)] Fahri Kainat sevdası uğruna onu bir ölümden diğer ölüme sevk etmekten büyük bir haz duyuyordu. Böyle bir hazzı tasavvur edebiliyor musunuz? İçinizden bunu diyebilir misiniz? Ben size söyleyeyim: mümkün değil! Çünkü Fahri Kainat Efendimiz bunun mümkün olmadığını söylüyor: “Ya Nesibe! (diyor) Senin yaptığını kimse yapamaz” diyor. Bu Fahri Kâinat emridir!

İşte öyle bir annemizi anacağız şimdi… Bu noktadan girişimin sebebi Fahri Kâinat sevdasının fedakârlıkta sınır tanımadığı gerçeğidir. İşte Hz. Nesibe’nin en büyük özelliği Fahri Kâinat sevdasını bizlere öğretmesidir. İnanınız İslam tarihinin kaderinde sevginin ve sevdanın çok büyük önemi vardır. Çünkü Cenab-ı Hakk bütün mahlûkatı, varlıkları bir sevda üzerine yaratmıştır, bir aşk üzerine yaratmıştır. O halde bu yaratılışın bir tarz senfonisi olan kader de bu aşkın, bu sevginin bulunduğu yerlerde ayrı bir takım hilkat nüansları yapar. Ki, işte bu hilkat nüansları içerisinde Hz. Nesibe’nin sevgisine bütün insanlık, İslam, İslamiyet ve bizler çok şey borçluyuz.

Hz. Nesibe’nin sevgisiyle İslamiyet’in coşan sırrı, takdirin, İslamiyet’ in zaferine verdiği coşku Hz. Nesibe’nin gönlündeki bir sevdanın marşa basmasıyla çok ilginç değişimler göstermiştir. Bunda sahneleri anlatırken beş saniyelik hadiseyi… Hz. Nesibe’yi Hâşâ! Bir tarihi kadın olarak anlatmıyorum. Çünkü Hz. Nesibe’nin gönüllerden ve İslam davasından çekilmesi mümkün değildir. Öylesine bir sevdayı Muhammedi’ye sahiptir ki; nerde Muhammed’e (s.a.v.) karşı bir sevda, bir aşk vardır orada mutlaka Hz. Nesibe’nin bir ışığı sizin yüreğinizi sızlatacak, sizi gerçek sevgiye çekecek bir mesaj verecektir.

Hz. Nesibe tam kırk yaşındaydı Fahr-i Kâinat Efendimizi tanıyıp iman ettiği zaman. O tanıyıp iman ettiği zaman, akabe biatına gelen o büyük kahramanlardan bir tanesiydi. Bu geniş sırrı içerisinde Fahr-i Kâinat Efendimizi gördüğü an, Fahr-i Kâinat Efendimiz onlara, tenezzülen akabeye   gelerek, hitap ettiği an, gönlünde bir dua belirdi:

“Yarabbi… Şu yarattığın, mahlûkatın tümünün, âlemlerin tümünün şahıdır… Padişahı, sultanıdır. Bunun aşkını gönlümden çıkartma Ya Rabbi!” diye bir duada bulundu ve bu aşk bütün ömrü boyunca devam ettiği gibi evlatlarına da aynen yansıdı.

Biraz sonra anlatacağım, bu sevda öyküsünü kurarken gönlünden o kadar sıcaktı ki günlerden bir gün, Fahr-i Kâinat Efendimiz (hüzün yılı dediği yılda) Hz. Hatice’yi kaybetmenin, Hz. Ebu Talip’i kaybetmenin elemiyle… İslamlarında en ağır şartlarda eza gördüğü yılda, gönlünde hep Cenab-ı Hakk’a olan ricası: bu Müslümanların biraz daha feraha çıkması, bu hüznün bir neşeye, bir manevi neşeye dönme niyazı nihayet (gönlüne gelen bu niyazın etkisi gibi) Taif’ten bir davet geldi. Dikkat ediniz bakınız Hz. Nesibe’yi ve Sevdayı Muhammedi’yi tanımak için Taif’teki olayı çok iyi bilmek lazım gelir.

Taiften bir davet geldi. Ve bu davet Efendimizin Mekke zalimleri karşısında duyduğu hüznü hafifletecek bir ışıktı. Mekke’nin sıcağı, o kâfirlerin vahşeti taşa toprağa sinmiş… O ağır çılgınlıklar ve Müslümanların çölde aç, susuz yıllarca tahammülü imkânsız meşakkatlere katlanmaları… Bir anda Taif davetiyle beraber Efendimizin gönlüne büyük bir serinlik verdi.

Öyle bir serinlik ki; bir kurtuluş ümidi… Çünkü Taif, Mekke’ye nazaran iklim itibariyle de latif bir yer (bir tarz mesire yeri, bir tarz Mekke’nin sayfiyesi gibi). Oraya Efendimizin gelmesini ve bir konuşma yaptıktan sonra bütün Taif’lilerin Müslüman olacağını ve dolayısıyla Müslümanların tümünü kabul ederek, O Mekke çölünden eza çeken, susuz, aç kalmış kardeşlerimizin de bir selamete çıkacağını, Efendimize müjdelediler. Hâlbuki bu oyunun arkasında büyük bir tertip, büyük bir hıyanet vardır.

Efendimiz Taif’e ayak bastıktan sonra yanına sevdiği kölesi Zeyd’i alarak… (Taif’e ayak bastıktan sonra) Grup grup vahşi hainler Efendimizi çocuklara taşlattılar. Kendileri çocukların ellerine, büyük büyük, çocukların kaldıramayacağı taşları vererek Efendimizi taşlatıp; adeta orada yok etme savaşına girdiler. Hz. Zeyd’in Efendimizin etrafında pervane gibi dönerek, o taşlardan bir tanesini dahi Efendimize isabet ettirmemek için gösterdiği büyük gayret sonunda Taif’in sokaklarından zor kaçıp bir bağın kenarına geldiler. Bu bağın kenarına geldikleri zaman Efendimiz de ayaklarından yaralanmış, Zeyd’in bütün gayretlerine rağmen, onun da kanı akmaktaydı. Zeyd ise, yüz iki yerinden yaralıydı, perişandı… Öyle bir vaziyette bir bağın gölgeliğine geldiler bir an soluk almak için ve o anda Efendimiz, aniden ellerini kaldırarak:  Cenab-ı Hakka; “Aman Ya Rabbi!. Sakın bu kavmi kahretme… Bilmiyorlar. Onlara azabını verme…” diye duaya başladı. Ve bu duanın içerisinde Zeyd’in bile tahmin edemediği bu kadar süper merhameti, bu kadar bağışlayıcı hali… Zeyd’in bile hayretler içerisinde dinlediği bu duanın sonunda bir cümle vardı: “Ya Rabbi!.. Sen çarelerin hazinesisin… Elbet bir çare sıcaklığıyla gelmiştim buraya. Bu çare sıcaklığını kendi iç dünyamda ve alem-i İslam üzerindeki hüznün kaldırılması ümidiyle gelmiştim. Ama sen çarelerin hazinesisin. Çare tükenmez. Sen yeni bir çare halk edersin… Ya Rabbi!” diye bir duası vardı.

İşte bu duanın ani olarak (bunlar saniyeyle, saatle kıyas edilmiş şeyler değil… Allah’ın gönülle arasındaki her türlü madde ve madde ötesi cereyanlarıyla alışverişler içerisinde bir anda) Cenab-ı Hakk, Fahr-i Kainat Efendimizi ışınlayacağı yeni çareye ilahi kudretiyle bir tarama yaptı. Biliyor musunuz, Hz. Nesibe’nin gönlü çıktı ekranda! Ve Medine hicreti Hz. Nesi’be’nin gönlündeki Sevday-ı Muhammedınin ışık ışık yanmasıyla coştu. Ve o andan sonraki bildiğimiz tarihi hicret hadiseleri zuhur etti. Ama unutmayınız Taif’teki, Resûlullah’ın sende çare tükenmez Ya Rabbi, dediği duanın mukabilindeki çare; Cenab-ı Hakkın, gönüllerinde Fahr-i Kâinata ait en sıcak sevdayı aradı. Mekke dışındaki en sıcak sevdayı aradı. Mekke dışındaki en sıcak sevdayı Nesibe’nin gönlünde buldu. Ve onu ışık ışık Efendimizin gönlüne yansıttı.

Fahr-i Kâinat Efendimiz Medine’ye geldiği zaman, zaten Hz. Nesibe’yi akabe biatından sonra Medine devletinin oniki kişilik yönetim kadrosuna üye olarak aldı.

Bu İslam tarihinde de ayrıca çok önemli bir şeydir. Fahr-i Kâinat Efendimiz Medine yönetimini kurmak üzere Medine’ye teşrif ettikleri zaman oniki kişi seçerek bu yönetimin bir tarz encümenini kurdu. Bu encümende iki tane hanım vardır. Bir tanesinin ismi Esma’ydı (Bildiğimiz Esma anlattığım Esma değil, başka bir Esma annemizdir). Biriside Hz. Nesibe’ydi.

12 kişilik kurulun iki tanesi kadındı. İslamiyette kadını ikinci plana itmek isteyen, bunu böyle göstermek isteyen hainleri Allah kahretsin! 14 asır evvel 12 kişilik kurulda iki tane hanım kaydetmiştir, Efendimiz. İşte bunlardan bir tanesi Hz. Nesibe idi…

Ve Hz. Nesibe İslami intişarların, Medine’den sonra özellikle yoğunlaşan İslami siyasetin, İslami içtimayı yapıp, İslami tutumun (12,14) yayılmasındaki raksların içinde her an yoğrularak yaşamış bir insandı. Ama bütün özündeki hikmet ise: canını Resulullah uğrunda niçin veremediğinin telaşıydı. Bu kadar çok sevdiği Resulullah’ın uğrunda bu canı niye veremediğinin telaşındaydı… Onun için buradaki levhamızda Hz. Nesibe’yi yazan kardeşimizden Allah razı olsun… Orada bir gülün üzerinde, bir kandamlasını göstermesinin hikmeti de budur. (Hocamız, Yusuf Coşkun Benefşe’nin her konferansta olduğu gibi bu konferans için yaptığı hat çalışmasından bahsediyor – NÇG)

HAZRETİ NESİBE

Hz. Nesibe ilk imtihanını Uhud’da verdi. Uhud savaşına yaralıları tedavi etmek amacıyla gitmişti. Ama içerisindeki çok özel bir duygu, savaşa gireceğini de söylüyordu. Bu yüzden kılıcını alarak gitti Uhud’a.  Uhud savaşında gerçekten yaralılara yardım etme zevkini (Uhud’un birinci sahifesi çok farklı… Çünkü birinci sahifesinde Uhud’un biliyorsunuz. Müslümanların çok şiddetli ve görüntüye yansımış bir zaferleri vardı) bu zaferin coşkusu içerisinde, yaralıları tedavi etme, askerlere su verme zevki ve hasretiyle yanarken birden, Uhud’un ikinci sahifesine geçildi. Orada işte sahneyi âlemde Fahr-i Kâinat Efendimizin Allah’tan çok özel talep ettiği bir hikmet vardı; şimdi Uhud’u anlamadan, hiç bir şey anlayamayacağız, çünkü Uhud savaşında bir önemli sır vardır. Biliyorsunuz ayet-i kerimeye ve bildirildiği şekilde; Bedir savaşında melekler ve manadan pek çok bilmediğimiz güçler (Bedir savaşına) bizzat iştirak etmişlerdir. Cenab-ı Hak bunu yüce kitabında bunu açık açık söylüyor.

Peki, Bedir savaşında melekler ve mana güçleri iştirak etti de Uhud savaşında neredelerdi? Bu çok önemli bir şeydir… Yani Cenab-ı Hak (Uhud savaşında) meleklerden (takviye etti, Uhud’da… Eee)  Bedir savaşında takviye etti de, Uhud’da vaz mı geçti? Haşa!..

Allah’ın bütün iş gücü Fahr-i Kainat Efendimizin akıl almaz tecellilerini insanoğluna lütfen yansıtmaktır. Allah’ın bütün kaderindeki dizaynı, Fahr-i Kâinat saltanatını yansıtmaktadır. Yalnız arş’a, insanlara değil, bütün kâinata… Çünkü Fahr-i Kâinat sırrı ile melekler zikredebilir. Fahr-i Kâinat sırrı ile bütün âlemlerdeki fizik, metafizik coşkular meydana gelebilir. Onun için; Fahr-i Kâinat Efendimizin değil bir büyük savaştaki dara düşme hadisesi, Fahr-i Kâinat Efendimizin aldığı her soluğun özel bir rafinerisini yapar Cenab-ı Hak. Özel molekülleri vardır Fahr-i Kâinat’ın… Bu kadar sıcaktır! Allah’ın Fahri Kâinat’a sevdası… Çünkü… Fahr-i Kâinat Efendimize sevdalı bir gönlü anlatırken inanınız, Allah kıskanır! Yalnız sevdası O’ndadır! Onun için annesine babasına bile yaşama müsaadesi vermemiştir! İlahi sevdası için… Ama O, Nesibe’nin gönlündeki veya bir büyük İslam’ın gönlündeki Sevdayı Muhammedi’yi ise Allah niye kıskanmadı, derseniz; O’nun içindedir çünkü!

Nerde bir sevday-ı Muhammedi vardır; Cenab-ı Hakkın cereyanı oradadır. İşte Uhud’taki hikmetlerin en büyüğü Fahr-i Kâinat Efendimizin (Uhud savaşında) Cenab-ı Hakk’a sunduğu bir taleptir:

“Ya Rabbi… Ben burada hiçbir müdahale istemiyorum, bu savaşta. Ben, müminlerin kudretini sana göstermek istiyorum. Müminlerin nasıl senin için savaştıklarını, sana göstermek istiyorum.”

Diye talepte bulundu… Ve inanınız Uhud savaşını seyrederken, melekler ve manevi güçler sanki bir enerji  duvarına yapışmış gibi, koştukları halde, Uhud meydanında bir cam fanusa takılmış gibi kaldılar. Çünkü Fahr-i Kainat Efendimiz müsaade etmedi. Kendisinin kulluğunu sonuna kadar yaşamak ve müminlerin cesaretlerini ve fedakârlıklarını Cenab-ı Hakka sonuna kadar arz etmiştir. İşte Uhud’un ikinci sahifesi bunun için çok önemlidir.

Öyle bir an zuhur etti ki; bütün Efendimizin etrafındaki mücahitler (ki bunlar 10 ila 12 kişiydi) Efendimizi korumakla mükellef olan mücahitler bizzat (adım adım) üç adım ötedeki kâfirin üzerine gitmek için, beş adım ötedeki kâfirin üzerine gitmek için herkes büyük bir yakın savaşın içine girmişlerdi. İşte o sırada bir şey oldu; kırk saniye kadar Fahr-i Kainat Efendimiz yalnız kaldı. Bir tek Nesibe vardı. Bunu çok iyi öğrenin, çok sevin bu muhterem hanımı! Hepimiz ona borçluyuz! O kırk saniyeyi yaşatan Hz. Nesibe’nin korkunç sevdası ve savaş gücüydü.

Hz. Nesibe o sırada Efendimize direkt olarak saldıran ilk kâfiri yok ettikten sonra, ikinci kâfirle öyle bir mücadeleye girişti ki (belki de o vahşi kâfirlerin içerisinde en büyük bir savaşçıydı, karşısına düşen)… Ama Hz. Nesibe vurmakla yere düşen kılıcını tekrar alıp tekrar vurarak kâfirin karşısına çıktı. Kâfirin çift zırhı vardı. Vuruyor… vuruyor bir türlü zırhından içeri giremiyordu. İşte o sırada kâfir, Hz. Nesibe’ye yukardan aşağıya, sağ omzundan beline kadar yaran şiddetli bir darbe indirdi.

Bu hadise kırk saniye sürmüştür, Fahr-i Kâinat Efendimizin savaşta yalnız kalması… Kırk saniye içerisinde diğer mümin mücahitler (etrafında bu işle görevli mücahitler) yetişmişler, etrafında Fahri Kainatı yok etmeye çalışan o ahmak zümreyi tasfiye etmişlerdir. İşte, o kırk saniye içerinde olan hadise Hz. Nesibe’nin vücudunu yarıya kadar indirilen kılıç darbesi karşısında Fahr-i. Kâinat Efendimiz gözyaşlarını tutamayarak: aman Ya Nesibe, diye omzunu sıvazladı ve yarasının ölümcül sayfasını kapattı.

Hz. Nesibe ne dedi biliyor musunuz? “Ya Resulallah! Senin uğrunda şehit olmak şerefinden beni niye mahrum ettin” dedi. Onun de üzerine Fahr-i Kâinat Efendimiz: “Sen ve soyun cennette benimle olacaksınız. Ben seni mahrum etmedim, içim razı olmadı” buyurdu.

Aynı savaşta sırf Fahr-i Kâinat Efendimizi korumak…  Vücudunu ortaya atan Hz. Nesibe tam 11 tane yara aldı. Bunlardan 4 tanesi ok yarası 6 tanesi kılıç yarası, bir tanesi mızrak yarasıdır. Bu yaralarıyla Hz. Nesibe bir taraftan da biraz evvel arz ettiğim; oğlunun paramparça olmuş, kolunun kanlar içerisindeki halini seyrederek; onu yeni savaşa teşvik ederken, aynı o yaralarla savaşa devam etti. Hatta biliyorsunuz; Uhud savaşının üçüncü sahifesinde kâfirler büyük bir zafer kazandık hissiyatıyla, bir araya toplanıp da Mekke gerilerine dönmek üzereyken, Fahr-i Kâinat Efendimiz onlar yeni bir saldırı yapmasın diye, bir strateji ustası olarak onları takip için bütün yaralıları topladılar. O yaralı mücahitler onları en az bir 20 km – 30 km. takip etti. İşte bu takip grubu içerisinde Hz. Nesibe’de 11 yarasıyla, oğlu Abdullah’ında kolu paramparça olarak bu takip grubu içerisindeydi. Ve bu takip grubunda kalması için, Fahr-i Kâinat Efendimizin bütün ricalarına rağmen “sonuna kadar senin sırrının ötesinde olamam ben” diyerek, bu takip hadisesine katılmıştır.

Böylece Uhud savaşı tamamladıktan sonra Hz. Nesibe’nin yaraları bir yıl içerisinde iyi olabildi. Hz. Nesibe’nin bu bir yıllık yaralarının tedavi olması yahut da işte biraz daha az faal olması zorunlu olan devrede, bir kaç defa Fahr-i Kâinat Efendimizin bizzat hanesine giderek, ziyaretiyle müşerref oldu. Fahr-i Kâinat Efendimiz Hz. Nesibe’yi ziyaret ederek ona verdiği şerefi biraz daha altunlaştırdı, biraz daha  billûrlaştırdı. Böyle bir ziyareti sırasında, Hz. Nesibe’nin, bir yemek ikramı sırasında…  Efendimize, geldiği zaman bir yemek ikram etti,  bir çorba ile birkaç hurma getirdi, ikram etti. Efendimiz: Sende buyur, Ya Nesibe, dediği zaman… Eğer müsaade ederseniz ben oruçluyum, diyordu.

O yaralarının en ağrılı en zalim zamanlarında ibadetini ve orucunu sırf Fahr-i Kâinatı mutlu etmek için, onun emirlerinin içerisindeki sıcaklığı kendi gönlündeki Sevdayı Muhammedi ile hamur etmek için kullanan gerçekten emsalsiz bir annemizdi. Bir yandan da Medine devrinde (özellikle biraz evvel arz ettiğim içtimaya açısından olsun, (…) açısından olsun, İslam dininin daveti, icazeti açısından olsun zenginleşen Kuran ayetlerini ezberleyip onları çevresinde anlatan, kendisine her ziyarete gelene bir büyük muallim olan müthiş bir ilme sahipti. Kendinin hâli vakti Medine’nin oldukça zenginlerinden olmasına rağmen, o da bütün İslam anneleri gibi, aslında bütün İslamlar gibi nesi var, nesi yoksa hepsini infak ile dağıtırdı. Şimdi bakınız, ne kadar ince bir hesaptır… Fahr-i Kainat Efendimize bu kadar yakın olmuş, sevgisi Allah tarafından makbul olmuş bir annemiz hala elinde bir şey tutmama ve Emr-i ilahiyi, rızayı Muhammedi’yi kazanabilmek için nesi var nesi yok, mutlaka elinden çıkarmanın o sevdanın bir parçası olduğunu düşünüyor.

Bütün mesele buradadır. Birçokları sanıyorlar ki sevday-ı Muhammedi duyulduktan sonra, gönülde bir fantezi olarak, bir kartvizit olarak saklanır. Hayır! Evladını feda etmenin, onun uğrunda kanını, canını vermenin sınırı yok! Bunlarla da bitmiyor! Bunları yapmış olmak da bir mana ifade etmiyor… İlla ne söylemişse onu yapmak; O infak et dediği için infak ediyor, ibadet et dediği için ibadet ediyor. Sonuna kadar o sevdanın hamuru içerisinde yaşıyor… Allah, inşallah bütün buraya teşrif eden kardeşlerimize, bu sohbeti kulaklara ulaştıran kardeşlerimize nasip etsin. Çünkü Fahr-i Kâinat Efendimizi cennette ziyaret nasip olursa, mutlaka Hz. Nesibe’yi göreceğiz. Çünkü yakınımdasın diyor, Fahr-i Kâinat Efendimiz. İnşallah o zaman, o ışığı sıcak olarak fark edeceğiz. Nasıl ki havanın sıcaklığını, havanın elektriğini, manyetiğini fark edebiliyorsa insanoğlu asıl sevdanın sıcaklığını fark eder.

Bu sevdanın sıcaklığı içerisinde Hz. Nesibe ondan sonraki savaşlarda da bakmadı… Peşine, hepsinde eski niyetiyle yalnız hasta, susuz ve yaralılara, hizmet etmek isterken bu sefer, bundan sonraki savaşlarda da mücahit olarak iki evladı ile beraber (birisi Halid bin Zeyd hazretleri, birisi Abdullah hazretleri… İki evladı ile beraber) devamlı Efendimizin etrafında savaşmayı adet edindi ki; hem Hudeybiye savaşında, hem Hayber savaşında yine kahramanlıklar gösterdi.

Ondan sonraki planda ise; Hz. Nesibe ibadetlerin, irfanın, ilmin ve Sevday-ı Muhammedi’nin bir temsilcisi olarak Medine’de İslamiyet’i hanımlara en iyi anlatan annelerimizden biri olarak çok büyük bir mesafe aldı.

Şimdi bakınız. Bize kadar gelecek himmeti, mutlaka almanız için kendisi lütfedecek, mutlaka onun sevdasına hayran olduğumuz için himmetini lütfedecek, inşallah o himmetler içerine olsun. Bir de o bizzat yaşadığı zaman platformunda o zaman diliminde Medine’deki pek gönüllere sevda-ı Muhammedin tarzını yansıttı, intikal ettirdi. Ve böylece Medine’nin manevi mimarisinde ayrı bir rol oynamış oldu.

Hz. Nesibe’nin dudağından, ağzından düşürmediği duası: “Gönlümü Resulullah’ın sevdasıyla yak! Yarabbi..” diye yaptığı duayı evlatlarına da ezberletti. Sizde hep bu duanın içerisinde yoğrulacaksınız dedi.

Günlerden bir gün, yetişmiş iyi büyük mücahit olmuş evladı Halid bin Zeyd, Yemende çıkan sahte peygamber üzerine giden ordunun mücahitlerindendi. Ve nasılsa; bazı rivayetlere göre elçi olarak gitti, bazı rivayetlere göre esir düştü. Müseylemetül Kezzap’ın eline düştü. Halid bin Zeyd hazretleri çok yüce bir İslam kahramanı. Kendisine bu yalancı peygamber çeşitli eziyetler yaptı. Bu eziyetlerin içerisinde Rasûlullah’ın sevdalısı olmaktan, mü’min olmaktan vazgeçmesi telkininde bulunuldu. Bunların hepsini (Halid bin Zeyd hazretleri) terk ettikçe, onların hepsini reddettikçe bir tarafı kesiliyordu.

Evvela sağ kolunu kesti, sonra sol kolunu kesti. Kulaklarını kesti, dilini kesti… Gözlerini oydu. Bu feci muamele sırasında Halid bin Zeyd Hazretlerine (Halid bin Zeyd Hazretleri) annesinin verdiği duayı hükme koydu: “Yarabbi! Levlakın şahının sevdasını gönlüme ver.” diyerek. Hem bu cümleyi tekrar ediyordu, hem Salâvat-ı Şerife okuyordu. İşte Salavat-ı Şerife okumalarıyla gönlünde Rasulullah aşkını niyaz etmenin gücünün içerisinde şehid oldu.

Hz. Nesibe o sıralarda 58 yaşında, 59 yaşındaydı. Haber bekliyordu Halid bin Zeyd’den, savaş haberi bekliyordu. Ama herkes susuyordu. Nihayet anladı, dedi ki: “Halid bin Zeyd’den hiç vermiyor musunuz? Herhalde şehid oldu. Ama niçin saklıyorsunuz? Bu bir müjdedir. Bu müjde nasıl saklanır? diyor etrafına sorduklarına. Nihayet suskunluklarını giderdiler ve dediler ki;

   – Şehid oldu. Ya Hz. Nesibe…

   – Peki, niçin söylemezsiniz?

   – Biraz tarzı bizi üzdü de. Onun için, söylemedik.

   – Neymiş tarzı… dedi.

Aynen anlattılar;

   – Rabbım benim gönlümdeki sevday-ı Muhammedinin böyle bir meyvasını verdiğin için Allah’a hamd ederim, dedi. Elbette böyle bir şehadetin sırrıyla ancak Rasulullah’a komşu olunabilir, dedi.

Benim şimdi gönlüm büsbütün rahat etti ama evlat acısı dediğim acının gönlündeki hali ne olur diye düşünüyorsanız; gönüldeki acının tek devasısın sen Ya Resullullah! Sen bütün hastalıkların tek devasısın… Sen gönlümdeki acıyı zevke gark ettin! Çünkü ben yalnız senin sevdan ile yalnız senin sevdanı düşünüyorum, buyurdu. Ve Cenab-ı Hakk’a karşı bu davranışı, Allah’ın o kadar hoşuna gitti ki aradan bir gün geçtikten sonra Müseylemetü’l-Kezzab’a karşı bir sefer düzenlendi.

Hz. Nesibe bende gideceğim bu sefere dedi. 59-60 yaşlarında bu savaşa iştirak etti. Hz. Nesibe bu sefere bir savaşçı olarak iştirak etti. Nitekim iştirak etmesinin bir büyük sırrı olduğu sonradan anlaşıldı. Çünkü bu savaş sırasında Müseylemetü’l-Kezzab’ın kalabalık ordusu (15-20 bin kişilik ordusu) kendisini tehdide gelen, uslandırmaya, yok etmeğe gelen 5-6 bin kişilik İslam ordusuna karşı ilk anda büyük bir zafer kazandı. İslam ordusu dağılmaya, geri çekilmeye başladığı bir sırada Hz. Nesibe atının üzerinde, elinde kılıcıyla:

–          Bir haini telef etmekte canınızı niçin dişinize takmıyorsunuz?

Diye, ordunun önüne geçti. Bu sefer, bir de baktılar ki Halit bin Velid’in sevk ettiği ordunun başında bir hanımefendi var! Bu hanımefendi Hz. Nesibe idi… Kılıcıyla beraber savaşın içine daldı. (Savaşın içine daldı) Ve o savaşta da bir kolunu kaybetti. Savaşarak kaybetti! Ama Cenab-ı Hakkın güzel tecellisi, aynı zamanda da gözünün önünde o hainin diğer oğlu Abdullah tarafından parçalanmasını seyrettirdi.

Hz. Nesibe’nin diğer oğlu (yani Uhud’da yaralanıp da kolunu sardığı oğlu) Müseylemetü’l-Kezzab’ı tepeledi, öldürdü. Onu da seyretmiş oldu. Cenab-ı Hak çünkü anne şefkatinin gönle verdiği çok özel ince bir noktadaki, Hz. Halid bin Zeyd’e karşı olan ufacık bir duygusunu dahi yeryüzünde boş bırakmamak için gözleri önünde Hz. Nesibe’nin o hainin yok edilmesini seyrettirdi, gösterdi.

Hz. Nesibe annemizin bu sevdasını, bu yansımasını âlem-i İslamın üzerindeki çok özel bir kaç noktasını çok iyi ezberlememiz lazım. Fahr-i Kâinat Efendimiz mademki insanlara lütfedilmiş, mademki âlemlere rahmet olarak intikal ettirilmiştir; elbette O’nun Medine’ye hicret etmesi, yani Mekke’nin o bunalımından, vahşetinden kurtulması elbette Cenab-ı Hakkın takdirinin çok basit bir çizgisidir.

Elbette Uhud savaşında Efendimiz Cenab-ı Hakka “mutlaka ben kulluğumu göstereceğim. Mü’minler mü’minliğini gösterecek. Biz manevi yardım istemiyoruz” sırrı içerisindeki ricasından sonraki elbetteki Fahr-i Kâinat Efendimize her hangi bir kimsenin kötülük yapması, hele hele onu şehadete kadar götürecek bir noktaya gelmeleri mümkün değildi. Bunların hepsini biliyoruz, hemen hemen… Ama bütün bunlar Hz. Nesibe’nin gönlündeki sevda ile çakışmıştır.

Onun Mekke’nin çölünün o vahşetinden kurtulup Medine’ye intikalinde, Hz. Nesibe’nin gönlündeki daveti görmemiz bir. İkincisi, o kırk saniyeyi hiç unutmamalıyız… Kırk saniye Hz. Nesibe’nin kalkan olduğu Fahr-i Kâinatın hayranıyız. Onun sevdalısıyız! O’a kırk saniye her türlü şerlerden, akla gelmese dahi O’nu şehit olmaktan engellemek için göğsünü siper eden Hz. Nesibe’nin hepimizin iman (şeyinde) platformunda bu güne kadar gelmemizde çok özel bir yeri vardır. Biz onun sevdasına (çok şey) medyun-u şükranız.

Hâşâ! Bu günkü basit kelimeler kullanmak istemiyorum; Hz. Nesibe olmasaydı her şeyden mahrum olacaktık, bir anlamda… Ama yanlış anlamayın! Cenab-ı Hak Fahr-i Kâinatı elbette ziyan ettirmezdi. Elbette Fahr-i Kâinat’a, ashaba azap çektirmezdi. Ama (Nesibe’nin) Nesibe olmasaydı sorusunu gönlünüzde devamlı yaşatın. Hz. Nesibe’nin varlığıyla, bir mücahit mana kahramanının varlığıyla hepimiz Fahr-i Kâinat sevgisinin      mutlak lüzumunu anlıyoruz. Fahr-i Kâinat Efendimize dudaktan, “inandım: Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah” demekle bitmiyor. Mutlaka ona bir sevda duymamız gerekiyor ki, onu bize öğreten: Hz. Nesibe’dir.

Bu sevdayı bulduğumuz takdirde, gönlümüzde her türlü fedakârlık… Mutlaka, Hz. Nesibe’nin yaptığı fedakârlıkları elimizde kılıçla tekrar etmemiz gibi düşünmeyiniz! Neyi düşününüz: nefsinize karşı savaşı düşününüz. Fahr-i Kâinat adına nefsinizle savaşınız. Çünkü nefsinizle yaptığınız savaş bizzat Fahr-i Kainat Efendimizin ifadesiyle o devrin en büyük, en sert Mute savaşından bile daha önemlidir. Mute savaşından dönerken (en sert bir savaştır), Efendimiz:

–          “Asıl şimdi büyük savaşa dönüyoruz.”

–          Nedir Ya Resulallah, o savaş? Dedikleri zaman

–          Nefsimizle savaş, dedi.

İşte Hz. Nesibe’nin mücahitliğini nefsimize karşı savaşta kullanacağız. Fahr-i Kâinat sevgisi uğrunda hiçbir nefsaniyete gitmeyeceğiz. Eğer nefsaniyete gidersek eğer nefislerimizin esiri olursak yazık olur. Hz. Nesibe böyle öğretmedi bize… Hz. Nesibe [sürçme: evladının kanayan, ölmek üzere olan, kolunu] kan kaybından ölmek üzere olan evladının kolunu sararak savaşın nasıl olacağını gösterdi bize.

Demek ki, yine evlat sevgisinin de ötesine geçerek nefsimizle savaş etme sırrını Hz. Nesibe’den öğrenmiş oluyoruz. Büyük bir kayba dahi uğrasa maddeden (ki o bir kılıç darbesi onu temsil eder) yine Resulullah’ın savunmasından, Rasulullah’ın emirlerinden ayrılmamak sırrını Hz. Nesibe’den öğreniyoruz.

Binaenaleyh her mü’min veya mü’mine Hz. Nesibe’den sonra, çok sıcak bilin ki; Hz. Nesibe için, diğer İslam anneleri için, hatta bizzat Efendimizin tarifiyle bir mü’mine için dişilik-erkeklik kavramları yoktur. O bir er’dir. Er kişidir. Tıpkı Habib-i Neccarı Yasin’in ismen olmasa da şeklen tarif ettiği bir vücut, bir er kişidir. Binaenaleyh, Hz. Nesibe bir er kişidir, annemizdir. Annemiz olması bütün İslam hanımları için bir şereftir.

Ama onun bize öğrettiği Sevday-ı Muhammedi’ye karşı rikkat, riayet ve nefsimizle bu uğurdaki savaşımız çünkü nefsimizin de Bedir savaşı vardır, nefsimizin de Uhud savaşı vardır… Hayatımızda bunları hep tekrar ederiz; maddi menfaatleri önüne serilmeye başladı mı, nefsimizin savaşı çıkar. Bakınız size [çok] nefisle savaşta çok önemli bir şeyi hatırlatmak istiyorum.

Hz. Ali’nin hilafeti sırasında, biliyorsunuz bir takım kargaşalıklar oldu. Hatta hatta bazı densizler, Hz. Ali’yi dirayetsizlikle yahut da otoritesizlikle itham etmeye kalktılar. “Diğer halifelerde bu otorite vardı. Hz. Ali bu otoriteyi iyi kullanamadı” anlamına gelen şaşkın sözler söylediler. Ama Hz. Ali bize öyle bir cümle [bize] bırakmış ki, bütün böyle şaşkınların yanlış nazarlarını, yanlış teşhislerini kökünden deviriyor. Hz. Ali’ye diyorlar ki:

–          Ya Ali! Görüyorsun ki senin muhalifin olan emeviler becerikli olan adamları bulup vali tayin ediyorlar. Halkın üzerindeki o valilerin tasarrufu, o halkın üzerindeki siyasi davranışları onlara büyük cemaatler, büyük kitleler kazandırıyor. Hâlbuki bizim tayin ettiğimiz valiler, evet, Tamamen ilahi emirleri yerine getiren haysiyetli insanlar ama halka sıcakça onları bir araya getirip, halkı bizim etrafımızda toplayamıyorlar.

Hz. Ali diyor ki:

–          Yani dünya menfaati veremiyorlar, öyle mi? (diyorsun) Beni boşuna dünyaya çekmeyin (diyor), “ben dünyayı talak-ı selaseyle boşadım! Yeniden nikâhlamam!” Dünya benim için zinadır (diyor).

Buradaki hikmet; işte nefsin arkasından gitmek, çünkü insanı o kadar yaklaştırır ki, hilafetin ihyası için, âlem-i İslâm’ı toparlayabilmek için, dünyaya biraz taviz vermek, insanlara biraz maddi taviz vermek… İşte nefsin ta o hudutlara kadar gelen aldatıcılığına karşı gönlünüzde Hz. Nesibe’nin kılıcını unutmayın.

Evladının akan kanına, kendisinin parçalanmış vücuduna bakmadan Fahr-i Kâinat etrafında bir sevda yaşatmak istiyorsak, nefsimizle mücadelede Hz. Nesibe’nin sırrını yaşamalıyız.

Dünya çok basit bir görüntüdür, inanınız buna… Karton filimin de siyah beyazıdır. Asıl gerçek büyük sahne, ilahi sahne olan cennettir. Eğer bir benzetme lazım gelirse, büyük senaryo canlı senaryo orada dururken, dünya dediğimiz şey, siyah beyaz kartondur, filimdir. Bu karton filimin içerisinde nefislerin oyuncağı olmak, nefsin rağbet ettiği korkaklıklara düşmek, nefsin rağbet ettiği sevday-ı Muhammedi’ye karşı çıkmaya rağbet etmek, ne kadar elim bir şeydir.

İslam olduğunu söylerken, Fahr-i Kainat aşığı olduğunu söylerken bile tereddütle “acaba bazılarına batarım” diye düşünecek kadar gaflete düşmek, ne hale getirmiştir Âlem-i İslam’ı?!

Ama gönlünde Allah hepimize nasip etsin, Nesibe sırrını taşıyarak Sevday-ı Muhammedi uğruna feda edilmeyecek hiç bir duygu yoktur. Bütün duygularımızı, nefsimizin bütün hainliklerini Sevday-ı Muhammedi uğruna feda edeceğiz. Allah onların, himmetinden, tasarrufundan, onların öğrettiği, sevday-ı Muhammedınin bir nebzesi bile olsa gönlümüze düşmekten bizleri mahrum etmesin.

Şimdi, hep beraber Hz. Nesibe annemiz için bir Fatiha okuyacağız. Hepimiz gönlümüzden ayrıca niyaz edeceğiz inşaallah! Eşlerimize, dostlarımıza, bu ayda doğacak yavrularımıza Allah Nesibe ismini nasip etsin.

Dua

Efendimizin mübarek mutahhar, aziz, latif ruh-u şeriflerine, ali abanın, ehl-i beyt’in, kerbela şehitlerinin, nazenin şehitlerimiz, özellikle Uhud şehitlerinin ve Hz. Nesibe annemizin ve oğullarının ruhuna niyaz eyledik; Lütuflarından, keremlerinden, ilgilerinden, şefkat, sevgilerinden mahrum etme. Onların kölesi olmak şerefini bizden ebediyen alma. Gönlümüzde Hz. Nesibe’ye layık bir Sevday-ı Muhammedi düşür, Ya Rabbi!

Allah Selamet versin hepinize… Allah gönüllerinizden Muhammed (s.a.v.) zevkini ayırmasın. Amin.

Bu yazı Onkolog Dr. Haluk Nurbaki’nin sohbetlerinden derlenerek hazırlanmıştır.

nurbakimektebi

İnkâr Psikolocyası ve Dinsizlik Cinneti

Ruh hekimliği, Yirminci asrın ikinci rubunda gösterdiği harikulade terakkiler sayesinde, insan nefsinin laboratuar tahlillerini müspet ilim metotlarıyla ortaya koymuştur.

Bu metotların başında, daima yeni merhaleler ve ufuklar kazanan (psikanaliz) gelir. Eğer bu usul tam bir mümin eliyle mevzu mevzu tatbik edilecek olsa, bazı şahıslardaki inkâr ruhiyatının ve dinsizlik cinnetinin marazi mahiyeti kolaylıkla tespit edilebilir.


Şuur ve şuuraltı âlemleri arasındaki ahengin kaybolduğu birçok akıl hastasında müşahede edilmiştir ki, insanların iç âlemleri, dipsiz bir hafıza ve aksi tesir hazinesini ihtiva etmektedir. Bu müstakil hafıza ve aksi tesir bürosu, tek miskal hayır ve şerri müsamaha etmeksizin defterine kaydeder. İnsan seciyesi böylece işlenirken, hiç farkında olmadan, yaptığı her kötülükten hususi bir çizgi, onun ruh heykelinde iz bırakır. Fakat bu harikulade girift iç oluşu, dış görünüş planından takip ve tespit kabil olmaz.

Her şeyde olduğu gibi, ruh ilminin de sır anahtarları, şüphesiz ki, Kuran’dadır. Marazi ruhiyatın bugün ana dayanağı olan ve bütün mahrem saikler kendisine bağlanan kapkaranlık “şuuraltı” mıntıkası, insanların ruha dair pek az şey bileceklerini haber veren Kur’ani işaretler cümlesindendir. Her türlü mana ve hareket paylarının, anı anına bu “şuuraltı”nda birer kayıtları ve fotoğrafları vardır. Nihayet bu gizli kayıtların ve fotoğrafların (arşiv)’i halindedir ki, insani mizaç ve seciye teşekkül etmeye başlar. İşte Kuran’da, insanların hem iyilik, hem de kötülük mevzuunda aynı istidada malik bulundukları ve tasavvufta alelıtlak istidadın bir olduğu hikmeti, bugünkü ruhiyat ilminin tesir ve aksi tesir kanunlarıyla, müspet bilgi hududu içine girmekte; müspet bilgilerin tenazur ufku, bu derin hikmeti bilfiil görecek kadar genişlemektedir.

Umumiyetle inkârcı tipleri üç grup ruh haleti üzerinde toplanmış görüyoruz.

  1. Aşırı derecede nefsanî ihtiras hastaları…
  2. Tersine dönmüş ve cesaret şeklinde tecelli etmiş bir korku ve ümitsizliğin zebunları…
  3. Her türlü (metafizik) idrak kaygısına tıkalı fikirsizlik tipleri ve fikir istihzacıları…

Dikkat edecek olursanız, herhangi bir Allahsız ya muhteristir, ya ümitsizdir, ya akılsızdır.

Bunlardan birinci sınıf, Allah ve iman mevzuunda müthiş bir taarruz, teaddi ve tecavüz karakteri arz eder. Bu tipler, herhangi bir İlahi iman tavrında çıldıracak kadar gazaba düşerler. Nemrut, Firavun ve daha nice benzerleri hep aynı marazi psikolocyanın mahkûmudurlar. Sarıklı bir insana tahammül edemeyen, nerede bir minare görse kuru bir ağaç gibi dibinden kazıtmak isteyen, elinden gelse ev ev dolaşıp bütün ibadet ehlini medeni haklarından mahrum etmeye kadar gidecek olan nefsanî ihtiras delilerini tanımadık mı ve tanımaz mıyız?

İşte bunlar, marazi inkâr psikolocyası ve dinsizlik cinnetinin en tehlikeli örnekleridir.

İkinci sınıf, naipsizliği ve ruhi iktidarsızlığı içinde (pasif) ve ümitsizdirler.

Üçüncü sınıf ise, kendi akılsızlığını akıl farz ettiği sahte bir teselli ve itminan içindedir.

Fakat her üçünde birden müşterek ruh çizgisi, kendi batınlarında ve zindan içinde hapsedilmiş iman istidadının, yani asli ruh melekesinin, bu mahrum haline karşılık sahibini nasıl muvazenesizliğe götürdüğüdür. Her üç halin birden biraz mübalağayla tecellisi, ruh doktorluğu gözünde tam bir gayri tabiilik levhası çizer. Bunlardan üçü birden, malik bulunmadıkları veya hapsettikleri bir temel ruh şartının ters tarafından mahkûmu olmuşlardır. Biri, Allah yerine kendisine taptırmak, öbürü hiç bir şeye ümit gözüyle bakmamak, daha öbürü de hiçbir (idealist) izahı anlayamamak mevkiindedir.

Üçünde de şuuraltı, kendi istiklali içinde çalışa çalışa ve menfi taraftan birike birike, nihayet sahibini mariz hale getirecek derecede inkişaf eder ve bir gün herhangi müessirle bu şuur altında bir infilak kopunca, cinnete kadar yol açılır. Bu yüzdendir ki, akıl hastanelerini dolduran bir sürü deli arasında, marazi mahiyette dini fikirlere müptela olanların çoğunu, muvazeneli ve ölçül iman örnekleri dışındaki bu ilk inkâr sapıklarında mürekkep görüyoruz. Bunlar deli oldukları zaman ya kendilerini Tanrı sayıyorlar, ya en canhıraş korku levhaları içinde çırpınıyorlar yahut da abuk sabuk bir (metafizik) tekerleme dairesinde dönüp duruyorlar.

Netice şudur ki, Yirminci Asrın (psikanaliz) metoduyla hareket eden ruh hekimliği, cinnet (faktör)’ünü imanda değil inkâr psikolocyasında bulacak yeni bir merhaleye ayak basmıştır.

Bu yeni merhaleye göre en vahim cinnet müessirlerinden biri, ruhu kendi öz gayesinden alıkoyan dinsizliktedir. Böylece, ruhun, bütün kuvvetini imandan aldığı hakikati, şimdi müspet bilgi eliyle ve tantanalı şekilde teyit yoluna girmiş bulunuyor. Gerçek ve mesnetli bir hekim gözüyle, mefkûresiz cemiyetlerdeki ruh buhranlarının sadece iman zaafından doğduğu bir bedahettir.

Allah duygusu olmayan bir yerde hiç bir şey ayakta durdurulamıyor.

Son asırlardaki dinsizlik modasının yobazları, dinin, insan ruhunda zoraki bir ihtibas eseri olduğunu iddia ederken, bugün marazi ruhiyatın vardığı son merhale, asıl dinin fıtri ve tabii ve dinsizliğin (anormal) bir ihtibas eseri olduğunu tespit mevkiine kadar gelmiştir. İşte din emrindeki hakikat ilmi diye buna derler; zira din, hakikatin ta kendisidir.

Bu hakikat insandan uçunca da, artık ruh uçamaz olur.

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki – Büyük Doğu Dergisi – Ekim 1950

Asr Sûresi

Âyet 1: Çağlara kasem olsun ki,

Âyet 2: İnsanlar hüsrandadır (çöküntü ve yıkıntı içinde perişandır).

Âyet 3: Ancak îman edenler ve güzel davranışta yaşayanlar, bir de hak ve sabır tavsiye edenler başka.

Âyet 1-2: «Asr» kelimesinin tam karşılığı «çağlardır». Talî mânaları arasında «ikindi» mânası da vardır.Bu sûre, Kur’an’da en kısa üç süreden biridir ve insanı tarif etmektedir. İnsana ait tüm gerçekler bu üç âyet içinde eksiksiz ifadesini bulmaktadır.

Gerçekte insanların hüsranı tüm çağlarda olmasına rağmen, arzın son çağlarını ifade eden ikindi sırrı da özellikle günümüz için pek yerinde bir anlam taşımaktadır. Çağların ikindisi, hicri 1300′den sonraki asırlar için varsayılmaktadır.

Bu sürenin mucizevî azâmetine bakınız ki:

Günümüz insanı, her haliyle, her toplumda perişandır. Bu hüsran, tüm milletlerin sosyologlarınca tebliğler halinde her gün yayınlanmaktadır.

Doğu toplumlarına bakın, Batı toplumlarına bakın; insanlık perişan değil mi?

Ekonomik olarak en zirveye ulaşmış toplumlara bakınız:

İnsanları ya alkolün pençesinde kıvranıyor, ya çılgın ihtirasların tutsağı olmuşlardır.

Bunalımda olan, akıllı ile deli arasında titreşip duran sıkıntılı insan tipi, cemiyetin yarısına yaklaşmış durumdadır.

Beyaz zehir, çılgın terörizm, sapık trajik filmlerle kendini ancak tatmin edebilen insanoğlu neyi temsil ediyor?

Hüsran, hüsran, hüsran…

Bir yandan yüz milyonlarca insan açlık ve sefalet içinde, bunlar da hüsranda…

Bu vahîm tablonun dış yüzü bir stresler arenası. İç yüzü ise, inançsızlık, korku ve dehşetin curcunası.

İşte sûrenin ifade ettiği akıl almaz mucize, bu iki kısa ayete böyle gizlenmiştir.

Daha önemlisi, bu insanlık dramının değişmez tedavi reçetesini yine sûrenin apaçık vermesidir.

Ey insan! İnsanoğlu! Hüsrandan kurtulmak istiyorsan:

Âyet 3:

1) İman et

2) Sâlih ameller yap.

3) Hak ve sabır üzre tavsiyeleş (sözün ve hareketlerin hak ve sabır üzre olsun, başkalarını da bu istikamete çek).

Demek ki hüsrandan kurtulmanın vazgeçilmez reçetesi bu üç maddenin, elbette uygulanması sanıldığınca kolay değil. Ancak, âyetin sırrı, bu üç maddeyi birbirini açıcı olarak sunmasındadır.

a) Yani îman edersen, o îman seni salih amelle-re, ahlaka ve vicdana götürür. Ahlak ve vicdan da seni hak ve sabır söyleşisine ulaştırır. Şimdi îman ile ilahî nîmete ulaşan bir insanın hüsrandan nasıl kurtulacağını inceleyelim:

Çağımızın modern bilimleri, özellikle tıp psikolojisi ve psikiyatri, insan için en büyük tehlikenin korku ve endişe duygusu olduğunu tesbit etmiştir. Gerek streslerin, gerekse bu bunalımlardan doğan psikosomatik dediğimiz çeşitli hastalıkların özünde bu iki duygu yatmaktadır. İnsanlar inançsız oldukları takdirde, bu iki duygu, yani korku ve endişe onlarda bilinç altında onarılmaz bir panik yaratır. Geleceğin her anından endişe ve korku içinde oldukları gibi, yaşarken de devamlı baskı altındadırlar. Her olay onlarda tamiri imkânsız bir gedik açar.

Günlük hayatın olağan tezadları, inançsızlığın içinde olanlara öylesine tahripler yapar ki; tüm hayatı kendine zehir eder. İnanmadığı kaderle beyhude gülünç bir mücadeleye girer ve İç dünyasını kemirir durur.

Yapılan incelemeler, Hipotalamus (alt beyinde bir bölge) ve onun kanalı ile hormonlar sisteminde, bazı duyguların olumsuz; bazı duyguların olumlu etkiler yaptığım kesinlikle doğrulamıştır.

Kin, ihtiras, kıskançlık gibi duyguların hormonları, kısıp, hayatı zorlaştırdığım; sevgi, hoşgörü, özellikle başkalarına yardım duygularının hormonları bollaştırdığını artık biyolojik olay olarak tanıyoruz.

Korku ve endişenin ise, hormon sistemini alt üst ettiği bütün bilim çevreleri bir yasa gibi kabul etmektedir. Bu neticeler, beyindeki hipotalamusun, hipfiz salgı bezinin damarlarına yaptığı biyolojik etkilerden doğmaktadır.

İnanç, korku ve endişeyi tümüyle yenen ilahî bir hayat iksiridir- Onun sonucu olan sevgi ve hoşgörü tüm streslerimizi, hüsranı yenen ilahî birer ilaçtır.

Evet, kıymetli okuyucularım, Asr Sûresi tüm insan biyolojisinde canlanmış ve inkara kırmızı kart göstermiştir.

b) Sâlih ameller; yani ahlâklı ve güzel hayat biçiminin hüsrandan kurtaran etkisine gelince:

Sâlih ameller, Kur’an’da sık geçen bir tanımdır, Ahlak-ı Muhammedi’nin tümü demek olan, bu güzel ve seçkin hayat biçimi; îmanın bir tarz uygulamasıdır. İbadet, haramdan kaçma, insanları sevme ve onlara îman ve doğruyu öğretme, özellikle infak, Allah’ı anış, sâlih amellerin ana maddelerindendir. Yine salih ameller, bir bakıma Kur’an emirlerine uyma biçimidir. Bu açıdan ilim öğrenme ve yayma, nefs terbiyesi, vatanım koruma, bu uğurda canım verme bile «sâlih ameller» kavramı içine girer.

Demek ki; hüsrandan kurtulmanın ikinci maddesi Allah’ın tarif ettiği gibi yaşamaktır. Zaten ahlak ve vicdan yolunu seçmenin hüsranı yok edeceğini fark etmemek mümkün değil.

Sabır ve tavsiyesi de bir anlamda salih amellerdendir. Âyette bu iki noktanın özellikle vurgulanması, insanların hüsranda kalması ile sabır ve hak tavsiyesi arasında çok önemli ilgiler olduğunu bildiriyor.

c) Hak ve sabır tavsiyesi: Bilindiği gibi sabır, kadere îmanın vazgeçilmez bir sonuç belgesidir. Hak tavsiyesi, ahlakın vazgeçilmez intakıdır.

Hak tavsiyesi 5 önemli maddede yapılır:

1) Her işte sırat-ı müstakîm’i bulma, bunu hem kendine hem başkasına tavsiye etme.

2) Hakkın ortaya çıkması, hakkın korunması için her türlü fedakârlığı yapmak. Alaylar karşısında pasif kalmadan, daima aktif hareket ederek; çevrede hakkın, doğrunun yaşamasını sağlamak.

3) Herkese daima gerçekleri anlatmak, hakkı öğretmek, hatta öldükten sonra bile onun sözleri hak tavsiyesi olarak kalmalıdır. Bu madde, özellikle bir olay olmadan önce dahi, daima hakkın anlatılmasını daim kılmaktadır.

4) Hakka riayetin zor olduğunu, nefsin ağrına gittiğini bilerek, hak içinde sabrın sırrını da beraber anlatma.

5) «Men sabere zafera» (Sabreden zafer bulur) hadîsini anlatarak, zaferin sabırla mümkün olacağım, hakkın böyle korunacağını anlatma.

Sabrın inceliklerine ve formülüne gelince:

1) îmandan gelen güven, sabrın temelidir. Salih amel, kesinlikle sabırla birlikte yaşamaktadır.

2) Sabır, ancak Hak içindir. Küfre ve yanlışlığa sabr olmaz. Nefs, meskeneti nedeniyle küfre sabreder; bu ise küfre götürür. Onun için âyette önce hak, sonra sabır tavsiye edilmiştir,

3) Sabır gerektiği zaman mutlaka Allah’tan istenmelidir. Sabır tavsiye ettiğimiz kardeşlerimize de bu hikmeti anlatmalıyız.

4) Sırat-ı müstakîm’e girebilmek ancak sabırla mümkündür.

Asr Sûresi, asrı günlük zaman dilimi içinde kabul ettiğimiz takdirde (Asr ikinci mânada ikindi vaktidir):

Ahir zamanda hüsranın artacağı sırrını ilan eder.

Asr Sûresi’nin, her şer ve sıkıntı halinde sık sık okunması gerekir. Böylece sabır ve hakka manen yaklaşmış oluruz.

Bu süre, hak tavsiyesiyle Âdiyât Süresi’ne, Hüsranda kalanların tanımı yanıyla da Hüzeme Sûresi’ne irtibatlıdır.

Asr Sûresi, özellikle çağımızda insanı üç ayette anlatan muhteşem bir Kur’an mucizesidir. Ve insanların perişanlıktan kurtulmasını sağlayacak harika bir Kur’an reçetesidir.

Milyonları bulan eczanelerde bulunmayan, ancak insanoğlunun en büyük derdinin ilacı Asr Sûresi’dir.

Ah insanoğlu bu gerçeği bilseydi, uzaya bile Asr Süresi’ni yazar asardı.

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki – Namaz Sûreleri Yorumu

nurbakimektebi.com

Şeytanın İmzası: Yalan

Henüz çok yeni olan İslâm varlığı. Bedir’de vahşi Mekke sürüsüne karşı ancak 300 civarında mücahit toplayabilmişti. Bu yüzden yeni takviyeler beklenirken, on kişilik bir grup İslâm ordusuna ka­tılma heyecanı ile koşup geldi. Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) çok sevindi ve gecikmelerinin sebebini sordu.

—Düşman bizi yakalayıp esir aldı, dediler.

—Peki nasıl kurtuldunuz?

—Biz onlara savaşçı olmadığımızı ve kendi işlerimiz için Medine’ye gittiğimizi söyledik, bizi bıraktılar.

Bunun üzerine Fahr-i Kâinat Efendimiz:

—Derhal Medine’ye dönün! diye buyurdu. Ben bu savaşı, yeryüzüne ahlâkı getirmek için yapıyorum. Temeline yalan harç koyamam!

Efendimizin yalan konusundaki bu titizliği, bütün çağlara örnek olan bir ahlâk meşalesidir.

Günümüzde şeytan, nefisler perdesinde öylesine yaygın senaryolar üretiyor ki, yalan âdeta hayatın bir parçası haline gelmiş.

Ekonomiden politikaya, her türlü meslekte bir yalan fırtınası esiyor. Efendimizin üçüncü ismi olan El-Emin sırrı bütün toplumlarda kaybolmuştur. Bunun sonucunda unutulan sevginin yerini kin ve nefret almıştır.

Dünyanın bu son çağındaki felâkete Efendimiz (s.a.v.): “Mümin günah işleyebilir, fakat yalan söyleyemez” emri ile kesin bir teşhis koymuştur. Bütün inananlar hem bu emre uymaya, hem de yalana karşı çıkmaya mecburdur. Böylelikle münafığın elindeki yalan silâhıyla gelecek nesilleri yok etmesi engellenebilir.

Şimdi günümüzdeki vahim yalanları tespit edelim:

1) İnsan hayvan türü değildir ve kesinlikle madde ötesi ruh cereyanı taşımaktadır.

Evrim masalının baştan sona bir yalan olduğunu Zaferde defalarca anlattık. Yalnız bu noktada çok önemli bir hatırlatma yapmak istiyorum. Evrim masalının içine sonradan bazı yalanlar katılmış olduğu sanılmasın! Çünkü bu konuda yazılan her şey, baştan sona tam mânâsıyla bir yalandır.

Genetik şifrelerdeki harika matematik programlar, evrime ait söylenen her şeyin büyük bir yalan olduğunu laboratuvarda ortaya koymuştur.

2) Temelini Marksizm’e dayayan her söz baştan sona yalandır. Çünkü insanı ve onun ruhunda gizlenen manevî değerlerin tamamını, inkâr eden bir zihniyet, daha dört işlem safhasındayken problemi yanlış kurmaktadır. Dolayısıyla problemin hiç bir ayrıntısı doğru sonuç veremez.

Marksistler’in dünya tarihi üzerindeki tahminleri, yorumları ve sosyolojide varmak istedikleri hedefler, yanlış iskelet üzerine monte edilen ruhsuz robotlar gibidir. Yeryüzünde şeytanın sergilediği en büyük yalanlardan biridir ve tutmamıştır.

3) Günümüzdeki yalanlar zincirinin en önemli halkası, İslâmiyet hakkında uydurulanlardır. Bunları şu ana maddeler halinde toplamak mümkündür.

a) Kur’an’ın yanlış tercümeler ve uydurma tefsirler vasıtasıyla tenkit edilmeye kalkışılması. Daha önce Zafer’de ayrıntılarıyla anlattığım gibi, bu yola başvuranların büyük çoğunluğu cinsî sapıktır. Yalan olduğunu bildikleri çarpık kaynaklan gerçekmiş gibi insanlara yutturmak isterler. Ve işin en iğrenç yanı da, kendilerinde zerresi bile olmayan bilim adamlığı maskesini taşırlar. Bu maskeyi şeytandan ödünç alan yalancılara karşı verilecek en güzel cevap şudur:

Fiziğin, astrofiziğin ve insan biyolojisinin en ince kanunlarını açık açık bildiren yüce kitabımıza dil uzatmak, ilmin temeline dil uzat­maktır. Zira Kur’an, kâinatın genişleme teorisini (Sûre 21 Ayet 30), kâinatın beşinci boyutu olan manyetik eylem boyutunu (Sûre 42, Âyet 5), dünyanın elipsoid yapısını (Nâziât Sûresi, Ayet 30) kara delikleri (Vâkıa Sûresi, Ayet 75-76), atmosferin teşekkülünü (Fussılet Sûresi, Âyet 11), Paul Dirac’ın Parite Teorisi’ni (Yasin Sûresi, 36), petrolün teşekkülünü (A’la Sûresi, Âyet 4-5), arzın dönüşünü (Nemi Sûresi, Âyet 88), oksijenin yapılışını (Sûre 36, Âyet 80), zamanın değişkenliğini (Secde Sûresi, Âyet 5 ve Meâric Sûresi, Âyet 4) ve sonsuz kâinat sayfalarını (Enbiyâ Sûresi, Âyet 104) 14 asır önce net bir şekilde bildirmiş ve bu gerçekler günümüzde bütün açıklığıyla ortaya konmuştur.

Kur’an’ın, ekonomiden sosyal hayata kadar her hükmünün doğru olduğuna dair en büyük isbat, dünyanın bugünkü hali değil midir? O’nun emirlerini dinlemeden yaşadınız ve ne hale geldiğinizi gördünüz.

Eğer Kur’an dışında başka bir gerçek olsaydı, dünya bu hale gelir miydi?

b) İslâm tarihi konusundaki yalanlar:

İslâm tarihi konusunda büyük yalanlar sergilenmiş, bu yüzden İslâm cemaatleri arasına fitne ve fesat girmiştir. Özellikle Yahudi kaynaklı yalanlara verilecek en güzel cevap, asr-ı saadet tarihi ve bu mutluluk çağındaki birliktir. İslâm cemaati, İslâm tarihine sonradan katılmak istenen bütün yalanlara karşı kendini başarıyla korumuş ve o gerçeğin mutlak kalesi olmuştur. Bu yüzden büyük gayret ve kışkırtmalara rağmen memleketimizde birbiriyle hizmet yarışında olan farklı cemaatlerin arasında hiçbir ihtilâf meydana getirilememiştir. Bu cemaatlerin her geçen gün daha büyük bir sevgiyle birbirini kucaklaması âhirzaman müşriklerini ümitsizliğe sevk ederken, inşaallah Cenab-ı Hakkın rahmetine de vesile olacaktır.

c) İslâmiyeti olduğundan farklı gösterme gayretleri:

Eski çağlarda din kaygısıyla, yeniçağlarda ise İslâm ülkelerinin sahip olduğu muazzam yeraltı servetlerini elde tutmak gayesiyle, İslâmiyet hakkında akıl almaz iftira kampanyaları geliştirilmiştir.

İslâm tam bir fikir hürriyetine sahipken, onu taassupla itham ederler. Kadın haklarının kurucusu İslâmiyet olduğu halde, onu kadınların düşmanı olarak gösterirler. İslâmi­yet, her cuma hutbesinde terörü lânetlediği halde (…bağy), onu terörist ilân ederler. İslâmiyet, bütün dinlerin bir gün yaptığı tatili yarım gün ilân edip kesintisiz çalışmayı emrettiği halde, onu tembel ve miskin gösterirler. İslâmiyet ilmi meşale yaptığı halde, onu ilme zıt gibi tanıtırlar. Bütün bunlar, şeytanın güzelliğe ve Kur’an’a düşmanlığından yansıyan akıl almaz yalanlardır.

4) Şeytanın en büyük yalanlarından biri de dünya hayatını cazibeli gösterme yalanıdır. Fâni olan dünya hayatını ve geçici dünya ilgilerini güzel göstererek insanları kendi cazibesine alır.

Hâlbuki insan, ebedî olan ilâhî güzelliği bulmaya meftundur.

Yeryüzünde seyrettiği güzellikler, ancak İlâhî güzelliği hatırlattığı ve insanı oraya yönelttiği ölçüde kıymetlidir.

Dünya, şeytanın yalan tuzaklarından ve dolayısıyla yalandan kurtulduğu an, Efendimizin (s.a.v.) Emin sırrına kavuşacak ve gönüller gerçek güzelliğe ulaşacaktır.

İşte Kur’an, bu harika kurtuluşun müjdecisidir.

.

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki / Zafer Dergisi – Haziran 1994

nurbakimektebi

Devlete Karşı İşlenen Suç

Şüphesiz devlet, milli varlığı temsil eden bir otoritelere bütünüdür. Bir suçun devlete karşı işlenip işlenmemesi bu tanımla bağdaştırılmalıdır. Bu açıdan bakıldığı takdirde milli bütünlüğümüzün parçalanmasına ve milli değerlerimizin yok edilmesine yönelik davranışlar devlete karşı işlenmiş suç sayılmalıdır. Çünkü devlete karşı işlenen suçta tehlike devleti yıkma amacına kıyaslanarak ciddiye alınmaktadır.

Osmanlı devletinin yıkılışında fevkalade nazik ve hassas gerçekler bahsettiğimiz bu noktalarda gizlidir. Batı, Osmanlı’yı temelli ortadan kaldırmayı planladığı zaman önce milli bütünlüğü, çarpık kavmiyetçilik rüzgârına tabi tuttu.

Osmanlı toplumundaki rahatsızlıktan Avrupa’daki Jön Türkler ayağı ile ırkçılığa, kavmiyetçiliğe kadar kanserleştirdi. Daha sonra da tam manası ile İslami değerlere bağlı İslami topluma manevi değerleri yok edecek ilkeleri getirdi. O çağın ibadeti terk etmiş, içkiye alışmış yazarları aracılığı ile manevi değerleri tahribe başladı.

Cumhuriyet tarihinde de önceden başlayan bu tahripler kronik bir yara halinde devam ederken, ileriki yıllardan itibaren Marksist zehirlerle yeni gelişen kuşakları devleti yıkacak biçimde yaygınlaştırdı. 80’li yıllara gelindiğinde devlet tam manası ile yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya geldi. Marksistler toplumda öyle garip noktalarda kurumsallaştı ki, sosyal yapı neredeyse bunların aktivitesine terk edildi. Fakat tam bu sırada Rusya’nın çöküşü Marksistlerin aktivitesine büyük bir felç getirdi. Gerçekten devleti yıkmak amacıyla gelişen Marksist faaliyetler Doğu’da PKK, Batı’da Dev-Sol ve benzeri çetelere dönüştü. Aşikâr bir şekilde devleti yıkmak için silahlı eylem yapan Marksistler bu hüviyetleriyle değil de sıradan bir terörist gibi mütalaa edildiler.

Marksistler ateist temeliyle başta aile olmak üzere tüm ahlaki değerlerin, milli güzelliklerin yıkılmasından yanadır. Ve faaliyetlerini yılmadan bu istikamette ördürür. Bu arada da etnik farklılıklar üzerine benzin dökerek alevlendirip memleketi kaosa sokmak ister. Ne gariptir ki, bu faaliyetlerin hiçbiri devlete karşı işlenmiş suçlar şümulünde görünmez, hatta Avrupa’nın göstermelik idam aleyhtarlığı sınırında mütalaa edilerek ağır cezalar verilmekten adeta kaçınılır.

Batı’da ne Marksist eylemler ne manevi değerlere karşı açılan ateist kampanyalar devlete karşı işlenmiş suç mahiyetinde görülmez. Çünkü zaten bu devletlerin bünyesi bu tarz hastalıklarla malûldür. Bu bakımdan onlar böyle suçları var dahi saymazlar. Halbuki bizdeki durum değişiktir. Bizim bünyemiz manevi değerlere bağlı bir yapı ile ayakta durmaktadır. Bu değerleri ülkemizden kaldırırsanız ayakta kalmamız mümkün olmaz, devlet yıkılır. Marksist veya ateistlerin çok ciddi elebaşıları devletin temel yapısını laiklik gibi anlaşılması imkânsız bir mefhuma bağlamıştır. Bu sayede milli değerlerimizi yıkmaya yönelik faaliyetlerini rahatça sürdürebilmektedirler. Avrupa’nın bizden istediği, vazgeçilmez şart olarak istediğini ileri sürdükleri “düşünce özgürlüğü” kavramında bile hain plan yatmaktadır.

Hiçbir devlet kendisini yıkmaya matuf birtakım fikir ve düşüncelere ve bunların yayılmasına müsaadeyi göze alamaz. Kaldı ki ülkemizde laiklik kavramına bağlı olarak birtakım düşünce ve eylemleri devlete karşı işlenmiş suç gibi görmek olağan hale gelmiş, inançlara karşı bir tarz öcü baskısı gibi kullanmışlardır.

Aile bütünlüğünü sarsacak mahiyette ahlaki değerlerin tümünü inkâr kampanyaları batılılaşma hezeyanı gibi mütalaa edilirken, bir kimsenin dini bir nikâh istemesi bile hâlâ büyük suçlardan sayılmaktadır. Bu konuda biz güya aydın çevre temsilcileri olarak artistlerin bile masum isteklerine karşı çıkarken, bekaret aleyhinde açılan kampanyalar, nikahsız bir arada oturmalar rahatlıkla savunulmaktadır.

Gerçekten ayakta durma ve yaşama kabiliyetimizi bir sarhoşun umursamazlığı ile böylesine heder etmek akılların alacağı bir gaflet değildir.

Allah’tan, yeni yetişen kuşaklar devletin, milli bünyemizin tahribi için girişilen bu faaliyetleri fark etmişler ve mal sahibi olmanın şuuru içinde milli bünyemize sahip çıkmışlardır. Bu yüzden de ihanet şebekeleri milli değerlere saygılı gençliğin yetişmesinden fevkalade rahatsızdır. Allah’ın lütfü ile ulaştığımız mal sahibi olma bilincini kutsal bir emanet gibi sebatla korumalıyız.

Bu yazı Onkolog Dr. Haluk Nurbaki, 7 Nisan 1996

nurbakimektebi.com